Düşten Farksız 37.Bölüm
37.BÖLÜM
- 7 ay önce, 11
Ocak, Yunanistan
*bu sahnedeki diyalogların
dili Yunancadır.
“Yastığını
biraz daha yükselteyim mi?”
Despina,
hemen yanında bekliyor olduğu yatağın üzerinde uzanan bedene bakarken
aralamıştı dudaklarını. Annesine bakıyor görünüyordu, ancak bakışları asla
kesişemiyordu. Despina annesinin boynundan biraz daha yukarıya asla bakmıyordu.
“Despina,”
derken Helen’in aslında kısık bir mırıldanma çıkartmaktan çok daha fazlasını
yapma amacı vardı. Sesini normalin de üstüne çıkartmak istemişken değil
normali, fısıltıyı zor geçebilmişti. Bedeninde öylesine az güç vardı ki,
kelimeleri çıkarıyor oluşu dahi onun için büyük bir savaş vermek demekti
aslında.
“Efendim
anne?” diyerek kendisini yanıtlayan kızının tüm bu ifadesizliğinin kaynağı da
aynı yerdendi. Helen elinden geleni yapsa bile kızından hep tahmin ettiği,
yıllarca düşündüğü ama karşı karşıya kalmaktan da çekindiği o tepkiyi
alamamıştı.
“Bir
şey söylemeyecek misin?”
Despina
yutkundu. Boğazının tam ortasında kalakalan, aşağıya yol alamayan bir
yutkunuştu bu. Kulaklarına dakikalar önce dolanları tepkisizlikle
karşılayabilmek öylesine zordu ki bedeni kasılmış, aldığı nefesler bile
boğazından geçememeye başlamıştı.
“Söyleyecek
bir şey yok, dinlen anne.”
Odadan
çıkıp gitmesine, burada veremediği tepkiyi en azından dışarıda vermek üzere
annesinden uzaklaşmasına engel olan fiziksel bir durum yoktu. Kapıyı açıp
çıkabilir, saatlerce ve hatta günlerce buraya dönmeden içinde kopan fırtınayı
dindirmeye çabalayabilirdi.
Yapmıyordu.
Kulağında
annesinin ‘babası’ hakkındaki yalanlarının gerçeğe dönüşüyle birlikte
yankılanan, o seslere eşlik eden bir başka ses daha vardı. O ses yabancı
birine, birkaç hafta önce ayrıldıkları hastanedeki doktora aitti. O ses
Despina’ya annesinin göz açıp kapayana dek nasıl ellerinden kayıp
gidebileceğini tekrarlayıp duruyordu.
Geri
dönüşü olmayan yola çoktan girilmiş, durumun içinde olmayan kimseler için
kolayca söylenip geçilebilecek geri sayım başlamıştı. Despina, her şeyin
farkında olan annesiyle birlikte geriye sayıyordu günlerdir. Ne zaman
sonlanacağını ikisi de biliyor değillerdi ancak bunun uzun sürmeyeceğini
haykıran çok fazla ipucu vardı. Geri sayım bittiğinde Helen’in gözleri bir kez
daha açılmamak üzere kapanacak, Despina sonsuza dek onu kaybetmiş olacaktı.
Kapıyı
çarpıp çıkmasına, dilinin ucuna gelenleri haykırmasına engel olan da bundan
ibaretti. O kapı kapandıktan biraz sonra bir daha açılsa, Despina koca bir
boşlukla sınanacağını biliyordu. Belki son birkaç gün, belki de son birkaç
hafta kalmıştı elinde hepi topu. Bunu harcayabilirmiş gibi ağır gelse de
kırgınlığına ve kızgınlığına yenik düşmeden sağlam durmayı deniyordu.
Helen
gözlerini odanın tavanına dikmiş halde başka bir şey söylemeden sessizliğe
gömüldüğünde Despina da odanın en uzak köşesine geçip duvar dibine çökmüş,
dizlerine kendine doğru çekerek bakışlarını annesinin bedenine doğru dikmişti.
Zamanın
acımasızlığından korkuyordu.
Her
an her şey olabilirdi ve bu ‘her şey’ Despina için çoğu kez en korkunç olan
senaryo olmaktan öteye gidememişti.
Mucizelere
son inanışı sekiz yaşında bir kız çocuğuyken, on yıl kadar önce, babasının
geleceği umuduyla cıvıldadığı anlarda saklı kalmıştı. Buradan sonrası yokuş
aşağıydı, ucu uçurum olan bir yokuşta büyük bir hızla ilerlemişti.
Saniyeler
dakikaları kovalamış, dakikalar henüz saatlere varamamışken Despina odadaki
sessizliğin bölünmemesinden dolayı duyabildiği düzenli nefeslerle annesinin
uyuduğundan emin oldu. Kendi kulağına dahi dolmayan sessiz hareketlerle yerden
kalktıktan sonra gözleri açıkken bakamadığı annesinin yüzüne birkaç dakikayı
aşacak kadar uzun süre bakakaldı.
Omuzlarının
düştüğünün, annesine nasıl bir kırgınlıkla baktığının farkına o an varamadı. Ne
kendisi ne de annesi bunu göremiyorlardı.
Uykusunun
en fazla birkaç saat süreceğini, öğlen içtiği ilaçlarının etkisi geçmeye
başladığında bedenini vuracak ağrılarla sızlanarak gözlerini aralayacağını
ezberlemişti. Odadan çıkmadan önce saate bakmış, en geç ne zaman dönmesi
gerektiğini aklına kazımıştı.
Kapıya
uzanıp odadan çıktığında tıpkı açışı gibi sessizce kapıyı kapattı. Koridorun
diğer ucuna, odasına doğru ilerleyecekken vücudunda hissettiği ürperti ile
birlikte duraksadı.
Bakışlarını
koridorun sağına doğru çevirdiğinde omuzu salon kapısına yaslı, düz bakışlarla
kendisini izliyor olan adamı görmüş ve ürpertinin nedenini direkt olarak
anlamıştı.
Her
zerresinin kasılmış olduğunu, kalbinin ağzında atmaya başlayışıyla birlikte
gizleyebildiği kadar gizledi. Korktuğunu belli etmeme çabası aslında boşaydı,
canavarı onu korkutabildiğini ve bu korkunun hiçbir zaman geçmediğini zaten
biliyordu.
Dudaklarını
aralamadan, bakışlarını hızla o kenardan çekip ilerleyeceği yola çevirdikten
sonra ilk adımını attı.
İkincisini
atamadı.
“Konuştu
mu annen seninle?”
Despina
zihnindeki uğultuların esiri olmamak için kendisini sıktı. Cevap vermedi.
“Uyuyacağı
saatlerde odasından çıkmaya çalıştığına göre konuşmuş.” Sorduğu soruya kendisi
cevap bulmuştu. Ancak bununla yetinmedi, yeni bir soru sordu. “Ne anlattı?”
“Seni
ilgilendirmiyor,” diyebildi Despina. Onu sinirlendirmek zor değildi fakat
sinirlendikten sonrasını düşünmek dahi zordu. Bu nedenle çok daha kabasını
vermek istese de yanıtı bundan ibaret olmuştu.
“Beni
seninle ilgili her şey ilgilendiriyor küçük kızım.”
Nikolos
cümlesini söylemeye girişmişken koridoru da aşmaya, Despina’ya doğru adımlamaya
başlamıştı.
Despina
titremeye başlayan bedeniyle olduğu yerde kaldı. Bedeni yıllar önce olduğu
kadar savunmasız değildi belki ancak ruhu çocukluğundaki kırılganlığından
hiçbir şey kaybetmemişti. Zihni de bu ikilemde yanılgıya düşüyor ve
karşısındaki adamı yenilmez, aşılmaz bir engel olarak kodluyordu.
“Kısa
bir süre sonra baş başa kalacağız, tüm dünyan benden ibaret olacak. Senin
aklını meşgul eden her şeyi bilmem gerekiyor öyle değil mi? Senin iyiliğini
senden daha çok ben düşünüyorum küçük sevgilim.”
Despina
yüzüne doğru uzanan parmaklardan kaçmaya çalışmadı. Aslında başını kıpırdatır
ve teması kesmek için bir şeyler yapardı ancak duyduklarının gerçekliğiyle
donmuştu.
Hastaneden
çıkıp eve geldiklerinden beri doğru düzgün görmediği Nikolos’un bu cümleleriyle
birlikte akan kanı dahi yavaşlamıştı.
Gerçekti
çünkü.
Gidecek
bir yer, kaçacak bir köşe, sığınacak bir başka liman yoktu Despina için.
Tek
engeli -ki bu engelin de işe yararlığı tartışılırdı- karısı olan Nikolos’un
önünde tek bir taş bile kalmayacaktı. Despina, annesi varken bile çoğu zaman
hissettiği kimsesizliğin artık hayatının en büyük gerçekliğine dönüşeceğini
celladından duyduğunda içinde bir yerlerde yanmakta olan son ışıklardan birkaçı
daha sönmüştü.
Karşısındaki
adam için karısının can çekişiyor olması önemli değildi. Hiçbir zaman önemli
olmamıştı. Helen’in hastalığı en çok Despina’ya ağırdı. Annesi sağken de,
gözlerini kapattığında da bu ağırlığı hep taşıyacaktı.
Nikolos’un
yan bir gülüşle seyrettiği sarsak adımlarıyla odasına ilerlerken birkaç gün
sonra kıyametinin gerçekleşeceğinden habersizdi.
İçinde
bulunduğu günün annesiyle olan son birkaç gününden biri olduğundan habersizdi.
Annesinin
ölümün kollarındayken, kurtulamayacağını artık kabullenmişken yıllar sonra
dökmeye başladığı gerçeklerin henüz bitmediğinden de habersizdi.
Babasının
ölmediğini az önce öğrenmiş olan, babasıyla aynı ülkede dahi nefes almıyor
olduğunu ve tıpkı kendisi gibi her şeyden habersiz bir biçimde yaşıyor olduğunu
artık bilen Despina; Helen gözlerini sonsuzluğa kapattıktan sonra bulduğu kısa
mektupla ilk kez annesi sayesinde bir çıkış kapısına sahip olacaktı.
Altı
ay boyunca gitgeller yaşayacak, ne yapması gerektiğini düşünüp duracak ancak
artık Nikolos’tan kaçıp durmanın mümkün olamayacağını kavradığında kendisini
kilometrelerce ötede elinde bir bavulla bulacaktı.
Despina
altı aydır kendisine fısıldayıp durduğu gibi ‘kimsesiz’ değildi aslında. Sahip
olabileceği kimselerden çok uzakta nefesleniyor olan, şansı on dokuz yaşına dek
hiç gülememiş bir kız çocuğuydu.
İstanbul
ona hayalini bile kuramadığı kadar derin kimseler verecek, ruhunda sönmeyen ve
belki de artık tek kalan ışığın aydınlığını günbegün büyütecekti.
~
“Arabadan inmeyeceksin.”
“Sen de inmezsen, neden olmasın baba?”
“Ahu.”
“Timur?”
Adını söylememle keskin elaları direkt
olarak yüzümü buldu. Bakışlarının odağında oluşuma aldırmadan omuz silktim.
“Ne?” dedim öylece. “Artık birbirimize adlarımızla sesleniyoruz diye
düşünmüştüm. Bebeğim, kızım ya da en azından Ahu’m demeye başladığında tekrar
bakarız.”
Sürücü koltuğundan yükselen nefes sesi,
tutulmaya çalışılan bir gülüşün ipucuydu.
“Niye gülüyorsun Özgün?” dedim arkama
doğru yaslanarak. İsim söyleme konusunun yalnızca babam için geçerli olduğunu
mu düşünüyordu?
“Özgün mü?” dedi adını yanlış söylemişim
gibi bir tepkiyle. “Evet, beğenmedin mi?”
“Hiç beğenmedim çıngıraklı, bir daha
olmasın.”
Onu yanıtsız bıraktım. Birkaç saniyeliğine
gözlerimi sağımdaki cama doğru çevirmiş ve akıp giden yolu izlemekle meşgul
olmuştum.
“Ateşin bile tam düşmeden inadın yüzünden
kendine işkence çektiriyorsun, aklımı kaybettireceksin bana.”
Babamın bitmek bilmeyen, arabaya
bindiğimiz anın çok öncesinde başlamış olan ama asla sonu gelmeyen
söylenmelerine kulaklarımı tıkadım.
Özgün’ün Nikolos’u bulmuş olmasını,
kaçamayacağı bir köşeye sıkışmış ve oradan hiç kıpırdayamıyor oluşunu
öğrenmemin üzerinden birkaç saatten fazlası geçmişti.
Beni evde Özgür’le bırakıp babam ve
Özgün’ün çıkacak olmasına dünyamın sonu gelmiş gibi bir tepkiyle evi ayağa
kaldırarak karşılık vermiştim. Direnmemem için babam Pars’ın da evde kalacağını
söylemeyi bile denemişti ancak o an için derdim evde kimle kalacağım değil,
babamın nereye gideceğiydi.
Ateşimin gözlerimi araladığım ilk andaki
kadar yüksek olmadığını kendim de anlıyordum. Fakat babam haklıydı, tam olarak
kendime gelebilmiş de değildim. Bunun en büyük göstergesi de şu an gitmekte
olduğum yerin beni krizden krize sürüklememesiydi. Bedenim uyarılar vermiyor,
kimin yanına gittiğini bilse dahi kılı kıpırdamıyordu.
Sakinlik kaynağımın yarısı ateşin verdiği
yarı bilinçsizlikse, diğer yarısı yalnız olmayacağımı çok iyi biliyor oluşumdu.
İçimden bir parça, tek başıma değilken ve
ilk kez ‘onun’ yanında tehlikenin kollarında hissetmeme şansım varken bu
yüzleşmeyi yaşamam gerektiğini savunuyordu.
Ben bu arabaya babamın korktuğum bir
şeyler yapıp kendini zor duruma düşürmesine engel olmak için binmiştim. Onların
gözünde tek derdim de buydu. Oysa bir köşede bekleyen, canavarımın karşısına
geçip ilk kez güçsüz olan taraf değilken gözlerinin içine bakmak isteyen
tarafımı da bastırabilmiş değildim.
Araba tamamen durana dek üçümüz de bir
daha hiç konuşmadık. Hareket etmeyi bıraktığımızda artık kararan hava ve çok az
aydınlatmaya sahip etraf nedeniyle tam olarak nerede olduğumuzu pek
anlayamıyordum.
Kapıma uzanıp arabadan inmek için aceleci
davranmadım. Daha doğrusu davranamadım. Biraz önce beni vurmadığını düşündüğüm
ürperti araba durduğunda, onu göreceğim an yaklaştığında aniden belirgin hale
gelmiş ve hem zihnimi hem hareketlerimi ağır çekime alınmış gibi yavaşlatmıştı.
“Arabada bekle, birazdan döneyim ve sonra
evimize gidelim Ahu’m. Söz veriyorum seni korkutan hiçbir şey olmayacak, ne
bugün ne de bundan sonraki herhangi bir gün.”
Babam öndeki iki koltuğun arasından başını
bana doğru çevirip yüzüme dikkatle bakarken konuştuğunda göğsümde kavuşturduğum
kollarımı açmadan uslanmaz bir çocuk gibi başımı iki yana salladım. “Hayır,”
dedim hemen. “Ben de geleceğim seninle.”
“Çok üzüyorsun beni,” dediğinde
duraksadım. Onu üzmek istemiyordum. Dudaklarım aşağıya doğru kıvrılırken
gözlerimi kaçırdım. “Güvenmiyor musun babana?”
Güvendiğimi biliyordu. Dudaklarımı
aralayıp konuşacakken sert bir fren sesi duyuldu. Bakışlarım sesin geldiği
yöne, arkada kalan cama doğru döndüğünde tanıdık bir araba görmüştüm. “Pars,”
diye mırıldandım sessiz sessiz.
“Abi sen daha kafalarına vura vura
eğittiğin iki deveye söz dinletemiyorsun, çıngıraklıdan direkt umudunu kes
bence.”
Babam tıpkı bana yaptığı gibi Pars ve
Özgür’e de gelmemeleri konusunda net bir tavır sergilemişti. Ben asla susmadan
kendimi öne atıp bir şekilde arabaya binmiştim ancak Pars ve Özgür’den pek ses
çıkmamıştı. Kolayca susmalarını garipsemiştim evdeyken. Sürücü koltuğundan inen
Pars ve hemen yan koltuğundaki Özgür’e baktığımda neden sustuklarını
anlayabilmiştim.
Kendilerini yormamışlardı. Rahatça
peşimize takılabilmek için…
Babam Özgün’ün işaret ettiği ve benim de
dikkatle baktığım tarafa döndüğünde ağzının içinden bir şeyler homurdandı ancak
ne dediğini duyamamıştım.
Özgün kapısını açıp indi. Onu aynı anda
babam takip etti. İkisi de arabadan indiğinde geride kalmak istemeyerek ben de
kapımı açtım ve Özgün’ün olduğu taraftan indim. Etraftaki karanlıktan ve
bedenimi ürperten havadan saklanmak için adımlarımı biraz yana doğru atıp
Özgün’ün yanına doğru sığışmıştım.
Kolunu kaldırıp omuzumdan beni sararak
bedenine çektiğinde sanki yıllarımız bu şekilde yan yana geçmiş gibi rahattı.
Göğsüne doğru yaslanıp sıcaklığından faydalanırken saçımda küçük bir öpücük
hissettim. “Üşüyor musun abicim?”
“Azıcık,” dedim yalan söylemek yerine
dürüst kalarak. Üstümde ince bir hırka vardı, içimdeki askılı tişörtün ve
altımdaki taytın çok koruyucu olduğunu söyleyemezdim ama en azından hırka
bedenimi ısıtmaya çabalıyordu.
“İçeri gireceğiz şimdi, baban biraz
şunlara azar çeksin bekle.”
Babamın Özgür ve Pars’a doğru gittiğini
onun söylemesiyle fark ettiğimde telaşla bakışlarımı oraya çevirdim.
“Konu sözümü dinlememek olunca bakıyorum
eski halinize dönebiliyorsunuz hemen.”
Eski hal derken sanırım bu ikilinin yakın
arkadaştan öte olduğu dönemden, Mayıs-Özgür ayrılığından öncede kalan
kısımlardan bahsediyordu babam. İkisinden de hiçbir tepki alamadı. Babama bir
şeyler söylemek yerine anlaşmışlar gibi ikisi aynı anda bana doğru baktığında
ne yapacağımı bilemeyerek elimi kaldırıp onlara doğru salladım.
Özgür gülecek gibi, Pars ise doğru analiz
ediyorsam bana beni yiyecek gibi bakıyordu.
“Misafirliğe geldiler sanki, el sallıyor
bir de. Bebek misin kızım sen?” Özgün omuzumdaki koluyla boynuma doğru sarılıp
beni iyice kendisine doğru yapıştırdı. “Merhaba demek istedim,” diye
mırıldandım. Özgün beni duyabilen tek kişi olduğu için yalnız başına gülerken
kalan üçlüden hafif merak içeren bakışlar kazanmıştık.
“Despina üşüyecek, burada durmayalım
artık.” Özgün özellikle babama bakarak konuştuğunda babam direkt olarak beni
süzmüş ve gerçekten üşüyebileceğime inandığından olsa gerek hızla hareket
etmişti.
Arkamızda kalan bir yapı olduğunu son anda
fark etmiştim. Ağaçların arasında saklı kalan, çok büyük olduğunu iddia
edemeyeceğim bir yerdi. Tek katlı görünen, ahşap bir evdi dışarıdan
bakıldığında. Bakımlı, güzel bir yere değil de daha çok yıllardır el sürülmemiş
bir enkaza benziyordu.
Beşimiz aynı anda oraya doğru yürürken ben
içeride tam olarak ne ile karşılaşacağım bilmediğim için içten içe titremeye
başlamıştım. Kapıya yaklaştıkça burada yalnız olmadığımızı, kapının önünde
bekleyen iki kişiye bakışlarım çarpınca fark etmiştim.
“Abi,” diye mırıldandım beni bırakmamış
olan Özgün’e doğru başımı kaldırarak. “Söyle abisi?”
“Birileri var kapıda.”
“Arkadaşlarım onlar,” dedi duraksamadan.
“Bana şu herifi bulma konusunda yardımcı oldular. Biz gelene kadar da her
ihtimale karşı burada beklediler. İçeride bir iki kişi daha var. Korkacak bir
şey yok.”
Uzunca açıklamış olması benim için iyiydi.
Şu an her ufak detaydan endişelenebilecek bir konumda, fazlasıyla diken
üstündeydim.
En önde biz vardık. Babam, Özgür ve Pars
birazcık gerimizde kalmışlardı. Kapıdakilerin dikkati bu nedenle ilk önce bize
çevrildi. Daha büyük görünen konuştu önce. “Abi hoş geldin,” derken bakışları
bir an bile bana uğramadı. Direkt olarak abime bakıyordu.
Ayrıca
abime abi diyordu. Benim abimdi, demese olmaz mıydı?
Özgün başını kıpırdattı selam verir gibi.
“Nedir durum?”
“Sıkıntı yok, öyle çok direnmedi zaten.
Direnecek gücü de yok, biz sen bu kadar gerilince daha taşaklı biri sanmıştık.”
Özgün sonlara doğru kullanılan kelimeyle
aynı anda öksürdü sertçe. Dudaklarımı bükerek başımı kaldırdım. Anlam
soruşturması yapacağımı direkt fark ederek alnımı öpüp beni durdurdu. “Boş ver
güzelliğim.”
Dudaklarını alnımdan çekip yeniden
kapıdakilere döndü. “Ağzınıza ayar çektirtmeyin siz de, insan gibi konuşun.”
Konuşan adam bana göz ucuyla mahcup bir
bakış attı. “Kusura bakma abi,” dese de özrü benden diliyor gibiydi. “Türkçe
bilmiyor bu arada eleman, yarım yamalak İngilizce konuştu bizim Erdo’yla ama o
da yetersiz.”
Henüz hiç konuşmamış adam ağzını açtığında
artık onu dinleyen sadece biz değildik. Babamlar da yanımızda belirmişlerdi.
“Türkçe biliyor,” dedim fazla yükselemeyen
sesimle. “Size belli etmemiştir.”
Annem Türkçeyi annesinden yarım yamalak
öğrenmiş, bana da bildiği kadarını bir şekilde taşırmıştı. Dillere ilgi duymaya
başladıkça ben Türkçemi ve yanında diğer birkaç dili daha geliştirmiştim hatta.
Evin içinde annemle konuşabileceğimiz iki dilimiz vardı bu nedenle.
Türkçe konuştuğumuz anlar sınırlıydı.
Nikolos hayatımıza girdikten sonra tamamen rafa kalkmıştı zaten. Annem tamamen
Yunancaya dönmüş, ben de Türkçemi kendi kendime körelmeyecek kadar kullanmakla
yetinmiştim.
“Ne?” sorusu babamdan geldi. “Neden?”
“Olur da anneme söylediğim bir şeyi
anlayamazsa diye, gidebileceğim yolları tıkamak için öğrendi. Senin Yunanca
bildiğin orandan daha fazla Türkçesi var.”
“Ne güzel,” dedi babam birden. İki iri
adamın arasında kalan ahşap kapıyı kıracakmış gibi bir sertlikle açıp evin
içine dalarken sadece cümlesinin en başını duyabilmiştim. “Rahat rahat iletişim
kuracağız işte.”
Babamın eve dalışının aniliği ben de dahil
kimse tarafından beklenmiyordu. Benimle birlikte genel bir donukluk
yaşamışlardı. Hemen ardından Özgün beni bırakıp hızla babamın peşinden
ilerledi. Onu Özgür takip etti.
Kapıdaki sayı gittikçe azalırken ben
yerime çakılı kalmış gibi değil içeri girmek, tek bir adım bile atamıyordum.
Babamın ardından gitmeyen, geride
donakaldığımın farkında olan tek kişiye bakışlarımı çevirmedim ama birkaç
saniye geçmeden kendimi o kişinin göğsüne yaslı halde buldum. “Buradayım,
nefeslen.”
Pars’ın üzerindeki tişörte parmaklarımla
sıkıca tutundum. Gözlerimi sıkıca yummuş, göğsüne tüm yüzümü saklamıştım ama
kapalı gözlerimin ardında ben bakmasam da belirip duran çok fazla görüntü
vardı.
“Arabaya götüreyim mi seni minik tanrıça?
Buradan uzaklaşalım mı?”
Olumsuz anlamda başımı salladım. Bunu
ondan ayrılmadan yaptığım için yüzümü kalbinin biraz yukarısına sertçe sürtmüş
oldum. “İçeri gireceğim.”
“Bu sana iyi gelmeyecek. Benden seni daha
kötü yapacak bir şeye eşlik etmemi istiyorsun.”
İçeriden keskin bir haykırış geldiğinde
Pars’ın göğsünde soğukta kalmış bir kuş gibi titredim. Bu sesin sahibini
tanıyordum. Bu sese en çok ben aşinaydım.
Ensemden başlayan bir ağrı bütün başımı
kaplamayı hızla sürdürürken yüzümü olduğum yerden kaldırdım. “Eşlik etmek
istemezsen burada bekle,” dedim sakince. “Ama ben içeri gireceğim.”
“Cehennemin en kuytusuna gitmeye karar
versen bile peşine takılmazmışım gibi… Sunduğun teklif mantıklı mı?”
Dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Yüzümü
ondan çektiğimde kapıda bekleyen iki adamın da çoktan bizim uzağımıza gittiğini
görmüştüm.
“Gerçi böyle saf bir tanrıçanın cehennemin
kapısında dahi işi olmaz, örneğim doğru değildi.”
Başka bir anda, başka bir yerde ve başka
bir senaryoda bunları söyleyen dudaklarına dudaklarımı bastırmama sebep olacak
sözcüklerini tepkisizlikle karşılayabilmek zordu. Yine de kendimi sıkarak ve
aslında kulağıma doluyor olan uğultulu seslerden de güç alarak yerimde kaldım.
“İçeri,” dedim tekrar. “Lütfen.”
Sırtımın tam ortasından geçirdiği koluyla
birlikte benimle aynı anda kapıya ilerlediğinde Pars’ın etki alanından kopmam
normalde uzun sürüyorken şimdi kapı eşiğinden geçtiğim anda direkt olarak
kendimi gök gürültülü bir fırtınanın ortasında sokakta kalmış gibi hissetmeye
başlamıştım.
Babamın ağır -birçoğunu tam anlayamasam da
sesindeki ton algılarıma yetiyordu- küfürleri havada uçuşurken bir iki adım
sonra az çok ne ile karşılaşacağımı biliyordum.
Kapıdan girer girmez kendinizi küçük bir
alanda buluyordunuz. Buraya bir salon denemezdi çünkü salon olmasına yetecek
hiçbir eşyayı barındırmıyordu içinde. Bomboştu.
Boşluğun ortasında bir yerde yaşanan
karmaşaya gözlerimi çevirmeden önce biraz geride yan yana duruyor olan iki
kardeşe baktım. Abilerim ilerideki duvarın yanında, yan yana ve ayaktalardı.
İkisi de biz içeri girdiğimizde buraya doğru dönmüşlerdi ancak biraz önce
dikkatle odanın tam ortasına baktıklarından emindim.
Bakışlarımı onlardan ayırıp yeniden diğer
kısma çevirdiğimde babamın koca bedeniyle kapattığı alanda sadece onun sırtını
görebilmiştim bir an.
Arkasında kalan yüzü görmeye, acıyla
inleyen sesini duymaya tahammül edebildiğim kadar dahi dayanamayabilirdim.
“Baba,” diye seslendim. Sırtını geren, ona
ulaştığından böylece emin olduğum seslenişimin sonunda geriye doğru dönüp bana
bakmadı ama hareketleri yavaşlamış, savurduğu küfürler durulmuştu.
“Mou
éleipse i foní sou; o patéras sou eínai edó, koíta me. O mikrós mou erastís… ”
*(Sesini
özledim; baban burada, bak bana. Küçük sevgilim benim…)
Midemdeki tüm suyun boğazıma dayandığını
hissetmeye başladığımda onun söyledikleri odada yalnızca benim için değil, bir
isim için daha anlaşılabilirdi.
Babam önünde sandalyede oturuyor olan
Nikolos’u o kadar ani bir biçimde sandalyeyle birlikte yere fırlatmıştı ki
gözlerimle bunu takip edemeyerek afallamıştım. “Hasta orospu çocuğu,” diye
hırıldadı. “O hastalıklı zihnini ayrı, pisliğini dışarı kusan dilini ayrı
sikeceğim bekle!”
“Ne söyledi?” diye soran Özgün’ün sesi
herkese ulaşsa da benden de babamdan da bir yanıt alamadı. Tıpkı onun gibi Pars
ve Özgür de merak içinde görünüyorlardı. Babamın az önceki halinden daha da
delirmiş olması ve benim iğrentiyle buruşan yüzüm üçünü de meraklandırmıştı.
“Despina!” diye bağıran Nikolos’tu. İsmimi
olması gereken aksanla olması gereken tonla söylemesine rağmen her seferinde
adımdan iğrenmeme sebep oluyordu. “Yeter!” diye bağırdı aynı anda da. Türkçe
bilmeme rolü ilk darbede son bulmuştu.
Bu kadar korkak bir adamdan, bu denli
fazla korkmam belki mantıksızdı. Ancak onunla tanıştığım yıllarda küçük bir
çocuktum, savunmasız ve küçücük bir çocuk…
“Yeter, öyle mi?” derken bir anda durdu
babam. Sırtımı geriye doğru yaslayıp Pars’ın göğsüne tam anlamıyla yapıştım.
Karnıma doğru sardığı kalın koluyla beni sıkıca tutuyordu. Beni büyük ölçüde ayakta
tutan da buydu.
“Yeterden anlıyor musun sen?”
Anlamıyordu. Anlıyor olsaydı benim ona
yalvardığım ‘yeter’lerden birinde durur, ruhumu öldürmeyi bırakır ve beni özgür
kılardı. Ben kaçana kadar, yolum buraya düşene kadar hiç yetmemişti ona.
“Sen kimsin kidiye konuştu birden. Babamın
fırlattığı yerdeydi, sandalye ayrı bir yanda kendisi ayrı bir yanda kalmıştı
ama yerden kalkmak için çabalamak yerine olduğu yerde kaldı. “Babası olduğunu
mu sanıyorsun onun?”
Benim konuşurken dilime yansıyan
Yunancanın anadilim olmasından kaynaklanan aksanın daha ağırı Nikolos
konuşurken duyuluyordu. Kelimeleri doğru düzgün seçiyordu ama heceleri
seslendirirken bu dile ait olmadığını bağırıyordu aslında.
“Küçük bir hatayla elimden kaçmasaydı
eğer, ölene kadar haberinin bile olmayacağını unutuyorsun herhalde.”
Avuçlarımı sıkıca kapattım. Onun
yalanlarından nefret ettiğim kadar gerçeklerinden de nefret ediyordum.
Söyledikleri doğruydu ve korkunç olan da
buydu.
Ben buraya gelmeseydim, annem o adresi
bana vermeseydi, Nikolos beni havaalanına varamadan yakalasaydı; bugün Timur
Akdoğan benim bir köşede onun kanını damarlarımda taşıyarak nefeslendiğimden
habersizce yaşamaya devam edecekti.
Titrek bir nefes aldım. Babam hareketsizce
ayaktaydı. Söylediklerinin beni olduğu kadar onu da sarstığını görüyordum.
Yumruk yaparak kapattığım avuçlarımdan birini sızlayan gözlerime doğru sürttüm.
“Baba,” dedim yine. Sanki bundan başka
hiçbir şey söylemeye gücüm yok gibiydi. Sürekli sesleniyor, devamında asla bir
şey söyleyemiyordum.
Babamın bana dönmemesi, az önce yaptığı
gibi Nikolos’un üstüne atlamak için bile olsa kıpırdamaması zihnimdeki ipleri
koparttığında panikle ağlamaya başladım. Neye ağladığımın bile farkında
değildim ama öylesine çok ağlıyordum ki bedenim öne doğru düşecek gibi olmuş, Pars’ın
kolu karnıma baskı yapmaya başlamıştı.
“Baba!” diye bağırdım. Haykırıştı bu
aslında.
Hayatımın en saf dönemlerinde bu odadaki
en iğrenç yaratığa seslenmiştim bu sıfatla. Baba deyip durmuş, peşinde
dolanmıştım onun. Artık onun karşısındaki adama, kanından varolduğum kişiye
söylüyordum bunu.
Babamı çözen, donakalışını bölüp yanıma
iki koca adımda varmasına ve beni kolları arasına sıkıca hapsetmesine sebep
olan son haykırışımdı.
Yüzümü aceleyle boynuna gömebilmek için
parmaklarımın ucunda yükseldim. Aynı anda kollarımı da sıkıca omuzlarına
dolamıştım. Bedenim belimden tutulup havalandırıldı. Babamın iki yanından
sarkıttığım bacaklarımla artık gerçekten bir bebekten farksız halde
kucağındaydım.
İçimde çığlıklarla, dışımdan ise yalnız iç
çeke çeke ağlıyordum. Bakışlarımı kaldırıp yerde kalan bedene çevirmemek için
kendimi sıktım. Bunu yapmayacaktım. Ona bir daha ne bakacak ne de duyacaktım.
Az önce gözlerinin önünde ‘kimsesiz’ olmadığımı görebileceği koca bir sahne var
olmuştu. Beni son görüşü bu olacaktı.
“Babam,” dedim boynunda kısık bir
mırıldanmayla. İçerlemiş, kendi kendime konuşuyor gibi sesimi kısarak
seslenmiştim.
“Babasının bebeği, babasının Ahu’su.”
Enseme, saçlarıma, yarı açık kalan
yanağımın her yerine onlarca kez dudaklarını bastırdı. Ağlayışım durulmak
yerine daha da arttı. Öpücükleri ilk kez sakinleştirici değil, tetikleyiciydi
benim için.
Açık havaya çıktığımızı hissettim ama
başımı boynundan ayırmadım. Düzensiz aralıklarla ‘baba’ diye sayıklayıp
duruyor, her seferinde bolca öpücüğü tenimde ağırlıyor ve ağlayışıma hız
kesmeden devam ediyordum.
Canavarımla yüzleşmek sandığım kadar kolay
ve sıradan olmamıştı. Yanımda beni aşılmaz bir dağ gibi koruyacağını bildiğim
dört ayrı kişiye sahip olsam da aynı odanın içinde onunla nefes almak beni direkt
olarak henüz çok da geçmişte kalmamış olan zamanlara götürmüştü.
“Evimize gidelim mi Ahu’m? Evimize
götüreyim, uyutayım mı seni bebeğim?”
Onaylamadım ama reddetmedim de, sessiz
kaldım sadece. Nefeslenmeye çalıştım bir süre. Ağlamak nefeslerimi boğazıma dizmiş,
düzgünce nefes alabilmeme engel olmaya başlamıştı.
“Ölürüm senin iç çekişlerine, tamam babam.
Bitti, geçti.”
“Ben seni çok seviyorum,” diye fısıldadım
boynundaki boşluğa.
“Ne kadar seviyorsan, bin katını ben
hissediyorum sana.”
Omuzundaki elimle orayı okşadım tembel bir
hareketle. “Bırakma beni,” dediğimde şu an kucağından inmemekten çok daha
fazlasını, bugünün çok daha ötesini kastediyordum.
Beni anladı.
Biz artık iki yabancı değildik. Birbirini
tanımayan, birbirinin adından başka bir şey bilmeyen iki farklı insan değildik.
Timur ve Despina değildik. Babamdı o
benim, ben de babasının bebeğiydim.
“İstersen bana ‘bırak’ diye yalvar,
bırakmam Ahu. Senden başka herkes karşıma dizilsin ‘bırak’ desin, yine
bırakmam.”
Güvenli sıcağına kavuşmuş, korkunç
kâbusumun yanından uzaklaşmış ve yeterince telkin edilmiştim. Savunma
mekanizmam devreye girip bilincimi boşluğa yuvarlarken babamın beni daha sıkı
tuttuğunu hissettim.
Bırakmıyordu
beni. Hiç bırakmayacaktı.
~
“Şşş,
buradayım.”
Timur
son on beş dakikadır durmadan yaptığı gibi kısık bir fısıltıyı kızının kulağına
doğru bıraktı. Arabanın arka koltuğunda, kucağında derin nefeslerle uyuyan
kızını sıkıca sarmışken Timur aynı anda bambaşka hisler ve güdülerle baş etmeye
çalışıyordu.
Despina
yerinde sıçrar gibi kıpırdadıkça Timur ona varlığını hissettirmek için bir
şeyler fısıldıyor, sırtındaki elini kıpırdatıp kızını rahatlatmaya çalışıyordu.
Yöntemi işe yarıyordu ancak Despina dakikalar önce yaşananlar ve belki de
üstüne eklenmiş halde bekleyen yılların birikimiyle bir türlü uzun süreli
gevşeyemiyordu.
Kollarında
kızının titreyişleri can buldukça Timur onu buraya bırakıp koşarak içeriye
girmek ve parmaklarının arasında Nikolos’a son nefesini eze eze verdirtmek
istiyordu. Aldığı nefesler fazlalıktı, zarardı.
Aklına
getirmemeye çalışması nafileydi, o adamı gördüğünde tek düşündüğü kızının
üstünde bıraktığı hastalıklı izler olmuştu. İzlerin bugüne somut bir yansıması
kalmamıştı ama bu yetinebileceği bir sığınak değildi.
“Kurban
olurum senin cesaretine,” diye fısıldadı kulağına. “Bana gelişine, tüm
kırgınlıklarına rağmen bana güvenişine ölsün baban Ahu’m.”
Despina
babasının söylediklerini anlayabiliyor değildi. Yine de onun sesini uykusunun
bir köşesinde duyuyor, duydukça da bedeni gevşiyordu.
Timur
bakışlarını camdan dışarıya, küçük kulübenin kapısına doğru çevirdi bir an
için. Baktığı ilk an orada bir hareketlilik yoktu. Bakışlarını oradan çekmek
için kıpırdatacakken kapı hızla aralanmış ve peş peşe Özgür ve Pars ikilisi
dışarıya çıkmıştı apar topar.
Birbirleriyle
yarışır gerginlikteki ifadeleriyle, aradaki mesafeye rağmen burunlarından
soluyor olduklarını görebiliyordu Timur. O kızını alıp çıktıktan sonra geride
kalan üç adamın sakince bekleyeceğini düşünmemişti zaten, şaşkın değildi
elbette.
Kapıdan
çıkan ikilinin hemen ardından Özgün de belirmişti. Timur onun bir şeyler
konuştuğunu gördü ağız hareketlerinden. Hemen sonrasında kapıda bekleyen iki
adam hızlıca içeriye girdiler. Belli ki söylenenler onları ilgilendiriyordu.
Özgün
arabayı kilitleyip bıraktığı için Timur Pars’ın arabasındaydı. Pars’ın arabayı
kilitlemeyi düşünemeyecek kadar andan kopuk oluşu işe yaramıştı bu şekilde.
Öndeki arabada kimseyi göremediklerinde üçü de aynı anda arkadaki arabaya
bakmış ve arka koltuktaki ikiliyi görmüşlerdi.
Büyük
adımlarla arabanın yanına vardıklarında Özgür arka kapıya uzanıp açtı. Hiçbir
şey söylemeden arabanın içine doğru eğilip dudaklarını Despina’nın ensesine
bastırdı. Timur’un az önce narince toparlayıp kızının bileğinden çıkartmadığı
tokasıyla tutturduğu saçları ensesini açıkta bırakıyordu.
Timur
dur durak bilmeden konuşmasını her zaman sessizliğine tercih edeceği Özgür’e,
oğluna doğru baktı. Gözleri öfkeyle parlıyordu. En azından ilk bakışta göze
çarpan sadece buydu. Ancak Timur bunun ötesini görebilecek kadar iyi tanıyordu
onu. Bir şeylerin pişmanlığını yaşadığını, gözlerindeki yorgunluktan
anlayabilmişti.
Özgür
bıraktığı küçük öpücüğün ardından geriye doğru çekilip doğruldu. Elinin
tersiyle burnunu yukarı doğru iterken birkaç adım ileriye doğru yürümüş,
arabadan ve aynı anda kulübeden de uzaklaşmıştı.
Onun
uzaklaşmasıyla birlikte Timur asıl sorunu anlamak ister gibi sırayla Özgün’e ve
Pars’a baktı. Onların yüzünde de öyle çok farklı bir ifade yoktu. Özgür’le
tıpatıp aynı olmasa da, çok benzeri ifadelerle karşısındalardı.
“Ne
söyledi?” diye sordu Timur zorlukla. Cevaplanmasını isteyip istemediğinden emin
değildi bu sorusunun.
“Hasta
bu piç!” diye soludu Özgün. Öfkesine yenik düşerek bağırmanın kıyısından
dönmüştü. Despina’nın uyanmasından çekinerek kısabildiği kadar kıstığı sesi
yine de bir bağırıştan farksızdı. “Abi hastalıklı orospu çocuğunun teki bu
herif, o… O nasıl yıllarca onunla aynı evdeydi?”
Özgün
çaresizce son kısımda Despina’nın görünmeyen yüzüne, saçlarına doğru bakmış ve
konuşmuştu.
“Bilmiyorum,”
diyebildi Timur. “Bencillikse bencillik, ben bilmeyi de isteyemiyorum Özgün.
Hayal etmeyi aklım almıyor, duymayı da almaz oğlum.”
“İkinci
yumruğu yiyemeden gözü kapandı, bir gram gücü yok direnecek. Ellerinde
kalacaktı, dışarıya zor çıkarttım ikisini.”
Timur,
Özgün’ün Pars ve Özgür’den bahsettiğini anladığında bakışları Pars’ı buldu.
Onun kendilerini duymadığını, uzakta bir noktaya öylece daldığını ve hiç
kıpırdamadığını gördüğünde derince nefeslendi.
“Bıraksaydın,”
dedi Timur umursamazca. Yıllardır yanında büyüyen, nefeslenen bu iki adamı
biraz olsun tanıyorsa; Nikolos’un ellerinde can vermesine oturup dertlenecek
halleri olmadığını da biliyordu.
“Abi…”
dedi Özgün arabaya doğru yaklaşıp az önce kardeşinin yaptığı gibi içeriye
eğilirken. “Buradan sonrasını ben halledeceğim. Sen kızını ve oğullarını alıp
evine git artık, üçü de iyi değil.”
Timur
çatılan kaşlarıyla Özgün’e baktı birkaç saniye. “Kendini dışarıda tuttuğun o
tanımı susuz yuttururum sana, Özgün. Özgür ne kadar Fatih’in emanetiyse bana,
sen de o kadar emanetsin. O inadını kıramadım, seni yanıma alamadım diye
gözümde Özgür’den farklı bir yerdesin mi sanıyorsun?”
Özgün
bir şey söyleyecek gibi oldu ama Timur izin vermeden devam etti. Tüm bunlar
fısıltıyla konuşuluyordu, zira Timur kollarında uykudaki kızını ağırlıyordu.
“Baban kollarımda verdi son nefesini, o son nefesten önce de dudaklarından
sizden başka bir şey dökülmedi. Başa mı dönelim Özgün? İstersen döneriz, ben
sana bunu kırk kez daha anlatırım. Aklın o ‘oğulların’ sıfatına kendini de ait
kılana kadar konuşurum.”
Özgün
yutkundu sertçe. Timur Akdoğan’ın kolay kolay kendisiyle böyle uzun uzadıya
konuşmayacağını biliyordu. Ancak bugün diğer günlerden biraz farklı bir gündü.
“Ben
aldığım sorumluluğu bir kenara itip her şeyi unutarak yanınızda gülümsemeye,
nefeslenmeye devam edemem abi. Bunu uzun uzun devam ettiremeyeceğimi
biliyorsun.”
“Kızıma
kollarını açıp ‘ben senin abinim’ derken, ona kendini alıştırırken bu gerçek
neredeydi peki?” diye sordu Timur. Özgün böyle bir yerden vurulmayı
beklemiyordu. Sarsıldığını dışarı olabildiğince az yansıtmaya çalıştı, ne kadar
başarılı olduğu tartışılırdı.
Timur’un
derdi Özgün’ü köşeye sıkıştırmak, çaresiz bırakmak değildi. Asıl derdini
anlaması için konuşmaya başladı tekrar. “Neler yaptığın, hangi güce nereden ne
şekilde sahip olduğun sana kalsın. Yıllar sonra ilk kez kendi isteğinle bu
kadar günü üst üste evde geçirdin bizimle. Bu piç bulunana kadar kalacakmışsın
gibi kodlamışsın zihnine, umurumda değil. Geberse de gebermesi için bir delikte
kaderine terk edilecekse de sen bu gece bizimle birlikte eve dönüyorsun Özgün.”
Özgün
daha fazla söyleyecek bir şey bulamadı. Gözlerinde sessiz bir kabulleniş vardı,
Timur için bu yeterliydi. Onu daha fazla zorlamadı, sustu.
Özgün,
Özgür’ün aksine Despina’nın ensesine değil omuzuna dudaklarını bastırdıktan
sonra hızlı adımlarla uzaklaştı. İlk işi kardeşinin yanına ulaşmak, ikincisi
ise içeri dönüp son kararını vermek olacaktı.
Timur
boş kalan kapıya sırası gelen üçüncü kişinin gelip gelmeyeceğini anlamak için
bakındı. Pars yerinden kıpırdamamıştı. Gerçekten dalmış, bu andan sıyrılmış
olmalıydı.
“Pars!”
diye seslendi Timur ona ulaşacak kadar yükselttiği sesiyle. Dakikalardır Özgün
ile konuşmasına rağmen kıpırdamadan kızı duyduğu isimle anlamsızca bir şeyler
homurdandığında kaşları çatılmıştı.
Pars
sensörü mü vardı kızında? Görünce ayrı, duyunca ayrı, adı anılınca ayrı
tepkiler veriyordu.
Despina’yı
kıpırdatan ses asıl amacına da ulaşmış, Pars adını duyduğunda irkilerek de olsa
başını çevirerek arabaya doğru dönmüş ve bir iki adım atmıştı.
“Efendim
abi?” dedi direkt. “Bir şey mi oldu?”
“Yok,”
dedi Timur. “Geç otur arabaya, kaldın orada.”
Pars
itiraz etmedi. Arka koltukta kalan boşluğa yerleşti, arabanın içine gelen
esintiyi kesip Despina’yı korumak isteyerek kapıyı da kapattı.
“Ön
koltuklar da boş aslında,” dedi Timur ağzının içinde homurdanarak.
“Görüyorum,
evet.” Pars cevap veriyordu ancak aklı çok başka bir yerdeydi. Bakışlarını
babasının boynuna gömülü halde uyuyan kızın yarım yamalak görünen yüzüne
dikmiş, dikkatle onu izliyordu.
“Görüyorsun
da ne görüyorsun acaba?”
Timur
daha fazla bir şey söylemedi. Pars büyük bir dikkatle Despina’ya bakıyorken
kendisi de dümdüz karşıyı izlemeye başladı. Yaşananların yoğunluğu, ağırlığı
yalnızca omuzlarına değil tüm bedenine aynı anda çökmüştü.
Dakikalar
geçti. Timur’un aklı bir yandan dışarıdaki iki kardeşte kalmıştı. Kollarındaki
bedeni asla bırakmak istemiyordu ancak bıraktığı takdirde kızının küsmeyeceği
sayılı kişilerden biri yanındaydı.
“Köşeye
kay,” dedi Timur birden. Pars arabadan atılmak üzere olduğunu düşünerek de olsa
kayabildiği kadar kenara ilerledi. Böylece ikisinin arasında yeteri kadar
boşluk oluşmuştu. Timur yavaşça göğsünden doğrulttuğu kızının yanaklarına bolca
öpücük bıraktı. “Babam, hemen geleceğim.”
Kızının
duyup duymadığından emin değildi. Test etmek için dudaklarını başka bir
cümleyle araladı. “Pars yanında, burada.”
Despina
direkt olarak bir şeyler mırıldanmış, yüzü gerilmek yerine olduğu gibi
kalmıştı. Timur sabır dilenerek önce kızına, ardından sahneyi keyfi yarım
yamalak da olsa yerine gelebilmiş halde seyreden oğlu yerine koyduğu adama
doğru baktı.
“Uyanmasın,
uyanırsa da inmesin arabadan.”
“Eyvallah
abi.”
Timur,
Despina’yı yavaşça koltuğa bıraktığında hedeflediği kızını koltuk başlığına
doğru yaslamak ve boynunu düzeltmekti. Ancak kızı bıraktığı gibi devrilip,
bulduğu ilk sıcaklığa sokulmayı tercih etmişti.
Oturduğu
yerden Pars’ın omuzuna yanağını yaslayarak yatmaya geçmiş olan kıza biraz
bakındı. Uykusu asla bölünmemişti. Timur, içindeki ilkel sahiplenici baba
modelinin bağırdığını hissetti. Kızı kendi yokluğunu hissedip uyanmalı,
yanındaki bu cinse yapışıp mışıl mışıl uyumamalıydı.
Dişlerini
sıka sıka arabadan indi. Kapıyı pat diye kapatma güdüsüyle de savaşıp galip
geldikten sonra yavaşça kapıyı kapatıp Özgür ve Özgün’ün ne tarafta olduğunu
görmeye çalıştı, yanlarına gidecekti.
“Bir
gün elinde kalacağım babanın galiba Afrodit, o güne kadar bolca vakit
geçirmemiz lazım.”
Pars
kendisini asla duymayan Despina’yla konuşmaktan geri durmazken yanağını omuzuna
yaslı duran kızın saçlarına doğru bastırmıştı. Kolunu sırtı ve koltuğun
arasında kalan boşluktan geçirip bedenini olabildiğince düzeltti. İki büklüm
uyuyordu ama şu an tutup onu kucağına alacak kadar da aklını yitirmemişti
henüz. Timur Akdoğan’ın sınırları öyle bir anda kocaman genişleyecek kadar
rahat değildi.
Kucağına
alamasa da dudaklarını bulduğu her boşluğa bastırıp durdu. Arabaya kimse
bakmıyordu, gerçi baksa da Pars için bu öpücükler alacağı tepkilere kesinlikle
değerdi.
O
akşam, saatler artık geceyi bulurken değişen birden fazla şey vardı. Bu
değişimlerin kaynağı ise tek bir yerde toplanmıştı.
Despina’nın
kâbusu son bulmuş, masalının canavarı sonsuza dek hayatından çıkmıştı. Masalına
sonradan dahil olan kral ve prensler canavarı çok geçmeden yakalamış, bir daha
adı duyulmayacak bir karanlığa gömmüşlerdi.
Önüne
başka başka sorunlar, başka engeller çıkmayacak değildi. Elbette çıkacaktı.
Ancak onlar artık kaynağını böyle dolambaçlı, ruhuna yıllarca işlemiş bir
yerden değil; başka yerlerden bulacaktı. Despina yeni sorunlarını öğrenilmiş
çaresizliğiyle eli kolu bağlı beklediği canavarı karşısında olduğu gibi sessiz
bir kız çocuğu olarak değil; sesini çıkarabilen, ayakta dimdik durabilen,
sırtını yaslayacağı birden fazla koca dağ olan bir genç kadın olarak
karşılayacaktı.
Ömür doğduğunuzda başlardı, yaşam ise bazen başlamak için yıllarca bekletirdi insanı. Despina ömrünün on dokuz yılını bitirmişti ancak yaşamına yeni başlıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder