Günler Kısa Geceler Sonsuz 9.Bölüm
9.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- Tuna
“Tuna sen manyak mısın kardeşim? Önceki
gece de aynı soruları sordun vereceğim cevaplar bir günde değişmedi herhalde
değil mi? Tanımıyorum diyorum Lal falan. Lal kim anasını satayım?”
Çınar’ın yüzündeki ifadede ve gözlerinde
gezdirdiğim bakışlarımla gerçekleri söyleyip söylemediğinden emin olmaya
çalışıyordum.
“O seni tanıyor ama sen onu tanımıyorsun
yani?” Berke sorgu işine fazla kaptırmış olacak ki kollarını göğsünde
birleştirmiş cinayet şüphelisi görmüşçesine düşünceliydi. Ensesine bir tane
geçirip duruşunu sarstım. “Sana ne oluyor lan?”
“Ben de merak ettim kızı, aramıza girmeye
çalışan bir ajan olabilir mi acaba? Çınar ile senin aranı bozuyor bak!”
“Biz kimiz de ajan aramıza yollanıyor
amına koyayım? Fantezi dünyanda neler dönüyor senin Berke?” Kerem, kaçacakmış
gibi sarıp yanında tuttuğu Sude’den dirsek yerken Berke ona ‘oh olsun’ anlamlı
hareketler yapıp göğsünü ovuşturdu. “Kulağımın dibinde küfretmesene, bırak beni
bi’.”
“Benim için de vur yengelerin en şiddet
yanlısı ama küfür karşıtı olanı.” Berke’nin isteğinden sonra Kerem ayağa
kalkıyormuş gibi hamle yaptı. Berke kendisini benim arkama attığında elimle
yüzümü ovuşturdum. “Kesin sesinizi iki dakika!”
Çınar’a döndüm yeniden. Bulunduğumuz
parkta çok fazla insan yoktu, ama sıcaktan delirmek üzereydim ve bir an önce
güneş görmeyen bir yere gitmeyi planlıyordum.
“Dün telefonda tanımadığını söyledin iyi
güzel, belki o seni tanıyordur senin haberin yoktur. Ama Lal yeniden ortadan
kayboldu ve benim elimdeki tek ipucu sensin. Seni tanıyan Lal kim olabilir onu
bulacaksın o zaman. Okuldan, komşularından, ne bileyim belki sık gittiğin bir
dükkandan…”
“Neden sürekli kayboluyor ortadan, bakın
kesin ajan işte. Beni dinlemediğinize pişman olacaksınız bir gün, şuraya
yazıyorum.” Toprak birikintisini ayağıyla ittirip gösterirken konuşmuştu.
“O yazdığın yere Tuna tarafından gömülmek
için gençsin kardeşim, bence şansını zorlama.” Kerem benim bakışlarımın
tercümesini doğru şekilde yaptığında Berke yutkunarak Kerem ve Sude’nin yanına
gidip banka oturdu. Çınar ve ben ayakta dikiliyorduk halen.
“Bahsettiğin isim Ayşe ya da Fatma değil,
Lal isimli birini tanısam unutmazdım. Ortadan kayboldu diyorsun bir de, tanısam
endişelenirdim değil mi?”
“Ortadan kayboldudan kastım mesajlarıma
dönmemesiydi, dünyadan yok olmadı zaten Çınar. Sen halen ulaşıyor olabilirdin
diye zorladım ama tamam bu kadar üstelediğim halde yalan söyleyecek halin yok.
Ben başka bir şekilde çözeceğim.”
Lal’in babasından dolayı telefonunu
kullanamadığını söylediği ve Çınar potunu kırdığı gece her şey normaldi.
Gecenin körü olmasına aldırmadan Çınar’ı aramış, zorlayabildiğim kadar
zorlamıştım ama Lal diye kimseyi tanımadığına beni ikna etmeyi başarmıştı.
Belki de bu tek taraflı bir tanışıklıktı.
Bugün ise o gecenin üzerinden yaklaşık bir
buçuk gün geçmişken hepsini, evlerimize eşit mesafede bulunan parka
toplamıştım. Kendi kendime düşünerek bir sonuca ulaşmakta zorlandığım için
farklı bakış açılarıyla çözülebilir diye ummuştum ama Sude’den çıkan bir
ihtimal dışında elimde bir yanıt yoktu.
Belki
de o gece telefonu babasından çaktırmadan almıştır ve sonra yeniden
yakalanmıştır demişti Sude. Sude’nin de bu tarz
kısıtlamalarla hayatını zindan eden bir babaya sahip oluşu onun fikrine
güvenmeme ve bu ihtimale tutunmama sebep olmuştu.
Yine de bu içimi rahatlatmış değildi.
Tekrar babasına yakalandıysa cezası daha mı uzun sürecekti ya da daha farklı
bir sorunla mı karşı karşıya kalacaktı? Adı, yaşı ve son anda gökten inmiş gibi
ani gelen nane alerjisi dışında hiçbir şeyinden haberdar olmadığım biri için bu
denli ayrıntılarda boğuluyor olmam belki de delilikti. Ama bu, bu delilikten
sıyrılacağım anlamına gelmiyordu.
İçimden geleni yapmaya kararlıydım. Sonu
hüsran olsa bile Lal’i bulmadan tamamen vazgeçmek istemiyordum.
“Kafamıza biraz daha öğlen güneşi geçerse
toplu beyin ölümü yaşayacağız, kafeye falan geçelim artık.” Sude ellerini
kafasına bastırarak konuşurken kimseden itiraz gelmedi. Ayaklandıklarında
düşüncelerimde boğulmuş bir halde peşlerinden ilerliyordum. Berke’nin Çınar ile
uğraştığını, Kerem ve Sude’nin didiştiğini duyuyordum fakat o an için algılarım
bambaşka kapılarda geziniyordu.
Yakınlardaki bir kafeye geçip
yerleştiğimizde masaya bıraktığım telefonumda bir hareketlilik beklesem de
isteğimi alamamıştım. Sanki bildirim gelmeyecekmiş gibi ara sıra Lal ile olan
konuşmalara girip oraya da bakıyordum.
Ablam ve Uras abimin farklı bir şekilde
tanışmış oldukları bambaşka bir senaryoda olsak, telefonuma Lal’den gelen
mesajların şu anki anlamının çok ötesinde olacağı kesindi. Yaptığım doğru
değildi, kendimi zorla bir aşk hikâyesine sokmaya çalışmam doğru değildi. Ancak
buna engel olamamıştım. Lal fark etmeden beni vurabileceği en ağır silahla
vurmuştu o mesajları atarak.
Kerem’in anlattığı olayın çoğunu kaçırmış
olsam da anlamlandırmaya çalışarak sonunu dinlerken son birkaç yudumunu alıp
bitirdiğim kahve bardağını masaya bıraktım. O sırada telefonum çalmaya
başladığı için kısa bir sessizlik oldu hepsinde. Arayan kişiyi gördüğümde
gülümseyerek açtım.
Yasemin teyze, yani Uras abimin annesi
arıyordu. Gülin gündüzleri ablam ya da Uras abi eve gelene dek çoğunlukla
onunla kalıyordu, zaten onları Ankara’dan İstanbul’a getiren de Gülin’in
dünyaya gelişi olmuştu.
“Alo?” diyerek açtığım telefondan Yasemin
teyzenin telaşlı sesiyle yanıt aldım. “Tuna, yakınlarda olacağım demiştin
teyzecim. Buralarda mısın?”
Kaşlarımın çatılmasını engelleyemezken
onayladım. “Evet, bir sorun mu var?”
“Gülin öğle uykusundan uyandı bir yarım
saat önce, uyandığından beri sakinleştiremedim. Anne, baba diye diye
sayıklayarak ağlıyor. Uras’la Nil’i ayaklandırmak da istemedim, geçer diye
bekledim ama…”
Ayağa kalkarken bir yandan da
konuşuyordum. “Geliyorum ben, on beş dakikaya oradayım. Belki ben
halledebilirim.”
Gülin’le aramızdaki bağın farklı oluşundan
herkes haberdardı, aynı evde yaşıyor olmamız bile Gülin’in dünyasında beni
farklı bir yere koymasına yetiyordu. Yasemin teyzenin de bu yüzden ablamları
telaşlandırmadan önce beni niye aradığını anlamak zor değildi. Telefonu
kapattıktan sonra merakla bana bakan dörtlüye döndüm.
“Gülin huysuzlanmış, ağlıyormuş. Eve
geçiyorum ben.” Kısa açıklamamın ardından onların bana eşlik etme tekliflerini
reddedip yola koyuldum. Eve ulaşabileceğim en hızlı yol yürümekti bu konumdan.
Bu yüzden oyalanmadan hızlı adımlarla eve yöneldim.
Tahmin ettiğim gibi on beş dakikanın
ardından eve gelmiştim. Yasemin teyze ve Kadir amca bizim evden birkaç sokak
ileride oturuyorlardı. Sanırım normalde gelinlerin kaynanalarıyla bu kadar
yakın oturmak istemeleri garip karşılanabilirdi ama bu evi bulan bizzat
ablamdı. Onları ailesi gibi görüyordu, hatta bazen Uras abinin damat olduğundan
şüphelendiğim oluyordu.
Apartman kapısı açık kaldığı için direkt
içeri girip asansöre yöneldim. Dördüncü katta nihayet duran asansörden inip
zile bastığımda Yasemin teyze hemen kapıda göründü. “Hoş geldin Tuna, seni de
apar topar çağırdım ama elim ayağıma dolaştı.” derken ben de içeriye
giriyordum.
“Hoş buldum, iyi yaptın beni çağırmakla.
Hallederim diye umuyorum, bazen kabuslarını atlatamıyor yine öyle olmuştur
belki.”
“İnşallah teyzecim, salonda sallanan
koltukta oturuyor.” Salona geçtiğimde Gülin’i, Kadir amcanın kendisi cam
kenarında keyif çatarken kullanmak için aldığı fakat Gülin’in genelde işgal
ettiği koltuğun üzerinde buldum.
Kapıda yarattığım hareketlilik dikkatini
çekmiş olacak ki sallandığı yerde kafasını çevirip kapıya döndü. Beni
gördüğünde “Danacım,” diyerek içli içli seslenmesine kalbimden bir parça
bırakmıştım. Gözlerinin altının kızarıklığını buradan beri görebiliyordum.
“Bebeğim, ben geldim dayıcım.” diyerek yanına adımladım. Gülin koltuktan inmeye
çalışana dek ben yanına ulaşmış ve kucağıma almıştım. Koltuğa kucağımda Gülin
ile birlikte oturdum. Bana dönük olacak şekilde tuttuğum Gülin dolu gözleriyle
bana bakıyordu.
Her an ağlamaya başlayacakmış gibi bakan
ablamdan kopya bir diğer özelliği olan mavimsi gözlerine kıyamayarak yaklaşıp
yanaklarını öptüm. “Neden ağladın bebeğim? Kabus mu gördün?” Bu soruyu sormam
ona bir şey hatırlatmış gibi gözyaşları akmaya başladığında hızla göğsüme
çektim. “Şş, tamam güzelim. Geçti, sadece rüya görmüşsün bak uyandın artık.
Kötü hiçbir şey yok.”
“Yüralar güzel olur, yüra görmedim.”
Rüyayı telaffuz edememesinin tatlılığını bir kenara bıraktım. “Bazı rüyalar
kötü olur, kabus olur yani. Ama korkacak bir şey yok, uyanınca geçiyor. Bak her
şey yolunda.”
“Annem gitmesin, ben çok üsüldüm.”
Yanağını göğsüme yaslayıp mırıl mırıl konuşmasıyla saçlarının üzerini öptüm.
Yasemin teyze de birkaç adım ileride bizi izliyordu. Onun da Gülin’in
cümlesiyle benim kadar afalladığını görmüştüm.
“Annen sadece işe gitti dayıcım, her zaman
gittiği gibi. Baban da işte annen de işte, akşam gelecekler evimize gideceğiz.”
“İşe gitmedi, beni bıyakıp uzağa gitti.
Babam da çok üsüldü, o da gitti. Gitmesinler danacım noluy gitmesinler.”
Sırtını sıvazlarken çoktan hıçkırarak ağlamaya başlamasıyla ne diyeceğimi
bilemeyerek Yasemin teyzeye baktım. Kabus gördüğü kesindi, annesinin ve
babasının gittiği bir kabustan uyanmıştı. Üç yaşında bir çocuğa gördüklerinin
gerçeklerle bir ilgisi olmadığını tam olarak nasıl anlatabilirdik bilmiyordum.
Ayrıca bu kabusu ne tetiklemişti? Ablamın
ya da Uras abimin onu bırakacak olduğunu nereden bilinçaltına işleyip bunu
kabuslarına taşımıştı?
Aklıma gelen tek çözüm yolu vardı. “Anneye
gidelim mi seninle, iş yerine gidelim birlikte. Annen uzağa gitmedi, sen kendin
görürsün olur mu bebeğim?”
Sessiz kaldı. Bana inanmadığını
hissetmiştim. Onu annesine götüremeyeceğimi düşünüyordu muhtemelen, kendisini
kandırdığıma inanmıştı. Kucağımdaki bedeniyle birlikte ayaklandım. “Üzerini
değiştirmemiz gerekiyor mu Yasemin teyze?”
Gülin’in hangi havada nasıl giyinmesi
gerektiğini tam kavrayamadığımdan sorduğum soruya olumsuz yanıt aldım. “Yok,
uyumadan önce pijamalarını giymemişti zaten hava da sıcak. Kadir’i arayayım
gelsin bıraksın sizi, arkadaşına gidecek günü buldu o da.”
“Gerek yok, taksi çağıralım. Bir daha o da
telaşlanmasın.”
Yasemin teyze biraz itiraz ettiyse de onu
ikna etmeyi başardıktan kısa bir süre sonra taksinin arka koltuğunda kucağımda
bana sıkıca tutunmuş olan Gülin ile birlikte kliniğe doğru yola çıkmış
haldeydim.
Evden yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan
klinik, ablam ve Simge ablanın ortak olarak yürüttükleri bir yerdi. İkisinin de
klinik psikolojiye yönelmek istemesiyle bu fikir ortaya atılmış, özellikle son
birkaç yıldır isimlerini duyurmayı başarmışlardı.
Taksi kliniğin bulunduğu binanın önünde
durduğunda parayı ödedikten sonra Gülin’i kucağımdan indirmeden araçtan indim.
“Geldik dayıcım, bak birazdan annenin yanındayız.” Gülin yol boyunca sessizce
camdan dışarıya bakmıştı. Şimdi ise beni onaylayan ya da heyecanlandığını
belirten hiçbir şey söylemediğinde daha fazla oyalanmadan girişe yöneldim.
Yüksek sayılabilecek bir binanın her katı
farklı ofislere ve benzeri yerlere ayrılmıştı. Güvenlik kontrolünden kliniğe
geldiğimizi söyleyerek geçtiğimizde asansörlere yöneldim. Gülin olmasa
çıkacağımız iki katı muhtemelen merdivenlerle tırmanmayı yeğlerdim.
Asansörün kapıları ikinci katta
açıldığında birkaç kez buraya uğradığım için artık tanıyor olduğum Ferda abla
ile karşı karşıyaydık. Kliniğin girişindeki masada gelenleri karşılamakla ve
randevuları düzenlemekle ilgileniyordu. “Tuna, hoş geldin-iz.” Gülin’e bakarak
son kısmı çoğullaştırmasına gülümsedim. “Hoş bulduk Ferda abla, ablam müsait
mi?”
“Gülin değil mi bu küçük hanım? En son
minicik bebekken görmüştüm, nasıl büyümüş.” Gülin, ismini duyduğunda yüzünü
omuzumdan çekerek kaçamak bakışlarla Ferda ablaya baktı. “Nilperi hanımın şu an
danışanı yok yanında, ama odasında değil. Simge Hanım’ın yanındaydılar.”
“Yanındaydılar derken, başka birileri mi
var?” Ciddi bir işi bölmek istemiyordum. “Birkan Bey geldi, tanıyorsundur
belki. İkisinin de boşluğu olunca Simge Hanım’ın odasına geçtiler.”
Rahatlayarak gülümsedim. “Tamamdır sağ ol
Ferda abla, biz de girelim o zaman. Madem müsaitler.”
Gülin’e el sallasa da Gülin şu an hem
yabancı bir ortamda olduğundan hem de halen kabusun etkisinden
sıyrılamadığından karşılık vermek yerine kucağıma sindi. Koridorun ilerisinde
ilk önce ablamın odası varken koridorun sonunda da Simge ablanın odası vardı.
Simge ablanın odasının önüne ulaştığımda
her ihtimale karşı dan diye girmek yerine kapıyı hafifçe çaldım.
“Gelin lütfen.” Simge ablanın sesini
duyduğumda kapıyı açıp içeri girdim. İçeride tahminimin aksine üç değil dört
kişi oluşuna kafa yoramadan önce Gülin ablamı gördüğü anda hıçkırarak ağlamaya
başladığı için ablam telaşla ayaklandı. “Gülin!”
Ablam bize yaklaştığı anda Gülin kendisini
onun kucağına doğru bıraktı. “Anne…” Annesinin boynuna doladığı küçük kolları
ve boynuna gömdüğü başıyla ağlamaya devam eden Gülin odadaki tek sesti. Ablamın
elle tutulur şaşkınlığının yanında Simge ablanın da endişeyle Gülin’e baktığını
görebiliyordum. Onu bu kadar ağlatanın ne olduğunu henüz anlayamamışlardı.
Bu aralar pek sık göremediğim Birkan abi
ile göz göze geldiğimizde bana ‘hayırdır’ der gibi göz kırptı. Başıyla Gülin’i
işaret ediyordu. O da endişelenmiş gibiydi. “Kabus görmüş.” diyerek
diğerlerinin de duyabileceği yükseklikte, bildiğim kadarını açıkladım.
“Tamam annem, tamam meleğim. Ben
yanındayım Gülin, bakmayacak mısın anneye?” Ablam Gülin’in bu kadar içli
ağlıyor oluşuna çoktan doldurduğu gözleriyle eşlik ederken ilerleyip köşedeki
koltuğa oturdu.
Ablam bizim için mırıltı sayılabilecek bir
şeyleri Gülin’e söylemeye devam ederken bakışlarımı kısa bir an onlardan çektim.
Simge abla üzgünce ablamlara bakıyordu, Birkan abi de az önce kalktığı koltuğa
geri oturmuştu. Odaya girdiğimde varlığını fark ettiğim fakat kim olduğunu
görmek için doğru düzgün bakmaya henüz fırsat bulamadığım dördüncü kişiye
döndüm istemsizce.
Gülin ağlamaya başladığında diğer üçlünün
aksine oturduğu yerden kalkmamıştı, Birkan abinin hemen yanındaki koltukta
oturuyordu. Bir bağlantılarının olduğunu düşünmeden edemediğim sırada o kişiyle
ilgili ilk gözüme çarpan kısa sarı saçlar oldu. Omuzlarına zar zor değen, kendi
saç rengime benzettiğim sarı saçların sahibi kimdi bilmiyordum ama benden
büyükmüş gibi görünmüyordu. Muhtemelen yaşıttık ya da belki benden bir yaş
küçüktü.
Ona baktığımda gözlerini aniden
kaçırmasına bakılırsa az önce üzerimde hissettiğim bakışların sahibi oydu. Ben
ona dönünce ortada duran masaya bakıyormuş gibi hızla odağını değiştirmişti.
“Tuna?” Ablamın bana seslenmesiyle
gereğinden fazla onun üzerinde oyalanan bakışlarımı çekip ablamlara döndüm.
“Efendim?”
“Ne gördüğünü anlattı mı?”
“Biraz…” dedim gergin bir tavırla.
Gülin’in anlattıklarını az sonra ablama söylediğimde daha çok üzülecekti,
tanıyordum. “Seninle ve Uras abimle ilgili bir şeyler görmüş işte, sizi
görmeden sakinleşmez diye düşünerek getirdim. Uras abi çok müsait olmaz diye
buraya geldik.”
Ablam Gülin’in başının üzerini öpüp
saçlarını derince kokladıktan sonra konuştu. “Uras’ın toplantısı vardı öğleden
sonra, birazdan bitecek sanırım. Ararız gelir, olur mu annecim? Baba da gelsin
mi?” Gülin kırgın bir sesle ‘hı hı’ diyerek onayladığında ablam gülümsedi.
“Baban gelene kadar benim odamı gezelim biz o zaman, burası Simge ablanın
odası.”
“Gülincim istersen benim odamı da
gezebilirsiniz sonra, hangisi daha güzel sen seçersin.” Simge abla yanlarına
ilerleyip Gülin’e sırnaştığında Gülin sonunda gözyaşlarının arasında da olsa
gülümsemesini dudaklarına kondurabildi. İçim daha rahattı.
“Prensesim bence kendini yorma, bu iki
zevksiz odalarını da zevksiz zevksiz düzenlemiştir.”
“Birkan!” Ablam ve Simge abladan aynı anda
yükselen ses Gülin’i kıkırdattı. Ben de bu bağırışla irkilen Birkan abiye
çenemi kasarak gülmemeye çalışıyordum. Benim aksime yanında oturan sarışın
yüksek sesle güldüğünde Birkan abi ona baktı. “Yavrum senin benim arkamı
kollaman lazım, dayınım ben senin. Kıkır kıkır gülüyorsun Güneş, hiç
yakıştıramadım.”
Adını ve hatta kim olduğunu da bu sırada
öğrenmiş olduğum Güneş, dayısının omuzuna yatıp gözlerini kırpıştırarak
gülümsediğinde bunun çoğu kişinin aklını çelmek için yeterli bir gülümseme
olduğu açıktı. Birkan abi de dayanamayıp alnını öpmüştü. “Tamam barıştık, bakma
öyle.”
“Küsmeyelim bir daha dayıcım.” Yumuşak bir
tonla kısık sesle de olsa söylediklerini biz de duyabilmiştik.
“Onun da mı danacımları var?” Gülin
merakla annesini dürterken güldüm. Gülin’in kendisi dışında insanların da
dayıya sahip olabileceğine şaşırması tatlıydı. Kendisi bütün kaynakları
sömürüyor gibi hissediyordu sanırım.
“Evet meleğim, Birkan abin Güneş’in
dayısı. Senin danacımların gibi.”
“Benimkiler bişsürü ama, senin bi tanecik
mi danacın var?” Güneş, Gülin’in direkt kendisine soru sormasını beklemiyor
gibiydi. Ama hemen cevapladı. “Benim bir tane dayım var maalesef, senin daha
çok var sanırım. Kaç taneler?”
Gülin sorulan soruya cevap vermek için
heyecanla yerinde kıpırdanırken yanağında kurumuş yaşlar ve kızarık gözleri
olmasa az önce ağlıyor olduğuna kimseyi inandıramazdık. “Bir tanesi buyda bak!”
Beni tombul elleriyle gösterirken Güneş daha önce hiç benim üzerimde
dolaştırmamış gibi bakışlarını yavaşça bana çevirdi.
“Bu Tuna olan danacım.” Gülin benimle
başlayıp sırasıyla dayılarını tanıtırken Güneş’in kaçamak bakışlarını
yakalamaya devam etmiştim. Yüzümde bir şey kalmış olma ihtimalini biraz önce
elemiştim ama bu kadar sık bakışlarının üzerime uğraması farklı gelmişti.
Yaklaşık on dakika sonra Simge abla
haricindekiler olarak ablamın odasına geçmiştik. Simge abla gelen danışanını
odasına almıştı, ablamın ise sıradaki danışanı bugün gelemeyeceğini belirtince
bolca zaman oluşmuştu.
Gülin ablamın varlığıyla hüzünlü halinden
bayağı sıyrılmış halde bir şeyler anlatırken Birkan abi onu dinliyordu. Ablam
bir yandan Uras abimle telefonla konuşuyor, diğer yandan Gülin’i ısırmaya
çalıştığı için büyük bir hareketlilik yaratan Birkan abiye rağmen kızını sabit
tutmaya çalışıyordu.
“Dayı?” Güneş’in sesini yeniden duyduğumda
benimle birlikte herkesin bakışları ona çevrildi. Bu bakış fazlalığından
rahatsız olmuş gibi kıpırdanarak Birkan abiye baktı. “Biraz daha oyalanacaksak
ben bir lavaboya gitsem, bu katta var mı?”
“Çıkacaktık aslında ama Uras gelsin, onu
da görmüş olurum. Yoktu ortalarda bayağıdır. Lavabo ne tarafta Nil?”
Ablam telefonu bir an kulağından çekip
bana baktı. “Tuna sen gösterir misin ablacım, eşlik et Güneş’e.”
“Hiç gerek yok, tarif ets-…” Güneş itiraz
etmeye başlamışken boşuna yorulmaması için sözünü kestim. “Tabii, çıkalım.”
Ayağa kalkıp kapıya yöneldiğimde Güneş küçük bir duraksamanın ardından peşime
takıldı.
Koridora çıktığımızda ben önde ve Güneş
bir adım arkamda olacak şekilde yürüyorduk. Giriş tarafında değil, odaların da
ilerisinde olan lavaboların önüne ulaştığımızda arkamı döndüm.
“Teşekkür ederim.” Küçük bir gülümsemeyle
teşekkür ettikten sonra kapıya uzandı. İçeriye gireceği sırada ben de geri
çekilmeye çalıştığım için küçük bir karmaşa yaşandı. Güneş’in dengesi
kaybolacak gibi hissettiğimde dirseğinden canını yakmamaya özen göstererek
kavradım. “Dikkat et.”
Omuzumun biraz altından koluma tutunurken
başını hafifçe kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinin elaya çalan rengini fazla
yakından görüyor olduğum için istemsizce gözlerinin içine baktım.
“Tuna,” diyerek adımı söylemesini
beklemiyordum. Adımdan sonra binlerce cümle sıralayacakmış gibi hissettirmişti.
Ama tek bir cümle çıktı dudaklarından.
Bin cümle sanmamın sebebi ise sanırım bu
tek cümlenin bin cümle kadar ağır oluşuydu.
“Özür
dilerim yine ortadan kaybolduğum için.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder