Düşten Farksız 17.Bölüm
17.BÖLÜM
“Despina!”
Adımı seslendiğini duyduğum Özgür’ün bunu
yaparken dişlerini birbirinden ayırmadan konuştuğuna, ona bakmıyor olmama
rağmen emindim.
Özgür’ün sesi; kendisini, Pars’ı ve
-hamleyi yapan kişi olmama rağmen- beni kapsayan afallamayla kaplı kısa
sessizliği bölen ilk tepkiydi.
Pars’ın düşmemem için sırtımda duran avucu
tamamen refleksle oraya yaslanmıştı. En azından tahminim buydu. Üzerine
tırmanan Özgür olsa da bu refleks devreye girecekti bana kalırsa.
Kucağına çıkmış olmam, ayaklarım yere
basarken bulunmamızın imkânsız olduğu bir konuma sürüklemişti bizi. Yüzüne ilk
kez aşağıdan değil yukarıdan bakabiliyordum.
Yüzünün bir kısmını yoğun olmasa da
kaplayan sakallar, saçlarına oranla daha koyuydu. Fazla yakınında bulunmanın
etkisiyle ister istemez gözüme takılan, yerdeyken sıklığını fark edemediğim
kirpikleri ise soluk bir kahverengindeydi.
“Kedi,” dedim sesimi bulabildiğimde. Beni
yere fırlatmasını ya da daha insani bir çözümle çoktan yere indirmiş olmasını
bekliyorken saniyeler boyunca kucağında kalmama tepkisiz kalmıştı. Açıklamam
Pars’tan çok, Özgür’eydi. Kucağına çıktığım kişi Pars olsa da, asıl deliren
Özgür olmuştu çünkü.
“Ya sabır!” diye soluyan Özgür ne ara
yanımıza ulaşıp beni belimin iki yanından tutup çekmişti tam takip edememiştim.
Uyguladığı kuvvet Pars’tan ayrılmama yetmiş, artmıştı da hatta. Sırtımdaki
avucu ben Özgür tarafından çekilirken tutuşundan çok daha belirgin bir biçimde
tişörtümün kumaşını yakacakmış gibi oraya sürtünmüştü.
“Bırakmasaydın kızı, fırsatçı pezevenk.”
Son kelimenin anlamını bilmeme gerek yoktu, hakaret ettiğini bağırır gibi
tonlamıştı zaten.
Ayaklarım yere basarken kolum Özgür’e
değecek kadar ona yakındım. Hemen önümde ise Pars vardı. En son aralarında bu
şekilde sıkışıp kaldığımda maç gecesindeydik, karşılaştığımız ilk gecede.
Yaşanan küçük kaosun etkisiyle kedinin
çoktan ortadan kaybolduğunu ayağım yere basar basmaz aşağıya baktığım için
görmüştüm. Biraz da olsa rahat durabilmemin sebebi de buydu. Her an geri
gelecekmiş gibi tetikteydim ama.
“Üzerime tırmanmasını teşvik etmiş gibi mi
duruyorum Akdoğan? Dönüp sevgilini
uyarsana, kucağına çıkmak için seni değil beni seçen oydu.”
İlk kısımda Özgür’e bakarak konuşmuştu ve
yüzü tamamen ifadesizdi. Altını çizip, bastıra bastıra sesiyle ezdiği ‘sevgili’
kısmından sonra ise koyu mavilerinin odağı bendim ve kesinlikle ifadesizliğiyle
karşı karşıya değildim. Açıkça alaycı bakıyordu.
“Sikerim senin yaptığın imayı.” Özgür
güler gibi konuşsa da bedeniyle beni yok edip Pars’a çarpıp onu devirecekmiş
gibi kasıldığını hissettiriyordu.
Pars’ın yüzünde ‘susmayacağım’ diye
bağıran bir ifade gördüğümde omuzlarım gerildi. Bu kadar atışma yetmişti.
Aynı anda ikisini de göğüslerinden geriye
ittim. Avuçlarımı yasladığım iki koca bedeni bir santim bile kıpırdatacak güç
bende yoktu tabii ama aynı anda da konuşmuştum. “Yeter,” dedim bıkkınlıkla.
“Beş dakika bile saçmalamadan konuşamıyorsunuz birbirinizle. Mayıs da yok,
uğraşacağımı düşünüyorsanız çok beklersiniz.”
Onları durultan etken Mayıs’tı. İkisi de
ona kıyamıyorlardı çünkü.
Sözcüklerim beklemediğim bir etki
yaratarak, sağ avucumun işe yaramasını sağlamıştı. Pars artık bir adım
gerideydi. Şaşkınca ona baktım. Baktığımda taşlar yerine oturmuştu. Geri
gitmesine sebep olan konuşmam değildi, göğsündeki dokunuşumdan kopmaktı.
Havada kalan elimi indirdim. Başımı
Özgür’e çevirirken yutkundum önce. “Kediden korktuğum için panikledim. Pars
haklı, kucağına çıkan bendim. Sakinleş.”
“Dinle sevg-…” Arkamdan gelen sesi
duyduğumda saçlarıma kadar ulaşan öfkeyle birlikte boynum acıyacak kadar ani
bir biçimde Pars’a döndüm. “Değilim!” dedim. “Sus artık, sevgilisi falan
değilim tamam mı?”
Evcilik oyunumuz Mayıs’a karşı kurulmuştu.
Mayıs öğrenmiş, Özgür de bunu fark etmişti. Geriye kalan tek izleyiciyi neden
kandırmaya devam ediyorduk?
Pars’ın yüzünde, ilk defa bir hissin bu
denli yoğun ve saklaması uzun sürecek şekilde kaldığına şahit oluyordum.
Şaşkınlığı her zerresinden akıyorken dudakları aralandı. Ancak dudaklarının
aralanmış olması doğru düzgün bir şeyler söyleyebildiği anlamına gelmiyordu.
Hiçbir şey söyleyememişti.
“Çığırtkan,” diyerek alnıyla arkadan
kafamı iten Özgür’ün ise derdi bambaşkaydı. “Neden söyledin?” dedi ağlayacak
gibi bir sesle. “Niye ağzında bakla ıslanmıyor senin be kızım, niye?”
Bakla, baklavanın kısaltması mıydı? Yine
hangi garip deyimi anlamamıştım?
Sorularımı şimdilik içimde sakladım. Şok
içinde kalmış olan Pars’a bakmayı bir an bırakıp Özgür’ün yüzüne doğru döndüm.
“Mayıs öğrendi, asıl öğrenmesini istemediğin kişi bilirken Pars neden bu yalanı
bilmeye devam etsin? Ne işimize yarayacak?”
“O kadar önemli bir işe yarayacaktı ki…”
diye ağzının içinde mırıldandı. Çoğunu zor duymuştum. Tekrarlamasını
isteyecekken Pars konuştu.
“Ne çeviriyorsunuz siz? Sevgili…değiliz ne
demek lan?”
Konuşurken Özgür’e bakıyordu hiç
kıpırdamadan. Bakışlarının odağı olmadığıma sevinmiştim. Pek iyi niyetli
bakışlara benzemiyorlardı açıkçası.
“Ne anladıysan o demek, hayırdır niye bu
kadar şaşırdın?” Özgür umursamaz bir tavırla sorsa da kaşları çatık ve
kesinlikle cevabı umursar bir görüntü çiziyordu.
“Dalga mı geçiyorsun gerizekalı? Neyin o
zaman? Günlerdir ne diye yalan dolan peşindesin?”
Nasıl bir cevap vermemiz gerekiyordu?
Şeydim aslında, üvey babasının on dokuz
yıldır varlığından bile haberi olmayan kızı…
Özgür sanırım benden daha hızlı yanıt
bulmuş olacak ki konuşmaya başladı. “Kardeşim,” dedi sakince. “Despina benim
kız kardeşim.”
Gözlerimi peş peşe kaç kez kırpıştırdığımı
biri karşıma geçip saymak istese fazlasıyla zorlanabilirdi. Özgür’ün cevabının
bendeki etkisiyle kirpiklerim hiç durmadan birbirlerine çekilip durmaya
başlamışlardı.
Mayıs’ı ve dolayısıyla Pars’ın da
Özgür-Timur Akdoğan ikilisi arasındaki ilişkinin ne olduğunu ayrıntılı şekilde
bildikleri bilgisine sahiptim. Bu nedenle Pars, “Baban-…” diye başlayarak
sorgular bir hale geçerken Özgür’ün onu bölüp paylaştığı doğruya da ekleme yapmama
gerek yoktu.
“Timur Akdoğan’ın kızı.” dedi Özgür.
“Despina, Timur abinin kızı; benim de kız
kardeşimden ne fazlası ne de eksiği.”
Pars’ın bakışları Özgür’de daha fazla
oyalanmadı. Mavi irisler yüzümü buldu, hatta direkt ondan tonlarca açık renkte
olsa da aynı rengi paylaştığı bana ait eşlerine denk geldi bakışları. “Doğru mu
bu?” derken asıl amacı benden onay almak değil, zaman kazanıp duyduklarını
sindirmekmiş gibi görünüyordu.
Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım ‘doğru’
der gibi.
“Neden..?” dedi Pars kısık sayılabilecek
bir sesle. “Neden böyle bir yalan söylediniz?”
“Ben cevap verebilir miyim?” diyerek
hevesle araya giren sesin geldiği yöne üçümüz aynı anda dönmüştük. Kafasında
koca bir havlu sarılı olan ve havluya eş bir bornozun içinde bedeni kaybolan,
derste söz alıyormuş gibi parmak kaldıran Mayıs’ı gördüğümde gülecek gibi
oldum.
Bu kadar süredir ortada olmaması bana evde
olmadığını kabul ettirmişti. Uyuyor bile olsa sese gelir sanmıştım, belli ki
bizi duymasına engel olan su sesiydi.
Ona döndüğümüzde sırayla -bu sıra abisiyle
başlayıp, Özgür’le son bulmuştu- hepimize baktı. Özgür’den ayırmaya gerek
duymadığı bakışlarıyla dudakları aralandı. “Biri bana, kendi garip yöntemiyle
bir oyun oynamak istemiş abi. Yalanın kaynağı tam olarak bu.” Biri derken kastettiği
kişinin Özgür olduğunu anlamak için üstün zekalı olmaya gerek yoktu.
“Oyun mu?” derken Özgür’ün sesi sinir
bozucu bir hale gelmişti. Bunu genellikle laf atışmalarında kullandığından
bayağı tanıdık gelmişti. “Kullanamadığın empati yeteneğini belki bir köşeden
bulursun diye yardım ediyordum sadece, iyilik de yaramıyor artık sana Mayıs
çi-…”
Mayıs duraksamadı. Bize doğru, daha
doğrusu Özgür’e doğru adımladı. Önünde kısa bir mesafe kala durdu. İşaret
parmağını göğsüne bastırdı. “Susma,” dedi başını sallarken. “Bitirsene o
cümleyi. Mayıs ne?”
Konuyu anlamadığım için dudağımın kenarını
ısırarak bekledim. Özgür kötü bir şey mi söyleyecekken susmuştu, Mayıs’ın
devamını duyma isteğinin sebebi neydi?
“Çok mu istiyorsun o cümlenin bitimini
duymayı?” dedi Özgür.
Göz ucuyla Pars’a baktım. Mayıs, Özgür’e
doğru geldiğinde ben onları biraz kendi hallerinde bırakmak için geri
adımladığım zaman Pars’a doğru gitmek zorunda kalmıştım. Müdahale edip onların
arasına girme ihtimali yüzünden de bir gözüm Pars’taydı.
“Çok,” derken sesi kısılan Mayıs’ın düşen
omuzlarına karşımda ayna varmış gibi ben de omuzlarımı düşürmüştüm. Canı
acıyormuş gibi bakıyordu Özgür’e.
“Duy o zaman, Mayıs çiçeği.”
Fısıltı olmaya çok yakın bir şekilde
konuşmuştu Özgür. Belki biraz daha sessiz olsa, sesi Mayıs’tan başka bir yere
ulaşmazdı hatta. Mayıs’ın ona söylettirmeye çalıştığını şeyin kötü değil de,
hoş bir şey olduğunu anladığım anda dudaklarım kıvrıldı. Stresle ısırıp
durduğum dudaklarım gerilerek gülümsememi gizleyemezken kendimi bir tiyatro oyununu
en önden izliyor gibi hissediyordum.
Bu tiyatro oyununu seyircisiz sahneliyor
olsalardı, bir sonraki karenin yakın bir temas barındıracağını buram buram
hissederken kısa bir an düşündüm. Bence sorun çıkartabilecek olan seyircinin
kim olduğu çok açıktı.
Yana doğru dönüp kolumu havaya kaldırdım.
Pars’ın yüzüne örttüğüm elim, görüş açısını karanlığa bürümeyi amaçlıyordu.
Pars bakmazsa Mayıs, kendisine seslenişine eridiği Özgür’ü öpebilir diye
düşünmüştüm.
“Mayıs,” dedim sanki Pars duymayacakmış
gibi bağırır gibi olan fısıltılardan çıkartarak. “Abin bakmıyor, ben
hallettim.”
Mayıs ve beraberinde Özgür’ün de bakışları
bizi buldu. Duygu dolu andan sıyrılmış görünüyorlardı ama yüzlerinde ortak bir
ifade bulunduğunu söyleyemezdim. Mayıs kahkaha atmanın eşiğinde gibiyken, Özgür
gözlerinden ateş fırlatıyordu.
Tüm bunlar yaşanırken Pars’ın neden
gözlerini açmak için benim elimi itmediğini sorgulayacak bir boşluğum olduğunda
yavaş yavaş başımı geriye atıp ona baktım. Gördüğüm manzarayla birlikte
konuşmak üzere önce dilimle dudaklarımı ıslatmıştım.
Elimi örttüğüm yer Pars’ın gözleri
değildi.
Burnunun biraz altına, sanki görmesini
değil konuşmasını engelleyecekmişim gibi dudaklarına kapatmıştım avucumu.
“Aa,” dedim büyük bir hata olmuş gibi.
“Gözlerin orada değilmiş.”
Mayıs iç çeke çeke gülmeye başlarken Özgür
homurdandı. “Normal değilsin sen, yok.”
Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Sana
çekmişim!” dedim onun homurtusunu taklit edip. Bunu da halamdan öğrenmiştim.
Benzeyen kişilere deniyordu.
“Kan bağımız mı var bizim çığırtkan? Bana
nasıl çekeceksin?”
Çekmek için buna ihtiyaç mı vardı?
Öğrenirken tam öğrenmeliydim artık şu deyimleri.
“Yok, evet!” dedim birden sinirlenerek.
“Olsa belki boyum Pars’ın gözlerini kapatmaya yeterdi. Bak yetişemediğim için
ağzını kapatmışım.”
Konuşurken, elimi hâlâ Pars’ın ağzından
çekmediğimi hatırlayarak panikle elimi indirdim. “Konuşabilirsin istersen.”
Mayıs artık boğulacakmış gibi gülüyordu.
Boğulursa iyi olurdu, yoksa ben onu boğacaktım. Bana hiç yardımcı olmuyordu şu
anda.
“Teşekkür ederim izin verdiğin için.”
diyen Pars’a başımı salladım hafifçe. “Rica ederim.”
“Lan siz kafayı mı yedirteceksiniz bana?”
Özgür’ün haykırışına onun aksine çok sakin bir ifadeyle baktım. “Çok kabasın,
kan bağımız olmadığı buradan da belli. Boyun sana kalsın.”
Pars kıpırdayınca göz ucuyla ona baktım.
Dudakları gerilmişti. Gülmemeye mi çalışıyordu o? Eraslan kardeşleri
eğlendirmeye mi gelmiştim ben buraya?
“Kızım senin uzayacağın olsa, babana çeker
uzardın. Timur abi benden birkaç santim kısa zaten. Cüceliğin bizden bağımsız.”
Elimle kendimi gösterdim. “Cüce mi? 1.74
benim boyum be. Sen devesin sadece, ben cüce değilim.”
“Çok haklı,” diyen Mayıs biraz toparlanmış
duruyordu. “O cüce olursa, benim yok olmam lazım. Ben 1.65’im.”
“Benim tarafıma geçmeye karar verdin
sanırım?” dedim kaşlarım havada Mayıs’a bakarak. Sevimlice sırıttı. “Ben hep
senin tarafındaydım bebeğim.”
Göz devirerek ona inanmadığımı belli edip
kollarımı göğsümde birleştirdim. “Neyse, siz birbirinizi yemeye devam edin. Sen
de git giyin. Yeterince yordunuz beni.” derken önce Özgür-Pars ikilisini, sonra
da Mayıs’ı göstermiştim elimle.
Mayıs-Özgür sahnesi çoktan bozulmuştu.
Tekrar sahnelenmesi ihtimalinin sıfıra yakın hatta direkt sıfır olduğunu
bildiğimden kendimi yormayacaktım. Pars varken ve Özgür buraya geliş sebebimiz
yüzünden sinir topuyken Mayıs ve Özgür’ün böyle bir anın devamını getirmesi
zordan öte imkânsızdı.
Tüm karmaşanın sonlanmasını beklemiş gibi
Özgür’e ait olduğunu bildiğim telefon zili etrafta yankılanmaya başladı. Özgür
cebine uzanıp telefonu çıkarttı, ekrana baktıktan sonra açıp kulağına
götürürken bakışları beni bulmuştu. Bakışlarındaki hafif ürpermeye bakınca
kimin aradığı üzerinde çok düşünmeme gerek kalmıyordu.
Özgür’ün ürpermesine sebep olan ve bana
bakmasını gerektirecek tek bir kişi olabilirdi.
“Abi?” diyerek yanıtladığı telefona
şaşırmamıştım. Arayanın babam olduğu gayet açıktı.
Babamın sert sesi hoparlör açıkmış gibi
dışarı yansıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu ama bu tondan söylenen herhangi bir
şeyin çok sevgi dolu olmayacağını tahmin edebiliyordum.
“Yanımda, benimle birlikte.” dedi Özgür.
Aynı anda da bana doğru adımlamıştı. “Vereyim telefonu.” Daha cümlesi tam
bitmeden telefonu kulağıma yapıştırdı.
“Efendim?” dedim hafif içe kaçmış sesimle.
“Neredesiniz Despina? Öldürecek misin sen
beni güzelim, telefonunu neden evde bırakıp ortadan kayboluyorsun?”
Telefonumun yanımda olmadığını şu an fark
etmiştim. Özgür beni apar topar evden çıkartırken tabii ki telefonum aklıma
gelmemişti.
“Özgürleyim,” dedim sadece ilk kısma cevap
vermeyi seçerek. “Fark ettim, evet. En son benden habersiz ikiniz ortadan
kaybolduğunuzda gitmeni istemediğim maçtaydın. Şimdi neredesiniz? O asalak
Özgür cevap vermeyip telefonu sana verdiğine göre hiç onaylayacağım bir yerde
değilsiniz.”
Kendi sorusunu kendi cevaplamıştı son
cümlesiyle zaten. Bu yüzden ne diyeceğimi bilemedim bir an. Sonra dudaklarımı
araladım. Mayıs, babamı tanıyordu. Babam da Mayıs’ı tanıyor olmalıydı.
“Mayıs’ın yanındayız.”
Telefondan bir an ses gelmedi.
Kapandığından şüpheleneceğim sırada babamı duydum. “Ne?” dedi şaşkınca.
“Barıştılar mı?”
Benden başka kimse babamı duymadığı için
sırıtmakta bir sakınca görmedim. “Henüz değil ama halledeceğim yakında.”
Özgür telefonu açtığında olan öfkeli sesi
ve ben telefonu aldığımda kurduğu ilk cümlelerdeki panik ortadan kaybolup
gülüşünü duymama yol açınca rahat bir nefes verdim. “Et tabii, hallet sen.”
“Sen evde misin ki, hani geç gelecektin?”
Sustuktan sonra acaba fazla mı sorguladım diye düşünerek dilimi ısırmış olsam
da babam ters bir tepki vermeden yanıtladı. “Erken geldim, gelmese miydim?”
“Yok,” dedim hemen. “Erken gelebilirsin,
bence hep erken gelsen de olur.”
Güldü tekrar. Etrafımda beni izliyor ve
dinliyor olan üç kişi bulunduğunu hatırlayarak hafifçe öksürdüm. “O zaman
kapatayım ben…” derken birden sesim yükseldi. “Ne? Özgür’le konuşmak mı
istiyorsun ona kızmak için? Tamam vereyim kapatmadan.”
Telefonu Özgür’e uzatırken babam artık
daha çok gülüyordu. Az önce telefonu kulağıma yapıştırıp cevap verme işini bana
kilitleyen Özgür’e içimden sırıtıyor olsam da yüzüm düzdü.
Özgür telefonu alıp, geçen geldiğimde
girdiğim için neresi olduğunu bildiğim salona girdi. Sanırım cidden babamın ona
kızacağını düşünüyordu ve bunu bizim yanımızda yaşamak istememişti.
“Giyin artık, Mayıs. Teşhirci gibi geziyorsun
şu içerideki cinsin yanında.”
Pars, kardeşine bakarak başıyla içeriyi
işaret ederken bir yandan da söylenmişti. Mayıs itiraz edeceğini haykıran bir
ifadeyle dudaklarını aralamışken aniden bakışları beni buldu. Gözleri kısılır
gibi olduktan hemen sonra başını uysalca salladı. “Üstümü giyineyim evet, siz
böyle bekleyin burada. Özgür’ü rahatsız etmeyin sakın salona geçip.”
Garip uyarısının ardından hızla görüş
açımızdan çıkıp, salonun aksi yöndeki koridora doğru ilerledi. Holde kala kala
iki kişi kalmıştık böylece.
Dakikalar önce kucağında, biraz önce de
dudaklarına sıkıca elimi örtmüş halde olduğumu düşünmemeye çalışarak Pars’a
doğru döndüm. Her açıdan ilginç bir gündü gerçekten.
“Baban Timur Akdoğan yani, öyle mi?”
demesini, daha doğrusu ilk konuşanın o olmasını beklemiyordum.
Başımı salladım hafifçe. Yüzü allak
bullaktı. “Yunan oluşun da yalan mıydı yani, aksan da rol değildir herhalde
anasını satayım.”
Kendimi tutamayıp güldüm. Kısa süren
gülüşümü beklemediğinden olsa gerek bakışları gözlerimden ayrılıp bir an için
dudaklarıma kaymış, hemen sonra ise yeniden gözlerime tırmanmıştı.
“Yarı Yunan yarı Türk’üm.” dedim. Babam ya
da dedem duysaydı muhtemelen ‘hayır Türk’sün, baban Türk çünkü’ diyeceklerdi
ama neyse ki ikisi de ortalıkta değillerdi şu anda.
Kaşları havalandı. “Yalan dışında bir
şeyler de söyleyebiliyorsunuz yani, güzelmiş.”
Onu taklit ederek ben de kaşlarımı
kaldırdım. Burnumu da havaya dikerek alttan alttan da olsa dikkatle yüzüne
baktım. “Pars,” dedim düz bir şekilde.
Adını ilk defa duyuyormuş gibi duraksadı.
Devam etmemi ister gibi başını kıpırdattığında konuşmayı sürdürdüm. “Ben Özgür
değilim, atacağın lafları beklet biraz. Aranızdaki düğümlü bağlar beni
ilgilendirmiyor.”
“Yalanına ortak olurken de ilgilendirmiyor
muydu o bağlar seni?”
Pars’a, Özgür’ün oyununa dahil olurken
aslında hiçbir şeyden haberimin olmadığını hatta Özgür’Den önce Mayıs’ı
gördüğümü ve bu şehre bile daha yeni geldiğimi nasıl tek cümlede
açıklayabilirdim? Daha da önemlisi
açıklamak istiyor muydum?
“Mayıs’tan çok sen alınmış gibisin bu
yalana, gerçek sanırken de böyleydi bu. Neden en çok rahatsızlık duyan hep
sensin Pars?”
Beni köşeye sıkıştırmaya çalışırken,
durumu tersine çevirerek köşeye itip onu sıkıştıran taraf ben olmuştum.
“Özel bir rahatsızlık değil bu, genel bir rahatsızlık.
Özgür’ün karıştığı her duruma uygulayabilirsin.”
Dudağımın kenarını ısırdım. Karşımdaki
koca bedeni birkaç sözcükle devirmem mümkündü. Mayıs’ın bana birçok şeyi
anlattığından habersizdi. Benden kaçabileceğini düşünmesi bundandı.
Özgür’ün salondan çıktığı anın bu an
olması da işimi kolaylaştırmıştı. Konuyu kapatıp kapatmama ikileminde fazla
vakit kaybetmemiştim. “Anladım,” dedim Pars’a sadece.
Aramıza katılan Özgür’ün dudaklarından
direkt “Mayıs nerede?” sorusu döküldüğünde sırıttım.
“Uyumaya gitti, seni daha fazla görmek
istemiyormuş.” Pars’ın cevabı ve Özgür’ün yüzünde beliren ifadenin birleşimi,
sırıtışımın sesli bir gülüşe evrilmesine yol açmıştı.
Özgür’e kıyamayıp -ki bu az rastlanır bir
andı ve kesinlikle tarihe not edilmeliydi- konuştum. “Üstünü giyiniyor.”
Ters ters Pars’a bakmasına sebep olan
açıklamamın biraz sonrasında avucunu omuzuma yasladı. “Kediyle başlayan ve sonu
gelmeyen karmaşan yüzünden neden burada olduğumuzu unutturdun bana, içeride
bekler misin biraz? Gideceğiz az sonra, tamam mı?”
Pars’la yalnız kalmalarına izin vermek çok
mantıklı görünmese de, inatlaşmamın bir çözüm olmayacağını kabullenerek sesimi
çıkartmadan salona doğru ilerledim. Gözlerim yerdeydi. O sinsi kedi nereye
kaybolmuştu bilmiyordum, yeniden bacaklarıma değerse; bu kez Pars’ın değil
Özgür’ün ya da en kötü ihtimalle Mayıs’ın üstüne çıkmam gerekirdi.
Salona girdiğimde diğer uçtaki koltuklara
doğru ilerleyip oturmak yerine kapının solunda kalan, salona dışarıdan
bakıldığında görünmeyecek pufa yerleştim. Bunun bana Özgür ve Pars’ı duyuracak
kadar işe yarar bir etki vermesini umuyordum.
“Despina’yı, Mayıs’layken görmüş. Bunun ne
demek olduğunu benden çok daha iyi biliyorsun değil mi?”
Özgür’ün kısık ama bağırır gibi konuşması
kulağıma geldiğinde avuçlarımı gergince sıkı sıkı kapattım. Onları gizlice
dinliyor olmam suçmuş gibiydi ama konu ben olduğum içindi bu çabam.
“Başarısız olduğu yola bir kez daha
başvurmaz. Bırak da babamın
hamlelerini tahmin edebileyim Akdoğan.”
Kaşlarım olabilecek en derin şekilde
çatıldı. Bugünkü adamların bağlantılı olduğu kişi babaları mıydı?
“Yolunu yordamını sikerim o akıl
hastasının. Yol dediğin şey, Mayıs’ı yanında tutabilmek için bir yem aramak
lan!”
“Sesini kıs.” derken Pars’ın sesi öfke
doluydu. “Öyle bir şey olmayacak diyorum, izin vermem.”
“Senin iznini bekliyordu o da, değil mi? İznin işe yarar olsaydı, aylar önce
Despina’nın yerinde ben varken yarardı.”
~
“Sönüyor bu ben yürürken.” diye
mızmızlandığımda babam halime gülmekle gülmemek arasında kalmış gibiydi.
“Kapıya ulaştığımızda yaksak mumu sorun
çözülür sanki.” Birkaç saniye düşünüp önerisini mantıklı bulduktan sonra başımı
salladım.
Sıkıca tuttuğum tabak eşliğinde koridorda
adımlarken sanki düşecekmiş gibi dikkatliydim. “Gece yarısı kutlaması çok
önemli, doğum gününün başlangıcı çünkü.”
Birkaç dakika sonra tarih 9 Temmuz
olacaktı. Özgür’ün doğum günü geldi demekti bu.
Dün gecenin Eraslan kardeşler eşliğinde
oldukça yoğun geçişine oranla, bugün bütün gün boyunca Özgür’ü pek görmemiştim.
Ben evdeydim ancak o değildi. Geç saatte geldiğinde de duş alıp uyuyacağını
söyleyerek yanımızdan ayrılmıştı.
“Sen benim doğum günümü sorduğunda, ben
sana aynı soruyu yöneltmedim. Doğum gününü sormadım.” Kahvaltıya gittiğimiz,
burada uyandığım ilk sabahtan bahsediyordu. Doğum gününün 27 Ekim olduğunu
söylemişti.
“Sormadın evet, ne kadar ayıp değil mi?”
İki elim düşmesi zorlaşacak kadar küçük de
olsa düşecek sandığım için sıkıca tuttuğum pasta tabağına sarılıydı. Yüzüme
doğru düşen saç tutamlarını geri itemeyişim de bundandı. Babam elini uzatıp saçı
geriye ittiğinde rahatlamıştım.
“Çok ayıp gerçekten, umarım yakındadır
doğum günün ve bu ayıbın üstünü örtebilirim hemen.”
Gülümsedim hafifçe. “Yakın-dı. Yani bir ay
önceydi, geçti. 11 Haziran doğum günüm.”
Bir şey hesaplamış gibi bir an bekledi.
“Doğum gününden tam bir hafta sonra geldin yani İstanbul’a.”
“Evet, doğum günümde annemin yanında olmak
istedim.”
Öyle yapmıştım. Gece yarısı kapımda
beliren annem tarafından gün başlar başlamaz kutlanmayan ilk doğum günüm, on
dokuzuncu yaşıma aitti. O bana gelememişti, ben ona gitmiştim bu yüzden.
Doğum günümden önce buraya gelemezdim.
Sonrasında da kendimi biraz olsun daha iyi hissedene dek bir hafta daha
beklemiştim. Daha iyi hissediyor olduğum tartışılırdı ama en azından 11
Haziran’daki halimden daha az kötüydüm.
Yüzündeki yumuşak ifade ortadan kayboldu.
Tek tek anlayıp yorumlamakta zorlanacağım kadar çok his aynı anda yüzüne
yerleştiğinde boşa çabalamak yerine gözlerimi kaçırdım.
“Bundan sonraki doğum günlerinin tek bir
tanesinde bile bensiz olmayacaksın.” derken yemin ediyor gibiydi. “Baba beni
bırak artık desen de, 11 Haziran günlerin bana rezerve artık.”
Konuyu dağıtmak için elimi havada
salladım. “Ben sana öyle seslenmiyorum ki,” dedim bilmiş bilmiş.
Burnundan keskin bir nefes çıktı. “On bir
ay sonra diyor olacaksın ama.”
“Öyle miymiş?” dedim şaşırmış gibi.
“Öyleymiş Despina.” dedikten sonra alnımla
saçlarımın birleştiği yere küçük bir öpücük bıraktı. Öpücükten sonra, hep
yaptığı gibi, dudaklarını oradan çekmeden bekledi. Saçlarıma düşen sözcükleri
duymayacağımı sanarak söylediğinden oldukça emindim.
“Öyleymiş Ahu’m.” Fısıltısı saç diplerimde kaybolurken, yüzümü göremiyordu.
Eğer görebilseydi donakalan ifademden onu duyduğumu kolayca anlardı.
İzlediğim belgeseldeki ceylanların
yarattığı tesadüfle öğrendiğim, kızına koymak istediği isimdi Ahu. O gece Timur
Akdoğan’ın hayatında gökten düşen Despina olarak değil, hep var olan Ahu olarak
bulunsam ne olurdu diye bin ayrı hayal kurarak uyumuştum.
Timur Akdoğan’ın Ahu’su olmanın tek yolu,
hayatında hep var olan biri olmaktan geçiyor sandığımdan kendimi Ahu olmaya
yakın hissetmemiştim.
“Ahu’n…”
dedim dudaklarım kıpırdasa da sesim çıkmazken.
Alın çizgimdeki dudakları mayışmama yol
açmak üzereyken irkilerek geri çekildim. “Saat!” dedim birden. Öpücüğü ve
söyledikleri bana elimdeki pasta tabağına rağmen her şeyi unutturabilecek kadar
etkiliydi.
Kolundaki saati kaldırdı. Gözlerimi
diktiğim küçük yuvarlaktan gördüğüm, bir dakika kalan süreyle rahatlamıştım.
Geç kalmamıştık.
“Mumu yakalım şimdi.” dediğimde elindeki
çakmakla pastanın üzerinde duran mumu yaktı. “Girebiliriz.” dediğimde kapıyı da
aralamıştı hemen.
Odaya önden ben, arkamda da babam olacak
şekilde girdiğimizde cidden uyuyor halde bulduğumuz Özgür’e ters ters baktım.
Görememişti bakışlarımı ama olsundu.
“Uyuyor,” dedim homurdanarak. “Mum
sönecek, uyandırır mısın?”
“Ben mi?” dedi eliyle kendisini göstererek
babam. Omuzlarımı düşürdüm. Bu ikiliyle doğum günü kutlamak çok zordu. Biri
uyuyor biri de konuyu henüz anlayabilmişe benzemiyordu.
“Yok, komşulardan rica edelim
uyandırsınlar hemen.” Dalga geçtiğimi anladığında kaşlarını çattı. “Babayla
dalga geçilmez.”
“Geçtim ama.” dedim hemen sırıtarak.
Benimkinden daha büyük bir sırıtmayla baktı bana. “Babanım yani kabul
ediyorsun, değil mi?”
Oyununa geldiğim için yerimde rahatsızca
kıpırdandım. “Uyandır artık, doğum günü bitti Özgür uyanana kadar.” diyerek
abartabildiğim kadar abarttım konu değişsin diye.
Konunun değişmesinden pek memnun görünmese
de daha fazla uzatmadı. Yatağa doğru yaklaştı. Yüzüstü uyuyor olan Özgür’ü omuzundan
tutup sarstı. Pek insanı bir uyandırma yöntemi olmasa da artık yapacak bir şey
yoktu.
“Hırsız mı girdi eve? Girmediyse beni
uyandırmayı kesin.”
“Hırsız girse seni neden uyandıralım,
belki tanıdık arkadaşlarındandır diye mi Özgür?” Hevesle laf atsam da Özgür
yeniden uykuya dalmış olduğundan bana istediğim karşılığı vermemişti.
“Ya!” diye bağırdım en sonunda
dayanamayıp. “Uyansana be artık, uyan!” Sesim sabırsızlıkla tizleşip bağırmaya
dönerken Özgür inleyerek yüzünü yastığa bastırdı.
Babamın da kulaklarını kapatacak gibi
ellerini kaldırdığını gördüğümde ona ayıplayarak baktım. “O kadar bağırmadım.”
“Tabii, bağırmadın güzelim. Benim ellerim
havada kalmış, Özgür’e vuracaktım çünkü.” dedikten sonra yalanını desteklemek
için Özgür’ün açıkta duran ensesine vurdu avucunu. “Uyansana oğlum artık, kaç
gündür uyumuyormuş gibi ne bu derin uyku?”
Özgür ağzının içinde bir şeyler homurdana
homurdana yatakta döndü. Neden onu uyandırdığımıza dair hiçbir fikri olmadığı
çok belliydi. Yatakta oturur hale geçtiğinde önce tepesinde dikilen babama
baktı. “Uyandım abi, oldu mu?”
“Oldu!” dedim heyecanla. Hızlı hızlı
yanlarına ilerleyip babamın yanında durdum. Konuşmam ve devamında hareketlenmem
Özgür’ün bana bakmasına sebep olmuştu. Beni -aslında elimdeki pastayı-
gördüğünde gözleri kısıldı.
“İyi ki doğdun hırsız!” dedim fazla
şımarmasın diye ‘hırsız’ kısmını ekleyerek. Aramızda seviyeli bir laf sokma
ilişkisi vardı, doğum gününü ilk ben kutladım diye yanlış anlamasını
istemezdim.
Babamın gülüşü yanımda yankılanırken
tabağı Özgür’e doğru uzattım. “Mum sönmeden dilek dileyip üflemen gerekiyor.
Daha önce pasta görmemiş gibi bakıyorsun bana.”
Bakışlarını yüzümden hiç ayırmadı.
Dudakları gergindi ama bu öfkeden değil de gülümsemekte ısrarcı dudaklarını
kontrolde tutmaya çalıştığından gerçekleşiyor gibiydi daha çok.
“Dileğinin içinde baş harfi ‘M’ olan biri
olsun, yoksa pastadan yiyemezsin.” dedim tam üfleyeceği sırada. “Dileğine
karışmasa mıydın acaba Despina?” diyen babama göz ucuyla baktım. “Karışmadım,
öneri yaptım.”
“Bana tehdit gibi gelmişti ama yanlış
anlamışım herhalde.” diyerek omuz silkti.
“Öyle olmuş,” dediğim sırada Özgür mumu
üflemiş ve söndürmüştü zaten.
Birden elimdeki tabağı alınca pastayı
direkt ağzına mı sokacak acaba düşündüysem de tek yaptığı aldığı tabağı yatağın
başında duran küçük komodine koymak oldu. “Alkışlayayım diye mi ellerimi
boşalttın?” dedim ellerimi çırpmak için havalandırmışken.
Henüz ellerim birbirine kavuşamadan, Özgür
kolumdan tutup beni dengemi bozacak kadar güç uygulayarak yatağa düşürmüştü.
Kalçam yatağa değer değmez kendimi Özgür’ün göğsüne yapışık halde bulduğumda
ağzım şaşkınca aralanmıştı.
“Deli misin kızım sen?” derken tek koluyla
sırtımın tamamını sarmış halde beni bedenine yapışık tutuyordu. Algım
açıldığında boğazımı temizler gibi öksürdüm. “Senin dilinde teşekkür mü bu?”
Kollarım aramızda sıkıştığı için biraz
zorlansam da sağ kolumu serbest hale getirdikten sonra omuzuna doğru attım.
“İyi ki doğdun,” dedim tekrar.
“Sarıldığım için ‘hırsız’ diyemiyorsun
tabii, kaçacak yerin yok korkudan frenledin kendini.” Çok komik bir şey
söylemiş gibi güldüm. “Hayallerin çok tatlı.”
Sırtımı, bana on beden küçük bir korse
giymiş hissettirecek kadar çok sıktığında cırladım. Omuzuna vurdum elimden
geldiğince sert bir biçimde.
“Hayvan gibi sıkma sırtımı, acıdı.”
Babamın beni duyar duymaz Özgür’ün
kafasına vurmasına kıkırdadım. Acımamıştı ama bilmelerine gerek yoktu.
“Despina,” diye mırıldandı Özgür saldırı
modundan birden sıyrılıp. “Efendim?”
“Teşekkür ederim.” derken sesi fazlasıyla
ciddiydi. “Doğuşumun ‘iyi ki’si tartışılır ama sen iyi ki buradasın.”
Dudaklarım büküldü. Özgür’ün
duygusallaşmasına asla ama asla hazırlıklı değildim. Laf atışmaları dışında
Özgür’le iletişim kurmuyordum ki…
Az önce vurduğum omuzunu yavaşça
sıvazladım.
“Sas
parakaló, adelfós.”
*(Rica
ederim, abi.)
Babamın duymasından kaçarak, kulağına
fısıldamıştım anadilimden seçtiğim sözcükleri. Ne dediğimi anlayamayacaktı ama
ona söylemiş olma fikrini sevmiştim.
Beni kız kardeşi olarak anmaktan
kaçınmıyordu. Bu durumda benim ona abi olarak dönüş yapmamda bir gariplik de
yoktu bence. Yoktu değil mi?
“Kulağıma küfür fısıldamadın değil mi
çığırtkan?” dediğinde koca bir kahkaha attım. Her Yunanca konuştuğumda ilk
tahmini neden küfür oluyordu?
“Kim bilir neler söyledim…”
“Neler söyledin?” diye ısrar etse de
başımı geriye doğru atıp ters ters yüzüne bakmakla yetindim. “Keçi.” dediğinde
kaşlarım çatıldı. Babama baktım.
“İnat ettiğin için söylüyor,” dedi
Özgür’ün yerine açıklama yaparak. İnat etmediğimi savunmaya girişecekken, bunu
yapmanın da bir çeşit inat olduğunu hatırlayarak kendimi zar zor durdurdum.
Özgür’ün kollarından bir şekilde sıyrılıp
ayaklandım hemen. Üstümü başımı düzeltip komodindeki pastayı da alıp kapıya
yöneldim. “Pastayı keçi yiyecek, keçiler her şeyi yer çünkü.”
Ben homurdanarak odadan çıkarken arkamdan
aynı anda kahkaha attıklarını duymuştum.
Ne yapsam gülüyorlardı, şapkaban mıydım ben bu evde?
Yorumlar
Yorum Gönder