Düşten Farksız 4.Bölüm
4.BÖLÜM
Son birkaç saatte yaşananların verdiği
yorgunluk, yüzüme kolaylıkla uykum var ifadesi oluşturabileceğim bir fırsat
yaratmışken beni odada yalnız bırakması için fazla çabalamama gerek kalmamıştı.
Bu evde onunla ne kadar zaman
geçireceğimden yüzde yüz emin olmam mümkün değildi, ancak ilk saatlerden
itibaren onunla ilgili bir şeyler öğrenmeye başlamıştım. Taşımak için uzandığım
bir karton kutu, bana babamın hayatından büyük bir parçayı açıkça göstermişti.
Yatağa serebilmem için getirdiği
nevresimleri düzgünce örttükten sonra, odanın kenarına bıraktığı valizimden
geceliğimi bulmuş ve giyinmiştim. Kutular odadan çıkmış; içeride yatak, dolap
ve valizim dışında doğru düzgün bir şey kalmamıştı.
Oda uyunabilecek serinlikteyken,
düşüncelerimde boğulduğum için sanki sıcaktan eriyormuş gibi sıkılıyordum
yattığım yerde. Telefonumdan sürekli kontrol edip durduğum saate az önce
baktığımda gece yarısı olduğunu görmüştüm.
Buraya geldiğimizde saat on buçuğa
geliyordu, yani bir saatten fazla zamandır yatakta uzanıyordum. Uykum gelmek
yerine benden koşarak kaçarken otelden geldiğimden beri gidermediğim tuvalet
ihtiyacım karnımı ağrıtmaya başlamıştı. Odadan çıkarsam, henüz uyumadıysa
sesimi duyup gelebilirdi. Bunu istemiyordum. O yüzden bekleyebildiğim kadar
beklemiş, uykuya daldığını varsayabileceğim kadar çok zaman geçirmeye
çalışmıştım yatakta.
Yerimde doğrulup yavaşça ayaklandığımda
odanın karanlığında takılıp düşmemek için fazlasıyla dikkatli adımlar
atıyordum. Kapıya ulaştığımda önce odanın ışığını açtım. Ardından kilitlediğim
kapıyı açıp koridora çıktıktan sonra bu ışığı kullanabilmek için kapıyı yarı
aralı bıraktım.
Odamdan çıkmadan önce banyonun hangi
tarafta olduğunu belirtmişti. Bu yüzden oyalanmadan oraya doğru yürüyüp sessiz
adımlarla banyoya ulaştım. İçeri girip işimi hallettikten sonra yüzüme yapışan
saçlarımı düzeltip yeniden koridora çıktım.
Odanın kapısına ulaşamadan önce kulağıma
birkaç ses dolduğunda olduğum yerde durakladım. Sesin geldiği yer, evin
girişiydi. Orada başka hangi oda vardı bilmiyordum. Uyuduğunu sanarak odamdan
çıkmıştım ama sanırım henüz uyumamıştı.
Beni duymadığını düşünerek odaya doğru
aldığım yola devam ederken tıkırtılar daha da yükselince merakıma yenik
düşmüştüm. Uyuduğumu bile bile bu kadar ses yapması biraz ilginçti. İnsan ilk
gecesinde misafirine(!) biraz sessizlik sağlardı.
Çıplak ayaklarım, ince bir halı serili
olsa da çoğunluğu açıkta kalan soğuk yer taşlarını döve döve ilerlerken sese
gittikçe yaklaşıyordum. Kendimi mutfak girişinin önünde bulduğumda, perdesiz
camlardan gelen ay ışığı dışında bir aydınlatması bulunmayan ortamı
garipsemiştim. Işık açmadan bu karanlıkta ne yapıyordu?
Ona ne içimden ne dışımdan nasıl sesleneceğimi
kararlaştıramadığımdan, geldiğimi belli etmek için hafifçe öksürdüm.
Buzdolabında bir şey arıyor gibiydi. Tıkırtıların kaynağı da buydu.
Yüzü de dahil olmak üzere üst bedeni
buzdolabı kapısının ardında saklıydı. Öksürüğüm tıkırtıların aniden kesilmesine,
sonra yavaşça doğrulmasına yol açtı.
Bedeni tamamen ayakta duruyor hale
geçtiğinde mutfağın loşluğu, karşımdaki kişinin yüzünü görebilmeme olanak
sağladı. Dudaklarım panikle aralanıp hızlı bir nefesi ciğerlerime yollamaya
çabalarken geriye doğru adımladım.
Karşımdaki adamı tanımıyordum. Karanlıkta
etrafı karıştırıyor olması ise kim olduğuyla ilgili hoş olmayan tahminlerle
dolmama sebep olmuştu.
“Sen kimsin?” derken sesim, sesime
yakından uzaktan benzemeyecek kadar kalın ve tok sesiyle aynı anda yankılanmıştı.
Hırsızlığa geldiği evlerde karşısına çıkanların kim olduğunu öğrenme çabası çok
tatlıydı gerçekten.
Kaşları çatıldı. Bana doğru adımladığında
daha da stres yapıp yine geriye gittim. “Gelme!”
“Bağırma,” diyerek dişlerinin arasından
tıslar gibi konuştuğunda kaşlarımı çattım. “Yok ya! Sen bir iki eşya daha çal,
sessiz sessiz bekleyeyim bir de olur mu?”
“Lan yanlış eve mi girdim ben? O kadar
içmedim de anasını satayım.” Kendi kendine ne konuştuğunu anlayamıyorken bana
doğru hızlıca iki adım attığında aramızdaki mesafenin kapanacağını fark eder
etmez dudaklarımdan korkuyla tiz bir çığlık çıktı.
Kulaklarını kapatmasına yol açan çığlığıma
rağmen kaçmaya çalışmamıştı. Gözlerimi kırpıştırarak suratına bakakalmışken
arkamdan yüksek bir kapı sesi geldi.
“Despina!” Adımı bağıran sesi duyduğumda
iç çekerek arkama döndüm hızla. “Güvensiz dediğin otelimde hırsızlar yoktu!”
diye yakındığımda afallamış suratıyla bana bakan bir Timur Akdoğan vardı
karşımda. Çığlığımla uyandığını belli eden yüzü yarı uykuda gibiydi hâlâ.
“Hırsız mı?” diye sorarken beni kolumdan
tutup arkasına doğru çekti.
“İyi akşamlar abi, benden bahsediyor
sanırım.”
Arkasında durduğum koca beden beni duvar
gibi koruyorken kafamı hafifçe yandan uzatıp hırsıza baktım.
“Özgür?”
“Benim Timur abi, başkasını mı
bekliyordunuz?”
Aralarındaki diyaloğu kesip mırıldandım.
“Hırsızı nereden tanıyorsun sen?”
“Hâlâ hırsız diyor, kafayı yiyeceğim
şimdi. Sensin kızım hırsız, kendi evimizde hırsız olduk.”
Yüzümü buruşturdum. Bedenimin yarısı
görünecek kadar kenara kaydım. “Kızın değilim ben senin, gece gece eşyaları
karanlıkta karıştıran ev sahibi mi olur hem?”
Üstüme doğru gelecek gibi yaptığında
avuçlarım refleksle önümdeki kola kapandı. Sıkıca koluna tutunduğumda yüksek
olmasa da yüksek gibi hissettiren sesini duydum. “Özgür.” dedikten kısa bir an
sonra devam etti. “Elin kolun rahat dursun, sana eve gelme demedim mi ben?”
“Abi ben maçtaki olayın siniriyle lafın
gelişi dedin diye… Sabah olunca sakinleşiyorsun ya hani. Yatıp uyuyacaktım
hemen ama midem kazındı.”
Bana bir şeyler söylerken çok daha
saldırgan ve rahattı. Timur Akdoğan’a karşı ise mırıldayan bir kediymiş gibi
konuşuyordu. Aralarındaki ilişkiyi bilmesem de hırsızın ona saygı duyduğunu
fark etmemek mümkün değildi.
“Başlatma gelişinden gidişinden, çocuk
muyum lan ben sabah unutayım sinirlendiğimi?”
“Estağfurullah abi,” derken gittikçe
yerine sinmesine istemsizce kıkırdadım. Boyları ve cüsseleri neredeyse eşti.
Belki Özgür biraz daha uzundu ama yine de küçük çocuk gibiydi. “Ne gülüyorsun
sen orada?” diye yine bana yükseldiğinde kaşlarımı çattım. “Sana gülüyorum.”
Bu tepkim Özgür’ü sinirden tepinecek hale
bürürken, halen koluna tutunuyor olduğum adamı az önce benim yaptığıma benzer
bir biçimde güldürdü.
“Abi hangi deliyi eve aldın? Gülüp duruyor
sinirlerimi hoplattı gece gece.”
“Çenen düşmesin Özgür, zıbar hadi. Sabah
konuşuruz.” Az önce gülen bir başkasıymış gibi direkt toparlanıp ciddi bir hal
almıştı. “Sen de odana dönebilirsin Despina, Özgür hırsız değil. Korkacak bir
şey yok.”
“Yeteri kadar korktum zaten,” dedim ters
ters Özgür’e bakıyorken. “Kabuslarıma girecek şimdi.”
“Gördüğünde mi çığlık attın?” diye
sorduğunda başımı iki yana salladım. “Üstüme üstüme yürüdü o koca bedeniyle,
ezecekti sanırım beni.”
“Boyundan büyük yalan atıyor, tipe bak.
Kimsin kızım sen?”
Sürekli kim olduğumu sorgulaması, zaten bu
evde kim olarak bulunduğumu henüz kabullenememiş aklıma fazla gelirken öne
doğru atılıp bir solukta döktüm söyleyeceklerimi. “Kızıyım onun.”
Afallayarak yüzüme bakakalmışken devam
ettim. “Ayrıca boyum 1.74 benim, boyumla dalga geçemezsin.” Asıl derdim buymuş
gibi homurdanmıştım son kısımda. Ancak Özgür ikinci kısmı duymamış olabilirdi.
İlk iki kelimenin etkisinde donmuşa benziyordu.
“Kızısın..?” dedi fısıltıyla. Ardından
bakışları benden kopup onu buldu. “Ben kafama fazla darbe mi aldım geçen
akşam?”
“Despina,” dediğinde bakışlarım yanımı
buldu. “Özgür’le konuşmam için izin verir misin biraz?”
Omuz silktim. “Uyuyacağım ben zaten.”
dedikten sonra ikisine de bakmadan yanlarından uzaklaştım. Odaya geri döndüğümde
içeri girip kapıyı yeniden kilitledikten sonra kendimi yatağa attım.
Abi deyip dursa da Özgür, Mirza Bey’in
oğlu olabilmek için fazla gençti. Yirmi beşten fazla olduğunu sanmıyordum.
Bahsettiği ‘maç’ konusu da, bağlarının ailevi değil de boksla ilgili olduğu
bağırıyordu ayrıca.
Hiç düşünmeden karşısına geçip ‘onun
kızıyım’ demem yanlış mıydı? Yanlışsa da çok geçti artık. İstemsizce dilimden
dökülmüş, bir sonraki adımı hiç düşünmeden hareket etmiştim.
Oflayarak olduğum yerde birkaç kez dönüp
durduktan sonra, bundan da yorulup yüz üstü uzandım. Uyuyabilmek için
harcadığım zaman, kısa sayılamazdı.
Konuşmaları sonlanıp iki ayrı kapı sesi
duyulana dek gözlerimi uykuya kapatamamıştım. Uyanık kalmak bana ne
konuştuklarına dair bir ipucu vermemişti ama en azından konuşmalarının yarım
saatten fazla sürdüğüne dair bir fikre sahiptim.
Yarım sayılabilecek bir uyku uyumuştum
gece boyunca. Çok kez uyanmış ama odadan, hatta yatağımdan hiç çıkmamıştım. Her
seferinde kendimi yeniden uyumak için zorlamıştım.
En son uyandığımda yeniden uyumayı
başaramadım. Telefonuma uzanıp saate baktığımda yedi buçuk olduğunu görmüştüm.
Bir süre uyanık oyalanınca saat sekize gelirken artık banyoya gitmek
zorundaydım.
Odadan çıkmadan önce üzerime rahat
edebileceğim bir şort ve tişört giydim. Kilitlediğim kapıyı açıp koridora
adımladığımda ev sessizdi. Banyodaki işlerimi halledip, düzensiz uyumanın
izlerini olabildiğince suyla yüzümden sildikten sonra kısa bir an odaya
dönmekle diğer tarafa gitmek arasında ikilemde kalmıştım.
“Günaydın,” diyen sesle irkilip daldığım
noktadan gözlerimi ayırdım.
Çaprazımda kalan kapıdan çıkan Özgür’e
aitti ses. “Yine mi korkuttum? Çığlık atma sakın,” derken yüzünü her an
bağıracakmışım gibi ekşitti.
Önlem almasına dudaklarım kıvrılmıştı.
“Atarsam ne olur?”
“On altıncı kattan sallandırır Timur abi
beni, yani dün buna benzer bir iki şeyden bahsetti de tam dinleyemedim.” Elini
geçiştirir gibi sallayarak konuşmuştu. Önemsiz bir konudan bahsediyordu sanki.
“O zaman bağırayım hemen,” dedim ağzımı
kocaman açarak. Elini yüzüme uzattığında kendimi kasmamak için büyük çaba
harcamıştım. Ağzımı kapatmak için yaptığını, başka bir şey olmayacağını içimden
tekrarlarken zaten çoktan avucu ağzıma kapanmıştı bile. “Yapma, o bülbül
sesinle sabah sabah şenlendirme bizi.”
Gözlerimi kısıp elini çekmesi için tehdit
dolu olduğunu umduğum bakışlar attım. Burnundan uzun bir nefes verdikten sonra
elini çekti. “Bela mısın kızım sen?”
“Yo,” dedim omuz silkerek. “Misafirim
ben.”
“Kaç yıllığına geldin?” derken dalga
geçiyor gibiydi. “Bir ay,” diye yanıtladığımda sırıttı. “Aynen, öyledir tabii.”
Buraya kendime yer edinip yıllarca kalmak
için geldiğimi mi düşünüyordu?
“Bir aylığına buradayım, fazlası yok.”
“Timur abi gibi bir baban olduğu için
şanslı, onu bu kadar geç tanıyacak olduğun içinse bayağı şanssızsın. Babanı iyi
tanıyan biri olarak konuşuyorum, o bir ayın sonunda sen değil Yunanistan’a;
köprüyü aşıp karşı kıtaya zor gidersin.”
Birkaç saniye sessiz kalıp yüzüne baktım.
Ardından dudaklarım aralandı. “Peki beni ne kadar tanıyorsun?” diye sordum.
“Eğer istemezsem burada kalacak biri olup olmadığımı nereden biliyorsun?”
Koridorun boş duvarına doğru omuzunu
yasladı. Hafif yana eğik duruyordu bu şekilde. “Benim inadım babamdan beter mi
demeye çalışıyorsun çığırtkan?”
“Çığırtkan?” dedim sorar gibi.
“Bağırıp duran ben değilim herhalde,
alındın mı buna?”
Soru sormamı yanlış anlamıştı. “O ne demek
bilmiyorum ki.”
Alınganlık yaptığımı düşündüğünde yüzünde
tatsız bir ifade belirmişken, açıkladığımda bakışları daha ılımlıydı. “Yunan
olduğunu atlamışım, patır patır Türkçe konuşunca…”
“Yunan değil, Türk. Beyninin hasarlı
olmayan kısmını kullan Özgür, babası benim.”
Arkamdan gelen sesle birlikte omuzumun
üzerinden hafifçe geriye döndüm. Uyanmıştı o da.
“Dünden beri kaçıncı kez bunun altını
çiziyorsun sayamadım, abi. Cidden inanıyorum, babası sensin. Ben hak iddia
etmeyeceğim.”
Özgür’ün söylediklerine fazla dikkat
edememiştim. Daha çok onun dudaklarından dökülen ‘babası benim’ kısmına takılı
kalmış haldeydim.
Bakışlarımın onun yüzünde takılı
kaldığını, bana doğru yaklaştığında fark edebilirken gözlerimi kaçırdım. “Sabah
sabah koridorun ortasında boş yapmaya mı karar verdin, koçum? Salonu göstersene
burada dikileceğine.”
“Çıkıyordum ben aslında, siz baba-kız
kahvaltınızı yapın. İşim var biraz.”
Ben sessizce onları dinlerken Özgür başka
bir şey konuşulmadan ortadan kaybolmuştu. Evden çıktığını belli eden kapı sesi
duyulduktan sonra anlamsızca burada duruyor olduğumu hatırlayarak başımı hafif
geriye atıp ona baktım.
“Günaydın,” dediğinde aynı şekilde karşılık
verdim. “Günaydın.”
“Özgür dolabın kökünü kuruttuğu için
kahvaltılık pek bir şeyimiz yok, dışarıya çıkmak ister misin? Boğaz havası
alalım biraz.”
Küçük bir sorgulamadan sonra boğazdan
kastının İstanbul Boğazı olduğunu anlayabildiğim için kendimi kutladım. “Özgür
seninle mi yaşıyor?” diye sordum daha fazla bu soruyla boğuşmamaya karar verip.
Geceden beri düşünsem de çözememiştim.
“Çoğunlukla, evet.” dedi başını olumlu
anlamda sallarken. “Önümüzdeki haftalarda burada olmaz, sen nasıl rahat
edeceksen öyle olacak. Ben düşünebildiğim kadarını düşüneceğim ama sen yine de
aklından geçenleri benimle paylaş olur mu?”
Başka bir şeyler daha sormak istiyordum
ama sürekli soru sorarsam benden sıkılacağına dair taşıdığım endişe bunu
yapabilmeme engel oluyordu. Sorumun boğazımda takılı kaldığını nasıl anlamıştı
bilmiyorum fakat dudakları kıvrıldı hafifçe.
“Hazırlan, kahvaltıda sormak istediklerini
cevaplayacağım senin için.”
“Hepsini mi?” dedim şaşırarak. “Hepsini,
git giyin hadi.”
Vakit kaybetmezsem daha çok soru sorabileceğime
dair olan inancımla odama gitmem ve ilk bulduğum elbisemi üzerime geçirmem on
dakikadan fazla sürmedi.
Beyaz, ince kumaşlı kısa elbisem önden
bakıldığında sade bir elbiseden fazlası değildi. Sırtının tamamen iplerle
birbirine bağlanmış olması ise sürpriziydi. Sevdiğim, giydiğimde iyi
hissettiğim elbiselerimden biriydi. İstanbul’a peşimden getirmekle iyi
yapmıştım.
Üzerimi giydikten sonra saçlarımın sırtıma
dökülmemesi için ensemde salaş bir topuz yaptım. Telefonumu alıp çantama
attıktan sonra, omuzuma asılı çantamla birlikte odadan çıktığımda artık
hazırdım.
“Ben hazırım!” diyerek odadan çıktığımda
seslendim hafif yüksekçe.
“Salondayım, gel.” Yanıtının geldiği yöne
adımladım. Mutfağın yanında kalan iki kanatlı kapının salona açıldığını görünce
oraya ilerledim.
Salonda çoğunlukla koyu kahve ve kahveye
yakın tonlar kullanılmıştı. Çok eşyalı bir salon olmadığından ferahtı içerisi.
Koltuklardan birinde oturuyor halde
bulmuştum onu. Elinde telefonu vardı. Ben kapıya gelince ekranı kapatıp
telefonu cebine atmıştı. “Beyaz yakışmış,” dediğinde kalbimdeki çırpınmayı
görememesinden hoşnuttum. Aksi halde ne kadar heyecanlandığımı fark edecek,
küçük bir iltifatının bende ne demek olduğunu anlayacaktı.
Çocuksu umutlarla dolu bir aptal olduğumu
görsün istemiyordum. O aptal olmaktan memnun değildim çünkü. Her şey kül
olmuşken, umutlarım da kül olsun; hissiz kalayım ve bir daha kırılacak kadar
herhangi bir şeye dair umudum büyümesin istiyordum.
“Teşekkürler,” dedim kısık bir sesle.
Ayağa kalktı. O da giyinmişti. Üzerinde lacivert bir tişört ve koyu renk bir
pantolon vardı.
Bana doğru geldiğinde ayakkabılığa ulaşıp,
giymesi biraz uğraştırıcı olan sandaletlerimi ayağıma geçirmek için arkamı
döndüm ona.
“Sırtı…” dedi birden. Anlamayarak ona
döndüm. “Hım?”
“Sırtı da çok yakışmış, dedim.”
Gülümsedim. Yüzündeki ifadeyi çözemesem de oyalanmadan ayakkabılarıma uzandım.
Bir an önce gidelim ve sorularımı cevaplasın istiyordum.
Otoparka inene dek sessizdik. Arabaya
bindiğimizde, dünün aksine bugün gözlerimi kapatmadan yolu izlemeyi seçmiştim.
“Sıcakmış biraz,” dedim henüz arabayı
soğutmayı başaramayan klimaya söylenerek. “Yükselt biraz daha klimayı, ama
üşüyeceksin. Üstünde yüzde seksenlik bir açıklık var.”
Elbisemin kısalığı ve sırt dekoltesini
dile getirme şekline güldüm. “Her yeri kapalı olsa beyaz bir kumaş olurdu.
Böyle daha güzel.”
“Öyledir mutlaka,” dese de ikna olmuşa
benzemiyordu. Kıyafetlere takılacak bir adam olduğunu düşünmemiştim aslında.
Beni yanıltmaya devam ediyordu. Eğer aramızda her an patlayabilecek gergin bir
elektrik olmasaydı değiştirmemi istemeye niyetlenebilecek kadar tepkili
duruyordu elbiseme.
Klimayı yükseltmedim. Birkaç dakika sonra
araba serinlemişti zaten. Gözümü acıtan güneşten korunabilmek için çantamdan
güneş gözlüğümü çıkartıp taktım. Bu sırada onun da vitesin gerisinde duran
bölmeden aldığı gözlüğü taktığını görmüştüm.
Gözlüğü taktığında, öncesinde az havalı
duruyormuş gibi daha da çekici bir hale bürünmüştü. Ellerinde yüzük ve evinde
bir kadın izi bulunmamasına rağmen aklımda bir yerlerde evli olma ihtimali
halen vardı. Kişiliğini çözmeme zaman vardı ama her ne olursa olsun yalnız
olması olağandışı duruyordu.
“Kahvaltı başlamadan soru sormam yasak
mı?”
Yanağımı koltuğa yaslayıp ona dönükken
konuştuğumda bana anlık bir bakış atıp yeniden yola döndü.
“Tek hakkın var, kullan istediğin gibi.”
Haklarımı sınırlaması yerimde kıpırdanmama
sebep oldu. Hangi sorum daha acildi?
Düşünme süremin uzaması gülüşünü
kuvvetlendirdi. “Sor, Despina. Birden fazla sor vazgeçtim.”
Adımı kullanması, soru hakkım devam etse neye
kullanacağım konusunda beni aydınlatmıştı.
“Adıma yabancı değilsin, daha önce nerede
duydun?”
“Bundan nasıl emin olabilirsin ki?”
Başımı aşağı eğip gözlüklerimin üstünden
ona baktım. “Adımı doğru tonluyorsun.”
“Adın, Persephone’a ait diğer isimlerden biri
Despina. Yunan mitolojisinden haberdar herhangi biri doğru tonlayabilir.”
İsmimin bir Yunan tanrıçasına ait
olduğundan haberim vardı. Fakat gerçekten ilgili biri olmadıkça Persephone ve
Despina’nın aynı tanrıçaya ait isimler olduğunu bilemezdiniz.
“Fazla haberdarsın o zaman mitolojiye,”
dedim üstüne giderek. Yalan söylüyordu. Mitoloji peşinde bir adam olmadığından
çok emindim.
“Xéro
líga elliniká.” Birden bire gelen şokla gözlerimi
kırpmak ve nefes almak dışında tepkisiz kaldım.
(*Biraz
Yunanca biliyorum.)
“Ne?” dedim fısıltıyla.
“Adını nasıl doğru tonladığımı sormadın
mı? Yunanca biliyorum biraz işte. Senin Türkçenin yarısı kadar bile değildir
gerçi.”
“Hiç tahmin etmemiştim.” dedim şaşkınlığım
sesime yansımışken. “O zaman Persephone kısmından nasıl haberin var? Anlamını
nereden biliyorsun?”
“Araştırdım.” dedi dümdüz karşıya
bakarken. “Anlamını bilmek istedim.”
Omuzlarım aşağıya doğru çöktü. Babamdı.
Adımı birkaç gün önce benden, anlamını yine aynı zamanlarda kendi çabasıyla
öğrenmiş olan bir adamdı ve babamdı.
Başımı salladım. Bana bakmasa da
hareketimi göreceği belliydi. Yanağımı koltuktan çekip önüme döndüm. “Ne kadar
yolumuz var?” diye sorarak konuyu dağıtmaya çabalamıştım.
“Yirmi dakikadan fazla sürmez. Trafik
yoksa daha da az olur.”
“Tamam,” dedikten sonra akan yolu
seyretmeye odaklandım.
Sormak için hevesli olduğum soruların
aslında cevaplarının o kadar da heveslendirici olmayacağını ilk sorunun
bitiminde hemen kavramıştım. Öğrenmek istediklerim, çoğunlukla yaralarımı
deşecek; beni ve belki onu da köşeye sıkıştıracaktı.
~
“Başka bir isteğiniz var mı?” diye soran
kadının ardından, bana döndü. Başımı iki yana salladım. Masadakiler değil iki,
altı kişiye yetebilirdi. Bu kadar şeyi ne yapacağımızı bilmiyordum.
“Şimdilik yok,” dediğinde garson yanımızdan
ayrıldı.
Masanın bir adım ilerisi denizdi. Dalgalar
ve onlara karışan martı sesleri birlikte tatlı bir melodi yaratırken gözüm
çoğunlukla oradaydı.
“Çayın soğumadan başla, deniz kaçmaz bir
yere.”
Bakışlarım yüzünü bulduğunda, dikkatle
beni izliyor olduğunu gördüm. Bakışları bendeydi ama ağırlıklarını
hissetmiyordum. Bana bakmasından rahatsız değildim, bana neden baktığını
anlayabiliyordum çünkü. Ben de sık sık bakışlarım onda takılı kalmış halde
buluyordum kendimi.
Masadaki binbir çeşit tabaktan bir iki
parçayı tabağıma koyarken aynısını o da kendi tabağına uyguladı. Bir süre
boyunca sessizce kahvaltı yaptık. Arada çayımı kontrol ediyordu. Masada duran
termosu bardağımdaki çayı yenilemek için hazırda tutuyordu tam yanında.
“Çayla pek aram yok,” dedim boşuna tetikte
beklememesi için.
Kaşları havalandı. “Sevmiyor musun?”
“Bu bardağı içtikten sonra ikinciye
geçmem, fazlasını sevmiyorum.”
“Evde içtikçe alışırsın.” Duraksamadan
konuşmuştu ben bitirir bitirmez.
“Bir ayda mı?” dedim düşünmeden.
“Alışamazsan süreyi uzatırız. Çay içmeye
alışana kadar beklersin.”
Çaydan başlasa da konumuz bambaşkaydı.
Yine de çayı aradan çıkartmadan sürdürdüm diyaloğu. “Ya hiç alışamazsam çaya?”
“Denemekten vaz mı geçmeyi planlıyorsun?
Öyle hemen pes edenlerden misin?”
Pes etmeye uygun kaç an yaşadığımdan
haberi yoktu. Hiçbirinde pes etmemiştim. Tam kıyısına yaklaştıklarım olmuştu,
bir şekilde direnmiştim.
“Değilim,” dedim başımı iki yana
sallarken.
“Bu ilk ortak noktamız olsun o halde, fark
ettiğimiz ilk ortak noktamız. Pes etmek, konusunu bile açamayacağımız kadar
uzak bize Despina.”
Başka ortak noktalar bulması için kolunu
tutup mızmız bir çocuk gibi çekiştirmek istedim o an.
Yanında bir çocuğa dönüşmek için
heveslendiğim ilk andı. Son olmayacağını haykıran birden fazla sesi içimde
misafir ediyordum.
Kahvaltının devamında sormayı beklediğim
soruları seçip ona anlatmaya fırsat bulamadan kendi düğümlerime dalmıştım.
Çayım bittiğinde, ikinci bardağı içmeyeceğime dair kesin konuşmuş olsam da bana
itiraz şansı tanımadan bir bardak daha doldurmuştu.
İçmiştim
ikinci çayı da.
“Gelirken soru soracağın için yerinde
duramıyordun, artık sorasın kalmadı mı sorularını?”
Küçük bir peynir parçasına dakikalardır
işkence etmekteydim. Konuştuğunda kalan kısmı ağzıma atıp hızlıca çiğneyip
yuttum.
“Sorayım mı?”
“Sor, ama ben de soracağım sana. Sırayla
gideceğiz.”
Soru oyununun bu kuralını şu an
öğrenmiştim. Hoşuma gitmemişti pek.
“Çok mutlu oldun soru cevaplayacağına.
Yüzünde güller açtı.”
“Yüzünde güller açmak, gülmek gibi bir şey
mi?” diye sordum merakla. Başını salladı. “Mutluluğu yüzüne yansımak, demek.”
“Güzelmiş,” dedim ilk kez bir deyimi bu
kadar severek. “Ama olumsuz anlamda kullandın, dalga mı geçtin?”
Tabağını hafifçe kenara çekip bana doğru
eğildi biraz. “Dalga geçmedim, neden dalga geçeyim seninle?”
“Geçme, evet.”
Burnundan az bir nefes verip güldü.
“Anlaştık.”
“İlk önce sen sor o zaman, eğer cevap
vermek istemezsem kendi soru hakkımdan vazgeçeceğim.” Aklıma böyle bir çözüm
üretmek gelmişti. Bence yeterince stratejikti.
Kaşları havalandı. “Akıllıca bir
hamleydi.”
Başımı omuzuma doğru yatırdım. “Akıllıyım
çünkü.”
Egoist bir tavırla onaylamama başını iki
yana sallayıp güler gibi oldu. “Ama sen cevap vermezsen ben de vermeyeceğim,
bunu atlıyorsun.”
“Koca adam olmuşsun ama benimle
inatlaşıyorsun, kaç yaşındasın sen elli beş var mısın?” Hafifçe oflayıp
homurdanırken, yaşının asla bu olmadığını biliyordum elbette.
“Yok, yetmiş beş yaşındayım.” dedi kaşları
çatık halde. “Kırk yaşındayım Despina, hatta Ekim’in sonuna dek kırk da
değilim.”
“Doğum günün Ekim’de mi?”
“Evet, yirmi yedi Ekim.”
Doğum gününde burada olmayacaktım.
Temmuz’da doğmamış olması benim sorunum değildi.
“İki soru cevapladım bu arada,” dediğinde
avuçlarımı masaya yasladım. “Bunlar sayılmaz ki.”
“Neden sayılmasın?” dedi rahatça arkasına
yaslanırken. “Benim hakkımda iki ayrı bilgi edinmeni sağladılar, soruydular
işte.”
“Mızıkçı birisin, çıktığın maçlarda
rakiplerine böyle şeyler yapıyorsundur herhalde.”
“Rakiplerime neler yaptığımı boş ver sen,
sıra sende.”
Gözlerimi devirsem de başımı salladım.
“Tamam, sor hadi.” dedikten sonra o konuşmadan önce devam ettim hemen. “Bu iki
soruya karşılık tek bir soru hakkın var, yaş ve doğum günü çok benzerdi.”
Öyle olsun der gibi bir baş hareketi
yaptı. “Helen sana her şeyi ölmeden önce anlatmış, böyle söyledin bana. Buraya
gelmek için neden aylarca bekledin, neden öğrenir öğrenmez değil, neden bundan
bir yıl sonra değil de şimdi Despina?”
“Annem ölür ölmez buraya gelemezdim, sence
bu mümkün mü? Ölümünü atlatmayı bekledim.” derken durmadan konuşmuştum.
“Altı ay yetti mi?” diye sordu sakince.
“Altı ay boyunca her şeyi atlattın ve bitti mi?”
Elimin üst kısmıyla yanağımda bir şeyler
varmış gibi sertçe tenimi sildim. “Evet,” dedim. Fevrileşmiştim.
İnandırıcılığım için başvurması en kolay yol buydu çünkü.
“Tamam,” dedi başını hafifçe sallarken.
“Teşekkür ederim cevapladığın için.”
Bu kadar kolay geri adım atmış olmasını
garipserken, garipsememin boşuna olmadığını kanıtlayarak devam etti. “Eğer bir
yalan yerine gerçeklerle cevaplamak istersen beni, bekleyeceğim. İstediğin
zaman, istediğin şekilde anlatman için etrafında olacağım.”
“Sıkılana kadar,” dedim kendi kendime
mırıldanır gibi.
“Ne?” Duymuştu ama duymamış olmayı
seçerek, tekrarlamam ve muhtemelen değiştirmem için böyle tepki vermişti.
“Varlığımdan sıkılana kadar etrafta
olursun, her şey tazeyken merak ettiğin birden çok şey varken buradasın ama bir
gün bitecekler.”
“İlk gün söylediklerimin karşılığı için mi
bunlar?”
“Hayır, düşündüklerimi söylüyorum sadece.
İlk gün düşündüklerini söyledin sen de, sonra dün nedenlerini açıkladın. Ben de
şimdi düşündüklerimi söyledim.”
Oturduğumuzda cebinden çıkartıp masaya
bıraktığı paket, sigara içiyor olduğunu o an öğrenmemi sağlamıştı zaten. Şimdi
de uzanıp o paketten bir sigara çıkarttı. Paketin üstüne bıraktığı çakmakla,
dudaklarının arasında dengelediği sigarasını yaktı.
İçine çektiği dumanı, birkaç saniye sonra
başını denize doğru çevirip üfledi. Bu süre boyunca onu izlemiş, gözlerimi hiç
ayırmamıştım.
Sigara içmiyordum. İlgimi çeken bir tarafı
yoktu ama sigarayı dudaklarında taşırken, herkesi sigara içmeye ikna edecek
kadar ilgi çekici duruyordu.
“Düşündüklerin, gerçekleri yansıtmıyor.
Mantıksız düşüncelerini dile getirme, hatta kendine de saklama. Çöpe at gitsin,
Despina.”
Omuzlarımı salladım. Dirseğimi masaya
yaslayıp, avucumu da yanağıma dayamış hafifçe öne doğru gelmiştim. “Kendine
yakıştıramıyor musun bu gerçeği? Oysa sen söylemiştin, hayalini kurduğun adam ben değilim demiştin.”
Sigarasını, ilkinden çok daha derin bir biçimde
soludu. Yoğun bir dumanı dışarı üflediğinde havada kayboluşunu izledim.
“Değilim çünkü, yalan mı söyleseydim? Çok
iyi baba olur benden, baba olmayı ezbere biliyorum mu deseydim?”
Parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı
masada duran küllüğe birkaç kez hafifçe vurdu. Küller sigaranın ucundan kopup
düşerken dudaklarımın aşağıya doğru kıvrıldığından habersizdim.
“Seni beklentiyle doldurup, birkaç gün
sonra çuvalladığımda kırılıp dökülmeni mi izleseydim Despina? Doğru olan bu mu
olurdu?”
“Böyle yapınca kırılmadım mı?” diye
sordum. Bu, herkes farkında olsa da, ilk karşılaşmamızda kırılmış olduğumun ilk
kez sesli olarak dilimden döküldüğü andı.
Gözlerini kaçırdı. Birbirimizin bakış
açısından baktığımızda karşı taraf aniden haklı gözüküyordu. Bana yaptırmaya çalıştığı
empatiyi ona yaptırdığımda hemen elalarını çekmişti benden.
Tabağımın kenarında duran peçeteyi alıp,
küçük parçalara ayırmaya başladım. Tüm odağım peçetede ve ellerimdeydi. Buna
rağmen sigarasını içiyor olduğunu, az önce kaçırdığı bakışlarının yeniden beni
bulduğunu görebiliyordum.
“Dün gece evine geldiğimi Mirza Bey
biliyor mu?”
“Gece konuştum, sen odana geçtikten
sonra.”
Anladım der gibi başımı salladım gözlerimi
peçete parçalarından çekmeden. “Onunla gitmemişsin, otelden alıp eve götürmek
istemiş seni.”
“Gitmedim, evet.”
“Benim yüzümden mi?”
Cevap vermedim. Cevabım evet olacaktı,
sessizliğim de bunun kanıtıydı gerçi, ama sesli olarak dile getirmek istemedim.
“Hiç evlendin mi?” diyerek karıştırıp
durduğum konu kutusundan yeni bir kâğıt bulup çektim. Bir cevap senden, bir
cevap benden kuralı ortadan kaybolmuştu. Yüzüm düşmüş, onun da inatlaşacak hali
kalmamıştı çünkü.
“Evlenmedim.”
“Ruhsal bir bozukluğun mu var?” dediğimde
şaşkınca yüzü buruştu. “O nereden çıktı?”
“Nasıl evlenmemiş olabilirsin? Kocaman bi’
şeysin, yakışıklısın da…”
Kısaca güldü. “Kocaman bi’ şeyim, öyle
mi?”
Başımı salladım. “Evet, küçük mü olduğunu
düşünmüştün?”
“Hayır,” dedi ifadesi daha düz bir hal
alırken. “Ayrıca evlenmemiş olmam hiçbir ilişkim olmadığı anlamına gelmiyor
Despina. Sadece evlilik kadar büyük bir bağa adım atacağım kimse olmadı.”
Bu kez yüzü buruşan bendim. “Kısa ve
sürekli değişen ilişkilerle dolu boş bir hayatın mı var?”
“Fazla açık sözlüsün.”
“Yani öylesin.” dedim kabullendiğini
anlayarak. “Sana gösterdiğim fotoğrafta, anneme âşıkmış gibi bakıyordun. Her
seferinde âşık oluyor sonra da tükenen duyguların ardından çekip gidiyor
musun?”
Nefes almadan konuşuyordum. Dolup taşan
düşüncelerimi hiç süzmeden paylaşırken nasıl tepki vereceğinin hesabını yapmaya
uğraşmıyordum.
“Annene âşık gibi bakmıyordum, annene
âşıktım.”
Adını söylüyormuşçasına kendinden emindi.
Peçeteden kaldırıp ona diktiğim gözlerimle, ifadesinde bir kırılma arasam da
bulamadım. “Âşık olduğun kadın, sana hamile olduğunu söyleyemedi mi? Bu bir tek
bana mı garip geliyor?”
Birkaç saniye göz bile kırpmadan gözleri
gözlerimde kaldı. “Söyleyememiş.”
“Söylese, aldırmasını mı isterdin? Annem
bundan mı kaçtı?”
Annem, bana ondan bahsettiğinden beri en
çok düşündüğüm konu buydu. Bana onu tanımamı, onunla vakit geçirmemi söyleyecek
kadar Timur’a yıllar geçmesine rağmen güveniyorsa, yıllar önce beni
öğrendiğinde neden ona söyleyememişti? Karşısına geçip ‘baba oluyorsun’
demesine engel olan, üçümüzü de bambaşka hayatlar yaşamaya sürükleyen neydi?
“Bilmiyorum,” dedi yalnızca.
Yalan ve gerçeği ayırt edemeyeceğim kadar
boş bir ifadeyle, tek kelimeden fazlası dökülmedi dilinden.
“Bilmiyorsun,” dedim başımı sallarken.
“Bildiği kesin olan tek kişi de, ölü.”
Annemin öldüğünü söylediğim ilk andaki
tepkisine benzer bir ifade kapladı yüzünü. Dün bana yaklaştığında ondan
kaçışıma ve annemin ölmüş olmasına verdiği iki tepki; ondan alabildiğim en
belirgin iki tepkiydi. Kalanlar anlık, öylece yüzünde belirip kaybolan
değişimlerdi sadece.
“Annemden sonra, ona baktığın gibi
birilerine bakabildin mi?” diye sordum bu anla ilgili son sorumu da kusup.
“Bahsettiğin kısa ilişkilerden biri, birkaçı o zaman hissettiklerinin aynısını
hissettirebildi mi?”
Sustu. Suskunluğunun hayır demek olduğunu
anlamak zor değildi.
Boğazıma takılan yumruyu yutkunup geri
itmeye çalışırken yanağımı yasladığım avucuma yüzümü daha sert bastırdım.
Annem, kendisinden aşkını bendense babamı
neden saklamıştı? Hem kendini hem de beni neden acıtmıştı?
Timur Akdoğan, birkaç gün önce değil; yıllar önce hayatımda var olmuş olsaydı hangi boşluklarım kapalı, hangi yaralarım hiç açılmamış olurdu?
Yorumlar
Yorum Gönder