Günler Kısa Geceler Sonsuz 9.Bölüm

 9.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~


- Tuna

 

“Tuna sen manyak mısın kardeşim? Önceki gece de aynı soruları sordun vereceğim cevaplar bir günde değişmedi herhalde değil mi? Tanımıyorum diyorum Lal falan. Lal kim anasını satayım?”

Çınar’ın yüzündeki ifadede ve gözlerinde gezdirdiğim bakışlarımla gerçekleri söyleyip söylemediğinden emin olmaya çalışıyordum.

“O seni tanıyor ama sen onu tanımıyorsun yani?” Berke sorgu işine fazla kaptırmış olacak ki kollarını göğsünde birleştirmiş cinayet şüphelisi görmüşçesine düşünceliydi. Ensesine bir tane geçirip duruşunu sarstım. “Sana ne oluyor lan?”

“Ben de merak ettim kızı, aramıza girmeye çalışan bir ajan olabilir mi acaba? Çınar ile senin aranı bozuyor bak!”

“Biz kimiz de ajan aramıza yollanıyor amına koyayım? Fantezi dünyanda neler dönüyor senin Berke?” Kerem, kaçacakmış gibi sarıp yanında tuttuğu Sude’den dirsek yerken Berke ona ‘oh olsun’ anlamlı hareketler yapıp göğsünü ovuşturdu. “Kulağımın dibinde küfretmesene, bırak beni bi’.”

“Benim için de vur yengelerin en şiddet yanlısı ama küfür karşıtı olanı.” Berke’nin isteğinden sonra Kerem ayağa kalkıyormuş gibi hamle yaptı. Berke kendisini benim arkama attığında elimle yüzümü ovuşturdum. “Kesin sesinizi iki dakika!”

Çınar’a döndüm yeniden. Bulunduğumuz parkta çok fazla insan yoktu, ama sıcaktan delirmek üzereydim ve bir an önce güneş görmeyen bir yere gitmeyi planlıyordum.

“Dün telefonda tanımadığını söyledin iyi güzel, belki o seni tanıyordur senin haberin yoktur. Ama Lal yeniden ortadan kayboldu ve benim elimdeki tek ipucu sensin. Seni tanıyan Lal kim olabilir onu bulacaksın o zaman. Okuldan, komşularından, ne bileyim belki sık gittiğin bir dükkandan…”

“Neden sürekli kayboluyor ortadan, bakın kesin ajan işte. Beni dinlemediğinize pişman olacaksınız bir gün, şuraya yazıyorum.” Toprak birikintisini ayağıyla ittirip gösterirken konuşmuştu.

“O yazdığın yere Tuna tarafından gömülmek için gençsin kardeşim, bence şansını zorlama.” Kerem benim bakışlarımın tercümesini doğru şekilde yaptığında Berke yutkunarak Kerem ve Sude’nin yanına gidip banka oturdu. Çınar ve ben ayakta dikiliyorduk halen.

“Bahsettiğin isim Ayşe ya da Fatma değil, Lal isimli birini tanısam unutmazdım. Ortadan kayboldu diyorsun bir de, tanısam endişelenirdim değil mi?”

“Ortadan kayboldudan kastım mesajlarıma dönmemesiydi, dünyadan yok olmadı zaten Çınar. Sen halen ulaşıyor olabilirdin diye zorladım ama tamam bu kadar üstelediğim halde yalan söyleyecek halin yok. Ben başka bir şekilde çözeceğim.”

Lal’in babasından dolayı telefonunu kullanamadığını söylediği ve Çınar potunu kırdığı gece her şey normaldi. Gecenin körü olmasına aldırmadan Çınar’ı aramış, zorlayabildiğim kadar zorlamıştım ama Lal diye kimseyi tanımadığına beni ikna etmeyi başarmıştı. Belki de bu tek taraflı bir tanışıklıktı.

Bugün ise o gecenin üzerinden yaklaşık bir buçuk gün geçmişken hepsini, evlerimize eşit mesafede bulunan parka toplamıştım. Kendi kendime düşünerek bir sonuca ulaşmakta zorlandığım için farklı bakış açılarıyla çözülebilir diye ummuştum ama Sude’den çıkan bir ihtimal dışında elimde bir yanıt yoktu.

Belki de o gece telefonu babasından çaktırmadan almıştır ve sonra yeniden yakalanmıştır demişti Sude. Sude’nin de bu tarz kısıtlamalarla hayatını zindan eden bir babaya sahip oluşu onun fikrine güvenmeme ve bu ihtimale tutunmama sebep olmuştu.

Yine de bu içimi rahatlatmış değildi. Tekrar babasına yakalandıysa cezası daha mı uzun sürecekti ya da daha farklı bir sorunla mı karşı karşıya kalacaktı? Adı, yaşı ve son anda gökten inmiş gibi ani gelen nane alerjisi dışında hiçbir şeyinden haberdar olmadığım biri için bu denli ayrıntılarda boğuluyor olmam belki de delilikti. Ama bu, bu delilikten sıyrılacağım anlamına gelmiyordu.

İçimden geleni yapmaya kararlıydım. Sonu hüsran olsa bile Lal’i bulmadan tamamen vazgeçmek istemiyordum.

“Kafamıza biraz daha öğlen güneşi geçerse toplu beyin ölümü yaşayacağız, kafeye falan geçelim artık.” Sude ellerini kafasına bastırarak konuşurken kimseden itiraz gelmedi. Ayaklandıklarında düşüncelerimde boğulmuş bir halde peşlerinden ilerliyordum. Berke’nin Çınar ile uğraştığını, Kerem ve Sude’nin didiştiğini duyuyordum fakat o an için algılarım bambaşka kapılarda geziniyordu.

Yakınlardaki bir kafeye geçip yerleştiğimizde masaya bıraktığım telefonumda bir hareketlilik beklesem de isteğimi alamamıştım. Sanki bildirim gelmeyecekmiş gibi ara sıra Lal ile olan konuşmalara girip oraya da bakıyordum.

Ablam ve Uras abimin farklı bir şekilde tanışmış oldukları bambaşka bir senaryoda olsak, telefonuma Lal’den gelen mesajların şu anki anlamının çok ötesinde olacağı kesindi. Yaptığım doğru değildi, kendimi zorla bir aşk hikâyesine sokmaya çalışmam doğru değildi. Ancak buna engel olamamıştım. Lal fark etmeden beni vurabileceği en ağır silahla vurmuştu o mesajları atarak.

Kerem’in anlattığı olayın çoğunu kaçırmış olsam da anlamlandırmaya çalışarak sonunu dinlerken son birkaç yudumunu alıp bitirdiğim kahve bardağını masaya bıraktım. O sırada telefonum çalmaya başladığı için kısa bir sessizlik oldu hepsinde. Arayan kişiyi gördüğümde gülümseyerek açtım.

Yasemin teyze, yani Uras abimin annesi arıyordu. Gülin gündüzleri ablam ya da Uras abi eve gelene dek çoğunlukla onunla kalıyordu, zaten onları Ankara’dan İstanbul’a getiren de Gülin’in dünyaya gelişi olmuştu.

“Alo?” diyerek açtığım telefondan Yasemin teyzenin telaşlı sesiyle yanıt aldım. “Tuna, yakınlarda olacağım demiştin teyzecim. Buralarda mısın?”

Kaşlarımın çatılmasını engelleyemezken onayladım. “Evet, bir sorun mu var?”

“Gülin öğle uykusundan uyandı bir yarım saat önce, uyandığından beri sakinleştiremedim. Anne, baba diye diye sayıklayarak ağlıyor. Uras’la Nil’i ayaklandırmak da istemedim, geçer diye bekledim ama…”

Ayağa kalkarken bir yandan da konuşuyordum. “Geliyorum ben, on beş dakikaya oradayım. Belki ben halledebilirim.”

Gülin’le aramızdaki bağın farklı oluşundan herkes haberdardı, aynı evde yaşıyor olmamız bile Gülin’in dünyasında beni farklı bir yere koymasına yetiyordu. Yasemin teyzenin de bu yüzden ablamları telaşlandırmadan önce beni niye aradığını anlamak zor değildi. Telefonu kapattıktan sonra merakla bana bakan dörtlüye döndüm.

“Gülin huysuzlanmış, ağlıyormuş. Eve geçiyorum ben.” Kısa açıklamamın ardından onların bana eşlik etme tekliflerini reddedip yola koyuldum. Eve ulaşabileceğim en hızlı yol yürümekti bu konumdan. Bu yüzden oyalanmadan hızlı adımlarla eve yöneldim.

Tahmin ettiğim gibi on beş dakikanın ardından eve gelmiştim. Yasemin teyze ve Kadir amca bizim evden birkaç sokak ileride oturuyorlardı. Sanırım normalde gelinlerin kaynanalarıyla bu kadar yakın oturmak istemeleri garip karşılanabilirdi ama bu evi bulan bizzat ablamdı. Onları ailesi gibi görüyordu, hatta bazen Uras abinin damat olduğundan şüphelendiğim oluyordu.

Apartman kapısı açık kaldığı için direkt içeri girip asansöre yöneldim. Dördüncü katta nihayet duran asansörden inip zile bastığımda Yasemin teyze hemen kapıda göründü. “Hoş geldin Tuna, seni de apar topar çağırdım ama elim ayağıma dolaştı.” derken ben de içeriye giriyordum.

“Hoş buldum, iyi yaptın beni çağırmakla. Hallederim diye umuyorum, bazen kabuslarını atlatamıyor yine öyle olmuştur belki.”

“İnşallah teyzecim, salonda sallanan koltukta oturuyor.” Salona geçtiğimde Gülin’i, Kadir amcanın kendisi cam kenarında keyif çatarken kullanmak için aldığı fakat Gülin’in genelde işgal ettiği koltuğun üzerinde buldum.

Kapıda yarattığım hareketlilik dikkatini çekmiş olacak ki sallandığı yerde kafasını çevirip kapıya döndü. Beni gördüğünde “Danacım,” diyerek içli içli seslenmesine kalbimden bir parça bırakmıştım. Gözlerinin altının kızarıklığını buradan beri görebiliyordum. “Bebeğim, ben geldim dayıcım.” diyerek yanına adımladım. Gülin koltuktan inmeye çalışana dek ben yanına ulaşmış ve kucağıma almıştım. Koltuğa kucağımda Gülin ile birlikte oturdum. Bana dönük olacak şekilde tuttuğum Gülin dolu gözleriyle bana bakıyordu.

Her an ağlamaya başlayacakmış gibi bakan ablamdan kopya bir diğer özelliği olan mavimsi gözlerine kıyamayarak yaklaşıp yanaklarını öptüm. “Neden ağladın bebeğim? Kabus mu gördün?” Bu soruyu sormam ona bir şey hatırlatmış gibi gözyaşları akmaya başladığında hızla göğsüme çektim. “Şş, tamam güzelim. Geçti, sadece rüya görmüşsün bak uyandın artık. Kötü hiçbir şey yok.”

“Yüralar güzel olur, yüra görmedim.” Rüyayı telaffuz edememesinin tatlılığını bir kenara bıraktım. “Bazı rüyalar kötü olur, kabus olur yani. Ama korkacak bir şey yok, uyanınca geçiyor. Bak her şey yolunda.”

“Annem gitmesin, ben çok üsüldüm.” Yanağını göğsüme yaslayıp mırıl mırıl konuşmasıyla saçlarının üzerini öptüm. Yasemin teyze de birkaç adım ileride bizi izliyordu. Onun da Gülin’in cümlesiyle benim kadar afalladığını görmüştüm.

“Annen sadece işe gitti dayıcım, her zaman gittiği gibi. Baban da işte annen de işte, akşam gelecekler evimize gideceğiz.”

“İşe gitmedi, beni bıyakıp uzağa gitti. Babam da çok üsüldü, o da gitti. Gitmesinler danacım noluy gitmesinler.” Sırtını sıvazlarken çoktan hıçkırarak ağlamaya başlamasıyla ne diyeceğimi bilemeyerek Yasemin teyzeye baktım. Kabus gördüğü kesindi, annesinin ve babasının gittiği bir kabustan uyanmıştı. Üç yaşında bir çocuğa gördüklerinin gerçeklerle bir ilgisi olmadığını tam olarak nasıl anlatabilirdik bilmiyordum.

Ayrıca bu kabusu ne tetiklemişti? Ablamın ya da Uras abimin onu bırakacak olduğunu nereden bilinçaltına işleyip bunu kabuslarına taşımıştı?

Aklıma gelen tek çözüm yolu vardı. “Anneye gidelim mi seninle, iş yerine gidelim birlikte. Annen uzağa gitmedi, sen kendin görürsün olur mu bebeğim?”

Sessiz kaldı. Bana inanmadığını hissetmiştim. Onu annesine götüremeyeceğimi düşünüyordu muhtemelen, kendisini kandırdığıma inanmıştı. Kucağımdaki bedeniyle birlikte ayaklandım. “Üzerini değiştirmemiz gerekiyor mu Yasemin teyze?”

Gülin’in hangi havada nasıl giyinmesi gerektiğini tam kavrayamadığımdan sorduğum soruya olumsuz yanıt aldım. “Yok, uyumadan önce pijamalarını giymemişti zaten hava da sıcak. Kadir’i arayayım gelsin bıraksın sizi, arkadaşına gidecek günü buldu o da.”

“Gerek yok, taksi çağıralım. Bir daha o da telaşlanmasın.”

Yasemin teyze biraz itiraz ettiyse de onu ikna etmeyi başardıktan kısa bir süre sonra taksinin arka koltuğunda kucağımda bana sıkıca tutunmuş olan Gülin ile birlikte kliniğe doğru yola çıkmış haldeydim.

Evden yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan klinik, ablam ve Simge ablanın ortak olarak yürüttükleri bir yerdi. İkisinin de klinik psikolojiye yönelmek istemesiyle bu fikir ortaya atılmış, özellikle son birkaç yıldır isimlerini duyurmayı başarmışlardı.

Taksi kliniğin bulunduğu binanın önünde durduğunda parayı ödedikten sonra Gülin’i kucağımdan indirmeden araçtan indim. “Geldik dayıcım, bak birazdan annenin yanındayız.” Gülin yol boyunca sessizce camdan dışarıya bakmıştı. Şimdi ise beni onaylayan ya da heyecanlandığını belirten hiçbir şey söylemediğinde daha fazla oyalanmadan girişe yöneldim.

Yüksek sayılabilecek bir binanın her katı farklı ofislere ve benzeri yerlere ayrılmıştı. Güvenlik kontrolünden kliniğe geldiğimizi söyleyerek geçtiğimizde asansörlere yöneldim. Gülin olmasa çıkacağımız iki katı muhtemelen merdivenlerle tırmanmayı yeğlerdim.

Asansörün kapıları ikinci katta açıldığında birkaç kez buraya uğradığım için artık tanıyor olduğum Ferda abla ile karşı karşıyaydık. Kliniğin girişindeki masada gelenleri karşılamakla ve randevuları düzenlemekle ilgileniyordu. “Tuna, hoş geldin-iz.” Gülin’e bakarak son kısmı çoğullaştırmasına gülümsedim. “Hoş bulduk Ferda abla, ablam müsait mi?”

“Gülin değil mi bu küçük hanım? En son minicik bebekken görmüştüm, nasıl büyümüş.” Gülin, ismini duyduğunda yüzünü omuzumdan çekerek kaçamak bakışlarla Ferda ablaya baktı. “Nilperi hanımın şu an danışanı yok yanında, ama odasında değil. Simge Hanım’ın yanındaydılar.”

“Yanındaydılar derken, başka birileri mi var?” Ciddi bir işi bölmek istemiyordum. “Birkan Bey geldi, tanıyorsundur belki. İkisinin de boşluğu olunca Simge Hanım’ın odasına geçtiler.”

Rahatlayarak gülümsedim. “Tamamdır sağ ol Ferda abla, biz de girelim o zaman. Madem müsaitler.”

Gülin’e el sallasa da Gülin şu an hem yabancı bir ortamda olduğundan hem de halen kabusun etkisinden sıyrılamadığından karşılık vermek yerine kucağıma sindi. Koridorun ilerisinde ilk önce ablamın odası varken koridorun sonunda da Simge ablanın odası vardı.

Simge ablanın odasının önüne ulaştığımda her ihtimale karşı dan diye girmek yerine kapıyı hafifçe çaldım.

“Gelin lütfen.” Simge ablanın sesini duyduğumda kapıyı açıp içeri girdim. İçeride tahminimin aksine üç değil dört kişi oluşuna kafa yoramadan önce Gülin ablamı gördüğü anda hıçkırarak ağlamaya başladığı için ablam telaşla ayaklandı. “Gülin!”

Ablam bize yaklaştığı anda Gülin kendisini onun kucağına doğru bıraktı. “Anne…” Annesinin boynuna doladığı küçük kolları ve boynuna gömdüğü başıyla ağlamaya devam eden Gülin odadaki tek sesti. Ablamın elle tutulur şaşkınlığının yanında Simge ablanın da endişeyle Gülin’e baktığını görebiliyordum. Onu bu kadar ağlatanın ne olduğunu henüz anlayamamışlardı.

Bu aralar pek sık göremediğim Birkan abi ile göz göze geldiğimizde bana ‘hayırdır’ der gibi göz kırptı. Başıyla Gülin’i işaret ediyordu. O da endişelenmiş gibiydi. “Kabus görmüş.” diyerek diğerlerinin de duyabileceği yükseklikte, bildiğim kadarını açıkladım.

“Tamam annem, tamam meleğim. Ben yanındayım Gülin, bakmayacak mısın anneye?” Ablam Gülin’in bu kadar içli ağlıyor oluşuna çoktan doldurduğu gözleriyle eşlik ederken ilerleyip köşedeki koltuğa oturdu.

Ablam bizim için mırıltı sayılabilecek bir şeyleri Gülin’e söylemeye devam ederken bakışlarımı kısa bir an onlardan çektim. Simge abla üzgünce ablamlara bakıyordu, Birkan abi de az önce kalktığı koltuğa geri oturmuştu. Odaya girdiğimde varlığını fark ettiğim fakat kim olduğunu görmek için doğru düzgün bakmaya henüz fırsat bulamadığım dördüncü kişiye döndüm istemsizce.

Gülin ağlamaya başladığında diğer üçlünün aksine oturduğu yerden kalkmamıştı, Birkan abinin hemen yanındaki koltukta oturuyordu. Bir bağlantılarının olduğunu düşünmeden edemediğim sırada o kişiyle ilgili ilk gözüme çarpan kısa sarı saçlar oldu. Omuzlarına zar zor değen, kendi saç rengime benzettiğim sarı saçların sahibi kimdi bilmiyordum ama benden büyükmüş gibi görünmüyordu. Muhtemelen yaşıttık ya da belki benden bir yaş küçüktü.

Ona baktığımda gözlerini aniden kaçırmasına bakılırsa az önce üzerimde hissettiğim bakışların sahibi oydu. Ben ona dönünce ortada duran masaya bakıyormuş gibi hızla odağını değiştirmişti.

“Tuna?” Ablamın bana seslenmesiyle gereğinden fazla onun üzerinde oyalanan bakışlarımı çekip ablamlara döndüm. “Efendim?”

“Ne gördüğünü anlattı mı?”

“Biraz…” dedim gergin bir tavırla. Gülin’in anlattıklarını az sonra ablama söylediğimde daha çok üzülecekti, tanıyordum. “Seninle ve Uras abimle ilgili bir şeyler görmüş işte, sizi görmeden sakinleşmez diye düşünerek getirdim. Uras abi çok müsait olmaz diye buraya geldik.”

Ablam Gülin’in başının üzerini öpüp saçlarını derince kokladıktan sonra konuştu. “Uras’ın toplantısı vardı öğleden sonra, birazdan bitecek sanırım. Ararız gelir, olur mu annecim? Baba da gelsin mi?” Gülin kırgın bir sesle ‘hı hı’ diyerek onayladığında ablam gülümsedi. “Baban gelene kadar benim odamı gezelim biz o zaman, burası Simge ablanın odası.”

“Gülincim istersen benim odamı da gezebilirsiniz sonra, hangisi daha güzel sen seçersin.” Simge abla yanlarına ilerleyip Gülin’e sırnaştığında Gülin sonunda gözyaşlarının arasında da olsa gülümsemesini dudaklarına kondurabildi. İçim daha rahattı.

“Prensesim bence kendini yorma, bu iki zevksiz odalarını da zevksiz zevksiz düzenlemiştir.”

“Birkan!” Ablam ve Simge abladan aynı anda yükselen ses Gülin’i kıkırdattı. Ben de bu bağırışla irkilen Birkan abiye çenemi kasarak gülmemeye çalışıyordum. Benim aksime yanında oturan sarışın yüksek sesle güldüğünde Birkan abi ona baktı. “Yavrum senin benim arkamı kollaman lazım, dayınım ben senin. Kıkır kıkır gülüyorsun Güneş, hiç yakıştıramadım.”

Adını ve hatta kim olduğunu da bu sırada öğrenmiş olduğum Güneş, dayısının omuzuna yatıp gözlerini kırpıştırarak gülümsediğinde bunun çoğu kişinin aklını çelmek için yeterli bir gülümseme olduğu açıktı. Birkan abi de dayanamayıp alnını öpmüştü. “Tamam barıştık, bakma öyle.”

“Küsmeyelim bir daha dayıcım.” Yumuşak bir tonla kısık sesle de olsa söylediklerini biz de duyabilmiştik.

“Onun da mı danacımları var?” Gülin merakla annesini dürterken güldüm. Gülin’in kendisi dışında insanların da dayıya sahip olabileceğine şaşırması tatlıydı. Kendisi bütün kaynakları sömürüyor gibi hissediyordu sanırım.

“Evet meleğim, Birkan abin Güneş’in dayısı. Senin danacımların gibi.”

“Benimkiler bişsürü ama, senin bi tanecik mi danacın var?” Güneş, Gülin’in direkt kendisine soru sormasını beklemiyor gibiydi. Ama hemen cevapladı. “Benim bir tane dayım var maalesef, senin daha çok var sanırım. Kaç taneler?”

Gülin sorulan soruya cevap vermek için heyecanla yerinde kıpırdanırken yanağında kurumuş yaşlar ve kızarık gözleri olmasa az önce ağlıyor olduğuna kimseyi inandıramazdık. “Bir tanesi buyda bak!” Beni tombul elleriyle gösterirken Güneş daha önce hiç benim üzerimde dolaştırmamış gibi bakışlarını yavaşça bana çevirdi.

“Bu Tuna olan danacım.” Gülin benimle başlayıp sırasıyla dayılarını tanıtırken Güneş’in kaçamak bakışlarını yakalamaya devam etmiştim. Yüzümde bir şey kalmış olma ihtimalini biraz önce elemiştim ama bu kadar sık bakışlarının üzerime uğraması farklı gelmişti.

Yaklaşık on dakika sonra Simge abla haricindekiler olarak ablamın odasına geçmiştik. Simge abla gelen danışanını odasına almıştı, ablamın ise sıradaki danışanı bugün gelemeyeceğini belirtince bolca zaman oluşmuştu.

Gülin ablamın varlığıyla hüzünlü halinden bayağı sıyrılmış halde bir şeyler anlatırken Birkan abi onu dinliyordu. Ablam bir yandan Uras abimle telefonla konuşuyor, diğer yandan Gülin’i ısırmaya çalıştığı için büyük bir hareketlilik yaratan Birkan abiye rağmen kızını sabit tutmaya çalışıyordu.

“Dayı?” Güneş’in sesini yeniden duyduğumda benimle birlikte herkesin bakışları ona çevrildi. Bu bakış fazlalığından rahatsız olmuş gibi kıpırdanarak Birkan abiye baktı. “Biraz daha oyalanacaksak ben bir lavaboya gitsem, bu katta var mı?”

“Çıkacaktık aslında ama Uras gelsin, onu da görmüş olurum. Yoktu ortalarda bayağıdır. Lavabo ne tarafta Nil?”

Ablam telefonu bir an kulağından çekip bana baktı. “Tuna sen gösterir misin ablacım, eşlik et Güneş’e.”

“Hiç gerek yok, tarif ets-…” Güneş itiraz etmeye başlamışken boşuna yorulmaması için sözünü kestim. “Tabii, çıkalım.” Ayağa kalkıp kapıya yöneldiğimde Güneş küçük bir duraksamanın ardından peşime takıldı.

Koridora çıktığımızda ben önde ve Güneş bir adım arkamda olacak şekilde yürüyorduk. Giriş tarafında değil, odaların da ilerisinde olan lavaboların önüne ulaştığımızda arkamı döndüm.

“Teşekkür ederim.” Küçük bir gülümsemeyle teşekkür ettikten sonra kapıya uzandı. İçeriye gireceği sırada ben de geri çekilmeye çalıştığım için küçük bir karmaşa yaşandı. Güneş’in dengesi kaybolacak gibi hissettiğimde dirseğinden canını yakmamaya özen göstererek kavradım. “Dikkat et.”

Omuzumun biraz altından koluma tutunurken başını hafifçe kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinin elaya çalan rengini fazla yakından görüyor olduğum için istemsizce gözlerinin içine baktım.

“Tuna,” diyerek adımı söylemesini beklemiyordum. Adımdan sonra binlerce cümle sıralayacakmış gibi hissettirmişti. Ama tek bir cümle çıktı dudaklarından.

Bin cümle sanmamın sebebi ise sanırım bu tek cümlenin bin cümle kadar ağır oluşuydu.

“Özür dilerim yine ortadan kaybolduğum için.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm