Aykırı Çiçek 32.Bölüm
32.BÖLÜM
Savaş,
kollarının arasında tuttuğu ve halen birbirlerine sıkıca sarılıyor olan
karısını ve kızını daha fazla ayakta tutmak istemeyerek toparlanmayı denedi.
“Pınar…” Karısının bütün dikkati kızlarındaydı fakat yine de seslenerek araya
girmeye çalıştı. “İçeriye geçelim artık, hadi hayatım.”
Cevap
beklerken bakışları, etraflarında dizilmiş bu sahneyi izliyor olan oğullarında
gezindi. Yaman, Rüzgar ve Toprak’ın omuzlarına kollarını sarmış halde
duruyorken; Yekta diğer köşede afallamış bakışlarıyla gözünü kırpmadan annesine
ve onun hemen yanındaki kız kardeşine bakıyordu.
Yekta,
Deniz’in acısı bu eve düştüğünde henüz 6-7 yaşlarındaydı. Yaman biraz daha ölüm
gerçeğini kavrayabilecek yaştaydı, Toprak ve Rüzgar ise çok küçüklerdi fakat
Yekta arafta kalmıştı. Annesinin ve babasının çok üzgün olduğunu anlıyor, bunun
Deniz’in olmayışıyla da bağlantısı olduğunu biliyordu ama Deniz’in neden evde
olmadığını algılayamıyordu. Herkes onu çok özlüyorken neden uzakta olsundu ki?
Pınar omuzuna
yatırdığı İzgi’nin halen ağlıyor olduğunu hissedebiliyordu. Hıçkırıkları
kesilmiş olsa da yaşlar yerli yerindeydi. Kendisi az önce yaşadığı ilk şokun
etkilerinden biraz sıyrılmış, en azından ağlamayı bırakmıştı. Savaş
ağırlıklarını kendisi yüklenmeye çalışsa da kızının daha rahat etmesi
gerektiğini düşünerek bir elini İzgi’nin saçlarına uzattı. “Bebeğim,” derken
parmaklarını saçlarının arasından yavaşça geçiriyordu. “Salona gidelim,
yoruldun annecim.”
“Yüzümü
yıkamak istiyorum.” Sesi boğuk olsa da herkese ulaşmıştı. “Ben de geleyim mi?”
Pınar, sanki alacağı cevaptan korkarcasına nefesini tutarak sorduğunda İzgi
başını yavaşça bulunduğu yerden kaldırdı. Cevabını başını aşağı yukarı
sallayarak verince Pınar kızının elini sıkıca tuttu. İzgi, annesi dışında
-hepsi dikkatle ona bakıyor olsa da- hiçbir bakışa takılmadan elindeki tutuşa
aynı sıkılıkta karşılık verdi. İkisi gözden kaybolurlarken geride kalan beş
adamın bakışları bir süre arkalarında takılı kaldı, görüş açılarından kaybolana
dek hepsi Pınar ve İzgi’yi izlediler.
“Baba…” Yekta,
Savaş’a çevirdiği gözleriyle tek kelimesiyle binlerce soru sorarmış gibi
mırıldanırken Savaş derin bir nefes aldı. “Birkaç gün önce Deniz yaşıyormuş
dedin, şimdi de bulup getirdin. Bu… Bu kadar kolay olamaz ne oluyor?”
“Anlatacağım
Yekta, anlatacağım oğlum ama şimdi değil. Annen ve Deniz’in bizi duyabiliyor
olduğu bir anda değil.” Yekta bu konuşmayı ertelemek istemiyordu, ama
duyacaklarının güzel şeyler olmadığını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu.
Bu nedenle üstelemedi, arkasını dönüp salona girerken Savaş çaresizce Yaman’a
baktı kısa bir an. Yaman, kollarının altındaki kardeşlerini serbest bırakırken
onlar da Yekta’nın peşinden salona geçtiler.
“Bakma öyle
baba, hepsi şaşkın halen. O yüzden böyleler, zamanla geçecek. Tanımıyor musun
sanki.” Yaman babasının yanına geçerken bir yandan da onun ifadesinden anladığı
kadarıyla gergin olan halini geçirmeye çalışıyordu.
“Çok ağladı,”
derken Savaş konuyu biraz değiştirerek İzgi’ye getirdi. “Yine… Yine geçen
seferki gibi bir şey olur diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Kendi istedi
bu kez burada olmayı ama yine de onun için erken biliyorum.”
“Bu, kendini
alıştırabileceği bir durum değil baba. Aradan aylar da geçse bu anları yaşayacaktık.”
Savaş, oğlunun
haklı olduğunu biliyordu fakat geçen hafta karşısında nefes alamıyormuşçasına
çırpınan kızı unutabileceği bir durum değildi. Her ağlayışında bunu
hatırlayacağına adı gibi emindi.
Kapı ve adım
sesleri duyulduğunda Savaş ve Yaman direkt olarak oraya döndüler. Ellerini
ayırmamış olan ikili görünür hale geldiğinde İzgi, az önceki haline oranla çok
daha iyi görünüyordu. Ağlamış olduğunu haykıran gözleri dışında yüzünde bir
belirti yoktu, dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı.
“Denizkızım,”
diyerek babasından hızlı davranarak İzgi’yi kendisine çeken Yaman oldu.
“Efendim?” Yaman, kulakları duymamış gibi eğilip eliyle kulağını işaret etti.
“Efendim ne?”
İzgi, kendini
tutamayıp kısık bir sesle güldü. “Efendim abi?” Yaman, duyduğu en güzel kelimeymiş
gibi yüzünde güller açarak İzgi’nin alnını öptü. “Abin yesin seni.”
“Yavaş yesin,
gözümün önünde yedin kızımı.” Savaş, Pınar’ı aynı şekilde saran kendisi
değilmiş gibi Yaman’a laf atarken karısından küçük çaplı bir tokat yemişti
göğsüne. “Sussana Savaş.”
“Değil mi
anne? Sussana Savaş Göktürk!”
Pınar, Savaş’ı
ittirerek salona sokarken Yaman da peşlerinden İzgi ile birlikte gitmek
üzereydi ki kolunu tutan kardeşiyle duraksadı. “Söyle güzelim.”
“Şeyi buraya
çağırsan olur mu?..” Yaman anlamamış bir ifadeyle bakınca kısıkça devam etti.
“Yekta abiyi.”
“Çağırırım
abim, çağırırım tabii ki. Neden peki?”
“İçerisi
kalabalık, oraya girersek ona yaklaşmaktan çekinirim. Öyle olursa kırılır belki
diye…” Yaman, kafası karmakarışık halde olmasına rağmen bu şekilde ince
düşünebilmiş olan kardeşini göğsüne bastırırken içinden şükretmeyi
sürdürüyordu. “Kimse sana kırılmaz abim, ne yapmak istiyorsan öyle
yapabilirsin. Sana bunun garantisini veriyorum, kimse kırılmayacak.” Yaptığı
küçük açıklamadan sonra İzgi’yi bırakmadan kafasını salona doğru uzattı.
“Yekta! Gelsene bi’.”
Yekta,
abisinin seslenişiyle ayaklanırken İzgi de yerinde sallanıp duruyordu. “Ne
oldu?” diyerek yanlarına ulaşan Yekta, İzgi’yi gördüğünde biraz şaşkındı. Onun
halen banyoda olduğunu düşünüyordu salondan çıktığı sırada.
Yaman cevap
vermesi için İzgi’ye bakıp sessiz kaldı. Yekta, abisinin göğsüne sırtı yaslı
halde duran küçük bedeni tutup kendi kollarına çekmemek için avuçlarını sıkıca
kapattı. Onu korkutmaktan çekinmese bunu yapmak için bir saniye bile duraksamazdı.
İzgi’nin
bakışları da Yekta’nın kapanan avuçlarına kaydığında doğru anlıyor olmayı
umarak sırtını yavaşça Yaman’dan ayırdı. “Az önce seni görmezden gelmiş gibi
oldum, banyoya gidince. Ama öyle yapmak istememiştim gerç-…” İzgi’nin cümlesini
tamamlamasına izin vermeyen Yekta’nın kollarıydı. Cümlenin bu kısmı Yekta için
yeterliydi, az önceki çekincelerinden sıyrılıp İzgi’nin sırtına sardığı koluyla
onu göğsüne yaslamıştı.
İzgi, ailenin
diğer erkekleri gibi kendisinden bayağı uzun olduğu için yüzü ancak göğsüne
yetişen abisinin sıkı tutuşundan hiç rahatsız olmadı; aksine daha önce
defalarca kez bu anı yaşamış gibi tanıdık hissediyordu.
Yekta
kollarının arasındaki kardeşini sarabildiği kadar sıkı sarıyorken aniden
elinden kayıp gidecekmiş gibi hissetmekten alıkoyamıyordu kendini. Yekta
büyüdükçe Deniz’in acısını daha anlayabilir hale gelmiş, diğerlerinin yası
düzlüğe çıkmaya başlamışken o, yıllar sonra Deniz o gün ölmüş gibi acı çekmeye
başlamıştı.
“Rüya gibi,
ama olmasın. N’olur rüya olmasın.” Mırıldanışı çok kısıktı, İzgi için dahi yarı
anlaşılır yarı anlamsız kalmıştı. Yaman, ikisini yalnız bırakmaya karar verip
sessizce salona girdiğinde ne Yekta ne de İzgi onun gidişini fark etmiş
değillerdi.
~
İki yanımda sallanıyor olan kollarımı kaldırıp Yekta
abimin beline sıkıca doladığımda saçlarımın üzerinde derin öpücükler hissettim.
“Çok güzel kokuyor saçların, burada kalayım mı hep?” Burnunu saçlarıma
sürterken fısıltıyla konuşuyordu. İtiraz etmedim, sessiz bir onaydı bu.
İstediği kadar kalabilirdi, şikâyetçi olacağımı sanmıyordum.
Üzerindeki tişörtün kumaşıyla oynarken salondan kimse
çıkmadı. Muhtemelen Yaman abim onları bizim neden burada olduğumuzla ilgili
aydınlatmıştı.
Birkaç dakika geçmişti, yorulmaya başlamıştım ve oturmak
istiyordum ama sarılmayı bırakasım da gelmiyordu. Dudaklarımı aralayıp bu
düşündüklerimi dile getirecekken kulağıma dolan bambaşka bir sesle ağzım açık
halde duraksadım.
Üst kattan geldiği belli olan, kısık ses bir ağlama
sesiydi. Biri ağlıyordu.
Ağlayan kişinin küçük bir bebek olduğuna dair ciddi
bahislere para yatırabilirdim. Ağlama sesi şaşkınca kollarımı abimden çekip bir
adım geriye atmama sebep oldu. Ondan ayrılmış olmam abimin de odağının benden
kayıp sesi duymasını sağlamış olmalıydı ki gözleri kocaman oldu. Ardından hızla
merdivenlere doğru ilerledi. Peşinden ilerlemek için tereddüt etmemiştim.
Telaşla yürürken ben de hemen arkasındaydım.
Merdivenleri bir adım arkasında kalacağım şekilde
bitirdiğimizde abim sol tarafa döndü. Ağlayış sesi gittikçe yoğunlaşıyordu, kaynağa
yaklaşıyorduk. Yarı açık bir kapıyı itip içeri giren abimin arkasından ben de
odaya girdim.
Bir bebek odasında olduğumuzu anlamam çok kısa bir
zamanımı aldı. Bej ve krem renklerle kaplı, ferah bir odadaydık. Odanın uç
tarafında yüksek korkuluklu bir beşik vardı. Abimin eğilip o beşikten
kucakladığı beden ağlayışları iç çekişlere dönmüş halde etrafa bakarken
gözlerimi kırpıştırarak bebeğe baktım.
Abimin omuzuna yaslanmıştı, bebeklerin yaşını tahmin etme
konusunda iyi sayılmazdım ama taş patlasa 2 yaşında gibi duruyordu. Koyu kahve
dalgalı saçları alnına dökülmüş, uykudan yeni uyandığını belli eder gibi
karışmışlardı. “Pamiy koyktu.” *(Pamir
korktu.)
Dudaklarını bükerek konuşması iç çekişleriyle birkaç kez
bölünmüştü. Bebeğin kardeşim olma ihtimalini elemiştim, benden saklayacaklarını
sanmıyordum. Yaman abim kaç kardeş olduğumu en başında tekrarlamıştı zaten. Bu
bebeğin yeğenim olduğunu düşünüyordum bu yüzden.
“Korkacak bir şey yok babacım, yalnız uyanınca mı
korktun?” Yanılmadığımı açıkça gösteren Yekta abim, oğlunu sıkıca sarmışken
benim de odanın girişinde duruyor olduğumu ilk fark eden Pamir oldu. Beni
tanımadığı için çekineceğini düşünmüştüm ama Pamir dikkatle yüzümü incelemekle
meşguldü.
Elimi havaya kaldırıp hafifçe salladım. Pamir, ona selam
vermemden hoşlandığını belli eder şekilde kıkırdadı. Gözünde halen parıldayan
yaşlar vardı ama kendine çoktan gelmiş gibiydi. Beni taklit ederek elini
sallayınca gülümsedim. Bu sırada bana sırtı dönük olan abim Pamir’deki
hareketlilikten burada olduğumu anlayarak hızla bana döndü.
“Deniz…” diyerek ne diyeceğini bilememiş gibi
duraksadığında onun bu halini es geçerek yanlarına doğru adımladım. Pamir
yüzümde dolaşan bakışlarını çekmeden babasının omuzuna koyduğu başını
dinlendiriyordu. “Hala mıymışım ben?” dedim kendi kendime. Hevesimi dışarıdan
gören biri başbakan olduğumu düşünebilirdi ama umursamadım. Heyecanlanmıştım,
kan bağım olan küçük bir bebek vardı ve tam karşımdaydı.
Söylediğimi Yekta abimin de duyduğunu yüzüne oturan
gülümsemeden anlamıştım. Bu biraz utanmış hissetmeme sebep olunca yerimde
sallandım. “Halasın tabii, değil mi Pamir?” Halanın ne olduğunu bilmediğine
emin olduğum Pamir şaşkın bakışlarla bir babasına bir bana baktı. Ardından bu
bilinmezlikte darlanmış hissettiğinden olacak ki kendisini yere doğru atmaya
çalıştı.
“Yavaş oğlum, yavaş.” Abim Pamir’i yere indirdiğinde
Pamir paytak adımlarla odadaki oyun alanına benzeyen kısma ilerledi. Peluş bir
dinozoru kucaklayıp yeniden bize doğru geldi. Babasına gitmek yerine benim
önümde durduğunda iki elini kaldırabildiği kadar havaya kaldırıp bana uzattı.
Elinde duran peluş da üst bacağıma çarpıyordu.
Kucağıma almamı istiyor gibiydi ama yine de emin olmak
için onay isteyen bakışlarla abime baktım. Göz kırpıp Pamir’i işaret etti.
Dudaklarımın kıvrılmasına engel olmaya çalışmadan eğilip Pamir’i kucağıma
aldım. Tahmin ettiğimden daha hafifti.
Oyuncağını omuzuma bastırırken kendisi de diğer omuzuma
yattı. Bacaklarından ve sırtından destekleyerek rahat etmesini umdum. “İşmin
ne?” *(İsmin ne?)
Pamir bu sorunun benim için oldukça zor olduğunu bilse ne
düşünürdü? Adımın ne olduğunu söylemekte zorlanacağımı kırk yıl düşünsem tahmin
edemezdim.
Yekta abimin Feris İzgi’den haberi olmadığını hesaba
katarak “Deniz.” diyerek cevapladım Pamir’i. “Ama hala diyebilirsin bence.”
“Hala ne?” Hala kelimesini hatasız telaffuz etmesini
beklemediğim için küçük bir şaşırma anından sonra yanıtladım. “Babanın
kardeşine hala deniyor.”
“Hayıy! Amca deniyoy, hala deyil.” *(Hayır! Amca deniyor, hala değil.)
Bolca amcaya sahip olduğunu düşününce bu yanıtımın Pamir
için anlamsız olmasına şaşırmamalıydım. Abim kısık sesle gülerek araya girdi.
“Erkek olanlara amca deniyor, kız olanlara hala deniyor Pamir. Yaman, Toprak ve
Rüzgar amcaların; Deniz de halan.”
Pamir dinozorunu bana bastırıp kendisi düşüncelere dalmış
haldeyken odaya babam girdi. “Burada mıydınız?” derken bir süredir bizi
arıyormuş gibi telaşlıydı. Kucağımdaki Pamir’i gördüğünde gülümsedi. Şakağımı
öptükten sonra Pamir’in de saçlarına küçük bir öpücük bıraktı. “Halanla mı
tanıştın sen paşam?”
Pamir onaylar bir ses çıkarttı ama babamın söylediklerini
duymuşa benzemiyordu. Bir eli oyuncağında, diğeri saçlarımın uçlarında dururken
henüz uyku halinden tam da sıyrılamamış gibiydi. “Merak ettik biraz zaman
geçince neredesiniz diye.”
“Pamir uyanınca buraya geldik.” dediğimde babam bana
baktı. “İyi yaptınız can suyum, inelim mi aşağıya?”
Başımı sallayarak onayladım. Abim bana kollarını uzatıp
Pamir’i almak için hamle yaptığında Pamir homurdanarak bana tutundu. Buna
sevindiğimi gizleme gereği duymadan gülümseyerek Pamir’e daha sıkı sarıldım.
Odanın çıkışına yöneldiğimde babamların da arkamdan geldiğini adım seslerinden
anlayabiliyordum.
Merdivenleri dikkatlice inip salona ulaştığımda
nedensizce içeriye ilk giren ben olmak istemedim. Babam bu duraksamamı fark
etmeden beni geçip içeriye girdi. Yekta abim ise girmeden önce elini sırtıma
bastırarak bana eşlik etmişti.
Açık renklerle dolu, oldukça geniş bir salonun
girişindeydik. Bir tarafta kocaman bir yemek masası varken diğer kısım oturma
gruplarına ayrılmıştı.
Koltuklara dağılmış olan kişilerde gözlerimi çok
dolandırmadan ilk boş bulduğum yere oturdum. Babam ve annem yan yana
oturuyordu, Yaman abim ise tekli koltuktaydı. Bu yüzden Toprak ve Rüzgar’ın
arasına, üçlü koltuğa oturmuştum. Yekta abim de diğer tekli koltuğa oturdu.
Bakışlar benim ve Pamir’in üzerinde birikince gözlerimi incelemem gerekiyormuş
gibi Pamir’in peluşuna diktim. Gri renkli oyuncağın detaylarına bakarken Pamir
de kucağıma yayıldı.
Pamir’in baktığı tarafta Toprak vardı. Toprak elini
uzatıp saçlarını karıştırdığında huysuzca yerinde kıpırdandı. “Yapma!” diyerek
mızmızlandığında Toprak onu dinleyerek elini çekti.
Salonda garip bir sessizlik vardı. Hiç kimse bu anın
yaşanıyor olduğuna inanamıyor gibiydi. Sürekli birbirlerine ve sık sık da bana
bakıyorlardı. Konuşulması gereken tonla konu varken susuyor olmamız biraz
ironik olsa da sessizliği bozmaya niyetim yoktu.
Babamın omuzuna doğru yaslanmış, pür dikkat beni izleyen
annem gözlerindeki ışıltıları parıl parıl parlarken huzurlu duruyordu. “Yine
sızacak gibi bakıyor, gözleri kapandı kapanacak.” Toprak’ın kastettiği kişinin
Pamir olduğu belliydi. Başımı eğip Pamir’e bakmaya çalıştım ama yanağı omuzuma
yaslı ve diğer tarafa dönük olduğundan başarılı olamamıştım. Toprak onu rahatça
görebiliyordu.
Pamir’in annesinin nerede olduğuyla ilgili merakımı
gidermek için acele etmedim. Abimin parmağında yüzük olduğunu yeni fark
ediyordum.
“Sen kahvaltı yapmadan geldin şirkete değil mi?” Babamın
sorusuna dürüstçe başımı sallayınca annem ayaklandı. “Saat neredeyse iki olmuş.
Aç mı durdun bu saate kadar?” Salondan çıkarken mutfağa gidiyor olduğunu
anlamıştım, aç hissetmediğim için onu durdurmak istedim ama çoktan gözden
kayboldu. Pamir’in uykusunu dağıtmamak için yüksek sesle seslenmek ya da
peşinden gitmek istememiştim.
“Acıkmamıştım.” dedim babama bakarak. “Uğraşmasın boşuna
lütfen.” diye eklediğimde babam sinek vızıldamış gibi söylediklerimi
duymazlıktan geldi.
“Yorma kendini, mideni açıp dolu olduğunu göstersen de
bir şeyler hazırlamaya devam eder annem.” Toprak’ın söylediklerine bir cevap
vermedim. Kabullenmişlikle önüme döndüm.
Pamir’in sırtına anlamsız şekiller çizerken yanağımı onun
saçlarına doğru yasladım. Günlerdir benimle olan gerginliğin bu şekilde biraz
da olsa benden uzaklaştığını hissedebiliyordum. Bebeklerle olan bağım, Pamir’de
de belirgindi. Hatta belki de daha fazlaydı.
Evin içi fazlasıyla sıcaktı, üzerimdeki kot ceketten halen
kurtulmadığım için terlemeye başladığımı hissediyordum. Pamir’i rahatsız
etmemeye çalışarak omuzlarımı kıpırdattım. Ceketten kurtulmaya çalıştığımı ilk
anlayan Rüzgar oldu. Yardım edip ceketi benden aldığında rahatça nefes verdim.
“Teşekkür ederim.” diye mırıldanmıştım sonrasında.
“Rica ederim.” dediğini zar zor duyabildim. Sesi kısıktı,
bakışlarını yüzümde çok fazla tutmuyordu. İlk karşılaşmamızın ardından benim
sürüklendiğim halin onu tedirgin ettiğinin farkındaydım. Ama bu konuda suçlu
olduğunu düşünmüyordum. Kimseye direkt olarak suç atamıyordum, herkes şaşkındı,
kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hep birlikte öğreniyorduk.
Pamir kucağımda tamamen uykuya daldıktan kısa bir süre
sonra annem salona geri döndü. Pamir’i Toprak’ın kucağına bıraktım, o Pamir’i
odasına götürürken ben de küçük ordu eşliğinde annemin mutfağa hazırladığını
söylediği yiyeceklere doğru ilerledim.
Babamın, abimlerin ve hatta Rüzgar’ın da peşimde oluşu
başta normal gelmişti, fakat hiçbiri yemek yiyecek gibi durmayınca sandalyeye
oturmadan önce onlara baktım. “Siz yemeyecek misiniz?”
Hepsi birbirine bakınca olumlu cevap gelmeyeceğini
anlayarak tabağımı biraz ileriye ittirdim. “O zaman ben de yemeyeceğim.”
Tepemde dikilip beni izlemelerine göz yummayacaktım, tek başıma yemek de istemiyordum.
Babamın annemle bakışıp güldüğünü görünce merakla ona
döndüm. “Ne oldu?”
“Evdeki herkes yemek yemiyor haldeyse öğünlerini asla
yediremezdim sana, bebekken…” Son kısmı kısıkça ekleyen annemi duyduğumda
hislerim karışıktı. Bu karışıklığı anlamış gibi Yaman abim konuştu. “E oturun o
zaman, hadi.”
Annemin dakikalar içinde nasıl bu kadar lezzetli şeyler
yapabilmiş olduğunu sorguladığım bir yemek olmuştu. Aç olmadığım halde
haddinden fazla yemiştim. Diğerlerinin de bolca yemiş olması dikkatimden kaçmamıştı
tabii. Zorlamasam oturmayacaklardı bir de.
“Beğendin mi annecim? Biraz daha vereyim mi?” Annem
tabağıma uzanmaya çalıştığında hızla engel oldum. Biraz daha yersem
patlayacaktım.
“Beğendim, çok beğendim hem de ama yeterli. Patlayacak
gibiyim. Eline sağlık.” Israr edecekmiş gibi baktığında gözlerimi kocaman
açtım. Yardım ister gibi diğerlerine baktığımda bu halime hepsinin bıyık
altından gülüyor oluşuna biraz küskün hissediyordum.
Hepsi benim için tanıdık yabancılardı, ama buna rağmen
şımarıp küsebilecek kadar rahat hissediyor olmam çelişkili gibiydi. Kendimi
rahat hissetme konusunda fazla telkin etmiştim ve biraz dozunu kaçırmıştım
sanırım. Ama bundan rahatsız gibi durmuyorlardı.
Yanımda oturan Yaman abim çenesini omuzuma bastırıp
yanağımı öptü. “Küstün mü denizkızım?”
“Küsmedim.” derken sesim içime kaçmış gibiydi. Kalabalığa
ve o kalabalığın bütün ilgisinin benim üzerimde olmasına halen alışmış
değildim. Suyuma uzanıp son yudumunu içtim. Bardaağımı geri bırakamadan zil
sesi duyuldu.
“Kimi bekliyorduk?” Annem sorgularcasına konuştu.
“Barış’tır, dayanamayıp geldi kesin.” Babam söylenirken mutfak kapısına en
yakın olan kişi Rüzgar’dı. Ayaklanıp mutfaktan çıktı.
Bize tam ulaşmayan birkaç uğultulu konuşma sesinden hemen
sonra Rüzgar’ın sesi duyuldu. “Baba!”
Önden babam ve arkasından merakla takip eden herkes
koridora dökülünce ben arakalarda kalmıştım. Kapıda kim var kim yok
göremiyordum ancak duyduğum sesin sahibini tanıyordum.
“Feris burada mı?”
“Burada dedik ya oğlum, yalan borcum mu var benim sana?”
Acar ve amcam arasında geçen bu diyalog gelenlerin ikisi olduğunu anlamama
sebep oldu.
“Feris mi?” diyerek kendi kendine konuşan Yekta abimin
sesi, herkes sustuğundan belirgince ortada kaldığında ona bakmadan ileriye
adımlayıp kapıdakilerin görüş alanına girdim.
Acar gerçekten kapıdaydı.
Üzerindeki gömleğin kolları sıyrılmış, üstten iki düğmesi
açılmış haldeydi. Kötü bir şey olduğunu düşünerek hızlanan kalp atışlarımla
birlikte tamamen yanına ulaştım. “Neredesin sen Feris?” Beni sıkıca sardığı
sırada fısıldadıklarını muhtemelen yalnızca ben duyabilmiştim.
“Buradaydım,” dedim aynı şekilde fısıltıyla.
Şaşkınlığımın etkisiyle henüz sarılışına karşılık verememiştim. “Kötü bir şey
yok değil mi? Neden beni arıyordun?”
“Telefonlarımı açmadın, atölyede değildin. Korktum,
kahretsin çok korktum Feris. Neden bu kadar korktum?” Arkamda bekleyen
kalabalığın büyük bir kısmı Acar’ın kim olduğu hakkında hiçbir fikre sahip
değildi. Fikri olanların da tam olarak neyim olduğundan haberleri olmadığını
düşünüyordum.
Acar’ın yanında dikilen amcam sanırım Acar’ın buraya
gelişinde parmağı olan kişiydi. Bir adım arkalarında duran kişiyi gördüğümde
ise şaşkınlığım katlanarak seslendim. “Tuğrul amca?”
“Amca mı?” Ondan önce amcam homurdanarak konuşunca şu
karmaşadaki tek derdinin bu olmasına gülmek istedim. İnsanların kendilerinden
yaşça büyük olan çoğu kişiye amca dediğimden haberi yok muydu?
Acar beni bırakmayacak gibi sarmış olsa da yavaşça
kollarından ayrıldım. Tuğrul amcanın neden burada olduğunu, hatta Acar’ın da
nasıl amcamla birlikte buraya geldiğini henüz anlamış değildim.
“Hayırdır Barış? Neye borçluyuz ziyaretinizi?” Babam
direkt olarak amcama odaklanmıştı. Amcam omuz silkti. “Şu elektrik direği
şirketi bastı, baktım Feris diye tutuşuyor… Getirdim sevaptır diye, beyefendi
de babasıymış.”
“Şirketi mi bastı?” Koro halinde sorduğumuz soruya amcam
başını salladı.
“Feris’e ulaşamadım sabahtan beri, en son Koray’a
ulaştım. Sizinle olduğunu söyledi, evi bilmediğim için şirkete gittim ben de.”
Acar fırına ekmek almaya gitmiş gibi anlatırken bakışları çoğunlukla benim
üzerimdeydi. “Tuğrul amcayı da peşinden mi sürükledin?”
“Ben gönüllü olarak katıldım bu aramaya, hiç sorun yok.”
Ortamı yumuşatmak istediği belli olacak şekilde konuşan Tuğrul amcaya
gülümsemeye yakın bir ifadeyle baktım. Onu en son bana gerçekleri anlatırken
görmüştüm.
“İyi misin sen? Ağlamışsın sanki.” Acar yanaklarımı
avuçlarının arasına alıp gözlerime bakarken yutkundum. Aynı anda arkamdan
birbirine karışan birkaç öksürük sesi yükseldi. En belirgini babamın abartılı
öksürüğüydü.
Acar’ın hiçbir şekilde dikkati arkama kaymazken Tuğrul
amca ve amcam Acar’ın iki omuzuna aynı anda dokundular. Bunun arkamdaki
bakışların özeti bir uyarı olduğunu zannediyordum.
“İçeri geçelim isterseniz, Deniz’in tanıdıklarısınız
belli ki. Sakince konuşuruz.” Annem, ılımlı sesiyle herkesi bastırdığında
kimseden itiraz ettiklerine dair bir ses çıkmadı. Amcam da dahil olmak üzere
hep birlikte içeriye geçtik. Salona girilip, herkes bir yere oturana dek kimse
konuşmadı.
Acar benim dibimde olduğu için birlikte oturuyorduk.
Diğer tarafımda ise Yaman abim vardı. Bu ikilinin arasındaki gerilim hattında
tutuşup yanmamayı dileyerek önüme döndüm.
Babam, çaprazında oturuyor olan Tuğrul amcaya elini
uzattı. “Savaş Göktürk.” diyerek kendisini tanıtırken Tuğrul amca göz ucuyla
bana bakmıştı. Ailemi benden önce onun çoktan ismen tanımış olduğunu
biliyordum.
“Tuğrul Bayazıt.” dedi sakince. “Az çok tanıyorum sizi,
İzgi’ye durumu açıklamadan önce gerektiği kadar bilgiye sahip olmak
zorundaydım.”
Babam aklındaki yapboz parçaları birleşmiş gibi göründü.
“Siz… Deniz’in bahsettiği savcısınız.” Babama bu sabah anlatmıştım. Onlar benim
karşıma çıkmadan bir gün önce Tuğrul amcanın bana çoktan durumu açıklamış
olduğundan bahsetmiştim.
Tuğrul amca başını salladı. “Öyle evet.”
“Daha ayrıntılı konuşmak isterim, uygun bir zamanda.”
Babam ‘uygun’ kısmını bastırarak söylemişti. Uygun olmayan şey bizim burada
bulunuyor oluşumuzdu belli ki.
“Baba,” diyerek seslenen Toprak’tı. “Bu insanların neden
Deniz’e başka başka isimlerle seslendiğini sormayacak mısın? Bir tek ben mi
anlayamıyorum?”
Annem, Toprak ve Yekta abim dışında herkes anlıyordu
sanırım.
“Adım Feris İzgi.” dedim büyük bir dinginlikle. “Bu
yüzden öyle sesleniyorlar.”
Herkesin bakışları üzerime çevrildi. Acar’ın ya da abimin
göğsüne saklanıp bakışlardan kaçmak isteyen tarafımı bastırarak devam ettim.
Herkes benimle ilgili eşit bilgiye sahip olmalıydı bana göre. Bunu ertelemenin
bir anlamı yoktu.
“4 yaşımdan beri Feris İzgi Levendoğlu olarak
hayattayım.”
Bu cümlemin ardından bir süre boyunca kimse hiçbir şey
söylemedi. Annemin hıçkırdığını, bunu bastırmak için elini ağzına kapadığını
duydum ve gördüm ama tepkisizdim. “10 gün kadar önce Deniz Göktürk’ün
varlığından haberdar oldum, ailesinin yirmi yıldır yasını tuttuğu Deniz’in
aslında kendim olduğumu öğrendim.” Buruk bir gülümsemeyle nefeslendim. “Ve
şimdi de buradayım.”
Arada atladığım binlerce duygu, binlerce düşünce, hatta
bir sürü olay vardı. Olabilecek en kabataslak şekilde dile getirdiğim şeyler
annemi ağlatıyorken Toprak’a ve Yekta abime henüz bakmadığım için onların ne
durumda olduklarını bilmiyordum.
“Bunu kim neden yaptı bilmiyorum, ama kurulan plan yirmi
yıl tıkırında işleyecek kadar başarılıymış.” derken hem bu anla hem geçmişimle
alay ediyordum.
“Feris…” Acar’ın yüzünü saçlarıma doğru yaklaştırarak
mırıldanışını duymuştum ama bir şey söylemedim. O da ismimi bir şey
söyleyeceğinden değil de burada olduğunu bana hissettirmek ister gibi
söylemişti sanırım, çünkü devam etmedi.
“Hepiniz benim için hem tanıdık hem de yedi kat
yabancılarsınız. Bazen kendimi gerçekten Deniz gibi hissediyorum ama birkaç
dakika sonra bilincim bulunduğu yeri algılamakta zorlanıyor ve yeniden
yabancılaşıyorum. Zamanla geçeceğini düşünüyorum ama bahsettiğim zaman bir iki
gün ya da hafta değil.” Kimse konuşmuyordu, ben de bunu fırsat bilerek açıkça
tüm hislerimi dökmüştüm. Üzerimden biraz yük kalkmış gibiydi.
“İki asır da sürse kimse sana acele etmeni söylemeyecek,
içinden nasıl geliyorsa o an, öyle davran öyle hisset can suyum.” Babam
çaprazımdaki koltukta oturuyordu. Konuştuğunda ona dönüp dönmemekte kararsız
kaldım. Ama en sonunda kaçamak bakışlarım yüzüne odaklanmıştı.
Yeşil gözleri canı acıyormuş gibi bakarken yüzünde sakin
bir gülümseme vardı. Onun sözünü dinlemeye karar verdim ve o an içimden geçeni
yapmak için ayaklandım. Benim ayağa kalkmam herkesi telaşlandırmış gibi hepsi
kıpırdandığında onları umursamadan sarsak adımlarla babamın oturduğu yere
adımladım. Koltuğun kenarındaki boşluğa bedenimi bırakıp, az önce Acar ve abim
ile ilgili düşündüğüm saklanma planını babamın boynunda gerçekleştirdiğimde
bedenime sıkıca sarılan kollara güvenle sokuldum.
“Ne kadar güçlü olduğunu biliyorsun değil mi?” Kulağıma
fısıldadıklarını duyar duymaz olumsuz bir ses çıkarttım. Güçlü olmak
istemiyordum. Güçlü olmak zorunda kaldığım anlardan nefret ediyordum, böyle
büyümüş olmaktan, Koray dışında kimseye yaslanamamış olmaktan yakınmadan
edemiyordum.
“Olmak istemiyorum güçlü.” dedim sesim babamın boynuna
dayanan yüzüm nedeniyle boğuk çıkarken.
“Olmazsın o zaman babam, ben sana güç olurum. Annen olur,
abilerin olur, kardeşlerin olur. Kimsenin gücü yetmedi mi? Sen yere düşmeden
ben yere yatar, canının yanmasına bir daha izin vermem. Tamam mı?” Avucumu
babamın göğsüne bastırdım. Kalbi elimin içinde çarparken onun ve
söylediklerinin gerçekliğini zihnime kazımaya çabalıyordum.
“Baba…” derken herkes bizi duyuyordu. Bunu aklıma
getirmemeye devam ettim. Az öncekileri de duydukları açıktı. “Söyle kızım,
söyle güzelim.”
“Biliyor musun ben resim yapıyorum?” Aklım nedensizce
çocukluğumun hatta daha da yakın geçmişimin en çok canımı sıkan anılarındaydı.
Beni en çok mutlu eden şeyin hor görülmesinden, ondan uzaklaştırılmaya
çalışmamdan çok çekmiştim. Daha düne kadar çekmeye devam ediyordum da
denebilirdi.
“Bilmiyordum babacım, ama şaşırmadım. Bende de, Yaman
abinde de belirgin bir çizim yeteneği var. Biz bunu işe dökerken sen daha
güzelini yapmışsın.”
“Daha güzelini yapmışım değil mi?” Heyecanla yeniden
duymak isteyip tekrar sorduğumda babam sırtımı okşadı. “Çizdiklerin neredeyse
birlikte gideriz, bakarız hepsine. Duruyorlar değil mi? Satmıyorsun…”
İhtiyacım olduğunda birkaçını satmıştım, bazılarını ise
zaten sevdiğim insanlara hediye etmek üzere yapmıştım. Ama büyük bir kısmı atölyedeydi.
“Duruyorlar.” diye cevapladım.
“En kısa zamanda gideriz, hatta şimdi bile gideriz. Sen
yeter ki mutlu ol.”
“Şimdi gitmemize gerek yok.” dedim salondaki diğer
insanların arasından kalkıp bir anda atölyeye gidemeyeceğimizi bildiğim için.
Aslında babamın bir an önce atölyeyi görmesini istiyordum ama biraz daha
sabredebilirdim.
“Herkes bize mi bakıyor?” diye sorarken sesimi çok kısık
tutmuş ve başımı kaldırıp babamın kulağına yaklaşmıştım. “Kaçırayım mı seni?”
dediğinde ciddi olduğunu hissettiğim için kıkırdadım. Kaçır dersem gerçekten
bunu yapacak gibi bir havası vardı.
“Gerek yok, şimdilik.”
“Şimdilik mi? Kız sen de az değilsin bak!” Babamın
yanında oturan amcamın bizi en net duyabilen kişi olduğu belliydi. Babam onu
boştaki koluyla ittirip koltuğa yapıştırdığında güldüm.
Annem, Yekta abimin omuzuna yatmıştı. Halen gözünden
dökülen yaşların varlığını koruduğunu görünce yüzümü çevirdim. Kendi kendime
ruh halimi değiştirmeyi başarmıştım, ona bakarsam ben de ağlardım.
Ama artık ağlamaktan sıkılmış ve yorulmuştum.
Bolca gülmek, gözyaşlarım akacaksa katıla katıla kahkaha
atmaktan bunu yaşıyor olmayı istiyordum.
Çok bir şey istemediğimi düşünsem de hayat genellikle
bana böyle davranmaktan kaçınıp, kötü sürprizler yapmaya bayıldığından hiçbir
şeyden emin değildim. Zamanla yaşayıp görmek zorundaydım.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder