Düşten Farksız 37.Bölüm

 37.BÖLÜM



- 7 ay önce, 11 Ocak, Yunanistan

*bu sahnedeki diyalogların dili Yunancadır.

 

“Yastığını biraz daha yükselteyim mi?”

Despina, hemen yanında bekliyor olduğu yatağın üzerinde uzanan bedene bakarken aralamıştı dudaklarını. Annesine bakıyor görünüyordu, ancak bakışları asla kesişemiyordu. Despina annesinin boynundan biraz daha yukarıya asla bakmıyordu.

“Despina,” derken Helen’in aslında kısık bir mırıldanma çıkartmaktan çok daha fazlasını yapma amacı vardı. Sesini normalin de üstüne çıkartmak istemişken değil normali, fısıltıyı zor geçebilmişti. Bedeninde öylesine az güç vardı ki, kelimeleri çıkarıyor oluşu dahi onun için büyük bir savaş vermek demekti aslında.

“Efendim anne?” diyerek kendisini yanıtlayan kızının tüm bu ifadesizliğinin kaynağı da aynı yerdendi. Helen elinden geleni yapsa bile kızından hep tahmin ettiği, yıllarca düşündüğü ama karşı karşıya kalmaktan da çekindiği o tepkiyi alamamıştı.

“Bir şey söylemeyecek misin?”

Despina yutkundu. Boğazının tam ortasında kalakalan, aşağıya yol alamayan bir yutkunuştu bu. Kulaklarına dakikalar önce dolanları tepkisizlikle karşılayabilmek öylesine zordu ki bedeni kasılmış, aldığı nefesler bile boğazından geçememeye başlamıştı.

“Söyleyecek bir şey yok, dinlen anne.”

Odadan çıkıp gitmesine, burada veremediği tepkiyi en azından dışarıda vermek üzere annesinden uzaklaşmasına engel olan fiziksel bir durum yoktu. Kapıyı açıp çıkabilir, saatlerce ve hatta günlerce buraya dönmeden içinde kopan fırtınayı dindirmeye çabalayabilirdi.

Yapmıyordu.

Kulağında annesinin ‘babası’ hakkındaki yalanlarının gerçeğe dönüşüyle birlikte yankılanan, o seslere eşlik eden bir başka ses daha vardı. O ses yabancı birine, birkaç hafta önce ayrıldıkları hastanedeki doktora aitti. O ses Despina’ya annesinin göz açıp kapayana dek nasıl ellerinden kayıp gidebileceğini tekrarlayıp duruyordu.

Geri dönüşü olmayan yola çoktan girilmiş, durumun içinde olmayan kimseler için kolayca söylenip geçilebilecek geri sayım başlamıştı. Despina, her şeyin farkında olan annesiyle birlikte geriye sayıyordu günlerdir. Ne zaman sonlanacağını ikisi de biliyor değillerdi ancak bunun uzun sürmeyeceğini haykıran çok fazla ipucu vardı. Geri sayım bittiğinde Helen’in gözleri bir kez daha açılmamak üzere kapanacak, Despina sonsuza dek onu kaybetmiş olacaktı.

Kapıyı çarpıp çıkmasına, dilinin ucuna gelenleri haykırmasına engel olan da bundan ibaretti. O kapı kapandıktan biraz sonra bir daha açılsa, Despina koca bir boşlukla sınanacağını biliyordu. Belki son birkaç gün, belki de son birkaç hafta kalmıştı elinde hepi topu. Bunu harcayabilirmiş gibi ağır gelse de kırgınlığına ve kızgınlığına yenik düşmeden sağlam durmayı deniyordu.

Helen gözlerini odanın tavanına dikmiş halde başka bir şey söylemeden sessizliğe gömüldüğünde Despina da odanın en uzak köşesine geçip duvar dibine çökmüş, dizlerine kendine doğru çekerek bakışlarını annesinin bedenine doğru dikmişti.

Zamanın acımasızlığından korkuyordu.

Her an her şey olabilirdi ve bu ‘her şey’ Despina için çoğu kez en korkunç olan senaryo olmaktan öteye gidememişti.

Mucizelere son inanışı sekiz yaşında bir kız çocuğuyken, on yıl kadar önce, babasının geleceği umuduyla cıvıldadığı anlarda saklı kalmıştı. Buradan sonrası yokuş aşağıydı, ucu uçurum olan bir yokuşta büyük bir hızla ilerlemişti.

Saniyeler dakikaları kovalamış, dakikalar henüz saatlere varamamışken Despina odadaki sessizliğin bölünmemesinden dolayı duyabildiği düzenli nefeslerle annesinin uyuduğundan emin oldu. Kendi kulağına dahi dolmayan sessiz hareketlerle yerden kalktıktan sonra gözleri açıkken bakamadığı annesinin yüzüne birkaç dakikayı aşacak kadar uzun süre bakakaldı.

Omuzlarının düştüğünün, annesine nasıl bir kırgınlıkla baktığının farkına o an varamadı. Ne kendisi ne de annesi bunu göremiyorlardı.

Uykusunun en fazla birkaç saat süreceğini, öğlen içtiği ilaçlarının etkisi geçmeye başladığında bedenini vuracak ağrılarla sızlanarak gözlerini aralayacağını ezberlemişti. Odadan çıkmadan önce saate bakmış, en geç ne zaman dönmesi gerektiğini aklına kazımıştı.

Kapıya uzanıp odadan çıktığında tıpkı açışı gibi sessizce kapıyı kapattı. Koridorun diğer ucuna, odasına doğru ilerleyecekken vücudunda hissettiği ürperti ile birlikte duraksadı.

Bakışlarını koridorun sağına doğru çevirdiğinde omuzu salon kapısına yaslı, düz bakışlarla kendisini izliyor olan adamı görmüş ve ürpertinin nedenini direkt olarak anlamıştı.

Her zerresinin kasılmış olduğunu, kalbinin ağzında atmaya başlayışıyla birlikte gizleyebildiği kadar gizledi. Korktuğunu belli etmeme çabası aslında boşaydı, canavarı onu korkutabildiğini ve bu korkunun hiçbir zaman geçmediğini zaten biliyordu.

Dudaklarını aralamadan, bakışlarını hızla o kenardan çekip ilerleyeceği yola çevirdikten sonra ilk adımını attı.

İkincisini atamadı.

“Konuştu mu annen seninle?”

Despina zihnindeki uğultuların esiri olmamak için kendisini sıktı. Cevap vermedi.

“Uyuyacağı saatlerde odasından çıkmaya çalıştığına göre konuşmuş.” Sorduğu soruya kendisi cevap bulmuştu. Ancak bununla yetinmedi, yeni bir soru sordu. “Ne anlattı?”

“Seni ilgilendirmiyor,” diyebildi Despina. Onu sinirlendirmek zor değildi fakat sinirlendikten sonrasını düşünmek dahi zordu. Bu nedenle çok daha kabasını vermek istese de yanıtı bundan ibaret olmuştu.

“Beni seninle ilgili her şey ilgilendiriyor küçük kızım.”

Nikolos cümlesini söylemeye girişmişken koridoru da aşmaya, Despina’ya doğru adımlamaya başlamıştı.

Despina titremeye başlayan bedeniyle olduğu yerde kaldı. Bedeni yıllar önce olduğu kadar savunmasız değildi belki ancak ruhu çocukluğundaki kırılganlığından hiçbir şey kaybetmemişti. Zihni de bu ikilemde yanılgıya düşüyor ve karşısındaki adamı yenilmez, aşılmaz bir engel olarak kodluyordu.

“Kısa bir süre sonra baş başa kalacağız, tüm dünyan benden ibaret olacak. Senin aklını meşgul eden her şeyi bilmem gerekiyor öyle değil mi? Senin iyiliğini senden daha çok ben düşünüyorum küçük sevgilim.”

Despina yüzüne doğru uzanan parmaklardan kaçmaya çalışmadı. Aslında başını kıpırdatır ve teması kesmek için bir şeyler yapardı ancak duyduklarının gerçekliğiyle donmuştu.

Hastaneden çıkıp eve geldiklerinden beri doğru düzgün görmediği Nikolos’un bu cümleleriyle birlikte akan kanı dahi yavaşlamıştı.

Gerçekti çünkü.

Gidecek bir yer, kaçacak bir köşe, sığınacak bir başka liman yoktu Despina için.

Tek engeli -ki bu engelin de işe yararlığı tartışılırdı- karısı olan Nikolos’un önünde tek bir taş bile kalmayacaktı. Despina, annesi varken bile çoğu zaman hissettiği kimsesizliğin artık hayatının en büyük gerçekliğine dönüşeceğini celladından duyduğunda içinde bir yerlerde yanmakta olan son ışıklardan birkaçı daha sönmüştü.

Karşısındaki adam için karısının can çekişiyor olması önemli değildi. Hiçbir zaman önemli olmamıştı. Helen’in hastalığı en çok Despina’ya ağırdı. Annesi sağken de, gözlerini kapattığında da bu ağırlığı hep taşıyacaktı.

Nikolos’un yan bir gülüşle seyrettiği sarsak adımlarıyla odasına ilerlerken birkaç gün sonra kıyametinin gerçekleşeceğinden habersizdi.

İçinde bulunduğu günün annesiyle olan son birkaç gününden biri olduğundan habersizdi.

Annesinin ölümün kollarındayken, kurtulamayacağını artık kabullenmişken yıllar sonra dökmeye başladığı gerçeklerin henüz bitmediğinden de habersizdi.

Babasının ölmediğini az önce öğrenmiş olan, babasıyla aynı ülkede dahi nefes almıyor olduğunu ve tıpkı kendisi gibi her şeyden habersiz bir biçimde yaşıyor olduğunu artık bilen Despina; Helen gözlerini sonsuzluğa kapattıktan sonra bulduğu kısa mektupla ilk kez annesi sayesinde bir çıkış kapısına sahip olacaktı.

Altı ay boyunca gitgeller yaşayacak, ne yapması gerektiğini düşünüp duracak ancak artık Nikolos’tan kaçıp durmanın mümkün olamayacağını kavradığında kendisini kilometrelerce ötede elinde bir bavulla bulacaktı.

Despina altı aydır kendisine fısıldayıp durduğu gibi ‘kimsesiz’ değildi aslında. Sahip olabileceği kimselerden çok uzakta nefesleniyor olan, şansı on dokuz yaşına dek hiç gülememiş bir kız çocuğuydu.

İstanbul ona hayalini bile kuramadığı kadar derin kimseler verecek, ruhunda sönmeyen ve belki de artık tek kalan ışığın aydınlığını günbegün büyütecekti.

 

~

 

“Arabadan inmeyeceksin.”

“Sen de inmezsen, neden olmasın baba?”

“Ahu.”

“Timur?”

Adını söylememle keskin elaları direkt olarak yüzümü buldu. Bakışlarının odağında oluşuma aldırmadan omuz silktim. “Ne?” dedim öylece. “Artık birbirimize adlarımızla sesleniyoruz diye düşünmüştüm. Bebeğim, kızım ya da en azından Ahu’m demeye başladığında tekrar bakarız.”

Sürücü koltuğundan yükselen nefes sesi, tutulmaya çalışılan bir gülüşün ipucuydu.

“Niye gülüyorsun Özgün?” dedim arkama doğru yaslanarak. İsim söyleme konusunun yalnızca babam için geçerli olduğunu mu düşünüyordu?

“Özgün mü?” dedi adını yanlış söylemişim gibi bir tepkiyle. “Evet, beğenmedin mi?”

“Hiç beğenmedim çıngıraklı, bir daha olmasın.”

Onu yanıtsız bıraktım. Birkaç saniyeliğine gözlerimi sağımdaki cama doğru çevirmiş ve akıp giden yolu izlemekle meşgul olmuştum.

“Ateşin bile tam düşmeden inadın yüzünden kendine işkence çektiriyorsun, aklımı kaybettireceksin bana.”

Babamın bitmek bilmeyen, arabaya bindiğimiz anın çok öncesinde başlamış olan ama asla sonu gelmeyen söylenmelerine kulaklarımı tıkadım.

Özgün’ün Nikolos’u bulmuş olmasını, kaçamayacağı bir köşeye sıkışmış ve oradan hiç kıpırdayamıyor oluşunu öğrenmemin üzerinden birkaç saatten fazlası geçmişti.

Beni evde Özgür’le bırakıp babam ve Özgün’ün çıkacak olmasına dünyamın sonu gelmiş gibi bir tepkiyle evi ayağa kaldırarak karşılık vermiştim. Direnmemem için babam Pars’ın da evde kalacağını söylemeyi bile denemişti ancak o an için derdim evde kimle kalacağım değil, babamın nereye gideceğiydi.

Ateşimin gözlerimi araladığım ilk andaki kadar yüksek olmadığını kendim de anlıyordum. Fakat babam haklıydı, tam olarak kendime gelebilmiş de değildim. Bunun en büyük göstergesi de şu an gitmekte olduğum yerin beni krizden krize sürüklememesiydi. Bedenim uyarılar vermiyor, kimin yanına gittiğini bilse dahi kılı kıpırdamıyordu.

Sakinlik kaynağımın yarısı ateşin verdiği yarı bilinçsizlikse, diğer yarısı yalnız olmayacağımı çok iyi biliyor oluşumdu.

İçimden bir parça, tek başıma değilken ve ilk kez ‘onun’ yanında tehlikenin kollarında hissetmeme şansım varken bu yüzleşmeyi yaşamam gerektiğini savunuyordu.

Ben bu arabaya babamın korktuğum bir şeyler yapıp kendini zor duruma düşürmesine engel olmak için binmiştim. Onların gözünde tek derdim de buydu. Oysa bir köşede bekleyen, canavarımın karşısına geçip ilk kez güçsüz olan taraf değilken gözlerinin içine bakmak isteyen tarafımı da bastırabilmiş değildim.

Araba tamamen durana dek üçümüz de bir daha hiç konuşmadık. Hareket etmeyi bıraktığımızda artık kararan hava ve çok az aydınlatmaya sahip etraf nedeniyle tam olarak nerede olduğumuzu pek anlayamıyordum.

Kapıma uzanıp arabadan inmek için aceleci davranmadım. Daha doğrusu davranamadım. Biraz önce beni vurmadığını düşündüğüm ürperti araba durduğunda, onu göreceğim an yaklaştığında aniden belirgin hale gelmiş ve hem zihnimi hem hareketlerimi ağır çekime alınmış gibi yavaşlatmıştı.

“Arabada bekle, birazdan döneyim ve sonra evimize gidelim Ahu’m. Söz veriyorum seni korkutan hiçbir şey olmayacak, ne bugün ne de bundan sonraki herhangi bir gün.”

Babam öndeki iki koltuğun arasından başını bana doğru çevirip yüzüme dikkatle bakarken konuştuğunda göğsümde kavuşturduğum kollarımı açmadan uslanmaz bir çocuk gibi başımı iki yana salladım. “Hayır,” dedim hemen. “Ben de geleceğim seninle.”

“Çok üzüyorsun beni,” dediğinde duraksadım. Onu üzmek istemiyordum. Dudaklarım aşağıya doğru kıvrılırken gözlerimi kaçırdım. “Güvenmiyor musun babana?”

Güvendiğimi biliyordu. Dudaklarımı aralayıp konuşacakken sert bir fren sesi duyuldu. Bakışlarım sesin geldiği yöne, arkada kalan cama doğru döndüğünde tanıdık bir araba görmüştüm. “Pars,” diye mırıldandım sessiz sessiz.

“Abi sen daha kafalarına vura vura eğittiğin iki deveye söz dinletemiyorsun, çıngıraklıdan direkt umudunu kes bence.”

Babam tıpkı bana yaptığı gibi Pars ve Özgür’e de gelmemeleri konusunda net bir tavır sergilemişti. Ben asla susmadan kendimi öne atıp bir şekilde arabaya binmiştim ancak Pars ve Özgür’den pek ses çıkmamıştı. Kolayca susmalarını garipsemiştim evdeyken. Sürücü koltuğundan inen Pars ve hemen yan koltuğundaki Özgür’e baktığımda neden sustuklarını anlayabilmiştim.

Kendilerini yormamışlardı. Rahatça peşimize takılabilmek için…

Babam Özgün’ün işaret ettiği ve benim de dikkatle baktığım tarafa döndüğünde ağzının içinden bir şeyler homurdandı ancak ne dediğini duyamamıştım.

Özgün kapısını açıp indi. Onu aynı anda babam takip etti. İkisi de arabadan indiğinde geride kalmak istemeyerek ben de kapımı açtım ve Özgün’ün olduğu taraftan indim. Etraftaki karanlıktan ve bedenimi ürperten havadan saklanmak için adımlarımı biraz yana doğru atıp Özgün’ün yanına doğru sığışmıştım.

Kolunu kaldırıp omuzumdan beni sararak bedenine çektiğinde sanki yıllarımız bu şekilde yan yana geçmiş gibi rahattı. Göğsüne doğru yaslanıp sıcaklığından faydalanırken saçımda küçük bir öpücük hissettim. “Üşüyor musun abicim?”

“Azıcık,” dedim yalan söylemek yerine dürüst kalarak. Üstümde ince bir hırka vardı, içimdeki askılı tişörtün ve altımdaki taytın çok koruyucu olduğunu söyleyemezdim ama en azından hırka bedenimi ısıtmaya çabalıyordu.

“İçeri gireceğiz şimdi, baban biraz şunlara azar çeksin bekle.”

Babamın Özgür ve Pars’a doğru gittiğini onun söylemesiyle fark ettiğimde telaşla bakışlarımı oraya çevirdim.

“Konu sözümü dinlememek olunca bakıyorum eski halinize dönebiliyorsunuz hemen.”

Eski hal derken sanırım bu ikilinin yakın arkadaştan öte olduğu dönemden, Mayıs-Özgür ayrılığından öncede kalan kısımlardan bahsediyordu babam. İkisinden de hiçbir tepki alamadı. Babama bir şeyler söylemek yerine anlaşmışlar gibi ikisi aynı anda bana doğru baktığında ne yapacağımı bilemeyerek elimi kaldırıp onlara doğru salladım.

Özgür gülecek gibi, Pars ise doğru analiz ediyorsam bana beni yiyecek gibi bakıyordu.

“Misafirliğe geldiler sanki, el sallıyor bir de. Bebek misin kızım sen?” Özgün omuzumdaki koluyla boynuma doğru sarılıp beni iyice kendisine doğru yapıştırdı. “Merhaba demek istedim,” diye mırıldandım. Özgün beni duyabilen tek kişi olduğu için yalnız başına gülerken kalan üçlüden hafif merak içeren bakışlar kazanmıştık.

“Despina üşüyecek, burada durmayalım artık.” Özgün özellikle babama bakarak konuştuğunda babam direkt olarak beni süzmüş ve gerçekten üşüyebileceğime inandığından olsa gerek hızla hareket etmişti.

Arkamızda kalan bir yapı olduğunu son anda fark etmiştim. Ağaçların arasında saklı kalan, çok büyük olduğunu iddia edemeyeceğim bir yerdi. Tek katlı görünen, ahşap bir evdi dışarıdan bakıldığında. Bakımlı, güzel bir yere değil de daha çok yıllardır el sürülmemiş bir enkaza benziyordu.

Beşimiz aynı anda oraya doğru yürürken ben içeride tam olarak ne ile karşılaşacağım bilmediğim için içten içe titremeye başlamıştım. Kapıya yaklaştıkça burada yalnız olmadığımızı, kapının önünde bekleyen iki kişiye bakışlarım çarpınca fark etmiştim.

“Abi,” diye mırıldandım beni bırakmamış olan Özgün’e doğru başımı kaldırarak. “Söyle abisi?”

“Birileri var kapıda.”

“Arkadaşlarım onlar,” dedi duraksamadan. “Bana şu herifi bulma konusunda yardımcı oldular. Biz gelene kadar da her ihtimale karşı burada beklediler. İçeride bir iki kişi daha var. Korkacak bir şey yok.”

Uzunca açıklamış olması benim için iyiydi. Şu an her ufak detaydan endişelenebilecek bir konumda, fazlasıyla diken üstündeydim.

En önde biz vardık. Babam, Özgür ve Pars birazcık gerimizde kalmışlardı. Kapıdakilerin dikkati bu nedenle ilk önce bize çevrildi. Daha büyük görünen konuştu önce. “Abi hoş geldin,” derken bakışları bir an bile bana uğramadı. Direkt olarak abime bakıyordu.

Ayrıca abime abi diyordu. Benim abimdi, demese olmaz mıydı?

Özgün başını kıpırdattı selam verir gibi. “Nedir durum?”

“Sıkıntı yok, öyle çok direnmedi zaten. Direnecek gücü de yok, biz sen bu kadar gerilince daha taşaklı biri sanmıştık.”

Özgün sonlara doğru kullanılan kelimeyle aynı anda öksürdü sertçe. Dudaklarımı bükerek başımı kaldırdım. Anlam soruşturması yapacağımı direkt fark ederek alnımı öpüp beni durdurdu. “Boş ver güzelliğim.”

Dudaklarını alnımdan çekip yeniden kapıdakilere döndü. “Ağzınıza ayar çektirtmeyin siz de, insan gibi konuşun.”

Konuşan adam bana göz ucuyla mahcup bir bakış attı. “Kusura bakma abi,” dese de özrü benden diliyor gibiydi. “Türkçe bilmiyor bu arada eleman, yarım yamalak İngilizce konuştu bizim Erdo’yla ama o da yetersiz.”

Henüz hiç konuşmamış adam ağzını açtığında artık onu dinleyen sadece biz değildik. Babamlar da yanımızda belirmişlerdi.

“Türkçe biliyor,” dedim fazla yükselemeyen sesimle. “Size belli etmemiştir.”

Annem Türkçeyi annesinden yarım yamalak öğrenmiş, bana da bildiği kadarını bir şekilde taşırmıştı. Dillere ilgi duymaya başladıkça ben Türkçemi ve yanında diğer birkaç dili daha geliştirmiştim hatta. Evin içinde annemle konuşabileceğimiz iki dilimiz vardı bu nedenle.

Türkçe konuştuğumuz anlar sınırlıydı. Nikolos hayatımıza girdikten sonra tamamen rafa kalkmıştı zaten. Annem tamamen Yunancaya dönmüş, ben de Türkçemi kendi kendime körelmeyecek kadar kullanmakla yetinmiştim.

“Ne?” sorusu babamdan geldi. “Neden?”

“Olur da anneme söylediğim bir şeyi anlayamazsa diye, gidebileceğim yolları tıkamak için öğrendi. Senin Yunanca bildiğin orandan daha fazla Türkçesi var.”

“Ne güzel,” dedi babam birden. İki iri adamın arasında kalan ahşap kapıyı kıracakmış gibi bir sertlikle açıp evin içine dalarken sadece cümlesinin en başını duyabilmiştim. “Rahat rahat iletişim kuracağız işte.”

Babamın eve dalışının aniliği ben de dahil kimse tarafından beklenmiyordu. Benimle birlikte genel bir donukluk yaşamışlardı. Hemen ardından Özgün beni bırakıp hızla babamın peşinden ilerledi. Onu Özgür takip etti.

Kapıdaki sayı gittikçe azalırken ben yerime çakılı kalmış gibi değil içeri girmek, tek bir adım bile atamıyordum.

Babamın ardından gitmeyen, geride donakaldığımın farkında olan tek kişiye bakışlarımı çevirmedim ama birkaç saniye geçmeden kendimi o kişinin göğsüne yaslı halde buldum. “Buradayım, nefeslen.”

Pars’ın üzerindeki tişörte parmaklarımla sıkıca tutundum. Gözlerimi sıkıca yummuş, göğsüne tüm yüzümü saklamıştım ama kapalı gözlerimin ardında ben bakmasam da belirip duran çok fazla görüntü vardı.

“Arabaya götüreyim mi seni minik tanrıça? Buradan uzaklaşalım mı?”

Olumsuz anlamda başımı salladım. Bunu ondan ayrılmadan yaptığım için yüzümü kalbinin biraz yukarısına sertçe sürtmüş oldum. “İçeri gireceğim.”

“Bu sana iyi gelmeyecek. Benden seni daha kötü yapacak bir şeye eşlik etmemi istiyorsun.”

İçeriden keskin bir haykırış geldiğinde Pars’ın göğsünde soğukta kalmış bir kuş gibi titredim. Bu sesin sahibini tanıyordum. Bu sese en çok ben aşinaydım.

Ensemden başlayan bir ağrı bütün başımı kaplamayı hızla sürdürürken yüzümü olduğum yerden kaldırdım. “Eşlik etmek istemezsen burada bekle,” dedim sakince. “Ama ben içeri gireceğim.”

“Cehennemin en kuytusuna gitmeye karar versen bile peşine takılmazmışım gibi… Sunduğun teklif mantıklı mı?”

Dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Yüzümü ondan çektiğimde kapıda bekleyen iki adamın da çoktan bizim uzağımıza gittiğini görmüştüm.

“Gerçi böyle saf bir tanrıçanın cehennemin kapısında dahi işi olmaz, örneğim doğru değildi.”

Başka bir anda, başka bir yerde ve başka bir senaryoda bunları söyleyen dudaklarına dudaklarımı bastırmama sebep olacak sözcüklerini tepkisizlikle karşılayabilmek zordu. Yine de kendimi sıkarak ve aslında kulağıma doluyor olan uğultulu seslerden de güç alarak yerimde kaldım.

“İçeri,” dedim tekrar. “Lütfen.”

Sırtımın tam ortasından geçirdiği koluyla birlikte benimle aynı anda kapıya ilerlediğinde Pars’ın etki alanından kopmam normalde uzun sürüyorken şimdi kapı eşiğinden geçtiğim anda direkt olarak kendimi gök gürültülü bir fırtınanın ortasında sokakta kalmış gibi hissetmeye başlamıştım.

Babamın ağır -birçoğunu tam anlayamasam da sesindeki ton algılarıma yetiyordu- küfürleri havada uçuşurken bir iki adım sonra az çok ne ile karşılaşacağımı biliyordum.

Kapıdan girer girmez kendinizi küçük bir alanda buluyordunuz. Buraya bir salon denemezdi çünkü salon olmasına yetecek hiçbir eşyayı barındırmıyordu içinde. Bomboştu.

Boşluğun ortasında bir yerde yaşanan karmaşaya gözlerimi çevirmeden önce biraz geride yan yana duruyor olan iki kardeşe baktım. Abilerim ilerideki duvarın yanında, yan yana ve ayaktalardı. İkisi de biz içeri girdiğimizde buraya doğru dönmüşlerdi ancak biraz önce dikkatle odanın tam ortasına baktıklarından emindim.

Bakışlarımı onlardan ayırıp yeniden diğer kısma çevirdiğimde babamın koca bedeniyle kapattığı alanda sadece onun sırtını görebilmiştim bir an.

Arkasında kalan yüzü görmeye, acıyla inleyen sesini duymaya tahammül edebildiğim kadar dahi dayanamayabilirdim.

“Baba,” diye seslendim. Sırtını geren, ona ulaştığından böylece emin olduğum seslenişimin sonunda geriye doğru dönüp bana bakmadı ama hareketleri yavaşlamış, savurduğu küfürler durulmuştu.

“Mou éleipse i foní sou; o patéras sou eínai edó, koíta me. O mikrós mou erastís… ”

*(Sesini özledim; baban burada, bak bana. Küçük sevgilim benim…)

Midemdeki tüm suyun boğazıma dayandığını hissetmeye başladığımda onun söyledikleri odada yalnızca benim için değil, bir isim için daha anlaşılabilirdi.

Babam önünde sandalyede oturuyor olan Nikolos’u o kadar ani bir biçimde sandalyeyle birlikte yere fırlatmıştı ki gözlerimle bunu takip edemeyerek afallamıştım. “Hasta orospu çocuğu,” diye hırıldadı. “O hastalıklı zihnini ayrı, pisliğini dışarı kusan dilini ayrı sikeceğim bekle!”

“Ne söyledi?” diye soran Özgün’ün sesi herkese ulaşsa da benden de babamdan da bir yanıt alamadı. Tıpkı onun gibi Pars ve Özgür de merak içinde görünüyorlardı. Babamın az önceki halinden daha da delirmiş olması ve benim iğrentiyle buruşan yüzüm üçünü de meraklandırmıştı.

“Despina!” diye bağıran Nikolos’tu. İsmimi olması gereken aksanla olması gereken tonla söylemesine rağmen her seferinde adımdan iğrenmeme sebep oluyordu. “Yeter!” diye bağırdı aynı anda da. Türkçe bilmeme rolü ilk darbede son bulmuştu.

Bu kadar korkak bir adamdan, bu denli fazla korkmam belki mantıksızdı. Ancak onunla tanıştığım yıllarda küçük bir çocuktum, savunmasız ve küçücük bir çocuk…

“Yeter, öyle mi?” derken bir anda durdu babam. Sırtımı geriye doğru yaslayıp Pars’ın göğsüne tam anlamıyla yapıştım. Karnıma doğru sardığı kalın koluyla beni sıkıca tutuyordu. Beni büyük ölçüde ayakta tutan da buydu.

“Yeterden anlıyor musun sen?”

Anlamıyordu. Anlıyor olsaydı benim ona yalvardığım ‘yeter’lerden birinde durur, ruhumu öldürmeyi bırakır ve beni özgür kılardı. Ben kaçana kadar, yolum buraya düşene kadar hiç yetmemişti ona.

“Sen kimsin kidiye konuştu birden. Babamın fırlattığı yerdeydi, sandalye ayrı bir yanda kendisi ayrı bir yanda kalmıştı ama yerden kalkmak için çabalamak yerine olduğu yerde kaldı. “Babası olduğunu mu sanıyorsun onun?”

Benim konuşurken dilime yansıyan Yunancanın anadilim olmasından kaynaklanan aksanın daha ağırı Nikolos konuşurken duyuluyordu. Kelimeleri doğru düzgün seçiyordu ama heceleri seslendirirken bu dile ait olmadığını bağırıyordu aslında.

“Küçük bir hatayla elimden kaçmasaydı eğer, ölene kadar haberinin bile olmayacağını unutuyorsun herhalde.”

Avuçlarımı sıkıca kapattım. Onun yalanlarından nefret ettiğim kadar gerçeklerinden de nefret ediyordum.

Söyledikleri doğruydu ve korkunç olan da buydu.

Ben buraya gelmeseydim, annem o adresi bana vermeseydi, Nikolos beni havaalanına varamadan yakalasaydı; bugün Timur Akdoğan benim bir köşede onun kanını damarlarımda taşıyarak nefeslendiğimden habersizce yaşamaya devam edecekti.

Titrek bir nefes aldım. Babam hareketsizce ayaktaydı. Söylediklerinin beni olduğu kadar onu da sarstığını görüyordum. Yumruk yaparak kapattığım avuçlarımdan birini sızlayan gözlerime doğru sürttüm.

“Baba,” dedim yine. Sanki bundan başka hiçbir şey söylemeye gücüm yok gibiydi. Sürekli sesleniyor, devamında asla bir şey söyleyemiyordum.

Babamın bana dönmemesi, az önce yaptığı gibi Nikolos’un üstüne atlamak için bile olsa kıpırdamaması zihnimdeki ipleri koparttığında panikle ağlamaya başladım. Neye ağladığımın bile farkında değildim ama öylesine çok ağlıyordum ki bedenim öne doğru düşecek gibi olmuş, Pars’ın kolu karnıma baskı yapmaya başlamıştı.

“Baba!” diye bağırdım. Haykırıştı bu aslında.

Hayatımın en saf dönemlerinde bu odadaki en iğrenç yaratığa seslenmiştim bu sıfatla. Baba deyip durmuş, peşinde dolanmıştım onun. Artık onun karşısındaki adama, kanından varolduğum kişiye söylüyordum bunu.

Babamı çözen, donakalışını bölüp yanıma iki koca adımda varmasına ve beni kolları arasına sıkıca hapsetmesine sebep olan son haykırışımdı.

Yüzümü aceleyle boynuna gömebilmek için parmaklarımın ucunda yükseldim. Aynı anda kollarımı da sıkıca omuzlarına dolamıştım. Bedenim belimden tutulup havalandırıldı. Babamın iki yanından sarkıttığım bacaklarımla artık gerçekten bir bebekten farksız halde kucağındaydım.

İçimde çığlıklarla, dışımdan ise yalnız iç çeke çeke ağlıyordum. Bakışlarımı kaldırıp yerde kalan bedene çevirmemek için kendimi sıktım. Bunu yapmayacaktım. Ona bir daha ne bakacak ne de duyacaktım. Az önce gözlerinin önünde ‘kimsesiz’ olmadığımı görebileceği koca bir sahne var olmuştu. Beni son görüşü bu olacaktı.

“Babam,” dedim boynunda kısık bir mırıldanmayla. İçerlemiş, kendi kendime konuşuyor gibi sesimi kısarak seslenmiştim.

“Babasının bebeği, babasının Ahu’su.”

Enseme, saçlarıma, yarı açık kalan yanağımın her yerine onlarca kez dudaklarını bastırdı. Ağlayışım durulmak yerine daha da arttı. Öpücükleri ilk kez sakinleştirici değil, tetikleyiciydi benim için.

Açık havaya çıktığımızı hissettim ama başımı boynundan ayırmadım. Düzensiz aralıklarla ‘baba’ diye sayıklayıp duruyor, her seferinde bolca öpücüğü tenimde ağırlıyor ve ağlayışıma hız kesmeden devam ediyordum.

Canavarımla yüzleşmek sandığım kadar kolay ve sıradan olmamıştı. Yanımda beni aşılmaz bir dağ gibi koruyacağını bildiğim dört ayrı kişiye sahip olsam da aynı odanın içinde onunla nefes almak beni direkt olarak henüz çok da geçmişte kalmamış olan zamanlara götürmüştü.

“Evimize gidelim mi Ahu’m? Evimize götüreyim, uyutayım mı seni bebeğim?”

Onaylamadım ama reddetmedim de, sessiz kaldım sadece. Nefeslenmeye çalıştım bir süre. Ağlamak nefeslerimi boğazıma dizmiş, düzgünce nefes alabilmeme engel olmaya başlamıştı.

“Ölürüm senin iç çekişlerine, tamam babam. Bitti, geçti.”

“Ben seni çok seviyorum,” diye fısıldadım boynundaki boşluğa.

“Ne kadar seviyorsan, bin katını ben hissediyorum sana.”

Omuzundaki elimle orayı okşadım tembel bir hareketle. “Bırakma beni,” dediğimde şu an kucağından inmemekten çok daha fazlasını, bugünün çok daha ötesini kastediyordum.

Beni anladı.

Biz artık iki yabancı değildik. Birbirini tanımayan, birbirinin adından başka bir şey bilmeyen iki farklı insan değildik. Timur ve Despina değildik. Babamdı o benim, ben de babasının bebeğiydim.

“İstersen bana ‘bırak’ diye yalvar, bırakmam Ahu. Senden başka herkes karşıma dizilsin ‘bırak’ desin, yine bırakmam.”

Güvenli sıcağına kavuşmuş, korkunç kâbusumun yanından uzaklaşmış ve yeterince telkin edilmiştim. Savunma mekanizmam devreye girip bilincimi boşluğa yuvarlarken babamın beni daha sıkı tuttuğunu hissettim.

Bırakmıyordu beni. Hiç bırakmayacaktı.

 

~

 

“Şşş, buradayım.”

Timur son on beş dakikadır durmadan yaptığı gibi kısık bir fısıltıyı kızının kulağına doğru bıraktı. Arabanın arka koltuğunda, kucağında derin nefeslerle uyuyan kızını sıkıca sarmışken Timur aynı anda bambaşka hisler ve güdülerle baş etmeye çalışıyordu.

Despina yerinde sıçrar gibi kıpırdadıkça Timur ona varlığını hissettirmek için bir şeyler fısıldıyor, sırtındaki elini kıpırdatıp kızını rahatlatmaya çalışıyordu. Yöntemi işe yarıyordu ancak Despina dakikalar önce yaşananlar ve belki de üstüne eklenmiş halde bekleyen yılların birikimiyle bir türlü uzun süreli gevşeyemiyordu.

Kollarında kızının titreyişleri can buldukça Timur onu buraya bırakıp koşarak içeriye girmek ve parmaklarının arasında Nikolos’a son nefesini eze eze verdirtmek istiyordu. Aldığı nefesler fazlalıktı, zarardı.

Aklına getirmemeye çalışması nafileydi, o adamı gördüğünde tek düşündüğü kızının üstünde bıraktığı hastalıklı izler olmuştu. İzlerin bugüne somut bir yansıması kalmamıştı ama bu yetinebileceği bir sığınak değildi.

“Kurban olurum senin cesaretine,” diye fısıldadı kulağına. “Bana gelişine, tüm kırgınlıklarına rağmen bana güvenişine ölsün baban Ahu’m.”

Despina babasının söylediklerini anlayabiliyor değildi. Yine de onun sesini uykusunun bir köşesinde duyuyor, duydukça da bedeni gevşiyordu.

Timur bakışlarını camdan dışarıya, küçük kulübenin kapısına doğru çevirdi bir an için. Baktığı ilk an orada bir hareketlilik yoktu. Bakışlarını oradan çekmek için kıpırdatacakken kapı hızla aralanmış ve peş peşe Özgür ve Pars ikilisi dışarıya çıkmıştı apar topar.

Birbirleriyle yarışır gerginlikteki ifadeleriyle, aradaki mesafeye rağmen burunlarından soluyor olduklarını görebiliyordu Timur. O kızını alıp çıktıktan sonra geride kalan üç adamın sakince bekleyeceğini düşünmemişti zaten, şaşkın değildi elbette.

Kapıdan çıkan ikilinin hemen ardından Özgün de belirmişti. Timur onun bir şeyler konuştuğunu gördü ağız hareketlerinden. Hemen sonrasında kapıda bekleyen iki adam hızlıca içeriye girdiler. Belli ki söylenenler onları ilgilendiriyordu.

Özgün arabayı kilitleyip bıraktığı için Timur Pars’ın arabasındaydı. Pars’ın arabayı kilitlemeyi düşünemeyecek kadar andan kopuk oluşu işe yaramıştı bu şekilde. Öndeki arabada kimseyi göremediklerinde üçü de aynı anda arkadaki arabaya bakmış ve arka koltuktaki ikiliyi görmüşlerdi.

Büyük adımlarla arabanın yanına vardıklarında Özgür arka kapıya uzanıp açtı. Hiçbir şey söylemeden arabanın içine doğru eğilip dudaklarını Despina’nın ensesine bastırdı. Timur’un az önce narince toparlayıp kızının bileğinden çıkartmadığı tokasıyla tutturduğu saçları ensesini açıkta bırakıyordu.

Timur dur durak bilmeden konuşmasını her zaman sessizliğine tercih edeceği Özgür’e, oğluna doğru baktı. Gözleri öfkeyle parlıyordu. En azından ilk bakışta göze çarpan sadece buydu. Ancak Timur bunun ötesini görebilecek kadar iyi tanıyordu onu. Bir şeylerin pişmanlığını yaşadığını, gözlerindeki yorgunluktan anlayabilmişti.

Özgür bıraktığı küçük öpücüğün ardından geriye doğru çekilip doğruldu. Elinin tersiyle burnunu yukarı doğru iterken birkaç adım ileriye doğru yürümüş, arabadan ve aynı anda kulübeden de uzaklaşmıştı.

Onun uzaklaşmasıyla birlikte Timur asıl sorunu anlamak ister gibi sırayla Özgün’e ve Pars’a baktı. Onların yüzünde de öyle çok farklı bir ifade yoktu. Özgür’le tıpatıp aynı olmasa da, çok benzeri ifadelerle karşısındalardı.

“Ne söyledi?” diye sordu Timur zorlukla. Cevaplanmasını isteyip istemediğinden emin değildi bu sorusunun.

“Hasta bu piç!” diye soludu Özgün. Öfkesine yenik düşerek bağırmanın kıyısından dönmüştü. Despina’nın uyanmasından çekinerek kısabildiği kadar kıstığı sesi yine de bir bağırıştan farksızdı. “Abi hastalıklı orospu çocuğunun teki bu herif, o… O nasıl yıllarca onunla aynı evdeydi?”

Özgün çaresizce son kısımda Despina’nın görünmeyen yüzüne, saçlarına doğru bakmış ve konuşmuştu.

“Bilmiyorum,” diyebildi Timur. “Bencillikse bencillik, ben bilmeyi de isteyemiyorum Özgün. Hayal etmeyi aklım almıyor, duymayı da almaz oğlum.”

“İkinci yumruğu yiyemeden gözü kapandı, bir gram gücü yok direnecek. Ellerinde kalacaktı, dışarıya zor çıkarttım ikisini.”

Timur, Özgün’ün Pars ve Özgür’den bahsettiğini anladığında bakışları Pars’ı buldu. Onun kendilerini duymadığını, uzakta bir noktaya öylece daldığını ve hiç kıpırdamadığını gördüğünde derince nefeslendi.

“Bıraksaydın,” dedi Timur umursamazca. Yıllardır yanında büyüyen, nefeslenen bu iki adamı biraz olsun tanıyorsa; Nikolos’un ellerinde can vermesine oturup dertlenecek halleri olmadığını da biliyordu.

“Abi…” dedi Özgün arabaya doğru yaklaşıp az önce kardeşinin yaptığı gibi içeriye eğilirken. “Buradan sonrasını ben halledeceğim. Sen kızını ve oğullarını alıp evine git artık, üçü de iyi değil.”

Timur çatılan kaşlarıyla Özgün’e baktı birkaç saniye. “Kendini dışarıda tuttuğun o tanımı susuz yuttururum sana, Özgün. Özgür ne kadar Fatih’in emanetiyse bana, sen de o kadar emanetsin. O inadını kıramadım, seni yanıma alamadım diye gözümde Özgür’den farklı bir yerdesin mi sanıyorsun?”

Özgün bir şey söyleyecek gibi oldu ama Timur izin vermeden devam etti. Tüm bunlar fısıltıyla konuşuluyordu, zira Timur kollarında uykudaki kızını ağırlıyordu. “Baban kollarımda verdi son nefesini, o son nefesten önce de dudaklarından sizden başka bir şey dökülmedi. Başa mı dönelim Özgün? İstersen döneriz, ben sana bunu kırk kez daha anlatırım. Aklın o ‘oğulların’ sıfatına kendini de ait kılana kadar konuşurum.”

Özgün yutkundu sertçe. Timur Akdoğan’ın kolay kolay kendisiyle böyle uzun uzadıya konuşmayacağını biliyordu. Ancak bugün diğer günlerden biraz farklı bir gündü.

“Ben aldığım sorumluluğu bir kenara itip her şeyi unutarak yanınızda gülümsemeye, nefeslenmeye devam edemem abi. Bunu uzun uzun devam ettiremeyeceğimi biliyorsun.”

“Kızıma kollarını açıp ‘ben senin abinim’ derken, ona kendini alıştırırken bu gerçek neredeydi peki?” diye sordu Timur. Özgün böyle bir yerden vurulmayı beklemiyordu. Sarsıldığını dışarı olabildiğince az yansıtmaya çalıştı, ne kadar başarılı olduğu tartışılırdı.

Timur’un derdi Özgün’ü köşeye sıkıştırmak, çaresiz bırakmak değildi. Asıl derdini anlaması için konuşmaya başladı tekrar. “Neler yaptığın, hangi güce nereden ne şekilde sahip olduğun sana kalsın. Yıllar sonra ilk kez kendi isteğinle bu kadar günü üst üste evde geçirdin bizimle. Bu piç bulunana kadar kalacakmışsın gibi kodlamışsın zihnine, umurumda değil. Geberse de gebermesi için bir delikte kaderine terk edilecekse de sen bu gece bizimle birlikte eve dönüyorsun Özgün.”

Özgün daha fazla söyleyecek bir şey bulamadı. Gözlerinde sessiz bir kabulleniş vardı, Timur için bu yeterliydi. Onu daha fazla zorlamadı, sustu.

Özgün, Özgür’ün aksine Despina’nın ensesine değil omuzuna dudaklarını bastırdıktan sonra hızlı adımlarla uzaklaştı. İlk işi kardeşinin yanına ulaşmak, ikincisi ise içeri dönüp son kararını vermek olacaktı.

Timur boş kalan kapıya sırası gelen üçüncü kişinin gelip gelmeyeceğini anlamak için bakındı. Pars yerinden kıpırdamamıştı. Gerçekten dalmış, bu andan sıyrılmış olmalıydı.

“Pars!” diye seslendi Timur ona ulaşacak kadar yükselttiği sesiyle. Dakikalardır Özgün ile konuşmasına rağmen kıpırdamadan kızı duyduğu isimle anlamsızca bir şeyler homurdandığında kaşları çatılmıştı.

Pars sensörü mü vardı kızında? Görünce ayrı, duyunca ayrı, adı anılınca ayrı tepkiler veriyordu.

Despina’yı kıpırdatan ses asıl amacına da ulaşmış, Pars adını duyduğunda irkilerek de olsa başını çevirerek arabaya doğru dönmüş ve bir iki adım atmıştı.

“Efendim abi?” dedi direkt. “Bir şey mi oldu?”

“Yok,” dedi Timur. “Geç otur arabaya, kaldın orada.”

Pars itiraz etmedi. Arka koltukta kalan boşluğa yerleşti, arabanın içine gelen esintiyi kesip Despina’yı korumak isteyerek kapıyı da kapattı.

“Ön koltuklar da boş aslında,” dedi Timur ağzının içinde homurdanarak.

“Görüyorum, evet.” Pars cevap veriyordu ancak aklı çok başka bir yerdeydi. Bakışlarını babasının boynuna gömülü halde uyuyan kızın yarım yamalak görünen yüzüne dikmiş, dikkatle onu izliyordu.

“Görüyorsun da ne görüyorsun acaba?”

Timur daha fazla bir şey söylemedi. Pars büyük bir dikkatle Despina’ya bakıyorken kendisi de dümdüz karşıyı izlemeye başladı. Yaşananların yoğunluğu, ağırlığı yalnızca omuzlarına değil tüm bedenine aynı anda çökmüştü.

Dakikalar geçti. Timur’un aklı bir yandan dışarıdaki iki kardeşte kalmıştı. Kollarındaki bedeni asla bırakmak istemiyordu ancak bıraktığı takdirde kızının küsmeyeceği sayılı kişilerden biri yanındaydı.

“Köşeye kay,” dedi Timur birden. Pars arabadan atılmak üzere olduğunu düşünerek de olsa kayabildiği kadar kenara ilerledi. Böylece ikisinin arasında yeteri kadar boşluk oluşmuştu. Timur yavaşça göğsünden doğrulttuğu kızının yanaklarına bolca öpücük bıraktı. “Babam, hemen geleceğim.”

Kızının duyup duymadığından emin değildi. Test etmek için dudaklarını başka bir cümleyle araladı. “Pars yanında, burada.”

Despina direkt olarak bir şeyler mırıldanmış, yüzü gerilmek yerine olduğu gibi kalmıştı. Timur sabır dilenerek önce kızına, ardından sahneyi keyfi yarım yamalak da olsa yerine gelebilmiş halde seyreden oğlu yerine koyduğu adama doğru baktı.

“Uyanmasın, uyanırsa da inmesin arabadan.”

“Eyvallah abi.”

Timur, Despina’yı yavaşça koltuğa bıraktığında hedeflediği kızını koltuk başlığına doğru yaslamak ve boynunu düzeltmekti. Ancak kızı bıraktığı gibi devrilip, bulduğu ilk sıcaklığa sokulmayı tercih etmişti.

Oturduğu yerden Pars’ın omuzuna yanağını yaslayarak yatmaya geçmiş olan kıza biraz bakındı. Uykusu asla bölünmemişti. Timur, içindeki ilkel sahiplenici baba modelinin bağırdığını hissetti. Kızı kendi yokluğunu hissedip uyanmalı, yanındaki bu cinse yapışıp mışıl mışıl uyumamalıydı.

Dişlerini sıka sıka arabadan indi. Kapıyı pat diye kapatma güdüsüyle de savaşıp galip geldikten sonra yavaşça kapıyı kapatıp Özgür ve Özgün’ün ne tarafta olduğunu görmeye çalıştı, yanlarına gidecekti.

“Bir gün elinde kalacağım babanın galiba Afrodit, o güne kadar bolca vakit geçirmemiz lazım.”

Pars kendisini asla duymayan Despina’yla konuşmaktan geri durmazken yanağını omuzuna yaslı duran kızın saçlarına doğru bastırmıştı. Kolunu sırtı ve koltuğun arasında kalan boşluktan geçirip bedenini olabildiğince düzeltti. İki büklüm uyuyordu ama şu an tutup onu kucağına alacak kadar da aklını yitirmemişti henüz. Timur Akdoğan’ın sınırları öyle bir anda kocaman genişleyecek kadar rahat değildi.

Kucağına alamasa da dudaklarını bulduğu her boşluğa bastırıp durdu. Arabaya kimse bakmıyordu, gerçi baksa da Pars için bu öpücükler alacağı tepkilere kesinlikle değerdi.

O akşam, saatler artık geceyi bulurken değişen birden fazla şey vardı. Bu değişimlerin kaynağı ise tek bir yerde toplanmıştı.

Despina’nın kâbusu son bulmuş, masalının canavarı sonsuza dek hayatından çıkmıştı. Masalına sonradan dahil olan kral ve prensler canavarı çok geçmeden yakalamış, bir daha adı duyulmayacak bir karanlığa gömmüşlerdi.

Önüne başka başka sorunlar, başka engeller çıkmayacak değildi. Elbette çıkacaktı. Ancak onlar artık kaynağını böyle dolambaçlı, ruhuna yıllarca işlemiş bir yerden değil; başka yerlerden bulacaktı. Despina yeni sorunlarını öğrenilmiş çaresizliğiyle eli kolu bağlı beklediği canavarı karşısında olduğu gibi sessiz bir kız çocuğu olarak değil; sesini çıkarabilen, ayakta dimdik durabilen, sırtını yaslayacağı birden fazla koca dağ olan bir genç kadın olarak karşılayacaktı.

Ömür doğduğunuzda başlardı, yaşam ise bazen başlamak için yıllarca bekletirdi insanı. Despina ömrünün on dokuz yılını bitirmişti ancak yaşamına yeni başlıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm