Düşten Farksız 17.Bölüm

 17.BÖLÜM



“Despina!”

Adımı seslendiğini duyduğum Özgür’ün bunu yaparken dişlerini birbirinden ayırmadan konuştuğuna, ona bakmıyor olmama rağmen emindim.

Özgür’ün sesi; kendisini, Pars’ı ve -hamleyi yapan kişi olmama rağmen- beni kapsayan afallamayla kaplı kısa sessizliği bölen ilk tepkiydi.

Pars’ın düşmemem için sırtımda duran avucu tamamen refleksle oraya yaslanmıştı. En azından tahminim buydu. Üzerine tırmanan Özgür olsa da bu refleks devreye girecekti bana kalırsa.

Kucağına çıkmış olmam, ayaklarım yere basarken bulunmamızın imkânsız olduğu bir konuma sürüklemişti bizi. Yüzüne ilk kez aşağıdan değil yukarıdan bakabiliyordum.

Yüzünün bir kısmını yoğun olmasa da kaplayan sakallar, saçlarına oranla daha koyuydu. Fazla yakınında bulunmanın etkisiyle ister istemez gözüme takılan, yerdeyken sıklığını fark edemediğim kirpikleri ise soluk bir kahverengindeydi.

“Kedi,” dedim sesimi bulabildiğimde. Beni yere fırlatmasını ya da daha insani bir çözümle çoktan yere indirmiş olmasını bekliyorken saniyeler boyunca kucağında kalmama tepkisiz kalmıştı. Açıklamam Pars’tan çok, Özgür’eydi. Kucağına çıktığım kişi Pars olsa da, asıl deliren Özgür olmuştu çünkü.

“Ya sabır!” diye soluyan Özgür ne ara yanımıza ulaşıp beni belimin iki yanından tutup çekmişti tam takip edememiştim. Uyguladığı kuvvet Pars’tan ayrılmama yetmiş, artmıştı da hatta. Sırtımdaki avucu ben Özgür tarafından çekilirken tutuşundan çok daha belirgin bir biçimde tişörtümün kumaşını yakacakmış gibi oraya sürtünmüştü.

“Bırakmasaydın kızı, fırsatçı pezevenk.” Son kelimenin anlamını bilmeme gerek yoktu, hakaret ettiğini bağırır gibi tonlamıştı zaten.

Ayaklarım yere basarken kolum Özgür’e değecek kadar ona yakındım. Hemen önümde ise Pars vardı. En son aralarında bu şekilde sıkışıp kaldığımda maç gecesindeydik, karşılaştığımız ilk gecede.

Yaşanan küçük kaosun etkisiyle kedinin çoktan ortadan kaybolduğunu ayağım yere basar basmaz aşağıya baktığım için görmüştüm. Biraz da olsa rahat durabilmemin sebebi de buydu. Her an geri gelecekmiş gibi tetikteydim ama.

“Üzerime tırmanmasını teşvik etmiş gibi mi duruyorum Akdoğan? Dönüp sevgilini uyarsana, kucağına çıkmak için seni değil beni seçen oydu.”

İlk kısımda Özgür’e bakarak konuşmuştu ve yüzü tamamen ifadesizdi. Altını çizip, bastıra bastıra sesiyle ezdiği ‘sevgili’ kısmından sonra ise koyu mavilerinin odağı bendim ve kesinlikle ifadesizliğiyle karşı karşıya değildim. Açıkça alaycı bakıyordu.

“Sikerim senin yaptığın imayı.” Özgür güler gibi konuşsa da bedeniyle beni yok edip Pars’a çarpıp onu devirecekmiş gibi kasıldığını hissettiriyordu.

Pars’ın yüzünde ‘susmayacağım’ diye bağıran bir ifade gördüğümde omuzlarım gerildi. Bu kadar atışma yetmişti.

Aynı anda ikisini de göğüslerinden geriye ittim. Avuçlarımı yasladığım iki koca bedeni bir santim bile kıpırdatacak güç bende yoktu tabii ama aynı anda da konuşmuştum. “Yeter,” dedim bıkkınlıkla. “Beş dakika bile saçmalamadan konuşamıyorsunuz birbirinizle. Mayıs da yok, uğraşacağımı düşünüyorsanız çok beklersiniz.”

Onları durultan etken Mayıs’tı. İkisi de ona kıyamıyorlardı çünkü.

Sözcüklerim beklemediğim bir etki yaratarak, sağ avucumun işe yaramasını sağlamıştı. Pars artık bir adım gerideydi. Şaşkınca ona baktım. Baktığımda taşlar yerine oturmuştu. Geri gitmesine sebep olan konuşmam değildi, göğsündeki dokunuşumdan kopmaktı.

Havada kalan elimi indirdim. Başımı Özgür’e çevirirken yutkundum önce. “Kediden korktuğum için panikledim. Pars haklı, kucağına çıkan bendim. Sakinleş.”

“Dinle sevg-…” Arkamdan gelen sesi duyduğumda saçlarıma kadar ulaşan öfkeyle birlikte boynum acıyacak kadar ani bir biçimde Pars’a döndüm. “Değilim!” dedim. “Sus artık, sevgilisi falan değilim tamam mı?”

Evcilik oyunumuz Mayıs’a karşı kurulmuştu. Mayıs öğrenmiş, Özgür de bunu fark etmişti. Geriye kalan tek izleyiciyi neden kandırmaya devam ediyorduk?

Pars’ın yüzünde, ilk defa bir hissin bu denli yoğun ve saklaması uzun sürecek şekilde kaldığına şahit oluyordum. Şaşkınlığı her zerresinden akıyorken dudakları aralandı. Ancak dudaklarının aralanmış olması doğru düzgün bir şeyler söyleyebildiği anlamına gelmiyordu. Hiçbir şey söyleyememişti.

“Çığırtkan,” diyerek alnıyla arkadan kafamı iten Özgür’ün ise derdi bambaşkaydı. “Neden söyledin?” dedi ağlayacak gibi bir sesle. “Niye ağzında bakla ıslanmıyor senin be kızım, niye?”

Bakla, baklavanın kısaltması mıydı? Yine hangi garip deyimi anlamamıştım?

Sorularımı şimdilik içimde sakladım. Şok içinde kalmış olan Pars’a bakmayı bir an bırakıp Özgür’ün yüzüne doğru döndüm. “Mayıs öğrendi, asıl öğrenmesini istemediğin kişi bilirken Pars neden bu yalanı bilmeye devam etsin? Ne işimize yarayacak?”

“O kadar önemli bir işe yarayacaktı ki…” diye ağzının içinde mırıldandı. Çoğunu zor duymuştum. Tekrarlamasını isteyecekken Pars konuştu.

“Ne çeviriyorsunuz siz? Sevgili…değiliz ne demek lan?”

Konuşurken Özgür’e bakıyordu hiç kıpırdamadan. Bakışlarının odağı olmadığıma sevinmiştim. Pek iyi niyetli bakışlara benzemiyorlardı açıkçası.

“Ne anladıysan o demek, hayırdır niye bu kadar şaşırdın?” Özgür umursamaz bir tavırla sorsa da kaşları çatık ve kesinlikle cevabı umursar bir görüntü çiziyordu.

“Dalga mı geçiyorsun gerizekalı? Neyin o zaman? Günlerdir ne diye yalan dolan peşindesin?”

Nasıl bir cevap vermemiz gerekiyordu? Şeydim aslında, üvey babasının on dokuz yıldır varlığından bile haberi olmayan kızı…

Özgür sanırım benden daha hızlı yanıt bulmuş olacak ki konuşmaya başladı. “Kardeşim,” dedi sakince. “Despina benim kız kardeşim.”

Gözlerimi peş peşe kaç kez kırpıştırdığımı biri karşıma geçip saymak istese fazlasıyla zorlanabilirdi. Özgür’ün cevabının bendeki etkisiyle kirpiklerim hiç durmadan birbirlerine çekilip durmaya başlamışlardı.

Mayıs’ı ve dolayısıyla Pars’ın da Özgür-Timur Akdoğan ikilisi arasındaki ilişkinin ne olduğunu ayrıntılı şekilde bildikleri bilgisine sahiptim. Bu nedenle Pars, “Baban-…” diye başlayarak sorgular bir hale geçerken Özgür’ün onu bölüp paylaştığı doğruya da ekleme yapmama gerek yoktu.

“Timur Akdoğan’ın kızı.” dedi Özgür. “Despina, Timur abinin kızı; benim de kız kardeşimden ne fazlası ne de eksiği.

Pars’ın bakışları Özgür’de daha fazla oyalanmadı. Mavi irisler yüzümü buldu, hatta direkt ondan tonlarca açık renkte olsa da aynı rengi paylaştığı bana ait eşlerine denk geldi bakışları. “Doğru mu bu?” derken asıl amacı benden onay almak değil, zaman kazanıp duyduklarını sindirmekmiş gibi görünüyordu.

Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım ‘doğru’ der gibi.

“Neden..?” dedi Pars kısık sayılabilecek bir sesle. “Neden böyle bir yalan söylediniz?”

“Ben cevap verebilir miyim?” diyerek hevesle araya giren sesin geldiği yöne üçümüz aynı anda dönmüştük. Kafasında koca bir havlu sarılı olan ve havluya eş bir bornozun içinde bedeni kaybolan, derste söz alıyormuş gibi parmak kaldıran Mayıs’ı gördüğümde gülecek gibi oldum.

Bu kadar süredir ortada olmaması bana evde olmadığını kabul ettirmişti. Uyuyor bile olsa sese gelir sanmıştım, belli ki bizi duymasına engel olan su sesiydi.

Ona döndüğümüzde sırayla -bu sıra abisiyle başlayıp, Özgür’le son bulmuştu- hepimize baktı. Özgür’den ayırmaya gerek duymadığı bakışlarıyla dudakları aralandı. “Biri bana, kendi garip yöntemiyle bir oyun oynamak istemiş abi. Yalanın kaynağı tam olarak bu.” Biri derken kastettiği kişinin Özgür olduğunu anlamak için üstün zekalı olmaya gerek yoktu.

“Oyun mu?” derken Özgür’ün sesi sinir bozucu bir hale gelmişti. Bunu genellikle laf atışmalarında kullandığından bayağı tanıdık gelmişti. “Kullanamadığın empati yeteneğini belki bir köşeden bulursun diye yardım ediyordum sadece, iyilik de yaramıyor artık sana Mayıs çi-…”

Mayıs duraksamadı. Bize doğru, daha doğrusu Özgür’e doğru adımladı. Önünde kısa bir mesafe kala durdu. İşaret parmağını göğsüne bastırdı. “Susma,” dedi başını sallarken. “Bitirsene o cümleyi. Mayıs ne?”

Konuyu anlamadığım için dudağımın kenarını ısırarak bekledim. Özgür kötü bir şey mi söyleyecekken susmuştu, Mayıs’ın devamını duyma isteğinin sebebi neydi?

“Çok mu istiyorsun o cümlenin bitimini duymayı?” dedi Özgür.

Göz ucuyla Pars’a baktım. Mayıs, Özgür’e doğru geldiğinde ben onları biraz kendi hallerinde bırakmak için geri adımladığım zaman Pars’a doğru gitmek zorunda kalmıştım. Müdahale edip onların arasına girme ihtimali yüzünden de bir gözüm Pars’taydı.

“Çok,” derken sesi kısılan Mayıs’ın düşen omuzlarına karşımda ayna varmış gibi ben de omuzlarımı düşürmüştüm. Canı acıyormuş gibi bakıyordu Özgür’e.

“Duy o zaman, Mayıs çiçeği.”

Fısıltı olmaya çok yakın bir şekilde konuşmuştu Özgür. Belki biraz daha sessiz olsa, sesi Mayıs’tan başka bir yere ulaşmazdı hatta. Mayıs’ın ona söylettirmeye çalıştığını şeyin kötü değil de, hoş bir şey olduğunu anladığım anda dudaklarım kıvrıldı. Stresle ısırıp durduğum dudaklarım gerilerek gülümsememi gizleyemezken kendimi bir tiyatro oyununu en önden izliyor gibi hissediyordum.

Bu tiyatro oyununu seyircisiz sahneliyor olsalardı, bir sonraki karenin yakın bir temas barındıracağını buram buram hissederken kısa bir an düşündüm. Bence sorun çıkartabilecek olan seyircinin kim olduğu çok açıktı.

Yana doğru dönüp kolumu havaya kaldırdım. Pars’ın yüzüne örttüğüm elim, görüş açısını karanlığa bürümeyi amaçlıyordu. Pars bakmazsa Mayıs, kendisine seslenişine eridiği Özgür’ü öpebilir diye düşünmüştüm.

“Mayıs,” dedim sanki Pars duymayacakmış gibi bağırır gibi olan fısıltılardan çıkartarak. “Abin bakmıyor, ben hallettim.”

Mayıs ve beraberinde Özgür’ün de bakışları bizi buldu. Duygu dolu andan sıyrılmış görünüyorlardı ama yüzlerinde ortak bir ifade bulunduğunu söyleyemezdim. Mayıs kahkaha atmanın eşiğinde gibiyken, Özgür gözlerinden ateş fırlatıyordu.

Tüm bunlar yaşanırken Pars’ın neden gözlerini açmak için benim elimi itmediğini sorgulayacak bir boşluğum olduğunda yavaş yavaş başımı geriye atıp ona baktım. Gördüğüm manzarayla birlikte konuşmak üzere önce dilimle dudaklarımı ıslatmıştım.

Elimi örttüğüm yer Pars’ın gözleri değildi.

Burnunun biraz altına, sanki görmesini değil konuşmasını engelleyecekmişim gibi dudaklarına kapatmıştım avucumu.

“Aa,” dedim büyük bir hata olmuş gibi. “Gözlerin orada değilmiş.”

Mayıs iç çeke çeke gülmeye başlarken Özgür homurdandı. “Normal değilsin sen, yok.”

Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Sana çekmişim!” dedim onun homurtusunu taklit edip. Bunu da halamdan öğrenmiştim. Benzeyen kişilere deniyordu.

“Kan bağımız mı var bizim çığırtkan? Bana nasıl çekeceksin?”

Çekmek için buna ihtiyaç mı vardı? Öğrenirken tam öğrenmeliydim artık şu deyimleri.

“Yok, evet!” dedim birden sinirlenerek. “Olsa belki boyum Pars’ın gözlerini kapatmaya yeterdi. Bak yetişemediğim için ağzını kapatmışım.”

Konuşurken, elimi hâlâ Pars’ın ağzından çekmediğimi hatırlayarak panikle elimi indirdim. “Konuşabilirsin istersen.”

Mayıs artık boğulacakmış gibi gülüyordu. Boğulursa iyi olurdu, yoksa ben onu boğacaktım. Bana hiç yardımcı olmuyordu şu anda.

“Teşekkür ederim izin verdiğin için.” diyen Pars’a başımı salladım hafifçe. “Rica ederim.”

“Lan siz kafayı mı yedirteceksiniz bana?” Özgür’ün haykırışına onun aksine çok sakin bir ifadeyle baktım. “Çok kabasın, kan bağımız olmadığı buradan da belli. Boyun sana kalsın.”

Pars kıpırdayınca göz ucuyla ona baktım. Dudakları gerilmişti. Gülmemeye mi çalışıyordu o? Eraslan kardeşleri eğlendirmeye mi gelmiştim ben buraya?

“Kızım senin uzayacağın olsa, babana çeker uzardın. Timur abi benden birkaç santim kısa zaten. Cüceliğin bizden bağımsız.”

Elimle kendimi gösterdim. “Cüce mi? 1.74 benim boyum be. Sen devesin sadece, ben cüce değilim.”

“Çok haklı,” diyen Mayıs biraz toparlanmış duruyordu. “O cüce olursa, benim yok olmam lazım. Ben 1.65’im.”

“Benim tarafıma geçmeye karar verdin sanırım?” dedim kaşlarım havada Mayıs’a bakarak. Sevimlice sırıttı. “Ben hep senin tarafındaydım bebeğim.”

Göz devirerek ona inanmadığımı belli edip kollarımı göğsümde birleştirdim. “Neyse, siz birbirinizi yemeye devam edin. Sen de git giyin. Yeterince yordunuz beni.” derken önce Özgür-Pars ikilisini, sonra da Mayıs’ı göstermiştim elimle.

Mayıs-Özgür sahnesi çoktan bozulmuştu. Tekrar sahnelenmesi ihtimalinin sıfıra yakın hatta direkt sıfır olduğunu bildiğimden kendimi yormayacaktım. Pars varken ve Özgür buraya geliş sebebimiz yüzünden sinir topuyken Mayıs ve Özgür’ün böyle bir anın devamını getirmesi zordan öte imkânsızdı.

Tüm karmaşanın sonlanmasını beklemiş gibi Özgür’e ait olduğunu bildiğim telefon zili etrafta yankılanmaya başladı. Özgür cebine uzanıp telefonu çıkarttı, ekrana baktıktan sonra açıp kulağına götürürken bakışları beni bulmuştu. Bakışlarındaki hafif ürpermeye bakınca kimin aradığı üzerinde çok düşünmeme gerek kalmıyordu.

Özgür’ün ürpermesine sebep olan ve bana bakmasını gerektirecek tek bir kişi olabilirdi.

“Abi?” diyerek yanıtladığı telefona şaşırmamıştım. Arayanın babam olduğu gayet açıktı.

Babamın sert sesi hoparlör açıkmış gibi dışarı yansıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu ama bu tondan söylenen herhangi bir şeyin çok sevgi dolu olmayacağını tahmin edebiliyordum.

“Yanımda, benimle birlikte.” dedi Özgür. Aynı anda da bana doğru adımlamıştı. “Vereyim telefonu.” Daha cümlesi tam bitmeden telefonu kulağıma yapıştırdı.

“Efendim?” dedim hafif içe kaçmış sesimle.

“Neredesiniz Despina? Öldürecek misin sen beni güzelim, telefonunu neden evde bırakıp ortadan kayboluyorsun?”

Telefonumun yanımda olmadığını şu an fark etmiştim. Özgür beni apar topar evden çıkartırken tabii ki telefonum aklıma gelmemişti.

“Özgürleyim,” dedim sadece ilk kısma cevap vermeyi seçerek. “Fark ettim, evet. En son benden habersiz ikiniz ortadan kaybolduğunuzda gitmeni istemediğim maçtaydın. Şimdi neredesiniz? O asalak Özgür cevap vermeyip telefonu sana verdiğine göre hiç onaylayacağım bir yerde değilsiniz.”

Kendi sorusunu kendi cevaplamıştı son cümlesiyle zaten. Bu yüzden ne diyeceğimi bilemedim bir an. Sonra dudaklarımı araladım. Mayıs, babamı tanıyordu. Babam da Mayıs’ı tanıyor olmalıydı. “Mayıs’ın yanındayız.”

Telefondan bir an ses gelmedi. Kapandığından şüpheleneceğim sırada babamı duydum. “Ne?” dedi şaşkınca. “Barıştılar mı?”

Benden başka kimse babamı duymadığı için sırıtmakta bir sakınca görmedim. “Henüz değil ama halledeceğim yakında.”

Özgür telefonu açtığında olan öfkeli sesi ve ben telefonu aldığımda kurduğu ilk cümlelerdeki panik ortadan kaybolup gülüşünü duymama yol açınca rahat bir nefes verdim. “Et tabii, hallet sen.”

“Sen evde misin ki, hani geç gelecektin?” Sustuktan sonra acaba fazla mı sorguladım diye düşünerek dilimi ısırmış olsam da babam ters bir tepki vermeden yanıtladı. “Erken geldim, gelmese miydim?”

“Yok,” dedim hemen. “Erken gelebilirsin, bence hep erken gelsen de olur.”

Güldü tekrar. Etrafımda beni izliyor ve dinliyor olan üç kişi bulunduğunu hatırlayarak hafifçe öksürdüm. “O zaman kapatayım ben…” derken birden sesim yükseldi. “Ne? Özgür’le konuşmak mı istiyorsun ona kızmak için? Tamam vereyim kapatmadan.”

Telefonu Özgür’e uzatırken babam artık daha çok gülüyordu. Az önce telefonu kulağıma yapıştırıp cevap verme işini bana kilitleyen Özgür’e içimden sırıtıyor olsam da yüzüm düzdü.

Özgür telefonu alıp, geçen geldiğimde girdiğim için neresi olduğunu bildiğim salona girdi. Sanırım cidden babamın ona kızacağını düşünüyordu ve bunu bizim yanımızda yaşamak istememişti.

“Giyin artık, Mayıs. Teşhirci gibi geziyorsun şu içerideki cinsin yanında.”

Pars, kardeşine bakarak başıyla içeriyi işaret ederken bir yandan da söylenmişti. Mayıs itiraz edeceğini haykıran bir ifadeyle dudaklarını aralamışken aniden bakışları beni buldu. Gözleri kısılır gibi olduktan hemen sonra başını uysalca salladı. “Üstümü giyineyim evet, siz böyle bekleyin burada. Özgür’ü rahatsız etmeyin sakın salona geçip.”

Garip uyarısının ardından hızla görüş açımızdan çıkıp, salonun aksi yöndeki koridora doğru ilerledi. Holde kala kala iki kişi kalmıştık böylece.

Dakikalar önce kucağında, biraz önce de dudaklarına sıkıca elimi örtmüş halde olduğumu düşünmemeye çalışarak Pars’a doğru döndüm. Her açıdan ilginç bir gündü gerçekten.

“Baban Timur Akdoğan yani, öyle mi?” demesini, daha doğrusu ilk konuşanın o olmasını beklemiyordum.

Başımı salladım hafifçe. Yüzü allak bullaktı. “Yunan oluşun da yalan mıydı yani, aksan da rol değildir herhalde anasını satayım.”

Kendimi tutamayıp güldüm. Kısa süren gülüşümü beklemediğinden olsa gerek bakışları gözlerimden ayrılıp bir an için dudaklarıma kaymış, hemen sonra ise yeniden gözlerime tırmanmıştı.

“Yarı Yunan yarı Türk’üm.” dedim. Babam ya da dedem duysaydı muhtemelen ‘hayır Türk’sün, baban Türk çünkü’ diyeceklerdi ama neyse ki ikisi de ortalıkta değillerdi şu anda.

Kaşları havalandı. “Yalan dışında bir şeyler de söyleyebiliyorsunuz yani, güzelmiş.”

Onu taklit ederek ben de kaşlarımı kaldırdım. Burnumu da havaya dikerek alttan alttan da olsa dikkatle yüzüne baktım. “Pars,” dedim düz bir şekilde.

Adını ilk defa duyuyormuş gibi duraksadı. Devam etmemi ister gibi başını kıpırdattığında konuşmayı sürdürdüm. “Ben Özgür değilim, atacağın lafları beklet biraz. Aranızdaki düğümlü bağlar beni ilgilendirmiyor.”

“Yalanına ortak olurken de ilgilendirmiyor muydu o bağlar seni?”

Pars’a, Özgür’ün oyununa dahil olurken aslında hiçbir şeyden haberimin olmadığını hatta Özgür’Den önce Mayıs’ı gördüğümü ve bu şehre bile daha yeni geldiğimi nasıl tek cümlede açıklayabilirdim? Daha da önemlisi açıklamak istiyor muydum?

“Mayıs’tan çok sen alınmış gibisin bu yalana, gerçek sanırken de böyleydi bu. Neden en çok rahatsızlık duyan hep sensin Pars?”

Beni köşeye sıkıştırmaya çalışırken, durumu tersine çevirerek köşeye itip onu sıkıştıran taraf ben olmuştum.

“Özel bir rahatsızlık değil bu, genel bir rahatsızlık. Özgür’ün karıştığı her duruma uygulayabilirsin.”

Dudağımın kenarını ısırdım. Karşımdaki koca bedeni birkaç sözcükle devirmem mümkündü. Mayıs’ın bana birçok şeyi anlattığından habersizdi. Benden kaçabileceğini düşünmesi bundandı.

Özgür’ün salondan çıktığı anın bu an olması da işimi kolaylaştırmıştı. Konuyu kapatıp kapatmama ikileminde fazla vakit kaybetmemiştim. “Anladım,” dedim Pars’a sadece.

Aramıza katılan Özgür’ün dudaklarından direkt “Mayıs nerede?” sorusu döküldüğünde sırıttım.

“Uyumaya gitti, seni daha fazla görmek istemiyormuş.” Pars’ın cevabı ve Özgür’ün yüzünde beliren ifadenin birleşimi, sırıtışımın sesli bir gülüşe evrilmesine yol açmıştı.

Özgür’e kıyamayıp -ki bu az rastlanır bir andı ve kesinlikle tarihe not edilmeliydi- konuştum. “Üstünü giyiniyor.”

Ters ters Pars’a bakmasına sebep olan açıklamamın biraz sonrasında avucunu omuzuma yasladı. “Kediyle başlayan ve sonu gelmeyen karmaşan yüzünden neden burada olduğumuzu unutturdun bana, içeride bekler misin biraz? Gideceğiz az sonra, tamam mı?”

Pars’la yalnız kalmalarına izin vermek çok mantıklı görünmese de, inatlaşmamın bir çözüm olmayacağını kabullenerek sesimi çıkartmadan salona doğru ilerledim. Gözlerim yerdeydi. O sinsi kedi nereye kaybolmuştu bilmiyordum, yeniden bacaklarıma değerse; bu kez Pars’ın değil Özgür’ün ya da en kötü ihtimalle Mayıs’ın üstüne çıkmam gerekirdi.

Salona girdiğimde diğer uçtaki koltuklara doğru ilerleyip oturmak yerine kapının solunda kalan, salona dışarıdan bakıldığında görünmeyecek pufa yerleştim. Bunun bana Özgür ve Pars’ı duyuracak kadar işe yarar bir etki vermesini umuyordum.

“Despina’yı, Mayıs’layken görmüş. Bunun ne demek olduğunu benden çok daha iyi biliyorsun değil mi?”

Özgür’ün kısık ama bağırır gibi konuşması kulağıma geldiğinde avuçlarımı gergince sıkı sıkı kapattım. Onları gizlice dinliyor olmam suçmuş gibiydi ama konu ben olduğum içindi bu çabam.

“Başarısız olduğu yola bir kez daha başvurmaz. Bırak da babamın hamlelerini tahmin edebileyim Akdoğan.”

Kaşlarım olabilecek en derin şekilde çatıldı. Bugünkü adamların bağlantılı olduğu kişi babaları mıydı?

“Yolunu yordamını sikerim o akıl hastasının. Yol dediğin şey, Mayıs’ı yanında tutabilmek için bir yem aramak lan!”

“Sesini kıs.” derken Pars’ın sesi öfke doluydu. “Öyle bir şey olmayacak diyorum, izin vermem.”

“Senin iznini bekliyordu o da, değil mi? İznin işe yarar olsaydı, aylar önce Despina’nın yerinde ben varken yarardı.

 

~

 

“Sönüyor bu ben yürürken.” diye mızmızlandığımda babam halime gülmekle gülmemek arasında kalmış gibiydi.

“Kapıya ulaştığımızda yaksak mumu sorun çözülür sanki.” Birkaç saniye düşünüp önerisini mantıklı bulduktan sonra başımı salladım.

Sıkıca tuttuğum tabak eşliğinde koridorda adımlarken sanki düşecekmiş gibi dikkatliydim. “Gece yarısı kutlaması çok önemli, doğum gününün başlangıcı çünkü.”

Birkaç dakika sonra tarih 9 Temmuz olacaktı. Özgür’ün doğum günü geldi demekti bu.

Dün gecenin Eraslan kardeşler eşliğinde oldukça yoğun geçişine oranla, bugün bütün gün boyunca Özgür’ü pek görmemiştim. Ben evdeydim ancak o değildi. Geç saatte geldiğinde de duş alıp uyuyacağını söyleyerek yanımızdan ayrılmıştı.

“Sen benim doğum günümü sorduğunda, ben sana aynı soruyu yöneltmedim. Doğum gününü sormadım.” Kahvaltıya gittiğimiz, burada uyandığım ilk sabahtan bahsediyordu. Doğum gününün 27 Ekim olduğunu söylemişti.

“Sormadın evet, ne kadar ayıp değil mi?”

İki elim düşmesi zorlaşacak kadar küçük de olsa düşecek sandığım için sıkıca tuttuğum pasta tabağına sarılıydı. Yüzüme doğru düşen saç tutamlarını geri itemeyişim de bundandı. Babam elini uzatıp saçı geriye ittiğinde rahatlamıştım.

“Çok ayıp gerçekten, umarım yakındadır doğum günün ve bu ayıbın üstünü örtebilirim hemen.”

Gülümsedim hafifçe. “Yakın-dı. Yani bir ay önceydi, geçti. 11 Haziran doğum günüm.”

Bir şey hesaplamış gibi bir an bekledi. “Doğum gününden tam bir hafta sonra geldin yani İstanbul’a.”

“Evet, doğum günümde annemin yanında olmak istedim.”

Öyle yapmıştım. Gece yarısı kapımda beliren annem tarafından gün başlar başlamaz kutlanmayan ilk doğum günüm, on dokuzuncu yaşıma aitti. O bana gelememişti, ben ona gitmiştim bu yüzden.

Doğum günümden önce buraya gelemezdim. Sonrasında da kendimi biraz olsun daha iyi hissedene dek bir hafta daha beklemiştim. Daha iyi hissediyor olduğum tartışılırdı ama en azından 11 Haziran’daki halimden daha az kötüydüm.

Yüzündeki yumuşak ifade ortadan kayboldu. Tek tek anlayıp yorumlamakta zorlanacağım kadar çok his aynı anda yüzüne yerleştiğinde boşa çabalamak yerine gözlerimi kaçırdım.

“Bundan sonraki doğum günlerinin tek bir tanesinde bile bensiz olmayacaksın.” derken yemin ediyor gibiydi. “Baba beni bırak artık desen de, 11 Haziran günlerin bana rezerve artık.”

Konuyu dağıtmak için elimi havada salladım. “Ben sana öyle seslenmiyorum ki,” dedim bilmiş bilmiş.

Burnundan keskin bir nefes çıktı. “On bir ay sonra diyor olacaksın ama.”

“Öyle miymiş?” dedim şaşırmış gibi.

“Öyleymiş Despina.” dedikten sonra alnımla saçlarımın birleştiği yere küçük bir öpücük bıraktı. Öpücükten sonra, hep yaptığı gibi, dudaklarını oradan çekmeden bekledi. Saçlarıma düşen sözcükleri duymayacağımı sanarak söylediğinden oldukça emindim.

“Öyleymiş Ahu’m.” Fısıltısı saç diplerimde kaybolurken, yüzümü göremiyordu. Eğer görebilseydi donakalan ifademden onu duyduğumu kolayca anlardı.

İzlediğim belgeseldeki ceylanların yarattığı tesadüfle öğrendiğim, kızına koymak istediği isimdi Ahu. O gece Timur Akdoğan’ın hayatında gökten düşen Despina olarak değil, hep var olan Ahu olarak bulunsam ne olurdu diye bin ayrı hayal kurarak uyumuştum.

Timur Akdoğan’ın Ahu’su olmanın tek yolu, hayatında hep var olan biri olmaktan geçiyor sandığımdan kendimi Ahu olmaya yakın hissetmemiştim.

Ahu’n…” dedim dudaklarım kıpırdasa da sesim çıkmazken.

Alın çizgimdeki dudakları mayışmama yol açmak üzereyken irkilerek geri çekildim. “Saat!” dedim birden. Öpücüğü ve söyledikleri bana elimdeki pasta tabağına rağmen her şeyi unutturabilecek kadar etkiliydi.

Kolundaki saati kaldırdı. Gözlerimi diktiğim küçük yuvarlaktan gördüğüm, bir dakika kalan süreyle rahatlamıştım. Geç kalmamıştık.

“Mumu yakalım şimdi.” dediğimde elindeki çakmakla pastanın üzerinde duran mumu yaktı. “Girebiliriz.” dediğimde kapıyı da aralamıştı hemen.

Odaya önden ben, arkamda da babam olacak şekilde girdiğimizde cidden uyuyor halde bulduğumuz Özgür’e ters ters baktım. Görememişti bakışlarımı ama olsundu.

“Uyuyor,” dedim homurdanarak. “Mum sönecek, uyandırır mısın?”

“Ben mi?” dedi eliyle kendisini göstererek babam. Omuzlarımı düşürdüm. Bu ikiliyle doğum günü kutlamak çok zordu. Biri uyuyor biri de konuyu henüz anlayabilmişe benzemiyordu.

“Yok, komşulardan rica edelim uyandırsınlar hemen.” Dalga geçtiğimi anladığında kaşlarını çattı. “Babayla dalga geçilmez.”

“Geçtim ama.” dedim hemen sırıtarak. Benimkinden daha büyük bir sırıtmayla baktı bana. “Babanım yani kabul ediyorsun, değil mi?”

Oyununa geldiğim için yerimde rahatsızca kıpırdandım. “Uyandır artık, doğum günü bitti Özgür uyanana kadar.” diyerek abartabildiğim kadar abarttım konu değişsin diye.

Konunun değişmesinden pek memnun görünmese de daha fazla uzatmadı. Yatağa doğru yaklaştı. Yüzüstü uyuyor olan Özgür’ü omuzundan tutup sarstı. Pek insanı bir uyandırma yöntemi olmasa da artık yapacak bir şey yoktu.

“Hırsız mı girdi eve? Girmediyse beni uyandırmayı kesin.”

“Hırsız girse seni neden uyandıralım, belki tanıdık arkadaşlarındandır diye mi Özgür?” Hevesle laf atsam da Özgür yeniden uykuya dalmış olduğundan bana istediğim karşılığı vermemişti.

“Ya!” diye bağırdım en sonunda dayanamayıp. “Uyansana be artık, uyan!” Sesim sabırsızlıkla tizleşip bağırmaya dönerken Özgür inleyerek yüzünü yastığa bastırdı.

Babamın da kulaklarını kapatacak gibi ellerini kaldırdığını gördüğümde ona ayıplayarak baktım. “O kadar bağırmadım.”

“Tabii, bağırmadın güzelim. Benim ellerim havada kalmış, Özgür’e vuracaktım çünkü.” dedikten sonra yalanını desteklemek için Özgür’ün açıkta duran ensesine vurdu avucunu. “Uyansana oğlum artık, kaç gündür uyumuyormuş gibi ne bu derin uyku?”

Özgür ağzının içinde bir şeyler homurdana homurdana yatakta döndü. Neden onu uyandırdığımıza dair hiçbir fikri olmadığı çok belliydi. Yatakta oturur hale geçtiğinde önce tepesinde dikilen babama baktı. “Uyandım abi, oldu mu?”

“Oldu!” dedim heyecanla. Hızlı hızlı yanlarına ilerleyip babamın yanında durdum. Konuşmam ve devamında hareketlenmem Özgür’ün bana bakmasına sebep olmuştu. Beni -aslında elimdeki pastayı- gördüğünde gözleri kısıldı.

“İyi ki doğdun hırsız!” dedim fazla şımarmasın diye ‘hırsız’ kısmını ekleyerek. Aramızda seviyeli bir laf sokma ilişkisi vardı, doğum gününü ilk ben kutladım diye yanlış anlamasını istemezdim.

Babamın gülüşü yanımda yankılanırken tabağı Özgür’e doğru uzattım. “Mum sönmeden dilek dileyip üflemen gerekiyor. Daha önce pasta görmemiş gibi bakıyorsun bana.”

Bakışlarını yüzümden hiç ayırmadı. Dudakları gergindi ama bu öfkeden değil de gülümsemekte ısrarcı dudaklarını kontrolde tutmaya çalıştığından gerçekleşiyor gibiydi daha çok.

“Dileğinin içinde baş harfi ‘M’ olan biri olsun, yoksa pastadan yiyemezsin.” dedim tam üfleyeceği sırada. “Dileğine karışmasa mıydın acaba Despina?” diyen babama göz ucuyla baktım. “Karışmadım, öneri yaptım.”

“Bana tehdit gibi gelmişti ama yanlış anlamışım herhalde.” diyerek omuz silkti.

“Öyle olmuş,” dediğim sırada Özgür mumu üflemiş ve söndürmüştü zaten.

Birden elimdeki tabağı alınca pastayı direkt ağzına mı sokacak acaba düşündüysem de tek yaptığı aldığı tabağı yatağın başında duran küçük komodine koymak oldu. “Alkışlayayım diye mi ellerimi boşalttın?” dedim ellerimi çırpmak için havalandırmışken.

Henüz ellerim birbirine kavuşamadan, Özgür kolumdan tutup beni dengemi bozacak kadar güç uygulayarak yatağa düşürmüştü. Kalçam yatağa değer değmez kendimi Özgür’ün göğsüne yapışık halde bulduğumda ağzım şaşkınca aralanmıştı.

“Deli misin kızım sen?” derken tek koluyla sırtımın tamamını sarmış halde beni bedenine yapışık tutuyordu. Algım açıldığında boğazımı temizler gibi öksürdüm. “Senin dilinde teşekkür mü bu?”

Kollarım aramızda sıkıştığı için biraz zorlansam da sağ kolumu serbest hale getirdikten sonra omuzuna doğru attım. “İyi ki doğdun,” dedim tekrar.

“Sarıldığım için ‘hırsız’ diyemiyorsun tabii, kaçacak yerin yok korkudan frenledin kendini.” Çok komik bir şey söylemiş gibi güldüm. “Hayallerin çok tatlı.”

Sırtımı, bana on beden küçük bir korse giymiş hissettirecek kadar çok sıktığında cırladım. Omuzuna vurdum elimden geldiğince sert bir biçimde.

“Hayvan gibi sıkma sırtımı, acıdı.”

Babamın beni duyar duymaz Özgür’ün kafasına vurmasına kıkırdadım. Acımamıştı ama bilmelerine gerek yoktu.

“Despina,” diye mırıldandı Özgür saldırı modundan birden sıyrılıp. “Efendim?”

“Teşekkür ederim.” derken sesi fazlasıyla ciddiydi. “Doğuşumun ‘iyi ki’si tartışılır ama sen iyi ki buradasın.”

Dudaklarım büküldü. Özgür’ün duygusallaşmasına asla ama asla hazırlıklı değildim. Laf atışmaları dışında Özgür’le iletişim kurmuyordum ki…

Az önce vurduğum omuzunu yavaşça sıvazladım.

“Sas parakaló, adelfós.”

*(Rica ederim, abi.)

Babamın duymasından kaçarak, kulağına fısıldamıştım anadilimden seçtiğim sözcükleri. Ne dediğimi anlayamayacaktı ama ona söylemiş olma fikrini sevmiştim.

Beni kız kardeşi olarak anmaktan kaçınmıyordu. Bu durumda benim ona abi olarak dönüş yapmamda bir gariplik de yoktu bence. Yoktu değil mi?

“Kulağıma küfür fısıldamadın değil mi çığırtkan?” dediğinde koca bir kahkaha attım. Her Yunanca konuştuğumda ilk tahmini neden küfür oluyordu?

“Kim bilir neler söyledim…”

“Neler söyledin?” diye ısrar etse de başımı geriye doğru atıp ters ters yüzüne bakmakla yetindim. “Keçi.” dediğinde kaşlarım çatıldı. Babama baktım.

“İnat ettiğin için söylüyor,” dedi Özgür’ün yerine açıklama yaparak. İnat etmediğimi savunmaya girişecekken, bunu yapmanın da bir çeşit inat olduğunu hatırlayarak kendimi zar zor durdurdum.

Özgür’ün kollarından bir şekilde sıyrılıp ayaklandım hemen. Üstümü başımı düzeltip komodindeki pastayı da alıp kapıya yöneldim. “Pastayı keçi yiyecek, keçiler her şeyi yer çünkü.”

Ben homurdanarak odadan çıkarken arkamdan aynı anda kahkaha attıklarını duymuştum.

Ne yapsam gülüyorlardı, şapkaban mıydım ben bu evde?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm