Düşten Farksız 22.Bölüm
22.BÖLÜM
Birkaç adım ötemde bir adam can
çekişiyordu.
Damarlarımda kanını taşıyabildiğim kadar
yakınken; adını altı ay, kokusunu da yirmi iki gün önce öğrendiğim gerçeği
kadar uzaktım o adama.
Yirmi bir gün, herhangi bir durumun
alışkanlığa evirilmesine yeter bilgisi nereden aklıma sinmişti bilmiyordum ama
o eşiği çoktan aşmıştık. Artık korktuğum başıma gelmişti, ona yalnızca merakla
değil alışkanlıkla da sıkıca bağlıydım.
Az önce yüzünü görebiliyorken, aniden
arkasını döndüğünde artık geniş sırtından ve iki elini içine daldırdığı
saçlarından başka bir şey gördüğüm yoktu. Titriyordu. Kocaman bedeni, yıkılmaz
duruşu buna tezattı ama titriyordu. Kendisini fazla kasıyor olduğundan mı yoksa
düşünceleri onu sarstığından mı titriyordu, kestiremiyordum.
“Despina…” Adımı kısık sayılabilecek bir
şekilde seslenen Özgür bunu sayabildiğim kadarıyla üçüncü kez yapıyordu. İlk
ikisine tepkisiz kalmıştım. Üçüncüye de öyle kalmamak için yeterince gücüm
yoktu.
Gördüğüm arabanın ve arka koltuğundaki
yüzün hayal ürünüm olmadığını kanıtlamak için sığındığım mesajı ikisine
gösterdiğim andan birkaç saniye sonra bu hale gelmiştik. Babam yüzünü görmeme o
kadar az izin vermişti ki ilk anda beliren ifadesi dışında yüzünde ne olduğuna
dair hiçbir fikrim yoktu. O arkasını dönüp birkaç adım ileriye ulaşır ulaşmaz
ise Özgür’ün bana seslenişlerinden ilki gerçekleşmişti.
Her ikisi de mesajı görmüştü ama Özgür’ün
yazılanları anlayabilme şansı yoktu. Duruma büyük bir afallamayla eşlik ediyor
oluşu, benden cevap bekleyişi bundandı.
Bakışlarımı babamın sırtı ve parmaklarıyla
çekiştirdiğini gördüğüm saçlarından ayıramıyordum. Arkasını döndüğünden beri
tek yaptığım şey buydu. “Delireceğim şimdi,” diye mırıldandığını duydum
Özgür’ün. “Ne gördü? Bu hale gelecek bir adam değil o, ne gördü de böyle oldu?”
Bana sormaktan çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Adımı seslendiğinde bile
susuyorken bu sorulara cevap vermeyeceğimi biliyor olmalıydı.
Parmaklarımı sıkıca sardığım telefonum
yüksek bir ses eşliğinde çalmaya başladığında sokağın uğultusuna rağmen sanki
derin bir sessizlik bölünmüş gibi irkilmiştim. Bir türlü bana dönmeyen bedeni
hızla yanıma ulaştıran da zil sesimdi.
Aramanın kimden geldiğini görmek için
elimi kaldırıp telefonun ekranını açığa çıkarttım. Babamın elimdeki telefona
uzandığını görmüştüm bu sırada. Arayanın, mesajı atanla aynı kişi olduğunu
düşünüyordu sanırım. Ancak yanılıyordu.
İsmi okuduğunda telefonuma uzanan eli
havada durakladı. O kadar hızlı ve sert bir biçimde yanıma ulaşmıştı ki eğer
telefon gerçekten o isim tarafından gelen bir aramayla çalıyor olsaydı ne
yapacağını tahmin etmekte zorlanıyordum.
Hiçbir şey söylemedim. Yanaklarımda
kurumuş yaşların bıraktığı gerginlik hissedilir haldeyken ekrana dokunup
aramayı yanıtladım. “Efendim?”
“Neredesiniz boncuk? Birazdan geliyoruz
dediğin kaç dakika oldu?”
Dedemin sabırsız sesini duyduğumda ona bir
önceki konuşmada olduğu gibi kıkırdamak ya da en azından gülümseyerek cevap
vermeyi isterdim. Ama ilk kelimemde kontrol edebilmiş olsam da sesim sonraki
cümlemde belirgin bir biçimde pürüzlüydü.
“Geliyoruz, arka sokaktayız şimdi.”
dedikten sonra sesimi sorgulamasına fırsat vermeden telefonu kapattım.
“Eve dönsek daha iyi olacak gibi.”
Özgür’ün önerisini duymamışım gibi bakışlarımı karşımda duran bedende tuttum.
Boynunun biraz altına bakıyordum, onun bakışları da aşağıya doğru yönelip
yüzümü bulmak yerine boy farkımız sayesinde üzerimde kalan boşluktaydı.
Birbirimize bakmaktan kaçıyorduk. Kaçabileceğimiz yere kadar kaçmaya devam mı
edecektik?
“Bizi bekliyorlar,” dedim sonunda
dudaklarımı kıpırdatarak. “Yemek yiyeceğiz, ben çok açım.” Programlanmış bir
robot gibi dümdüz cümleler kuruyor, içimde bin ayrı hisle savaşıyor olmama
rağmen hiçbirini dışarıya çıkartmamaya çabalıyordum.
“Eve,” diyen sesi dakikalardır hiç
duymamıştım. En son, mesajın son birkaç kelimesini tekrarladığı sırada
kulaklarıma çarpmıştı sesi. “Eve gideceğiz.”
Başımı iki yana salladım. Eve gidip bana
soracağı sorulardan hatta sormasa bile atacağı bakışlardan kaçacak delik
aramaya çalışmayacaktım. Her zaman yaptığımı yapacak, hiçbir şey yokmuş gibi
bir sonraki anın içine çekilmek için kendime izin verecektim.
Özgür’ün bir bana bir ona bakıp durarak
kendi başını döndürdüğünü ona bakmasam da görüyordum. En şaşkın oydu, en kırgın
bendim; babamsa durgundu. Az önce kaskatı kesilip titreyen beden bir başkasına
aitmiş gibi durulmuştu.
Dudaklarım tembel bir kıvrımla
hareketlendi. Timur Akdoğan’la paylaştığım bir özelliğimi daha bulmuştum.
İçimiz sökülürken dışımızı sıradan bir hale bürünmek için çok da zamana ihtiyaç
duymuyorduk.
“Gözlerin kurumaya fırsat bulamamışken
gülümseme, dudakların yalandan kıvrılmasın.” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım.
Onu haklı çıkarmıştım bu hareketimle. Gözlerimi hızlıca kırpıştırdığımda asılı
kalan son birkaç damla yavaşça yanaklarıma inip kuruyan izlerin etrafından
boynuma doğru yol almaya başlamıştı.
Bana bakmadığını sanıyordum ama o sanki
bakmasa bile beni görebiliyordu. Başımı hafifçe geriye eğip yüzüne kısa bir
bakış atmak üzereyken sol yanağımı büyük avucuyla tamamen kapladı. Gerilen
yanağıma değen avucu soğuktu. Buz kesmeme de sebep olsa geri çekilmek için
kıpırdamazdım; kıpırdamadım.
“Şimdi değilse, gece; gece değilse, yarın…
Susmana izin vermeyeceğim. Kimsenin dinlemediği kadar çok dinleyeceğim seni,
nereye kaçarsan kaç engel olabilmen mümkün değil.”
Sertçe yutkundum. Yemin ediyor gibi
konuştuğunda ona karşı koyamayacağımı baştan anlıyordum, boşa çabalamak ya da
çabalamadan teslim olmak bana kalıyordu.
“Acıktım,” dedim aptalca bir hamleyle.
“Gidip yemek yiyelim hadi.”
Elalarının etrafında ince damarlar
belirginleşmişti. Bir şeyler için kendisine engel olduğunun, kendini tuttuğunun
belirtisiydi.
“Binin arabaya.” dediğinde oyalanmadım.
Yanağımdaki elinin gevşemesini beklemeden önce geriye adımladım ve ardından
arkamı dönüp arabaya doğru yürümeye başladım. Göz ucuyla Özgür’e baktığımda
saklayamadığı merakı ve şaşkınlığıyla birlikte beni takip ettiğini görmüştüm.
Arabaya vardığımda evden çıkarken duygu
sömürüsüyle oturduğum ön koltuğu yok sayıp arka kapıya uzandım. Arkaya
yerleştiğimde saniyeler içinde ikisi de arabanın içindelerdi.
Arabanın çalışmasını ve kısacık bir süre
sonra yeniden durmasını beklerken, beklediğim gerçekleşmedi. Arabayı
çalıştırmak yerine iki eli direksiyona sıkıca sarılı halde bekliyordu babam.
Başını hafifçe kıpırdatıp aynadan benimle göz göze geldiğinde yanağımın içini
ısırdım. Bir şey soracaktı, sorduğunda sormamış olmasını dileyeceğim bir şey…
“Geçen akşam da saatlerce ağlamana sebep
olan aynıydı. Korkun değil, söyledikleri… Söyledikleri seni ağlattı.”
Babamın çıkarımına sessiz kalmak dışında
bir şey yapmayacaktım. Doğruyu bulmuştu, yalanlamak için direnmeyecektim.
“Hangi akşam?” diye soran Özgür ise bir
başka bombayı kucağıma atmıştı.
Babama yalvarır gibi baktım aynadan
ayrılmayan gözlerimle. İşe yaramamıştı, çünkü çoktan bakışları oradan ayrılmış
ve yanında oturan Özgür’ü bulmuştu. “Doğum günün,” dedi düz bir sesle.
Özgür’e bakmaktan korktum. Arka koltuğun
tam ortasındaydım. Başımı azıcık kıpırdatsam yüzünü görebilirdim ama yapmadım.
“Doğum günüm…” diye tekrarladı. “Eve
geldiğinde mi ağladı? Senin yanındaydı, o yüzden mi haberim yok?”
Arabadan inip bu andan sıyrılmak
istiyordum. Özgür tüm bedenini arkaya çevirip tamamen bana döndüğünde ise buna
fazlasıyla geç kalmıştım. “Evde ağladın, baban yanındaydı ve bana haber
vermedin değil mi?”
Evet demem için büyük bir beklentiyle
baktığında dudaklarım titredi. Gözleri kısıldı, hızla önüne döndü. Torpidonun
üstüne elini sertçe vurduğunda çıkan tok ve yüksek ses içimde yankılanmıştı.
Birkaç dakika arayla ikisini de üzmüştüm.
Bir insan, her dokunduğuna nasıl kendi solgunluğunu böylesine hızlı
bulaştırabilirdi? Ben neden böyleydim?
Isırıp durduğum yanak içimden sızan
metalik tatla orayı kanattığımı fark ettim. Canım yanmamıştı, kanın tadını
almasam bilinçsizce dişlerimi bastırmaya devam ederdim hatta.
Babam köşeye sıkıştığımın farkına
vardığından ya da Özgür’ün bir sonraki hamlesini benden çok daha iyi
bildiğinden olacak ki arabayı çalıştırdı. Araba hızla hareket edip, kısacık bir
an sonra arkada kalan sokakta durana kadar hiçbirimiz konuşmadık.
Arabadan ilk inen bendim. Küçük bahçe
kapısını itip kendimi evin bahçesine bırakırken, günler öncesinde buraya ilk
adım attığım anda gibi hissetmiştim. O günden daha iyi mi yoksa daha kötü müydü
halim bilmiyordum.
Evin kapısına doğru ilerlerken babam ve
Özgür ne kadar gerimdeydi bakmamıştım. Kapıya ulaştığımda zile dokunup kısaca
bastım. Kapının önündeki birkaç merdivenden ibaret yükseltiyi çıktıklarını
gördüğüm ikili yanıma varamadan kapı açıldı.
Karşımda omuzları birbirine yapışacak
kadar yan yana duran halam ve amcam vardı. Her ikisi de kapı kolunu
tutuyorlardı, sanırım aynı anda açmaya çalışmışlardı kapıyı.
“Hoş geldi-…” diyerek heyecanla konuşmaya
başlamış olan halamın bir anda susmasına sebep olanın ne olduğunu anlamak için
yüzüne baktım. Bakışları bendeydi. “Ne oldu?” diyerek tekrar konuşmaya başladı
endişeyle. “Ağlamışsın sen kuzum.”
Bu tepkisi, hiç küçük olmayan bir detayı
atladığımı bana hatırlatmıştı. Buraya gelerek babamla yalnız kalmaktan ve
sorgulanmaktan kaçmak istemişken, yüzümün hali ve arkamdaki iki adamın da
benden beter görünüyor olması buradakiler için büyük bir soru işareti olacaktı.
“Abi?” diyerek benden umudunu keserek
babama yöneldi amcam.
“İçeri geçelim, Despina acıkmış.” dedi
babam inandırıcı olmak için hiçbir çaba sarf etmeksizin. Karşısında çocuk olsa
buna inanacak gibi değildi ama kardeşlerinin ona itiraz edemeyeceğini
bildiğinden yapmıştı bunu galiba. Çünkü amcam ve halam iki yana açılarak
içeriye geçebileceğimiz bir boşluk yaratmışlardı.
“Geçelim, babama da bunu söylersin
birazdan.” diyerek ağzının içinde homurdanan amcamı duysam da bir şey demedim.
Eve adımladığımda burnuma birden fazla
yemeğin kokusu aynı anda hücum etmişti. Normalde aç hissetmeme sebep olabilecek
iştah açıcı kokular herhangi bir şekilde midemde hareketlenme yaratmamıştı.
İçimin yeterince bulanıyor olmasından kaynaklanıyor olabilirdi.
Buraya üçüncü gelişimdi, salonun yerini
bildiğim için kimsenin yönlendirmesini beklemeden oraya doğru ilerledim.
Salondaki farklı koltuklara yerleşmiş olan çifti gördüğümde yüzüme bir
gülümseme yerleştirdim. Gülümsemenin ne kadar inandırıcı olduğu tartışılırdı
ama hiçbir şey yapmamaktan iyidir diye düşünmüştüm.
“Sonunda gelebildiniz, soğudu her şey.”
diyerek yakınan Canan Hanım’a doğru baktım. “Üzgünüm,” dedim özür dilercesine.
O sırada bu eve gelip onu ilk duyduğumdaki
gibi sert şekilde sesi yükselen dedem bakışlarımın odağı oldu. “Üzgün olduğun
belli, ağlamışsın. Ne oluyor? Kavga mı ettiniz?”
Keşke kavga etmiş olsaydık, dedim içimden.
Onun tepkisiyle Canan Hanım’ın da kaşları çatılmıştı. Yüzümü dikkatle iki
yandan inceliyorlarken salona doluşan dörtlüye çölde suya kavuşmuş gibi
dönmüştüm.
“Kızımı ağlatmakla oyalandığınız için mi
bekliyoruz bir saattir sizi?” diyen dedemin bakışları eğer babamın değil benim
üzerimde olsaydı panikle hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdim. Bakışlarının babamda
benim hissettiğim etkiyi yaratıp yaratmadığını görmek için mavilerimi babama
çevirdim. Düz bir ifadeyle ayaktaydı.
Dedemin ayaklandığı sırada babam konuştu
ilk birkaç kelimesini bastıra bastıra seslendirerek. “Kızım, baba; benim kızım.
Şu an konuşulacak bir şey yok, geçelim sofraya hadi.”
“Çocuk mu var senin karşında?” diyerek öne
doğru adım atan dedemi gördüğümde ortamın gerginliği beni çepeçevre sarmıştı.
Suçu olmayan bir şey için babasından tepki alıyor olan babama çekinerek
bakıyordum.
“Şu an konuşulmamalı demekten ne anlıyorsun?”
diye sorarken babasına baksa da göz ucuyla sürekli beni kontrol ediyordu.
Dedem direkt babama doğru yöneldiğinde
bedenimde ikaz ışıkları ve alarm sesleri aynı anda birbirlerini tetiklemeye
başladı. Nerede, kimlerle olduğumu unutacağım bir hale bürünürken asla
yetmeyeceğini bilsem de ince bedenimi babamın önüne atmıştım.
Kollarımı sırtına sarabildiğim kadar sıkı
sarıp göğsüne yaslandım. “Korkma,” diye mırıldandım. Peş peşe susmadan
fısıldadım aynı şeyi.
Karşımda o ve babası değil, ben ve
acımasız canavarım duruyormuş gibi irkilmiştim az önce. Sahne o kadar tanıdıktı
ki kendimi bir anda babamın yerinde bulmuştum. Onu korumaya gücümün yetmeyeceği
bir yana, zaten korumaya ihtiyacı yoktu; kendini korurdu, güçlüydü. Onu
kendimle karıştırmıştım.
Salonda birden fazla sesten başka başka
şeyler yükseliyordu. Herhangi birini anlayabiliyor halde değildim. Sadece
babama sarılıyor, onu sakinleştirmem gerekiyormuş gibi korkmamasını
fısıldıyordum.
Saniyeler sonra önce ona sarılı kollarım
ve sonra da tüm bedenim aniden gevşedi. Kontrolüm dışında gerçekleşen bu
gevşeme, bilincimin elimden kayıp gitmesiyle sonlandığında her yer karanlığa
bürünmüştü.
~
“Anne sen ne zaman böyle kararttın içini?”
Anlamlandıramadığım sesler kulağıma
dolmaya başladığında gözlerim örtülü olduğundan gördüğüm tek şey yoğun
karanlıktı.
“Yalan mı söylüyorum, Cemre?” diyen
kişinin Canan Hanım olduğunu anlayabildim biraz sonra. Az önce konuşan da
halamdı belli ki. “Bunca yıl geçmiş gitmiş bir şekilde, dertsiz başına dert
alması mantıklı mı abinin?”
Yumuşak bir yerde uzanıyordum ve burnuma
genel olarak halamın kokusuna benzer bir koku doluyordu, onun odasında olduğumu
düşünmüştüm. Bir yandan nerede ve neden bulunduğumu algılamaya çalışırken bir
yandan da konuşmalarını duyuyordum.
“Anne sus, gencecik bir kız çocuğu var
karşında; bu mu düşündüklerin?”
“Bu, annecim. Ben her zaman sizi sizden
çok düşünüyorum da anlayan yok. Varmış işte babası, üvey ya da değil ne
yapalım? Bu kadar yıl sonra oğlumun başına ne olduğu belirsiz bir adamı bela
etmesine ses çıkartmayayım mı sizin gibi?”
Kalbim Türkçeyi aklımdan önce sindirmişti
cümlelerin sonu gelmeden. İlk tanıştığım kişi olmasına rağmen en az iletişim
kurduğum kişiydi Canan Hanım. Eşi ne kadar bana ulaşmak için çabalıyorsa
kendisi bir o kadar hareketsizdi. Böyle bir zorunluluğu da yoktu elbette, beni
benimsemek zorunda değildi. Ben İstanbul’a gelirken kimse tarafından
benimseneceğime dair bir umut filizlendirmeden yola çıkmıştım.
Yüzümde hiçbir ifade belirmesin diye
kendimi sıktım. Uyuduğumdan eminlerdi, konuşurken seslerini kısmaya bile gerek
duymuyorlardı.
“Çık odadan anne, salona geç. Ben beklerim
uyanmasını, bir şey olursa çağırırım.”
“Bir şey olduğu yok, hemşireyim ya hani
ben emekli de olsam; telaşlanacağınız bir şey yok. Tansiyonu düşmüş sadece.”
“Anne çık Allah aşkına, tamam.”
Küçük bir hareketlilik hissettim. Canan
Hanım odadan çıkmıştı kızını dinleyip sanırım, kapı sesini de duyduğumda bundan
emin olmuştum.
Halamın sessizliğine bir süre eşlik ederek
uyuma rolümü sürdürdüm. Bu süreyi aslında hissettiklerimi ve düşündüklerimi
toparlamak için tanımıştım kendime. Yaşananlar peş peşe ve kaldırılabilir
olmaktan çok uzaktı. Az önce Canan Hanım’ın söyledikleri de son noktayı
koymuştu.
Gözlerimi aralayıp ona haksızsın demek
isterdim, ama haksız olduğunu düşünmüyordum. Gökten inercesine hayatlarında
beliren ve belirdikten bir an sonra durumu sanki her şey yolundaymış gibi
Nikolos konusuyla daha da karmaşıklaştıran biriydim. Oğulları ve eşi benim
güvende olmam için uğraşıyorken onlar için endişelenmesi ve beni suçlu görmesi
garip değildi.
Gözlerimi yeni uyanıyormuşum gibi önce
sıkıca kapatıp sonra yavaşça kırpıştırarak aralamaya çalıştım.
Halamın bakışları bende olacak ki gözlerim
hareketlenir hareketlenmez konuşmuştu. “Kuzum uyandın mı? İyisin değil mi?”
Gözlerime ışığa alışması için zaman
verdim. Odanın tavandaki lambası değil, komodinde duran küçük ışığı açıktı.
İçerisi tamamen aydınlık değildi ama etrafı görecek kadar ışık vardı. Eve
geldiğimizde saat sekizi çoktan geçmişti. Şimdi ise on olmak üzere olduğunu
karşımda duran duvar saatinden görmüştüm.
“İyiyim.” dedim boğuk çıkan sesimle. Tek
kişilik bir yatakta uzanıyordum, bel hizamdaki boşlukta da halam oturuyordu.
Yerimden doğrulmak için hareketlendiğimde halam kolumdan destek olmak istedi.
Ama kolumu kendime doğru çekerek tek başıma doğrulmuştum.
Kendimden başkasının dokunuşunu üzerimde
ağırlık olarak hissedecektim, biliyordum. Özellikle az önceki konuşmalardan
sonra bunu istememiştim. Halam annesine katılmamış olsa da isteğim bu yöndeydi.
“Bir saatten fazla oluyor, tansiyonun
düştüğü için bayılmışsın.” diyerek açıklama yapmaya giriştiğinde başımı
salladım anladım der gibi. Az önce tansiyonumun düştüğünü zaten duymuştum ama
belli etmedim.
Yataktan tamamen kalkmak için bacaklarımı
yana doğru sarkıttım. Ayaklarım yere bastığında kalkmak için oyalanmamıştım
pek.
“Koluna gireyim mi? Başın dönüyor mu
canım?”
“Teşekkür ederim,” diyerek reddettim.
Başım usul usul dönüyor olsa da belirtmeye gerek duymamıştım. Eve gitmek
istiyordum, başka hiçbir şey istemiyordum.
Babamı ya da Özgür’ü bulmayı umarak odadan
çıkmak için adımladım. Halam yakınımdan yürüyordu, düşeceğime dair bir endişesi
var gibiydi. Üstündeki elbisenin ve benim üstümde olan elbisenin renk ve biraz
da tarz açısından aynı olduğunu yeni fark ediyordum. Eve ilk girdiğimde gözüm
bu ayrıntıyı göremeyecek kadar kördü. Belki başka bir anda olsaydık, bu
benzerlik beni kocaman gülümsetirdi; oysa şimdi dudaklarım hareket bile etmemişti.
Koridora çıktığımda evin hangi kısmında
olduğumu az çok anlamıştım. Salona doğru yürümeye başladım. Halamın sorular
sormaya devam etmemesi, bayılmamdan önceki anı sorgulamaması iyiydi. Aynı
şekilde salona girdiğimde başka kimsenin bunu sorgulamaması da şu anlık tek
dileğimdi.
Salon kapısından geçtiğim anda içerde
oturan beş kişiden dördü ayaklanmıştı. Ayaklanmamış olan ismin Canan Hanım
olmasına herhangi bir şaşkınlık belirtisi göstermedim.
“Despina?” diyerek seslenen dedemin sesini
aşacak hızda babamı yanımda buldum. Alnıma sıkıca bastırdığı dudaklarıyla uzun
bir öpücüğü tenime bıraktığında gözlerim kısılmıştı. “İyi misin?”
Sesli olarak yanıtlamadım. Bakışlarımı
yüzüne çevirip beni görebilmesini sağladığımda cevabı kendi bulabilirdi.
Yutkunduğunu işittim, işittim çünkü oldukça sert bir yutkunuştu bu. Sanki
boğazına bir şey takılı kalmıştı…
“Evimize gidelim mi?” diye sorduğunda
omuzlarım yorgunlukla çöktü. Evimiz…
Öylesine bir ev değil, onların evi değil; evimiz…
“Gidelim,” dedim kulağına yakın bir yerde
duran dudaklarımı kısık bir sesle aralayarak.
Sırtıma yasladığı avucuyla beni ilerlemem
için yönlendirdi. Bakışlarımı ondan çektiğimde bana onun gibi dikkatle bakıyor
olan başka gözler de olduğunu görmüştüm.
Birazdan bizimle gelecek olan Özgür’e bakmayı
erteledim. Mavilerimi dedeme çevirdim. Bilincimi yitirmeden önce yaşananları
düşündüğümde, hiçbir şey söylemeden yanından gitmek istememiştim. Yanından
geçeceğimiz sırada adımlarımı kestim.
Önünde durduğumda yer yer kırışıklıklar
barındıran yüzüne bakmak için biraz başımı kıpırdattım. Boksör değil de
basketbolcuymuş gibi uzun olan üçlüye kıyasla dedem o kadar uzun değildi.
“Boncuk…” derken sesi eve geldiğimizdeki
sert sesinden çok farklıydı.
İçimden geleni yapmaya, bir sonraki
hamlemi çok düşünmemeye kendimi ikna ettiğimde sırtımda yaslı duran babamın eli
düşmeyecek şekilde kollarımı dedeme doğru kaldırdım. Çok kısa, yüzüne dikkatle
bakıyor olan benden başka kimsenin fark etmediğine emin olduğum kadarlık bir
şaşkınlık belirdi ifadesinde. Kollarımı omuzlarına doğru sardığımda şaşkınlığı
çoktan silinmişti yüzünden.
“Senin yüzünden olmadı,” dedim salona
girdiğimden beri bana pişmanlıkla bakmasına açıklama getirerek. Onun yüzünden
bayılmamıştım. Ondan korkmamıştım.
“Çok korkuttum ben seni,” dedi sadece benim
duyabileceğim şekilde fısıldayarak. Kollarını sırtıma dolayıp bana sarılmıştı.
Sırtımda duran babama ait eli çocuk gibi ittiğini hissettim ama Timur Akdoğan
bu basit saldırıyla vazgeçirilemezdi. Oğlunu hiç tanımıyordu belli ki.
Sırtımda dedemin kolları ve babamın avucu
birlikte durmaya devam ediyordu.
“Korkutmadın, dede.”
İçimden böyle sesleniyor olsam da ilk kez
dudaklarımdan dökmüştüm. İlkin farkındalığı ona da sıçradığında beni saran
kolları sıkılaştı.
“Dedesinin mavi boncuğu,” diye
mırıldandığını zar zor duymuştum. Sesi bayağı kısıktı.
Belki bir dakika belki de biraz daha fazla
süre sarılmayı sürdürdük. Kollarımı yavaşça ondan çektim. “Bu saatte gitmenize
ne gerek var, burada kalın.”
Dedemin teklifi bakışlarımın çaprazımızda
duran Canan Hanım’ı bulmasına sebep oldu istemsizce. İfadesinde herhangi bir
soğukluk ya da kızgınlık aradım ama yoktu. Odada söyledikleri bir başkasının
düşünceleriymiş gibi şimdi gayet normal bakıyordu bana ve yanında durduğum
eşine.
“Eve gitmemiz daha iyi olur.” dedim
elimden geldiğince onu kırmamayı deneyerek.
“En kısa zamanda yine geleceğine söz
verirsen, gidebilirsin.” dedikten hemen sonra ekledi. “Şu iki tiplemeyi
getirmesen de olur ama sen gel, anlaştık mı?”
Babamı ve Özgür’ü yalandan dışlamasına
hafifçe gülümsedim. Başımı olumlu anlamda sallamıştım anlaştığımızı belli
ederek.
Kapıya doğru ilerlemeye başladığımızda
herkes bize eşlik etmişti. Tam çıkacağım sırada amcama yakalandım. “Hiç pas
vermedin bu gece, uyumadan önce ağlayacağım.”
“Pas mı vermedim?” diye sordum anlamsızca.
Ayılıp bayılmak ve üstüne bir de deyimle karşılanmak bana iyi gelmemişti tabii
ki. Anlamamıştım.
Gülümsedi. “Konuşamadık hiç diyorum, canım
benim.”
“Bayıldım çünkü.” dedim mantıklı bir
açıklama getirerek. Bu, gülüşünü büyüttü sadece.
“Yesinler senin bayılmanı,” dedikten sonra
bir anda ciddileşti. Babam ve Özgür kapının dışına çıkmaktayken bana doğru
eğildi. “Ben o arabayı da, içindekini de bulacağım. Sen de bu kısa süre boyunca
tek kalmamak konusunda daha da dikkatli olacaksın. Olur değil mi?”
Buraya gelmeden dakikalar önce Nikolos’un
birkaç adım ötemde belirdiğini babamın onlara söylemesine şaşırmamıştım. Eve
geldiğimdeki halimin açıklamasını da başka hiçbir şekilde yapamazdı zaten.
“Olur,” dedim itirazsızca. “Korel’in işe
dönmesi gerekecekmiş kısa bir süre sonra ama…”
“Halledeceğim, sen orasını amcana bırak.”
“Teşekkür ederim.”
“Etme, kendine iyi bak yeter.”
Gülümsedim. Amcam başıyla arkamı işaret
etti. “Baban bana saldırmadan git yanına şimdi, daha çok gencim.”
Bizi duyamıyor olsa da yakın sayılabilecek
bir mesafede bekleyen halama baktım. Odadan çıkarken Canan Hanım’dan
duyduklarım ve bilincimin yeni yeni yerine oturması yüzünden ona kaba
davranmıştım sanırım. Bunun çekingenliğiyle dudaklarımı birbirine bastırdım.
Elimi kaldırıp ona doğru salladım hafifçe.
“Elbiselerimiz çok aynı, sen de gördün
mü?” dedim birden. Mutlu olsun istemiştim. Benim, bana zarar vermeye niyeti
olmayan kimseyle bir sorunum yoktu. Herkes mutlu hissettiğinde, ben de
mutluydum.
“Gördüm tabii,” dedi hevesle. “Bir ara
sana tek tek elbiselerimi göstereyim ben hangileri seninkilere benziyor
konuşalım.”
Başımı salladım hemen ‘olur’ der gibi.
“Saçma sapan olanları gösterme kızın
psikolojisi bozacaksın.” Amcam ikizine homurdanırken araya Özgür girdi. “Emre
abi eğer saçma derken açık olanları kastediyorsan… Çok geç, bir alt modeli
bizim evde yaşıyor haftalardır.”
Özgür dertlenerek konuştuğunda amcam ve
halam gülmüştü. Babamın ve dedemin de ben gülünce dudaklarını kıvırdığını fark
ettim. Evden çıkmadan önce son bakış attığım kişi, tıpkı salondan çıkarken
yaptığım gibi yine Canan Hanım oldu.
Bir anneydi. Çocuklarını korumak için
kalan her şeyi göz ardı etmesi doğaldı elbette. Ancak ondan duyduklarımın
annemle olmama rağmen bazı şeylerden
korunamamış çocukluğumda birkaç kabuk bağlamış yarayı söküp kanatmasına engel
olamamıştım.
Evin sınırlarından ayrıldığımızda arabaya
varınca yine kendimi arka koltuğa atmıştım. Bu kez yol deminki kadar kısa
olmayacaktı, bu yüzden koltuğa boylu boyunca uzanıp yüzümü de koltuğun sırt
kısmına doğru çevirmiştim. Uyumayacaktım ama uyuyacakmışım gibi bir pozisyon
almam sayesinde babam da Özgür de ne benimle ne de kendi aralarında hiç
konuşmamışlardı.
Uyumayacağım desem de araba hafif hafif
sallandıkça kendimi dinlendirici olmayacağı baştan belli bir uykunun kollarında
bulmam gecikmemişti.
~
Timur
arabayı park ettikten sonra yanında oturan ama başka bir alemde gibi görünen
Özgür’e doğru döndü. “İnecek misin?”
Özgür
bindiklerinden beri sessizlikle kaplı olan arabada yanından gelen sesi duyar
duymaz oraya döndü. Arabanın durduğunu da bu sırada fark etmişti.
“Efendim
abi?” dedi anlamayarak.
“Geldik
oğlum insene arabadan.”
Özgür
başını sallarken kapıya uzanmadan önce arka koltuğa doğru baktı. Derinleştiği
nefeslerinden belli olan bir uykuda görünen Despina’da gözlerini çok oyalandırmadan
kapıyı açtı ve arabadan indi. Aynı anda Timur da arabadan çıkmıştı. İkisi de
kapıları minimum ölçüde ses çıkacak şekilde kapattıklarında aynı anda sağ ve
sol arka kapılara uzandılar.
Aynı
işi yapmaya çalıştıklarını fark ettiklerinde arabanın üzerinden bakışları
kesişmişti.
“Ne
yapıyorsun?” diye soran Timur oldu.
“Despina’yı
alacağım, uyandırmayalım boşuna.”
“Ben
alırım, yürü git asansörü çağır sen.” Timur’un cevabı gayet netti. Özgür
homurdansa da bir şey söylemedi ama asansörü çağırmak için yanlarından
ayrılmadı da.
Her
ne kadar uyandırmamak için plan yapmış olsalar bile Timur, Despina’nın başına
denk gelen taraftaki kapıyı açar açmaz Despina aniden gözlerini iri iri
aralamıştı. Korktuğunu fark edince hemen kızının yüzüne doğru eğildi Timur. “Sakin
ol, benim. Eve geldik.”
Despina
uyku sersemi bir halde gözlerini kırpıştırarak alttan alttan babasına
bakıyordu. Dudaklarından anlamsız mırıltılar döküldü. Timur uykusunun
açılmaması için daha fazla oyalanmaktan kaçınarak konuşmaya başladı. “Doğrul biraz.
Kucağıma alayım seni uykun açılmasın yukarı çıkana kadar.”
“Gerek
yok,” derken inmek için doğrulmaya çalışıyordu bir yandan. Timur onun itirazına
aldırmadan kapıya doğru yanaştığında sırtından ve dizlerinin altından kavradığı
bedeni kucakladı. “Gerek var mı diye sormadım.”
İkinci
bir itiraz gelmedi. Yanağını omuzuna yaslayıp gözlerini kısıkça açık tutmakla
yetinmişti. Düşme korkusuyla kollarını ona sarmaya bile gerek duymadı Despina.
Düşmeyeceğinden, ne olursa olsun babasının onu düşürmeyeceğinden uyku
sersemiyken de hissedebilecek kadar emindi artık.
Özgür
arabayı kilitleyip yanlarından yürürken buruk bir gülümsemeyle gözleri yarı
kapalı kızı izliyordu.
Despina
hayatlarına dahil olalı kısacık bir süre geçmişti henüz ama yıllardır etrafında
varlığını hissediyormuş gibiydi. Sanki çocukluğundan beri onunla didişiyor,
sinirlerini bozup eğleniyordu. Bir kız kardeşin nasıl hissettirdiğinden bu
zamana kadar habersiz yaşamıştı, bunun büyük bir kayıp olduğunu ancak bir kız
kardeşe kavuştuğunda anlayabilmişti.
Birkaç
saat önce Timur’dan öğrendiği, doğum günü gecesini ağlayarak geçiren Despina
gerçeğine başta tamamen sinirle yaklaşmıştı. Sonra her şey çok hızlı gelişmiş,
Özgür Despina’nın uyanmasını beklerken bolca düşünme fırsatı bulmuştu.
Ağladığında
kendisini çağırmamasının onu buna değer görmediğinden değil, ‘barışma’ yemeğini
bölecek kadar kendisini değerli görmediğinden olduğunu kavramıştı. Aradığı anda
masadan kalkacağını belli ki henüz tam hissettirememişti kıza. Üstelik o
masadan direkt kalkacak olan tek isim kendisi de değildi. Despina sadece
kendisine değil, garip bir tesadüfle başlayan tanışmaları sonucunda Mayıs’a da
yıllardır tanıdıkmış hissi veriyordu.
Özgür
en az kendisi kadar sevgilisinin de bunun farkında olduğunu biliyordu. Etrafını
tam göremeyen tek saf, çığırtkandı ona kalırsa.
Birlikte
bindikleri asansör on altıncı katta durduğunda Özgür önden ilerleyerek cebinden
çıkarttığı anahtarla kapıyı açtı.
Timur
omuzuna yaslı bedenin uykuya yeniden düşmek üzere olduğunun farkındaydı. Uykusu
olduğundan değilse de, istemsizce kaçmaya çalıştığından bedeni yapıyordu ona
bunu belli ki.
“Uyu
bebeğim,” diye mırıldandı şakağına dudaklarını bastırırken. “Yatağına
bırakacağım şimdi seni.”
Odasına
doğru ilerliyorlarken Despina dudaklarını araladı. “Sen de uyu.”
“Ben
de uyuyacağım güzelim.” Koca bir yalandan ibaretti. Timur uyuyamayacağına dair
şüphe barındırmasa da kızının teklifini reddedemezdi.
“Nerede
uyuyacaksın?” diye zorlukla sordu Despina yatağına doğru bırakılırken. Öylesine
uykuluydu ki… Timur belki de haklıydı. Uykusu olduğundan değil, hem zihni hem
ruhu kaçmak istediğinden uykuya sığınıyordu ve bunun kendisi bile farkına
varmış sayılmazdı.
“Kızımla
uyuyacağım,” dedi Timur onu bekletmeden. Sorusunu neden sorduğunu
anlayabilmişti direkt.
“Senin
kızın benim.” Despina’nın kendi kendine onay vermesine bir şey söylemedi.
Yatağın ince örtüsünü kızının üstüne doğru çekip yanında kalan boşluğa oturdu.
Yüzüne doğru dökülen saç tutamlarını geriye doğru çekerken kırılacak incecik
bir cama dokunuyor gibi narindi hareketleri.
Despina
babasının yanına uzanmadığının farkında değildi. Farkına varsa kesinlikle
gözlerini açıp mızmızlanır ve kandırıldığını öne sürerdi. Gözleri sıkıca
kapalıyken burnunda naneli kokunun varlığı ona babasının odada olduğunu
kanıtlamaya yetiyordu. Devamını sorgulamaya hali yoktu.
Dakikalar
sonrasına dek Timur yerinden hiç kıpırdamamıştı. Ellerini saçlarında dolaştırıp
uykusunun iyice derinleşmesine yardım ederken anlayabilecek kadar duyamadığı
kısıklıkta bir şeyler mırıldanan kızının ince sesini dinliyordu.
“Özür
dilerim,” derken kendine olan öfkesinin altında eziliyordu. Despina onu
duyamayacak kadar uykusunun kucağına sinmiş olsa da Timur susmadı. “Bir işe
yaramayacağını bile bile özür dilerim senden. Yıllarca dilemeye de devam ederim
ama neye merhem olacağım ben bu özürle Ahu’m?”
Gözünün
önünden saatler önceki mesaj silinmiyordu. Gerçi gözlerinden silse de o mesaj
aklından hafızası kaybolmadığı müddetçe silinemezdi.
Bugüne
kadar kendisini ilk tahminlerine o kadar inandırmıştı ki sarsıntısı hiç olmadığı
kadar büyüktü. Despina’nın o adamdan korkuşunu ilk olarak Yunanistan’a zorla
geri götürüleceği ihtimaliyle eşleştirmişti. Sonra bu, korkusunu kapsayacak
kadar büyük bir durum olmaktan çıkmıştı çünkü Timur kızına kimsenin onu
yanından alamayacağına dair güvence verse de korkusunu dindirememişti.
İkinci
tahmini, ilkinden çok daha kötüydü. İlk karşılaştıkları zamanlarda, kendisine
alışana dek yanına aniden yaklaşan herkesten irkilmesinden yola çıkmıştı bu
tahminde de. Ortada fiziksel bir şiddetin -hangi ölçüde olduğunu bilmese de-
var olduğunu düşünmeye başlamıştı artık.
Bu
akşama dek de ikinci tahmininden öteye hiç ilerlememişti Timur düşüncelerinde.
İkinci tahmin yeterince kötüyken, daha kötüsünü aklı hayali almamıştı.
Daha
kötüsünün varlığını haykıran mesajı gördüğünde, o birkaç kelimenin çevirisini
zihni refleksle yaptığında hissettiği öfkeyi daha önce hiç bu kadar canlı
hissedebildiğini hatırlamıyordu. Karşısında ağlıyor olan kızı dışında kalan
herkese ve her şeye öylesine öfkeliydi ki o an kendisi de dahil olmak üzere her
şeyi yok etmeye dair bir güdü hissetmeye başlamıştı.
Ömrünün
kırkıncı yılına girmek üzereyken, ansızın yoluna çıkan kız çocuğu karşısına
geçmiş ve kızı olduğunu haykırmıştı ona.
Timur
için hayal etmekten bile vazgeçtiği kız çocuğuna aslında sahip olduğunu
öğrenmek, düşten farksızdı. Kendisine düşten farksız hissettirenin küçücük
canıyla bir kâbusu yaşamak zorunda bırakılışını nasıl kaldırabilir, nasıl
kabullenebilirdi?
Uykusunun
içinde sızlandığını duyduğunda daha fazla beklemedi Timur. Bedenini kızın
yanında kalan küçük boşluğa bir şekilde sığdırdı. Uzandığı anda kendisine doğru
dolanan kolları ve boynuna gömülen yüzün sıcaklığını hissedebildiğine belki on
belki bin şükretti.
“Beklenmeyen
darbeyi, beklenmeyen kişinin atacağını bu kadar yıl boyunca ringde öğrenememem
benim ayıbım olsun. Hangi günahın nasıl katlanarak arttırılmış bedeliydi bu
Helen? Bana acımadı için belki, ama kızımıza niye sıçrattın ateşi Yunan kızı?”
Timur
gözünü kırpmadan dakikaları saatlere evirdi. Kıpırdamadı, konuşmadı; sadece
düşündü. Her şeye engel olabiliyordu ama düşüncelerine asla olamıyordu.
Sabahın
ilk ışıkları henüz belirmemişken, boyun çukurunda usulca nefesleniyor olan
kızının yükselen mırıldanmaları dikkatini çekti. Uyanıyor olduğunu düşündü,
ancak uyanmamıştı.
“Despina…”
diye seslendi kısıkça. Sorunun ne olduğunu anlamak için yüzüne bakmak istiyordu
ama aniden kıpırdayıp onu sarsmak da istememişti.
Despina’nın
söyledikleri gittikçe yükselmeye başladı. Timur kolları arasındaki kendisine
yaslı duran bedenin anormal şekilde titremeye başladığını fark ettiğinde başına
ağrı saplanacak kadar derin ve sert çattığı kaşlarıyla yüzü kasılmıştı.
“Mi
me angízeis!” diyerek her tekrarlayışında bir volüm yükselen sesini algılamaya
başladığında Timur çaresizce dişlerini birbirine kırılacaklarmış gibi bastırdı.
*(Dokunma
bana!)
“Şş,”
diyebildi bir an sadece. Zar zor devam ederken bir yandan da kızını görebilir
hale gelmek için kollarıyla onu hafifçe uzaklaştırmaya çalışıyordu. “Kimse yok,
yanında benden başka kimse yok bebeğim bak bana.”
Despina
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında Timur’da ipler kopmuştu. Alnında atmaya
başlayan öfkelendiğinde beliren damarı hissediyordu. Eli kolu bağlıydı. Geçmişe
müdahale edememek insanoğlunun en acı gerçeğiydi; Timur şimdi tam da bununla
sınanıyordu.
Kızını
kendisinden ayıramadığında kendisi de doğruldu. Bu sayede ikisi aynı anda
yatakta oturur hale gelmişlerdi. Despina uykudan uyanmamasına rağmen öylesine
içli ağlıyordu ki sesi yarı açık kapıdan Özgür’e kadar ulaşmış ve onu da apar topar
odaya gelmesine yol açmıştı.
“Ne
oluyor?” diyerek yeni yeni dalmaya başladığı ama derinleşemeyen uykusundan
endişeyle uyanmanın afallamışlığıyla sordu Özgür. Timur onu duysa da
yanıtlamadı. Tüm odağı kızındaydı.
“Despina!”
diye seslendi yüksek bir sesle. “Aç gözlerini yavrum, yapma bana bunu n’olursun
hadi.”
Bir
şekilde kendi bedeninden ayırmayı başardığı kızı dik konumda tutabilmek için
omuzlarından sıkıca tuttu. Adını seslenmeye devam etti, güvende olduğunu
anlatmaya çalıştı.
“Dokunmasın!”
diye attığı çığlık bu kez Türkçeydi. Özgür irkilerek geriye doğru küçük bir
adım attı. Timur ise bir nebze bile gevşemiş değildi.
“Dokunmuyor!”
diye bağırdı dayanamayıp. “Kurban olurum bana bir bak, kimse dokunmuyor. Ben
buradayım. Baban burada Ahu’m, baban burada bebeğim.”
Özgür’ün
odaya girdiğinde açtığı ışık içeriyi apaydınlık hale getirmişti. Despina içine
çekildiği kâbus çukurundan sıyrılabildiğinde gözlerini aniden iri iri açmıştı.
Nerede
olduğunu görüp algılaması birkaç saniyeden fazla zaman gerektirmişti. Nefes
nefeseydi. Adrenalinle öylesine hızlı nefesleniyordu ki dakikalardır tüm
gücüyle koşuyormuş gibi sıktı nefesleri.
Mavileri
karşısında duran, omuzlarına sarılı ellerin sahibini bulduğunda terden kızaran
ve nemlenen yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.
“Baba,”
dedi usulca.
Odadaki
iki adamın da bu dört harf iki hece ile donduğundan habersizdi. Özgür de
şaşkındı tabii ama Timur’un hissettikleri tek bir duygunun ardına
sığdırılamayacak kadar yoğundu.
“Ne?”
dedi fısıltıyla. Günlerdir, hatta artık haftalardır denebilecek kadar uzun
süredir beklediği sözcüğün birden bire kulaklarına dolmasını hiç ummuyordu o
an.
Despina
onun ifadesini analiz edebilecek kadar kendinde değildi henüz. Sadece tatlı
tatlı gülümsüyordu. Timur’un göğsüne doğru yaklaşıp yanağını ince kumaşla
örtülü sert tene yasladı. “Yanımdaymışsın.”
“Yanındayım,”
dedi Timur hemen. “Yanındayım tabii, bundan sonra başka hiçbir yerde olamasam
da senin yanında olacağım ben.”
“Kurtardın
sen beni.”
Timur
afallamıştı. “Kurtardım mı?”
“Hı
hım,” diye mırıltıyla onayladı Despina. “Korudun beni, gitti yanımdan o.”
‘O’
demekle kimi kastettiğini anlamıştı Timur. İşin biraz sorunlu yanı, Özgür’ün de
anlamış olmasıydı. Az önceki ‘dokunma’ çığlığı ve bu anı birleştirdiğinde
sonuca ulaşması çok güç olmamıştı.
“Baban
yanında artık, korkacak bir şey yok.”
“Baba?”
diyerek bir kez daha seslendi Despina. Timur’un az önce öne çıkan hissi
şaşkınlıkken şimdi listenin başına şefkat yerleşmişti. Kıza duyduğu şefkatin
zaten üst sınırda olduğu sanıyordu ancak mırıl mırıl ‘baba’ diye seslenişi bunu
çürütmüştü.
“Söyle
babasının bebeği?”
Despina
kıkırdadı. Bunu duymayı seviyordu. Şu an uykudan, daha doğrusu kâbustan
sıyrılmış olmak küçük bir çocuk gibi tepkilerini kontrol edememesine yol
açıyordu.
“Sen
çok güçlüsün.”
“Öyle
miyim?”
“Evet…”
“Ee?”
dedi konunun nereye varacağının merakıyla.
“Sen
artık beni hep koruyabilirsin. O gelemez, bana dokunamaz, bana kötü şeyler
söyleyemez.”
Merakı
boğazına bir yumru olarak takılı kaldı Timur’un. Sormasaydım keşke, dedi bir an
içinden ancak hemen sonra bunun bencilliğini fark etmiş ve susmuştu. Göğsüne
yaslı bebeği yaşamışken, güçlülüğüyle övündüğü kendisi duymaya bile
dayanamayacak mıydı?
Gözlerini
sıkıca kapattı. Dayanamıyordu. Dayanılacak gibi değildi. Düşündükçe zihni onu
sonu bulunmayan karanlığa daha da itiyordu.
“Aynen öyle Ahu’m, aynen öyle.”
Yorumlar
Yorum Gönder