Düşten Farksız 7.Bölüm
7.BÖLÜM
“Eve dönmek için geç değil, biliyorsun.”
Özgür’ün alayla kulağımın dibine girerek
konuşmasına aldırmadım. Aldıracak fırsatım olmadı da denilebilirdi gerçi.
Gözlerimi karşımdaki hareketlilikten ayırabilmem mümkün olmadığından, dönüp
Özgür’e cevap yetiştirmekte çok zorlanıyordum.
Kimsenin fazla yakınında durmak ilk
tercihim olmazdı. Ancak Özgür’ün olabildiğince yakınında durmak kesinlikle
benim tercihim olmuştu. Etraftaki gürültü, karşımdaki görüntü ile birleştiğinde
ona sığınmaktan başka bir çözüm bulamamıştım.
“Çömüzlerin maçı ne zaman bitecek?”
Özgür boğazından gelen bir sesle güldü.
“Çömüz değil, çömez.”
Az önce ondan öğrendiğim sözcüğü yanlış
telaffuz edişimle eğlenmesinin bitmesini beklerken kollarımı göğsümde
kavuşturmuş halde ona bakıyordum.
İçinde bulunduğumuz binaya girdiğimden
beri bolca koridor geçip durmuştuk. Bekleme süremizi geçirdiğimiz odaya
ulaşırken, lavaboya giderken ve sonunda süre tamamlandığında maçın yapılacağı
alana gelirken… Şimdi olduğumuz yer ise koridorlardan ve odadan fazlasıyla
bağımsızdı. Beyaz ışıklar ve gri duvarlar ile kaplı koridorların aksine,
ortasında bulunan ring dışında hiçbir eşya bulundurmayan alan loştu.
Tepesinden aydınlatılan, kalın iplerle
sınırı çizilen ve bize göre yüksek kalan ringin dört bir yanı insanlarla
doluydu. Herkes ayaktaydı, kimsenin düzgün bir şekilde sırayla dizildiğini de
iddia edemezdim. Karmaşık kalabalığın kendi arasında her an bir olay
çıkaracakmış gibi yakın ve düzensiz oluşu gericiydi.
Buraya ilk adımladığımda Özgür’ün beni
kalabalığın ortasında bir yere çekiştireceğinden çekinmişken, kalabalığı ve
ringi biraz yukarıdan gören bir iç balkondaydık. On kişiden fazlası doluşsa
sorun olmayacak yükseltide henüz bizden başka kimse yoktu.
Özgür’ün koltuklu odaya olduğu gibi buraya
da rahatça girebilmesi, görüş açımdaki ringe çıkanlardan biri oluşundan
kaynaklanıyor olmalıydı. Sorgulamaya gerek duymamıştım.
Balkonumsu yere çıktığımızda ben daha
bulunduğum yeri kavrayamadan; ringin boş olmadığını, birbirlerini gözümle dahi
takip edemediğim hızda yumruklarla sağa sola savuruyor olan iki kişi ile
dolduğunu görmüştüm. Maçın başladığını ve bizim geç geldiğimizi düşünerek
Özgür’e baktığımda, bunun asıl maçtan önce gerçekleştiğini ve yeni isimlerin
kendini tanıtma fırsatı olduğunu anlatmıştı bana.
Önümde duran, belimle aynı yerde biten
demire tüm ağırlığımı vermesem de yaslıydım. Gözlerim genellikle ringden
ayrılmıyordu.
“Siz de…” derken kısa bir an Özgür’e
döndüm. “Siz de onların yerinde olduğunuzda böyle mi görünüyorsunuz?”
Kastettiğim görüntü, başka hiçbir şey düşünmeden birbirlerine saldırıyor olan
iki adamdı.
“İlk izlediğin maç olacağını bilseydim,
açılışı benim maçımla yapmanı sağlardım çığırtkan. Karşındaki görüntüde iki
acemiden fazlası yok. Kendilerini kanıtlamak için aceleciler, hata dolular.
İkisinden biri bunu fark edip aklını kullansaydı, diğeri yerden kalkamıyor
olurdu.”
Bana fazlasıyla iyilermiş gibi gelmişti.
Gerçi tek ölçütüm yumruk atabiliyor olmalarıydı… Demek ki tek ölçüt bu değildi.
“Birazdan gitmeyecekler mi zaten, izlemeye
geldiğimiz maç onlarınki değil. Öyle söyledin.” Kaşlarım havalanırken tamamen
ona döndüm. Gözlerini devirecek gibi duruyordu ama yapmadı. “İzleyeceğin maçtan
da fazla beklentin olmasın, benzer hatalara rastlayabilirsin.”
“Arkamdan vuramayınca ligini düşürüp
arkamdan atıp tutmaya mı başladın, Akdoğan?”
Özgür’e bakıyorken, onu cevaplamama engel
olan aramıza katılan üçüncü -ve yabancı- sesti.
Balkona çıktığımız kapının önünde duran
bedeni görmem için fazla bir çaba harcamama gerek olmamıştı. Kapının geniş
boşluğunu boyuyla da cüssesiyle de boşluk kalmayacak şekilde kapatmasına çok az
kalacak kadar iriydi. Bulunduğumuz nokta ileriden yansıyan güçsüz ışık dışında
aydınlatılmamıştı. Bu, ilerideki bedene dair iriliği dışında hiçbir şey
göremiyor olmamın asıl sebebiydi.
Ses duyulduğunda Özgür’ün kısık bir şeyler
söylediğini fark ettim ama duyamayacağım kadar düşük tutmuştu sesini. “Kapı mı
dinliyorsun? Bayağı senlik bir hareket gerçi, şaşırmam anlamsızdı.”
Kapıdaki bedenin bize doğru adımlayışı ve
yeniden sesini duyuruşu aynı andaydı. “Kendi
maçımda, kendi locamdayım Akdoğan. Hangi kapıdan bahsediyorsun?”
Uzaktayken kapıyı aşacağını sanmamın boşa
olmadığını, yanımıza ulaşmasına bir adım kala kesinleştirmiştim. Özgür’den
birkaç santim uzun gibi görünüyordu, üzerinde bedenine sıkıca sarılı bir tişört
olmasından mı ya da gerçekten öyle olduğundan mı bilemezdim ama boyu gibi
bedeni de biraz daha iriydi Özgür’den.
Sırtımın yarısı sayılamayacak bir kısmı
Özgür’e belli belirsiz değiyorken tam önündeydim. Bu da, ikisi arasında duran
bir engel görevi edindiğim anlamına geliyordu.
“Ne sikimse Pars, maçına odaklan. Maçtan
önce aklın bende kalmasın, ringde seni yerde görürsem vicdan azabı çekmek
istemiyorum.” Özgür, tanıştığımız andan beri benimle alaycı bir tavır eşliğinde
konuşuyordu. Bunların alaycılık sayılamayacağını biraz önce kurduğu cümle
sayesinde öğrenmiştim. Eğer benimle bu şekilde konuşmuş olsaydı sinirlerim
tepeme tırmanarak ya onu ya kendimi evden yollamak için elimden geleni
yapardım.
“En son beni ne zaman yerde gördün?”
Özgür’ün aksine, ismini az önce öğrendiğim
adam fazlasıyla sakindi. Söyledikleriyle karşı tarafta rahatsızlık uyandırmak
için alaycı bir tavır takınmasına gerek olmadığını gösteriyor gibiydi.
Sarı saçları, ortamdaki yetersiz aydınlığa
rağmen koyuluğu belirgin mavi gözleriyle birlikte beni var olduğunu unuttuğum
bir önyargımdan kurtarmıştı. Sarışın erkeklerin -yüz hatlarındaki keskinlik
fark etmeksizin- daha sevimli göründüğünü düşünürdüm. Ya ben saçmalıyordum ya
da karşımdaki adam bir istisnaydı ama emindim ki sevimlilikle ve buna yakın
herhangi bir şeyle hiçbir bağı yoktu.
Bize doğru adımladığından beri bakışları
Özgür dışında hiçbir yere çevrilmemişti. Onun aksine ben ilk kez insan görmüş
gibi ona bakıyordum. Bunu fark ettiğimde hızla bakışlarımı adamın üzerinden
çekip daha olağan hale getirdim.
“Uzatma, maçtan önce balkonda ne işin var?
Kokumu mu aldın yoksa kuşlar mı fısıldadı?”
Özgür’ün alaycı tavrı yerini biraz daha az
alay ve bolca gerginlik barındıran bir karışıma bıraktığında başımı hafifçe
kaldırıp ona baktım. Boynumu germem, alttan alttan ona bakış atabilmemi
sağlamıştı. Hemen önünde durduğumu ve konuyla bir bağım olmamasına rağmen
onları dinlediğimi bakışlarımız kesiştiğinde fark etmiş gibi irkildi hafifçe.
Gözlerini yavaşça açıp kapatarak bana
‘sorun yok’ demeye çalıştığını anlıyordum ama ikisi arasındaki gerilim dolu
çizgide sıkışmış hissederken buna inanmam zordu.
Özgür’e doğru bakınmam, karşımızdaki
bedenin ilgisini benim üzerimde topladığında bunu fark etmek onların
geriliminden kat kat daha fazlasını hissettirmişti bana. “Misafirini
korkutuyorsun, Akdoğan.”
Koyu mavi gözlerin hedefiydim. Beni, benim
onu görebildiğim kadar net göremiyor olduğunu düşünüyordum. Işık onun tersi
yönde kalıyordu, benim için yetersiz de olsa bir kaynaktı ama ona yaramıyordu.
“Gözlerini-…” diyerek tükürür gibi
konuşmaya başlayan Özgür devam edemeden önce kapıda yeni bir gölge belirdi. Bu
kez kapıdaki kişi orada duraksamadan hızla içeriye girmiş, bize kim olduğunu
sesinden önce göstermişti.
Mayıs’tı.
Buraya aceleyle geldiğini belli eder şekilde
nefesleri hızlıydı. Üç çift bakışın onda oluşunu sorun etmeyerek derin birkaç
nefes alıp düzenlemeye çalıştı soluyuşunu. “Seni bekliyorlarmış, telefonunu
aşağıda bırakıp gitmişsin.”
Bakışları bende ya da Özgür’de oyalanmadan
onu bulmuştu konuşurken. “Çıkmana az kalmış abi,
burada olduğunu tahmin edince geldim.”
Özgür’ün hiçbir tepki vermemesine
şaşırmamıştım tabii. Mayıs’ın ‘abi’ deyişine ilk kez tanık oluyor olan tek kişi
bendim. Aralarındaki bağ her neydiyse, üçü de birbiriyle ilgili bolca detaya hâkim
görünüyordu.
Lavaboda Mayıs ile karşılaşmam ve
devamında kapıda yaşananlardan sonra, koltuklu odaya döndüğümüzde Özgür asla
konuyla ilgili bir şeyler sormama izin vermemişti. Uzatmadan susmam, beni
buradan eve götürmemesi ya da eve kendi dönüp beni arkada bırakmaması içindi.
Fırsatını bulduğum ilk anda üsteleyecek, belime sarılıp ‘olduğumdan çok daha
fazlasıymışım’ rolü yaptığı anın nedenini sorgulayacaktım.
“Geleceğim, in sen Mayıs.” Zaman
kaybetmeden konuştuğunda Mayıs’ın onaylayıp gideceğini düşünmüştüm. Beni
yanıltarak bir adım daha attı Mayıs. “Maçı izleyeceğim ya abi, nereye ineyim?
Aşağıdaki kalabalığa mı karışayım?”
“Mayıs,” derken bu adamı hayatımda ilk kez
görüyor olsam da sesinin ‘dediğimi yap’ uyarıları içerdiğini anlayabilmem
mümkündü.
“Efendim abi?” diyen Mayıs ise rahat
görünüyordu. “Hadi.” dedi sadece koyu mavilerin sahibi.
Mayıs onu duymamış gibi benim olduğum
kısma doğru adımladı. “Şansa ihtiyacın olmuyor ama yine de iyi şanslar Pars Eraslan, kardeşin tam buradan
kazanmanı izliyor olacak.”
Abi dediği ilk anda, kardeş olmama
ihtimallerine daha güçlü oran vermiştim aslında. Mayıs’ın kahverengi
kıvırcıkları ve aynı renk gözleri ile bu adamın sarışınlığının herhangi bir
benzerliğini bulabilmek çok zordu çünkü. Ama belli ki kardeşlerdi.
Mayıs kalçasını demirlere yasladığında
benim biraz ilerimdeydi. Ardında ben ve benim arkamda da Özgür vardı.
Mayıs’ın ikna edilemeyeceğini bağıran
duruşunu benden daha iyi bildiğinden emindim. Israr etmek yerine burnundan
uzunca bıraktığı nefesin ardından kapıya yönelmek için hareketlenişi de bundan
olsa gerekti.
Gitmeden önce Özgür’ü buldu bakışları. Ona
doğru yaklaşacağını fark ettiğimde aralarından hızla sıyrılmak için koşmak
istemiştim. Saçma duracağını bilmesem, kesinlikle yapardım. Yerimden
kıpırdamadığımda onun attığı bir adım sonucu artık gerçekten aralarındaydım.
Sırtım Özgür’e, yüzüm ona dönüktü.
“Tek başına burada olman yeterince sinir
bozucu değilmiş gibi, takıldıklarını da peşinde sürüklememeyi dene Akdoğan.”
Özgür, göğsü sırtıma sert sayılabilecek
şekilde çarparak öne atılırken avucunun ne zaman karşımızdaki bedenin yakasını
kavradığını takip edebilmekte zorlanmıştım. “Ağzını sikerim senin, onu
basitleştirmeye cüret eden ağzını çok iyi kapatırım Pars.”
Türkçe yetersizliğim hızlarına yetişmeme
büyük ölçüde engelken tek gözlemim Pars’ın birkaç saniyeliğine de olsa sarsılan
tavrı oldu. Özgür’ün böyle gerilmesini ve patlamasını beklemediğini
saklayamamıştı.
Afallamış bakışlarım bir an için Mayıs’a
çevrildi. Gözleri hafif kısılmış, kıpırdamadan Özgür’e bakıyordu. Abisinin
yakasına yapışmasına alışkın görünüyordu ama alışkın olmadığı ve rahatsız
olduğu açık olan bambaşka bir şeyler vardı ortada.
“Özgür,” diye mırıldanarak az önce sırtımı
sıyıran koluna dokundum. Bu, Pars’ın yakasına asılı durmayan koluydu.
“Gidebilir miyiz?”
Maçı izlemek ve burada bulunmak çoktan
ikinci plana düşmüştü. Tek derdim bu üçlünün anlamlandıramadığım karmaşasından
kopmaktı artık.
Özgür’ün dikkatini sesimdeki tedirginlikle
çekebilmiş olmaktan memnundum. Bakışları beni bulduğunda başını salladı. Hiçbir
şey anlamadan, yanlarında bulunduğumu yeni hatırlamış gibiydi. “Gidelim,
gidiyoruz tamam. Gel.”
Sırtıma avucunu bastırdığında, bedenim
artık ondan gelecek olan temaslara daha az alarmlı yaklaştığı için tepkisiz
kaldım.
Özgür’ün, neden Mayıs’la karşılaştığımız
ilk andan beri onun ve biraz önceden beri de abisinin birçok şeyi yanlış
anlamalarına özel olarak çabaladığını anlayamıyordum.
Sırtıma dokunarak beni kapıya doğru
ilerlettiğinde omuzlarım düşüktü. Lavabonun kapısında Mayıs’ın beni bekleyen
kişinin Özgür olduğunu gördüğü anda saniyelik yaşadığı sinir dolu ifadeye
benzeyen ama en büyük farkı kısa süreli olmayışı olan ifade Pars’ın yüzündeydi.
Saçlarıyla eş bir tonda görünen sakallarıyla kaplı yanakları içe doğru çökmüş,
çenesi kasılı görünüyordu.
Özgür eşliğinde kapıdan çıkmadan önce göz
ucuyla baktığım Mayıs’ta görebildiğim tek ifade ise sanırım hayal kırıklığından
ibaretti.
~
Sonlanmasını beklemediğim kadar erken ve
oldukça farklı sonlanan gecenin ardından motor otoparka girip hareket etmeyi
kesene dek ağzımı açmamıştım hiç.
Motordan inmek için Özgür’ü beklemeden
ayaklarımı yere bastım. Kaskı çıkartıp oturduğum yere bıraktıktan sonra
asansörün olduğu kısma yürümek için de onu beklememiştim. Bana, ben sormadan
açıklama yapması gereken bir durumun içindeydik. Anlayıp, fazla oyalanmamasını
umuyordum.
Yedinci katta görünen asansörün çağırma
tuşuna bastıktan sonra, henüz kapısı açılmadan Özgür yanımda belirdi. En az
benim kadar sessizdi o da.
Asansöre binmemiz, on altı kat boyunca
süren yolculukta da ses çıkartmamamızla sonuçlanmıştı. Evin kapısına
yaklaşmadan önce Özgür’ün geçmesine izin verdim. Anahtar ondaydı kapıda boş boş
dikilmemin bir anlamı yoktu.
Kilidi çevirdiğinde kapı küçük bir ses
çıkartıp açıldı. Ev tamamen karanlıktı. Bu, derin ve rahatlamış bir nefes
almama sebep oldu.
Henüz eve dönmemişti. İlk gelen bizdik.
Ayakkabılarımı boş kalan kısımlardan
birine yerleştirdim. Özgür kapıyı kapatırken ben de holü aydınlatacak olan
ışığı açmak için elimi duvarda gezdirdim yavaşça. Elime çarpan tuşa
dokunduğumda spot ışıklardan birkaçı açılmıştı.
Etrafı görebilir hale geldiğimde
oyalanmadan önce banyoya ardından da odaya ilerlemek üzere adımladım. Banyoya
geçmek için kaldığım odanın önünden geçmem gerekiyordu.
Anahtarı çantamda olan, kilitli bıraktığım
kapımın ardına kadar açık olduğunu fark ettiğimde adımlarım aniden durdu.
Bir kez daha ‘evde hırsız var’ telaşına
kapılmak istemiyordum ama bu ev ve evde yaşananlar beni buna fazlasıyla
zorluyordu.
Özgür neden orada dikildiğimi anlamak
istercesine bana doğru adımladı. Kafasını üzerimden uzatabileceği kadar
yakınıma geldiğinde onun varlığını güvence olarak kabul edip odama doğru
ilerledim. Yaktığım ışık buraya biraz uzaktı ama odanın içini aydınlatmadığını
söyleyemezdim.
En azından yatağımda oturuyor olan koca
bedeni görmeme yetmişti.
“Hoş geldiniz, erkencisiniz biraz.”
Yutkunarak dudaklarımı kıvırmaya çalıştım.
Eve ondan önce geldiğimize dair sevincim
ben henüz doyamadan ortadan kaybolmuştu.
Timur Akdoğan yatağımın kenarında
bacakları aralı bir biçimde yayılmış halde oturuyor, elindeki -içinde alkol
olduğu şeklinden belli olan- bardak dizine yaslı duruyordu. Kapıda göründüğümde
küçük bir yudum aldığı bardağı biraz önce tekrar bacağına doğru bırakmıştı,
parmaklarıyla da etrafından destek veriyordu.
“Abi-…” diyerek konuşmaya başlayan Özgür,
üzerini hedef alan bakışları susması için işaret kabul etmişe benziyordu. Devam
etmemiş, sadece uzun bir nefes almıştı sesli bir biçimde.
“İki koca gündür bana kırgın kırgın bakıp,
bakışlarımdan bile kaçıyor olan kişi aslında gözümün önünde olmamasına beni
alıştırıp kaçmaya mı çalışıyormuş?” derken komik bir şey söylüyormuş gibi
hafifçe gülüyordu. Elindekinin içki olduğunu böylece daha iyi kavramıştım.
Bakışlarından da konuşma şeklinden de belliydi. Sarhoş değildi ama içkinin
etkisini hiç yansıtmadığını da söyleyemezdim.
“Kaçmadım,” diyebildim yüksek çıkmayan
sesimle. Beni duymasına yetiyordu en azından. “İzin vermek yerine geçiştirdiğin
maça gittim. Gittiğimi bir şekilde anlayacağını biliyordum zaten.” Bir kısmı tam
gerçeği yansıtmıyor olabilirdi ama kaçmış etiketini üstümde istemiyordum.
Elimin havalanıp yanağımı bulduğunu, tenimi hafifçe çizip kaşıdığımı geç fark
etmiştim.
Birden ayaklandığında alkollü olması ve
bana kızacağı bir durumun içinde oluşumuz birleşince geri adımlamak istemiştim.
Öyle de yaptım. Özgür’e çarpmayı umursamadan geriye adımladım.
“İrkilme!” diye birden patladığında kendi
şaşkınlığımın yanında Özgür’ünkini de hissedebilmiştim. “İkidir benden
irkiliyorsun, sana ne yapacağımı sanıyorsun Despina? O kutuyu odada bırakan
kafama sıçayım, boksör olduğumu bildiğin için mi sana vuracağımı sanıp
irkiliyorsun benden?”
İlk irkilişimin oteldeyken, kutudaki
resimden önce gerçekleştiğini hatırlatmadım. Böyle bilmesi benim için daha
iyiydi.
“Abi sabah mı konuşsak sakince, Despina da
yorgun.” Özgür müdahale etmeyi denese de onun bakışları benden bir an olsun
ayrılmadı. Yanıma doğru attığı adımların dördüncüsünde çok çok yakınımdaydı
artık.
“Odana gidip zıbar Özgür, sakinliğimi
arayacak olan sensin.” Kısa bir an bakışları benden ayrılıp Özgür’ü buldu. “Ne
düşünüyordun arkamdan iş çevirirken? Boş bir sebepten mi gitmesine engel oldum
lan ben? Aptal mı var karşında senin?”
Özgür hiçbir şey söylemediğinde, bu onu
daha da germiş görünüyordu. “Konuşsana oğlum! Ben keyfimden mi gitme dedim ona,
canım mı sıkıldı öylesine?”
“Ben ısrar ettim,” derken derdim Özgür’ün
üstüne daha fazla gitmesini engellemekti. Gerçek olan da buydu zaten. Israr
etmeseydim Özgür’ün beni tutup oraya götürmek gibi bir derdi yoktu.
“Et! Et Despina sen saatlerce ısrar et,
günlerce başında susmadan konuş ama alman gereken tek cevap ‘hayır’dı. Bana da
ısrar etmedin mi, bir tek Özgür’e miydi ısrarın?”
Artık sesi daha kısıktı ama bu az önceki
halinden beter hissettiriyordu. Beni bile kötü hissettiren bu durumun Özgür’e
daha da kötü hissettirdiğinden şüphe duymuyordum. Duyamadığım şüphe, boğazımda
ve burnumda yanmaya sebep olmaya başladı.
“Üzgünüm,” dedim dudaklarımı kıpırdatıp.
“Bir ay boyunca varlığımı bile hissetmeyeceğine dair söz vermişken ilk birkaç
gün bitmeden sorun çıkarttım.”
Hayatlarına gökten inen bir paket gibi
dahil olup kendi isteklerimi diretmem gülünçtü. Nasıl bu moda girdiğimi ve ne
ara onlara bu kadar yakınmışçasına isteklerim için diretmeyi göze aldığımı
algılayamıyordum. Hızlı gelişmeyi takip edememiştim.
“Özgür’ü ona küseceğimi söyleyerek
zorladım, beni kırmamak için kabul etti. Eminim bir daha böyle bir hata yapmaz,
maç da merak etmemi gerektirecek bir şey değilmiş zaten. Sıkıldım, erkenden
döndük.”
Orada yaşananlardan bahsetseydim, bu kez
hiçbir şeyin Özgür’ü kurtarmaya yeteceğini sanmıyordum. Bu riski almama değecek
hiçbir artı da göremiyordum.
Odaya girmek için adım attığımda durmama
sebep olan kolumdaki belli belirsiz dokunuştu. Özgür’e ait dokunuşa, başımı
omuzumun üzerinden ona çevirerek tepki verdim. Gözleriyle bana teşekkür eder
gibi baktığını görebilmiştim. Onu büyük bir sorumluğun yarısından fazla
sayılabilecek kısmından kurtarmıştım. Beni maça götürmesi -her ne kadar orada
yaşananlarla aklımı bulandırsa da- girişmesi zorunlu olmayan bir işti.
Küsmemi, kırılmamı umursamadan beni evde
bırakıp gidebilirdi. Yapmamıştı.
“İyi geceler,” dedim kimsenin başka bir
şey demesi için zaman bırakmadan. Odaya girip kendimi içeri kapatmak için
çantamdan anahtarı bulmayı denedim. Anahtar bendeyken kapı açıldığına göre bir
yedek anahtar vardı sanırım. Bu hoşuma gitmemişti ama dile getirebilmek için
fazla yorgundum.
Anahtarı alıp kapıya uzandım. Kilide
takmak için hareket ettirdiğim anahtar yarı yolda elimde kalmıştı. Çünkü
anahtarı takabileceğim bir kilit yoktu orada.
“Kilit…” diye mırıldanarak şaşkınca başımı
kaldırdım.
“İkinci kez küs uyumaman için yanına
gelecektim. Ne kısık sesim ne de devamında bağırışım seni uyandırmadığında…”
diye devam ederken yüzü anlamlandıramayacağım kadar çok hisle birden kasıldı.
Kilidi neyle yerinden söktüğü hakkında bir fikrim yoktu, ancak bunu yaparken
aklından geçenlerin hoş senaryolar olmadığını kavrayabilmiştim.
Ondan habersiz gitme planım, biraz önce
zaten pişmanlık duymama sebep olmaya başlamışken şimdi içim daha da sıkkındı.
Dudağımın iç kısmını sertçe ısırdım.
Toplam kaç aydır bu hissin yabancısı
olduğumu hesaplayamıyordum. Annem öldükten sonraki altı ayı hesaba hiç
düşünmeden katabilirdim, ondan öncesinde ise bana bu hissi yaşatabilecek tek
kişi olan annem birçok ayını etrafındaki eşyaları dahi seçemeyecek kadar
sancılı geçirmişti.
Birinin iyi olup olmadığıma dair merakının
olmasını aslında bir ihtiyaç haline getirdiğimi ve aylardır o ihtiyacın
eksikliğini çektiğimi şimdi fark edebilmiştim.
Küs uyumayayım diye odama gelmek istemiş,
sesi beni uyandıramadığında ise endişelenmişti. Bütün bunları olabilecek
sınırları da taşıp daha fazla anlamlı kılan ise bu kişinin babam oluşuydu.
İstanbul’a geldiğim andan beri yaşanan her
şey çok hızlıydı. Bu hızda ilerlerken mola verip kendimi sorgulayacak bir an
bulamamıştım. Düşüncelerimi bolca ayrıntılarına ayırıp incelemiştim ama aynı
oranda duygularımla baş başa kalamamıştım. Kalmamayı
seçmiştim.
Günlerdir biriktirdiğim tüm duyguların bir
anda dışarı taşmasına engel olmak zorundaydım. Olamazsam eğer, birkaç gündür
tanıyor olduğum bu iki adamın önünde daha önce kimseye göstermeye cesaret
edemediğim patlamalarımdan birini yaşamam kaçınılmaz bir sondu.
“Uykum,” dedim kuruyan dudaklarımı bir
şeyler söyleyebilmek için aralarken. “Uykum var benim.”
“Tamam, sen uyu. Biz de içeri geçelim.
Balkonda biraz hava al Timur abi, hadi.” Özgür ben susar susmaz destekleyip
konuştuğunda parmaklarımı kapıya sardım. “Kilidi takalım.” dedim bir anda
gidecek ve beni duymayacaklarmış gibi hızlıca.
“Yarın takarız, bu gecelik kilitteki küçük
boşlukla idare et olur mu?”
Kafamı hızlıca iki yana salladım. “Olmaz,
takalım.”
Bu kadar kesin itiraz etmemi
beklemedikleri belli olacak şekilde ikisi de duraksadılar. Özgür derdimi
anlamak istercesine dikkatle yüzüme bakıyorken o hareketlenmediği için
telaşlıydım. Bütün bedenimi kasmış, her şeyi birkaç dakika sonraya
ertelemiştim. İçeri girip kilidi çevirebildiğim anda, ertelediklerim ben
istemesem de bir bir dökülüp etrafa saçılacaklardı.
“Nasıl çıkarttın bunu?” derken bakışlarım babamı buldu.
Ona içimden ‘o’ demeye gerek olmadan kim
olduğunu söyleyebilmeyi nasıl başardığımı bilmiyordum. Şu anda doğru düzgün
düşünemememden miydi, yoksa dibe gömülü bir hisse dokunup uyandırması mı bunu
kolaylaştırmıştı?
“Geri takalım, kilitlemem lazım benim
kapımı. Lütfen…” Gittikçe kısılan sesimi duyuyorken elaları yüzümde hızla
hareket ediyordu. İfademden bir şeyler okumaya çalıştığı belliydi.
“Kimse odana gelmeyecek, Despina.
Kilitlemeden uyuyabilirsin.”
‘Kapını
kilitleme, acil bir şey olduğunda seni uyandıramazsam ne olacak?’ Yıllar
öncesinden kopup gelen sesi duyar gibi olunca sesin yok olmasını ister gibi
elimi başıma doğru bastırdım. İnanmıştım. İnanmıştım, aptalın tekiydim. Bir kez
değil, iki kez değil… Her seferinde inanmıştım.
Elimi başıma bastırmayı bir kenara bırakıp
aynı yerde duran saç tutamlarımı avucumun içinde sertçe sıkıştırdığımı,
bileğimi tutup çekmeye çalışan bir başka el ile fark edebildim.
“Despina,” diye seslenen kişi elin
sahibiydi. Bağırmıyordu ama sesi başımın içinde bir bağırış gibi büyümüştü.
Bunun rahatsızlığıyla gözlerimi kapattım. Gözlerim kapanır kapanmaz yanağıma
yuvarlanan yaşlar kontrolüm dışındaydı. Birden fazla yaşın boynuma doğru
başlattıkları yolculuk, yarı yolda sert bir parmak tarafından kesildi.
“Şş, sakın. Tamam, bir şey yok. Kızmadım
sana.” Parmakların sahibi babamdı. Saçlarımı kavradığım elimi tutmayı bırakmış,
yanaklarıma neredeyse hissedemeyeceğim kadar hafif şekilde dokunarak yaşları
durdurmuştu.
“Kapıları kilitleyelim, n’olur.” diye mırıldandım.
Bu gece birden fazla şey yaşanmış, önceki günlerde de biriktirdiklerim bir
kenarda beni izlemişti. Ama tek derdim kapının kilidiymiş gibi sızlanıyordum.
“Despina,” diye seslendi yine. Adımı ondan
duyuyor olmaya odaklanmaya çalıştım. “Kapıları neden kilitlemeliyiz?”
Duraksadım. Tıkalı olmasa da nefes almam
gerekiyormuş gibi burnumu çektim hafifçe. “Hım?” diye sorusunu üsteledi.
“Geldiğin geceden beri kapını kilitliyorsun, benden mi korkuyorsun?”
Omuzlarım üzerine ağırlık bırakılmış gibi
çökerken saçlarımdan çekip indirdiğim elim bu kez yüzümü buldu. Yanağımı
tırnaklarımla çizdim. “Evet,” dedim dilimi yine yalanla çözüp. “Senden
korktum.”
Oysa korktuğum tek bir kişi ya da durum
yoktu ortada. Tekrarlanmasından çekindiğim anılarım vardı sadece.
Göz altıma yakın bir yerde tuttuğu
parmağına dahi yansıyacak şekilde kaskatı kesildi. “Korkma benden,” dedi.
“Korkacağın ne yaptım ben sana Despina? Canını yakmam, korkmasana benden.”
Özgür’ün biraz ileriden bizi izlemeye
devam edip etmediğine bakmamıştım. Gözlerim yalnızca tek bir yeri görüyordu.
Dikkatle karşımdaki ela gözlere bakıyordum.
Cevap vermeyeceğimi kabullendiğinde aradan
saniyeler akıp geçmişti. Sessiz kalacağımdan emin olunca yeniden dudaklarını
araladı. “Odamda uyu,” dedi kısılan sesiyle. “Kilitle kapını, güvende hisset ve
uyu.”
İçimde var olan onların yanındayken
dışarıya taşırmamak için aceleci olduğum yıkımı, kelimelerimle onda da var
ettiğimi bilmiyordum. Kelimelerin gücünü hep savunmuştum ama bu kez bunu
düşünmeye fırsatım kalmamıştı.
İstemeden ona ilk hediyemi vermiştim.
Timur Akdoğan’ı, kızının ondan korktuğuna
dair gerçek görünümlü bir yalanla yıkmıştım.
Beş dakika sonra, çift kişilik bir yatağın
tam ortasında dizlerim göğsüme neredeyse yetişecek kadar kendime doğru çekilmiş
halde sağ kolum üzerinde uzanıyordum.
Kapım kilitlenmişti, içeride yalnızdım.
Her şey istediğim gibiydi. Hayır, hiçbir şey istediğim gibi değildi.
Anneme ilk kez, babam konusunda bu kadar
çok kızgın hissediyordum. Beni -ve kendisini- yaşanabilme ihtimaline burada
geçirdiğim her saatte daha da inandığım güzel zamanlardan eksik bıraktığı için
kızgındım ona.
Babası yüzünden güveni kırılıp herkese bin
adım uzak duran biri olmak yerine, babasından aldığı güvenle her şeye gücü
yetecekmiş gibi cesur olan biri olma hakkımı benden aldığı için anneme çok
kızgındım.
Komodine bıraktığım çantama uzandım.
İçinden çıkarttığım telefonumun ekran kilidini açmadan önce birkaç kez peş peşe
nefeslenmiştim.
Bu gece yaşanan patlamamın nedeni ne maçta
yaşananlar ne de babamın evde karşımıza çıkışıydı. Bu iki olayın arasında, her
ikisini de olduğundan daha kuvvetliymiş gibi gösteren başka bir şey yaşanmıştı.
Mayısların yanından ayrılıp dışarıya
çıktığımızda, Özgür motora binmem için kaskı bana uzatmadan önceki kısa anda
telefonuma bakmak istemiştim. Saati görmek içindi. Ama saati umursamadan eve
dönmüş olmayı dilerdim.
Ekranımda duran mesaj bildirimini
gördüğümde geriye kalan her ne varsa anlamını yitirmişti.
Telefon rehberim rastlanabilecek en boş
rehberlerden biriydi. İstanbul’a geldiğimde rehberime üç yeni isim farklı
zamanlarda eklenmişti ama öncesinde tozlar uçuşan kullanıma kapalı bir odadan
farksızdı. Birkaç -hiç görüşmediğim- arkadaş, birkaç -adını bilsem yüzünü
hatırlamanın güçleştiği- akraba ve henüz silmediğim annemin numarası kaplıyordu
rehberimi.
Bir de son bir numara vardı. İstanbul’a
geldiğimden beri telefonumda bildirim akışını sağlayan numaraydı bu.
Bástardos
olarak kayıtlı numara, bu sıfatı dünyada tek bir
kişiye kullanma hakkım olsa seçeceğim kişiye aitti. Aklının içiyle, davranışlarıyla
ve kalan her şeyiyle tam bir piçti.
Bildirimi okusam da ekranımdan silmediğim
için hâlâ ekrandaydı. Birazdan dokunup sileceğim bildirim gibi onu da hayatımın
her karesinden silip atabilmeyi her şeyden çok isterdim.
Bástardos:
Synechíste
na min sikónete to tiléfonó sas. Me entharrýnete na értho stin
Konstantinoúpoli. Sou leípo, étsi?
(*Telefonunu
açmamaya devam et. İstanbul’a gelmem için beni cesaretlendiriyorsun. Beni
özlüyorsun değil mi?)
Tek bir mesaja sığan birkaç cümlenin beni
ölmekten beter edişini kabul etmek çok zordu.
“Gelme,” diye mırıldandım kendi kendime.
“Lütfen gelme, seni görmesin.”
Onu görmesinden çekindiğim kişi, babamdı.
Gerçekleşirse bizi beş gün öncesine götüreceğinden emin olduğum durumun
oluşmaması için birçok şey feda edebilirdim.
Tek derdim ilk karşılaşmamızda beni
kırdığı için ona hemen ısınmaya direnmek olsun isterken, bambaşka sorunlarla
uğraşmak istemiyordum.
Aramızdaki bağ, ilk düğüm atılmadan kopup
tekrar bağlanamayacak hale gelene kadar yansın istemiyordum.
Hayat bugüne dek bana isteklerimi
sormamış, o sormadığı halde dile getirdiklerimi de pek dikkate almamıştı. Bu
yüzden içten içe çabalarımın anlamsız olduğunun bilincindeydim.
Yine de bitmek bilmeyen umudum, beni
İstanbul’a getirmek için yeterli gelmiş; yaşanan ilk gün krizinin ardından
Yunanistan’a dönmemeye de bir şekilde yetebilmişti. Şimdi hayatın bana bir
sürpriz yapmasına sıkıca tutunmak için de aynı umudu kullanacaktım. Başka çarem
yoktu.
Annem bana ‘en karanlık anda yanan umut
ışığı’ olduğumu söylerdi küçükken. Büyüdükçe bunu daha az duymaya, hatta
unutmaya başlamıştım. Unutmam doğru olandı belki de.
Kimse karanlık çöken ruhuyla, bir başkasına umut ışığı olamazdı. Mucizelerin de bir sınırı olmalıydı.
Yorumlar
Yorum Gönder