Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm
29.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
Uyandığım sabahlar arasında bir sıralama yapmam gerekseydi, baş ağrısıyla gözlerimi araladığım sabahları listenin en altına yerleştirmekte hiç tereddüt etmezdim.
İki güçlü el tarafından başım iki yandan sıkıştırılıyormuş gibi hissederek yüzümü buruşturduğumda bahsi geçen sabahlardan birine uyandığım kesinleşmişti.
Gözlerimi açmakta acele etmeden ağrının biraz hafiflemesi için nefeslenmeye çalıştım. Hangi günde ve nerede olduğumu algılamayı denedim. Birazdan alarmım çalacak ve hastaneye gitmem gerekecekse bugün korkunç bir gün olacaktı benim için.
Bugünü anlamanın en kolay yolu dünü düşünmekti. Ben de öyle yaptım.
Zihnim, ağrımdan dolayı bulanık olsa da bana gecenin kısa bir özetini sunmakta zorlanmamıştı. Her şey aklımdaydı.
Çektiğim ağrının sarhoşluğumun eseri olduğunu, sıvı kaybından isyan bayrakları çeken bedenimin can çekiştiğini artık biliyordum. Uyumadan önce doğru düzgün su tüketmemiş, sabahı düşünmemiştim. Gece su içmekle değil, çenemi düşürüp konuşmakla ve Cevahir’e sırnaşmakla meşguldüm.
Cumartesi gününde olduğumu bilmenin rahatlığıyla gözlerimi açmamaya devam ettim. Saati görmek gibi bir telaşım yoktu.
Üzerimde olmasını beklediğim ağırlık, sabahları boynumda hissediyor olduğum nefesler yoktu.
Niye yoktu?
Gözlerimi kısık da olsa aralamama neden olan bu küçük sorgulamaydı. Cevahir’in yatakta olmadığını anlamak için uzun araştırmalara ihtiyacım yoktu, hiçbir şekilde bana temas etmiyorsa burada değil demekti.
Gözlerimi açtığımda yanılmadığımı görmüştüm. Yatağın ona ait kısmı boştu. Yalnızdım.
Kolumun üstünde yatmayı keserek sırtüstü döndüğümde göğsüm ağır bir şekilde yükselip yeniden eski haline dönmüştü. Aldığım derin nefeslere eşlik eden baş ağrımla birlikte ölü gibi uzanmayı sürdürüyordum.
Yerimden kalkamayacak kadar mayışmış hissediyordum. Bir süre olduğum yerde kaldım. Yatağın bana ait tarafında duran komodindeki küçük saate güç bela uzanıp baktığımda ve saatin kaç olduğuyla yüzleştiğimde gözlerim irileşmişti.
Saat ikiye geliyordu. Biraz daha uyusaydım akşamı da yatakta karşılayacaktım.
Uzun zamandır bu kadar çok uyumadığımı, alarm çalmasa da uyanıp durduğumu düşününce bu değişiklik şaşırtıcıydı. Dün akşam önce Beste sayesinde, sonra da Cevahir ile birlikte üst üste yaşadığım duygu patlamaları pilimi bitirmiş ve uykuya doyamayacak kadar yorulmama neden olmuştu belli ki.
Cevahir’in neden yatakta olmadığını da anlamam kolaylaşmıştı. Ben bayılmış gibi uyuyorum diye o da tüm günü yatakta geçirecek değildi.
Yataktan kalkmak yerine kendi kendime düşüncelerimle boğuşurken sürekli aklıma düşmeye çalışan dün geceden kalma cümleler baskındı.
Söylediklerimi unutacak kadar sarhoş olamamıştım. Bu yüzden söylediklerimle bugün bolca yüzleşmem gerekecekti.
“Ben unutsam da o unutmayacaktı zaten, en azından ne dediğimi biliyorum.” diyerek kendi kendimi rahatlatmaya çalıştım. Züğürt tesellisiydi, yetersizdi.
Bir elimi yüzüme kapatıp ofladım.
Senden gidemeyecek kadar çok nefret ediyorum demiştim açık açık. Durup dururken ‘ee ne zaman boşanıyoruz’ şeklinde üstüne gittiğim, yanında olduğumda krizler geçiriyormuş gibi davrandığım adama utanıp sıkılmadan ‘senden gidemem artık’ demiştim.
Kendimi hem çok güçlü hem de çok güçsüz hissediyordum ve ikisinin kaynağı da oydu. Yeterince dengem bozuk değilmiş gibi üstüne dahası da eklenmişti.
Yatakta ne kadar süre daha oyalandığımı bilmiyordum ancak odanın kapısı açıldığında uyuyormuşum gibi panikle gözlerimi yummuştum.
Kapı sessizce geri kapandı. Gerçekten uyuyor olsaydım bu ses beni uyandırmaya yetmezdi. Dikkatle kapatmıştı.
Üstünü değiştirmek için ya da banyoya girmek için gelmiş olabileceğini düşünmüştüm ama hedefinde yatak vardı. Bunu biraz sonra yatak hafifçe sarsıldığında anlamıştım.
“Ne zaman uyandın sen?” diyerek birden konuştuğunda bunu yüzünü yüzüme fazlasıyla yakın tutarak yaptığı için irkilmiştim.
Uyandığımı nereden anlamıştı?
“Seray,” dedi benim bir iki saniye daha ne olur ne olmaz diye sürdürdüğüm oyunu yemeyeceğini belli ederken.
Gözlerimi yavaşça araladığımda başta kısık bakıyor olsam da dibime girdiği için yüzünü net bir şekilde görmüştüm. “Hım?” diye mırıldandım anlamsızca.
“Günaydın,” dedi güler gibi ama tam da gülmüyordu. Neşeli bir sabah mıydı? Gerçi sabah demek mantıksızdı artık.
“Günaydın,” dedim başımı kıpırdatıp.
“Bana ayalı çok oluyor, biraz daha uyanmasaydın bayıldığından şüphelenmeye başlayacaktım. Saatten haberin var mı?”
“Var,” dedim dürüstçe. Ben de şaşkındım bu kadar saat uyumuş olmama.
“Ne kadardır uyanıksın?” diyerek sorusunu değiştirdi.
“Çok fazla değil,” dedim bakışlarımı kaçırarak. Sözcüklerimle onu ezmek, üste çıkmak ya da kendimi haklı hale getirmek gibi bir aksiyona bulaşmamıştım. Uysal tavrımın nedenini baş ağrıma veya uyku sersemliğime yorabilirdim ancak bu yalanın ardına saklanmak olurdu.
“Nasıl hissediyorsun?” dediğinde oturup ona saatler boyunca hislerimi anlatmak ile ‘iyi’ deyip geçiştirmek arasında büyük bir kararsızlık yaşıyordum.
“Başım ağrıyor,” diye söylendiğimde kaşları hafifçe çatıldı. “Çok mu?”
Ateşim var demişim gibi eli alnıma çıktığında ne yapacağını sormak yerine görmek için bekledim. Parmakları alnımda belli belirsiz bir baskıyla gezindi. Ağrımı tek dokunuşla geçirecek kadar sihirli parmakları yoktu ama dokunuşunun tamamen etkisiz olduğunu da söyleyemezdim.
“Çok değil, yeterince su içip bi’ duş alırsam kendime gelirim. İçtiğim için olmuştur.”
“Dünkü sarhoşluğunu hatırlıyorsun…” dedi bir şeylerden emin olmak ister gibi. Temkinliydi, adım adım ilerliyordu. Bir anda karşıma geçip ‘neler hatırlıyorsun’ diye sormadığı için mutluydum.
Başımı kıpırdattım olumlu anlamda. Parmakları alnımdan şakağıma doğru kaydı. Masaj yapmıyordu ama geçtiği noktalara baskı uygulayıp ağrımı dağıtıyormuş gibi tedavi ediyordu aslında.
“Bir tek sarhoş olduğunu mu hatırlıyorsun?”
Sarhoş olduğumu, yalnızlığımda boğulduğumu, çaresizce seni çağırdığımı ve geldiğini gördükten sonra sana doğru atmaktan kaçtığım son adımı da attığımı hatırlıyorum diyerek onu uzunca bilgilendirebilirdim.
Öyle yapmadım.
“Her şeyi hatırlıyorum,” dedim kısa kesip. Zihnimde düne dair silik olan hiçbir an yoktu. Göğsünde uyumaya başladığım an gelene dek yaşanan her şeyi hatırlıyordum.
Cevahir yatağın bana yakın bir noktasında oturur haldeydi. Dudaklarımdan az önce dökülenlerin ardından pozisyonunu değiştirip birden yataktan kalkmıştı.
“İyi,” dedi ayaklanırken. “Güzel.”
İyi, güzel..?
Cevahir’in dün ben konuşurken böyle garip bir hale bürünmediğinden emindim. Onu cesaretlendiren sarhoş olmam ve söylediklerimi unutma ihtimalim miydi?
Odadan çıkacak gibi yönünü kapıya çevirdiğinde uzandığım yerden onu izliyordum. Dudakları yeniden aralandı. “Kararın değişmediyse bugün dedemle konuşurum,” dedi dünden cımbızla çektiği konuyu dile getirip.
“Değişmedi,” dedim sakince. Sesim ve dışarıdan görünüşüm sakindi belki ama gergindim. Onun bu hali beni germişti.
“Aşağıdayım ben,” dedikten sonra odadan rüzgar gibi esip çıktığında aralı kalan kapıya diktiğim bakışlarımla öylece kalmıştım.
Benim inat ederek kaçacağımı bildiğinde bana doğru adım atması, en azından atıyor görünmesi kolaydı. Tam tersi olduğunda, ben ona doğru yaklaştığımda ise işler değişmişti.
Kaçacak mıydı?
Alışkındım.
Beni afallatacak olan kalması olurdu.
~
Mutfakta bulduğum meyveleri kafama göre keserek yaptığım meyve salatasıyla dolu kâse ile birlikte eve sığamamış gibi kendimi bahçeye atmıştım.
Cevahir’in ‘benim’ köşem ilan ettiği, evin arkasındaki koruya bakan tekli koltuklardan birindeydim.
Odadan çıkmadan önce uzun bir duş almış, oyalanabileceğim kadar çok oyalanmıştım. Aşağıya indiğimde Cevahir’in nerede olduğuna dahi bakmadan mutfağa geçip şimdi elimde duran meyve tabağımı hazırlamış ardından dışarı çıkmıştım.
Mutfakta çıkarttığım gürültüye rağmen yanıma gelmemişti, bundan anlayabildiğim tek şey yalnız kalmak istediğiydi. Ben de ona bu fırsatı tanımıştım.
Bakışlarımı rastgele bir ağacın üstüne çevirmiş, yeşil yaprakları seyrediyorken birkaç parçasını zor yediğim meyvelerin elimde ağırlık yapmasından sıkılıp tabağı kenardaki küçük masaya bıraktım.
Hatırlamıyorum deseydim ne olacaktı diye düşünmekten aklımı yitirmek üzereydim. Hatırlamamamı, dün söylediklerimi uzun bir süre daha kendime saklamamı mı istiyordu?
Bunu dile getirseydi yapardım.
Bana adımlar atan, gitmeyecekmiş gibi etrafımı saran ve sarışının kuvvetiyle beni de buradan çıkamayacağıma ikna eden bizzat kendisiydi. Bir gecede, benim ilk kez söylediklerimi aklımla değil kalbimle söylediğim bir gecede ne değişmişti?
Boş bulunup güldüm bir an kendi halime.
Çocuk gibi yanıma gelsin diye tutturmuş, geldiğinde de bunu kendimce çok büyütmüştüm sanırım. Sarhoşluğumdandı belki.
Değildi. Sarhoşluğumdan değildi, eksikliğimdendi.
Kapanmayacağını çoktan kabullenmiş rolü kestiğim bir boşluğa gönüllü olarak yerleşecekmiş gibi yapmıştı ya da ben öyle sanmıştım.
“Kimsin ki sen?” dedim kendi kendime fısıldayarak. “Seni arzuluyor diye, soyadını taşıdığın için kıskançlık damarı çatlıyor diye kim sandın kendini Seray?”
Avuçlarımı sıkıca kapattığımı parmaklarım kasılarak ağrımaya başlayınca fark etmiştim. Gözümü ayırmadığım ağaçtan bakışlarımı koparıp ellerime baktım, yumruklarımı gevşetip ellerimi açtım.
Bir şeyim yoktu aslında. Olmamalıydı yani. İyi olmam gerekiyordu.
Beklentisini sıfırdan aşağıda tutan, yaşama böyle tutunan biriydim. O halime döndüğümde, büyük beklentilerle dolup önümü göremez hale gelmediğimde her şey yoluna girecekti.
Gelmeseydi keşke diyen ses kızgın bir sesti. İçimden yükseliyor, dün o konumu görüp yanıma gelen Cevahir’e pişmanlıkla bakıyordu. Gelişinin bizim için ne demek olduğunu bilmiyor diyerek karşılık veren ses ise daha ılımlıydı.
Hangisini dinleyeceğimi bulmak için öyle uzun uzadıya oyalanmadım. Hep yaptığımı yaptım, konuyu halının altına süpürdüm -süpürebildiğimi sandım- ve duruldum. Oturduğum yerden kalkıp yarısından fazlası dolu tabağı da alarak eve geri girerken üstümde bunun sakinliği vardı.
Tabağı mutfağa bıraktım. Mutfaktan çıkmadan önce bir bardak suyu ve ağrımı tamamen yok edeceğini bildiğim bir ağrı kesiciyi de mideme yollamıştım.
Evin içinde onunla köşe kapmaca oynayacak halim yoktu. Bunu evlendiğimiz, aynı evde yaşamaya başladığımız ilk günlerde dahi yapmamıştım.
Odaya kapanmak, belki zorla kendimi uyutmak gibi seçeneklerim olmasına rağmen salona adımlayışım da kendime verdiğim sözden dönmemek içindi.
Onun bana sunduğu daha doğrusu beni kabul etmek zorunda bıraktığı anlaşmasının etkilerini elimden geldiğince azaltacağıma, hayatımın etkilenmesini mümkün olduğu kadar engelleyeceğime dair bir sözdü. Günlük hayatımın normalinde sürmesini de kapsıyordu.
Salona girdiğimde onu -başka koltuk yokmuş gibi- birlikte oturduğumuz koltuğun ona ait ucunda bulmuştum. Elinde şaşırtıcı olmayacak şekilde tableti vardı, neyle ilgilendiğini bilmiyordum ama bakışları ekrana odaklıydı.
İçeri girdiğimi ikinci adımımda fark edince bakışları direkt olarak bana dönmüş, yüzümü bulmuştu.
Herhangi bir şey söylemeden adımlamaya devam ettim. Oturduğu koltuğa yerleşmekten kaçmadım. Diğer uca da ben oturuverdim.
Boş boş oturacağımı düşünüyorsa, tabletinde her ne haltla uğraşıyorsa ona odaklanabilmesi için alan tanıyacağımı sandıysa yanılıyordu. Zira koltuğa oturmadan biraz önce sehpadaki kumandayı almış ve oturduğum sırada televizyonu açmıştım.
Yumuşak kumaşlı bol bir şort giyerek sıcağa meydan okuduğum için bacaklarımı kendime doğru çekip topladığımda fazlasıyla çıplak bir görüntü sunmuştum. Yine umurum dışı olan bir detaydı bu da.
Televizyonun sesini kısmadan, kanallar arasında sağa sola gezindim. İzleyecek bir şey bulamadığımda umudumu yitirmemiştim. Sıra dijital platformlardaydı. O uygulama senin bu uygulama benim diyerek gezinirken sonunda izleyebileceğimi düşündüğüm bir filmi başlatmış, yeterince ses olmadığına kanaat getirerek ses seviyesini de yükseltmiştim.
Göz ucuyla bile bakmaya yeltenmediğim Cevahir’in ne yaptığından habersizdim. Filmin ilk sahnesi ekranda akmaya başlarken boğazını temizler gibi öksürdüğü için istemsizce bakışlarım onu buldu.
“Boğuluyor musun?” dedim büyük bir sakinlikle.
Kaşları çatık bir hal aldı. “Hayır,” dediğinde abartıyla gülümsedim bir iki saniyeliğine. Hemen ardından yüzümde yeniden düz bir ifade oluşmuştu. “Sessiz ol o zaman.”
Bakışlarımı çekmezsem uzun bir süre daha kahvelerini yüzümde tutacağını anladığımda oyalanmadan televizyona döndüm.
“Çalışıyordum,” dediğinde tek bir sahneyi kaçırmak ömrüme denkmiş gibi filmi durdurdum. “Burası çalışma odan mı?” dediğimde cevap beklemiyordum soruma. “Değil, o halde güle güle.” Hem cevap vermiş hem de çözüm sunmuştum. Benden daha ne istiyordu?
Filmin kaldığı yerden devam etmesi için kumandayı kullandım. Henüz bir diyalog bile geçmeden yine yanımdaki ses filmi bastırmıştı. Oflayarak yeniden filmi durdurdum.
“Seray.” diyen Cevahir’e baktım ‘ne var’ der gibi.
Bir şey söylemedi. Ne kendi önüme bakmama ne de başka bir şeye izin vermiyordu. Benden ne istiyordu?
“Ne istiyorsun benden?” dedim içimden geçirdiğim soruyu dışımdan da döküp. “Sen benden daha ne istiyorsun?”
“Bir şey istediğim yok,” dedi duraksamadan.
“İyi,” dedim onu taklit ederek. “Güzel.”
Sesim o kadar alaycı çıkmıştı ki onun odadaki tavrını yeniden duymuş gibi kendi sinirlerimi de iyice bozmuştum.
Ne film izlemeye ne de burada bir dakika daha durmaya enerjim kalmamıştı. Kapıdan girerken içimden geçirdiklerim toz olup uçmuştu, artık elimde sadece ona karşı yaşadığım hayal kırıklığı vardı.
Apar topar koltuktan kalktım. Salondan çıkmak için en kısa yol, geldiğim yoldu. Onun önünden geçip kapıya ilerlemem gerekiyordu.
Bacaklarım dizini teğet geçerken sesini duydum. “Nereye?” dediğinde içimde kaynayan öfke boğazıma dayanmıştı.
“Cehennemin dibine!” dedim nefessizce.
“Bensiz..?” dedi alayla. “Çok zor.”
Elindeki tableti çoktan bir kenara bırakmış, boşta kalan eliyle de bileğime yapışmıştı. Kapıya fırlayamayışımın nedeni kısaca buydu. Derine inmem gerekirse, içimdeki öfkeyi kusmadan gözden kaybolmak istemediğimi de eklerdim nedenlere.
O an bir farkındalık çöktü üstüme. “Sen bunu istiyorsun,” dedim şaşkınca. “Bana kaçma derken bile kaçmamı istiyorsun. Sen hep gidecek gibi kapının kenarında beklememi istiyorsun.”
Koltuktan öyle ani kalkmıştı ki doğrulurken bedeni bedenime çarpmış, bileğimdeki eliyle beni dengede tutması gerekmişti. Dip dibe durduğumuzda başımı kaldırmadığım süre boyunca görüş açımda boynunun biraz aşağısı vardı.
Gözlerimi görmesi acil bir ihtiyaçmış gibi çenemi kavrayarak yüzümü kendi yüzüne doğru yükselttiğinde korkusuzca gözlerinin içine bakıyordum artık.
“Akılsızsın,” dedi göz bile kırpmadan. “Böyle sanacak, buna inanacak kadar akılsızsın.”
“Sensiz akılsız,” dedim öfkeyle. “Gerizekalısın, dengesizin tekisin. Dün göğsünde uyumama izin verip bugün it gibi kaçacak kadar ucuz oynuyorsun.”
Çenemdeki tutuşu sıkılaştı. “Dikkatli seç söylediklerini,” derken bakışlarındaki ikilemi görmüştüm. Beni tutuşundan kaçamayayım diye sıkıca tutuyordu, bir yandan da bedenimi kaldırıp koltuğa fırlatacak gibiydi.
“Söylediklerimi çok doğru seçiyorum,” dedim tavrımı hiç bozmadan. “Ne oldu? Dün geceden pişman mı oldun?”
Gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı. Yeniden açtığında irislerinde büyümeye başlayan bir alev vardı şimdi.
“Sus artık,” dedi tane tane. “Sus yoksa ben susturacağım.”
“Bok susturursun,” dedim sinirle sesimi yükseltip. Dudaklarıma baka baka konuşmuştu. O böyle dengesizken beni öpüp susturabileceğini mi düşünüyordu?
Çenemi bırakmadan yüzümü yüzüne doğru öyle hızlı çekmişti ki dudakları dudaklarıma çarptığında ağır bir darbe almış gibi sarsılmıştım. Dudaklarımı kıpırdatmadan, onun esaretinde olmayan elimi havalandırıp yüzüne çarptım.
Bu bir tokat değildi. Ancak avucum yanağına hatırı sayılır şekilde çarpmıştı.
Burnundan nefeslenerek az da olsa geri çekildiğinde gözlerimi gözlerine diktim. “Uzak dur benden.”
“Yok,” dedi sabırla. “Durmayacağım.”
Yeniden dudaklarıma atılacak olduğunda bu kez havalandırdığım uzvum elim değildi. Dizimi kaldırmıştım.
Ne zaman ne yapacağımı kestirebilmesi benim aleyhimeydi. Bacağımı havada yakalayarak ona vurmamı engellediğinde bir şekilde kendimi geriye doğru atmış ve tamamen onunla temasımı bitirmiştim.
“Nefret ediyorum senden,” dedim omuzlarım düşerken. “Dünkü gibi değil, ilk günkü gibi.”
Onu tokatlamam, tekmelemem ya da salondaki herhangi bir bibloyu başında parçalamam yüzündeki ifadeyi böyle sarsar mıydı; bilmiyordum.
Üzerinde iki kelime konuşacak kadar bile umurunda değilse ne diye dün onun için önemliymiş gibi ifadesi paramparça olmuştu şimdi?
Odaya geldiğinde bana binlerce söz söylesin, tutup beni kalbine soksun istememiştim. Sadece benim için devrim sayılan gecenin sabahında ondan normalinde davranmasını beklemiştim.
“Tekrarla,” dedi ağır ağır. “İçinden geçen gerçekten buysa, tekrarla Seray.”
Boğazıma doğru tırmanan ağrının beni boğmaya başladığını hissettim. Donuk bakışlarla, sarsılmış bir ifadeyle bana bakarken tekrar dudaklarımı aralayıp ona yalan söylemedim.
Üst üste iki kez dudaklarımı aynı yalana aralamadım.
Ondan hâlâ dünkü gibi nefret ediyordum ve beni bu kadar öfkelendiren de buydu zaten. Alınganlığım da, aklımda kurup iyice büyüttüğüm ihtimaller de hep bundandı.
“Bana bir neden ver,” dedim usulca. “Uyandığımdan beri bulunduğun tavır için bir neden… Düne rağmen böyle oluşun için bir neden…”
Güldü. Keyifli bir gülüş değildi. Hatta belki bu bir gülüş bile değildi. Sinirleri bozulmuş gibi dudakları gerilmişti.
Koltuğa eğilip, kenara attığı telefonunu aldığında ne yaptığını anlamadığım için gergindim.
Parmakları ekranda peş peşe birkaç yere dokundu. Birkaç saniye sonra ise ekran artık görüş açımdaydı.
“Tanıyor musun?” derken sesi büyük bir rahatsızlıkla doluydu. Teoman’dan gelen bir mesajdı, daha doğrusu bir fotoğraftı.
Zihnimdeki herhangi bir geçmiş anısında dahi görmeyi reddettiğim yüzü onun telefonunda, alakasız bir şekilde gördüğümde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
Cevap verdiğimde başka bir soru sormayacağına söz verecek misin demiştim ona. Nişanlı olduğumu söylemiş, biriyle yollarımı evlenmek üzereyken ayırdığımı söylemiş ve böyle bir ekleme yapmıştım.
Güvenmem hataydı.
Gittiğimiz davette ‘etraftaki herkesi o mu diye kontrol ettim’ dediğinde anlamalıydım, geçiştirmemeliydim. Cevahir durmamıştı.
Durmamıştı ve bulmuştu.
Ekranda aradığı o kişi vardı.
“Sen…” dedim bakışlarımı telefondan çekmekte gecikmeden yüzüne dönerken. “Ben?” dedi gözlerini gözlerimden kaçırmadan.
Telefonu koltuğa çarptıktan sonra geri sekip yere düşecek şekilde bakmadan fırlattığında irkilmiştim.
“Bu herif,” dedi aklını kaçırmak üzereymiş gibi. Bir elini yüzüne doğru kaldırıp çenesini ve yanağını ovuşturdu sertçe. “Bu siktiğimin herifi bana benziyor, Seray.”
Aklımdaki tüm kördüğümlerin çözüldüğü, kendime ve Cevahir’e dair aynı anda birden fazla aydınlanma yaşadığım bir an gerçekleşti.
“Sana mı benziyor?” dedim kısık bir mırıltıyla. Kendi kendime konuşuyor, kendi kendime sorgular yapıyordum.
Aklımın ucundan dahi geçmeyen, en azından geçmediğini sandığım, bir benzerlikten bahsediyordu.
“Seray!” diye gürledi delirmiş bir halde. “Dalgınlaşma, kafayı yiyeceğim. Yapma.”
“Bu sabah mı gördün fotoğrafı?” dedim şaşkınca. Rastgele başını salladı olumlu anlamda.
Göğsünün ortasına iki elimle kuvvet vererek sertçe ittirdim bedenini. “Ne sandın?” dedim gözlerimi kısarak. “Sen bu fotoğrafı görünce ne sandın aptal?”
Ne sandığı artık açıktı. Söylemese de biliyordum.
Diğer silüet zihnimde öyle derine gömülüydü ki az önce Cevahir’den bunu duyana dek benzerliklerini içimden hiç geçirmemiştim. Farkında bile olamamıştım.
Benziyorlardı.
Yüz hatları, saç şekilleri ve -renkleri olmasa da- göz şekilleri aynı gibiydi.
“Ona benziyorsun diye sana sığındığımı sandın,” dedim hayretle. Onu ittiğim ellerimi göğsünden çekmemiştim. Kuvvetli bir tutuşla olmasa da ellerim tişörtünün üstünden ona yaslıydı halen.
İtiraz etmedi. Uyandığımdan beri beni çıldırtışının nedeni buydu.
Cevahir’e sığınmam, ona yakınlığım bununla o kadar alakasızdı ki… Aksine bu benzerliğinin farkına daha erken varsaydım tek yapacağım Cevahir’den çok daha fazla uzak olmaya çalışmak olurdu.
Ve belki de öyle olmuştu.
Cevahir’i, sabahları uzattığı toplantılar ve hastaneye geldikten sonra oluşturduğu sıkıyönetim hali yüzünden nefretimle bağdaştırmıştım. Bilinçaltımda ona olan nefretimi körükleyen bir başka etken de bu olabilir miydi?
Düşündüklerim yüzünden duraksayışım ve sessizliğim biraz sürdüğünde kendime gelebilmek için gözlerimi kırpıştırdım.
“Ben bunun farkında bile değildim,” dedim durgun bir sesle. Üst üste farkındalık yaşamak yorucu olmuştu.
Şimdi bir de bu söylediğimin yalan olduğunu düşünür ve aynı saçmalıkta davranmaya devam ederse onu ikna etmeye gücüm olacak mıydı, kestiremiyordum.
Yüzüne bakmayı bırakarak bakışlarımı tam karşımda kalan yere, başımı havaya dikmediğimde görebildiğim en yüksek yer olan boynuna çevirdim.
Az önceki öfkesiyle birlikte şişen damarı belirginliğini kaybetmiş, göğsü derin bir nefes aldığını gösterir biçimde hareket etmişti.
Bana inandığını, farkında değildim dememin onun için yeterli olduğunu anladığımda bu kez ben delirmiştim birden.
“Gerizekalı!” diye bağırdım en başa dönerek. Onu yine göğsünden ittirdim. Başımı kaldırmak yerine iyice aşağı eğdim. Kendimi sakinleştirmek için nefeslenmeye çalıştım.
“Bugünü mü buldun?” dedim yakınırcasına. “Böyle boktan sanrılara kapılmak için bugünü mü buldun Avcıoğlu?”
Alnımı ne zaman göğsüne düşürüp oraya yasladığımı seçememiştim. Düzensiz nefeslerle kendimi oksijene kavuşturmaya çalışırken aklım uçuktu.
“Teo bugün bulmuş,” dedi suçlu ilan ettiği kişiyi öne sürüp. Sinirlerim yıpranmıştı. Gülecek gibi oldum ama bunu bile yapamadım.
Göğsünden kopup geri çekilmeyi denedim. Koltuğa oturmak istemiştim.
Kıpırdadığım anda direkt kolu belime dolandı. Göğsünden başımı çekebilmiştim ama belimden öyle sıkı sarılmıştı ki vücutlarımız birbirine yapışıktı.
“Bilmiyordun,” dedi kendisi için özet geçer gibi. “Ben söyleyene kadar fark etmemiştin.”
Kaşlarım çatık, yüzüm asık bir şekilde suratına baktım sadece. “Bugünü mahvettim,” dedi kabullenerek. “Ama az önce ödeştik.”
“Ne?” dedim yüzümü buruşturarak.
“İlk günkü gibi dedin. Gitmeyeceğini söylediğin geceyi öylece hiçe sayan asıl sensin.”
Gözlerimi iri iri açtım. “Böyle yaparak üste mi çıkacaksın?”
Omuz silkti. Onu taklit ettim, ben de omuz silktim.
“Ödeşmedik yani,” dedi az önce söylediği saçmalıktan ben söyleyince vazgeçmiş gibi.
“Cevahir… Sinirlerim bozuk, senin alaylarınla uğraşmak istemiyorum.”
“Kendimi affettirmem gerekiyor o zaman,” dedi yüzünü eğip burnunu burnuma çarparken.
“Bir şey yapmana gerek yok,” dedim bıkkınlıkla.
Üzerimde öyle yoğun bir elektrik vardı ki neredeyse cızırtılar çıkarttığımı duyumsuyordum. Sinirimden saçlarım diken diken olacakmış gibiydi.
“Yapacağım ama,” dedi karşı çıkarak.
“Ne yapacaksın?” dedim beklentisiz bir şekilde. “Hediye mi alacaksın bana?”
“Almayacağım,” dedi başını iki yana sallayıp. “Sana çığlıklarınla sesini kısacağın kadar güzel bir hediye vereceğim.”
Bahsettiği hediyenin bir pakete sığamayacağını, yine bahsi geçen çığlıkların da sevinç çığlıkları olmadığını anlamam için bir sonraki hamlesi yeterliydi.
Ağzını ağzıma öyle sert, öyle hoyrat bir biçimde çarpmıştı ki kalçama kayan ellerinin üstümden çekilmesinin uzun süreceğine yeminler eder gibiydi.
Uyandığımdan beri biriken kırgınlığım bir hiç uğrunaydı. Bunu anladıktan sonra bir anda tüm gerginliğim kaybolacak değildi. Savaşacak olanın sadece kendisi olmadığını gösterir gibi dudağını kabaca dişlerimle çekiştirdiğimde boğuk bir sesle nefeslenir gibi oldu.
Ona, en çok onun gibi karşılık verdiğimde sabrı sınanıyordu. Bunu biliyordum.
İki eli de kalçamda, avuçları giydiğim kısa şorttan taşacak kadar çok aşağıdaydı. Parmaklarını derime saplayarak beni havalandırdığında bacaklarım beline sarsakça dolandı.
Biraz gerisinde kalan duvara sırtımı çarpacak şekilde adımladığında onun iri bedeni ve duvar arasında ufalanacağımı hissetmiştim.
Bedenlerimizin konumu değişse de dudaklarımızdaki temas kopmamıştı. Ağzımı zorlayarak dilini içeri sızdırdığında başımı istemsizce geriye doğru atmaya çalıştım. Duvara çarpmama neden olacak hareketimi bir avucunu başımın arkasına koyarak yumuşattığında titrek bir nefes verdim.
Kasıklarıma bastırmaya başladığı kasıklarını, beni delip geçecekmiş gibi hissettiren varlığını duyumsuyor olmasaydım başımı çarpmayayım diye önlem almasını nazik bulabilirdim belki.
Damağımda gezinen, dilimle çarpışan dilini benden ayırdığında konuşabilecek fırsatı bulmuştum fakat boynuma öyle hızlı gömülmüştü ki dudaklarımdan çıkan tek ses zevk dolu bir inleme olabildi.
Boynumdaki hassas deriyi onun için lezzetli bir parça şekermişim gibi emerek tenimi ıslattığında parmaklarım ensesine saplandı.
“Cevahir,” diye mırıldandığımda derdimi anlayacağını biliyordum. Ona adını söyleyişim her seferinde bambaşka bir motivasyonlaydı. Bazen yanımda olduğunu duymaya, bazen sesini işitmeye ve bazen de onu durdurmaya ihtiyacım oluyordu; hep adına sığınıyordum.
“Karım,” derken dişlerini boğazımdaki bir noktaya sürttü. Bedenimi titretenin ihtiyacımı anlayarak bana seslenişi mi yoksa dişlerinin tehditkâr teması mı olduğunu bulamamıştım.
Dişleriyle geçtiği yerlerden diliyle özürler dilerken duvara daha çok yaslanmam mümkünmüş gibi kendimi geriye bastırdım. Benim geri gitme çabamı kendisini bana daha fazla bastırarak karşılamıştı.
Bacaklarım kasılarak belinde sıkılaştı. Bir eli çıplak bacağımı boydan boya okşayarak ürpermeme neden oldu. Yüzünü yüzüme eşitlemek için başını kaldırdı. Nefesim düzensizdi, onun aldığı nefesler ise iştahlıydı. Yüzüme öyle yoğun bir açlıkla bakıyordu ki bakışlarının hormonlarımla oynamaya başladığını, kasıklarımdaki baskıyı doğurduğunu hissediyordum.
“Dün söylediklerini bugün teninde mühürleyeceğim,” dediğinde kahveleri normalinden birkaç ton daha koyuydu. “Bir daha yalan olsa bile aksini söylemeyeceğinden emin olacağım.”
Dünkü gibi değil, ilk günkü gibi dememin onu nasıl kaşındırdığını, içini nasıl sıktığını açıkça belli ettiğinde dudaklarımda tembel bir gülümseme peydahlandı.
Kendimi yok yere yormuş, saatlerce kurduğum felaket senaryolarımda hiçliğe üzülmüştüm.
“Ya sen bunu seve seve öğreneceksin…” dedikten sonra sustu. Kesik bir nefes bıraktım dışarıya.
“Ya da..?” dedim devam etmesini ister gibi. O ana dek ensesindeki parmaklarım usulca teninde geziniyorken kollarımı omuzlarına doğru dolayıp yüzünü kendime doğru çekiştirdim.
“Altımda eze eze öğreteceğim.”
Gözlerimi kıstım. “Sansürlerini bir kenara bırak, Avcıoğlu.” dedim alayla. “Ellerinden korkup kaçacağım diye mi diline sansür uyguluyorsun?”
Hırıltılı bir nefes aldı. Üst bacağımı parmaklarının izinin kalacağından emin olduğum şekilde sıkarak kavradı. Bacağımın beline daha sıkı dolanmasını, ısınmaya başlayan kasıklarımın onun gittikçe belirginleşen kasığıyla buluşmasına yol açtı.
“Benim olduğunu sana sike sike öğreteceğimi mi duymak istiyorsun?”
Dudaklarıma sıcak nefesi çarparken saldırgan bir tavırla konuşmuştu. Kullandığı ikilemeyi öyle vurgulu tonlamıştı ki birkaç kez daha bana bunu söylemesini ve bedenimin nasıl tepkiler vereceğini görmeyi isterdim.
“Seninim diye yanında kalacak bir kadın olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordum güç bela. “Gitmeyeceğimden emin olmak için senin olduğumu değil, benim olduğunu ezberlet bana.”
Dudaklarıma yeniden yapıştığında beni kanatacak, izler bırakacak kadar kabaydı. Ona karşılık verirken kaybolduğumu, karanlığa çekildiğimi hissediyordum.
Sırtımı birden duvardan ayırıp bedenimi kalçamdan destekleyerek taşımaya başladı. Salondan çıktığımızı hissederken gözlerimi bir anlığına aralamış, merdivenlere ilerlediğimizi gördüğümde yeniden gözlerimi kapatarak onu öpmeye odaklanmıştım.
Koltuğun bize yeteri kadar alan sağlamayacağını biliyordum. Erkenden, su yeterince kaynayıp buharlaşmaya başlamamışken odaya gitmemiz mantıklıydı.
Merdivenleri çıkarken sarstığı bedenimi her seferinde onun kasıklarına, sertleşmeye başlamış olan erkekliğine çarptığım için dudaklarıma beni uyarır gibi ısırıklar bırakıyordu.
Uyarılarına kör kalmıştım.
Odaya girdiğimizde beni yatağa sertçe fırlatışı, üstüme kapanmadan önce tişörtünü ensesinden tutarak tek hamlede çıkarışı ve tüm bunlardaki delirmişliği sanırım uyarılarını dikkate almamamın getirisiydi.
Beni tamamen örtebilen, altında ezilip kaybolduğum bedeniyle buluştuğumda keyifle belimi kıvırmıştım.
Dudaklarımdan aşağıya doğru dümdüz bir yol izleyip yol boyunca tenimi ıslak ıslak öpmeye başladı. Göğsüme vardığında artık önünde engel oluşmuştu. Geriye çekilip tişörtümü çekerek aşağı doğru genişletti. Ellerinin kumaşı parçalayacak bir kuvvetle dolu olduğunu gördüğümde tişörtümü çıkartmak için belime doğru uzanmıştım.
Sadece tişörtümü üstümden atabileceğim kadar kısa bir an beni ezmeyi kesti. Tişörtü başımın üstüne kadar çektiğim anda elimden alıp odanın bir ucuna atmıştı. Bu sıcakta evde sütyenle gezemiyor olmam işini kolaylaştırmıştı.
Yeniden üstüme kapanacağını ya da şortuma uzanıp beni daha da soyacağını düşündüğüm sırada belimi bulan elleriyle beni tepetakla ettiğinde dudaklarımdan soluk bir inleme koptu.
Hormonlarım aklımı ele geçirdiği anlarda, güç harcamasına gerek olmadan sağa sola eğebileceği bir oyuncakmış gibi hissetmeye bayılıyor hale geliyordum.
Yüzüstü uzanır hale geldiğimde elini yatakla karnım arasına sızdırıp bedenimin yarısını kaldırdı. Kalçalarım havada, göğüslerim yatağa değer halde önünde kıvrıldığımda sütyensiz olduğum halde göğüslerimi gözü görmeden beni bu hale getirmesinin nedenini çok çok farklı düşünmüştüm.
Şortumu sıyırışı, kalçalarımı küçük bir çamaşır dışında herhangi bir örtü olmaksızın çıplak bırakışı da farklı düşüncelerime destekti.
Bir an sonra nefesini belimin ortasında hissetmeye başladığımda ise gözlerim kısılarak kapanmıştı.
Belimdeki gamzelerle buluşmaya çalışmıştı. İki çukura sırayla dudaklarını bastırıp öpücükler bıraktıktan sonra dilini üzerlerinde gezdirmeye başladığında belim mümkünmüş gibi daha da kıvrıldı.
Belimdeki çukurların onun için bendeki en yakıcı detaylardan biri olduğunu algıladığımda usulca inlemiştim.
Ses çıkartmam dikkatini dağıtmış gibi beni kalçama çarptığı avucuyla uyardığında kıpırdandım. Uyaranlarımın sayısı ve ölçüsü arttığı için avucum göğsüme uzanmış, sağ mememi güç alır gibi sıkmıştım.
Dudakları gamzelerimi aşıp kalçamın çıplak kalan kısımlarına doğru taşarken mızmızlandım. Dudaklarımdan kopan sesleri gülerek karşılamıştı. Gülerken burnundan bıraktığı keskin nefes tenime çarpıp tüylerimi ürpertirken belimi havada tutamayacağım bir dalgaya kapıldım.
Beni yakalamak ve yeniden doğrultmak yerine yatakta hareketlendi. Ayaklandığını hissettim.
Sırtüstü dönüp hızla ona bakar hale geldiğimde parmakları belindeydi. Altındaki kumaştan hızla kurtulduğunda onu boxer ile göreceğimi sanıyorken arsızca iki kumaş parçasını aynı anda yere düşürmüştü.
Kasıklarına bakmadan önce yaşadığım yoğunluk yüzünden başımı bir anlığına geriye doğru atarak inledim. Elim hâlâ mememdeydi.
“Göster bana,” dedi yatağa doğru yaklaşırken. “Elini benim elim gibi görüyorken neler yaptığını göster bana, gamzeli.”
Bunu asla unutmuyordu. Fırsatını bulduğu her an hatırlatıyor, onun elini hayal ederek kendime dokunduğumun altını çiziyordu.
Sesi boğuktu. Bir dizini yatağa yaslamış halde tepeden beni izlerken sere serpe yatağın ortasında uzanıyor olduğum gerçeğinden kaçmadım.
Ona, en az onun kadar arsız ve sıcak olduğumu kanıtlamak ister gibi göğüs ucumu iki parmağımın arasında sertçe ezdim. Çenesi kaskatı kesildi, elimin hareketini izlerken henüz hiçbir şey yapmamış(!) olmama rağmen sınanıyordu.
Karşısında parmaklarım göğüslerimden başka yerleri talan edemezdi. Direnecek gücü yoktu.
Hin bir gülüşle, alt dudağımın kenarını ısırarak parmaklarımı karnıma doğru kaydırdım. Oradan sonra uğrayacağım yer çok belliydi.
Kasıklarımın üst sınırında, kadınlığıma yakın ama bir o kadar da uzak bir noktada acelem olmadan gezdirdiğim iki parmağımı izlerken ne yaptığını görmek için yüzünde sabitlediğim bakışlarımı aşağıya doğru kaydırdım.
Ellerinin bana uzanmak için can attığını sanmıştım. Oysa elleri bana gelmek için can atanı zapt etmekle meşguldü.
“Hayvan,” diye soludum bakışlarım karnına doğru uzanan, elinin arasında duran uzunluğunu bulduğunda. Koca bedenine tezat bir görüntü beklediğim yoktu ama yine de…
Dizinin üstünde durmayı kesip, eliyle araladığı bacaklarımın arasına yerleştiğinde çırılçıplaktı artık.
İç çamaşırımın sınırında kalan elimi çekmekle uğraşmadan aramızda sıkışmasına izin vererek ona doğru yükselmeyi denedim. Dudaklarına uzandığımı anladığında eğilmiş, bana alan tanımıştı.
Ağzına emzik bırakılmış bir bebek gibi dudaklarıyla oyalanarak zihnimi puslandırdığımda hedefinde beni de tamamen soymak vardı. Parmaklarında paraladığı külot tenimden ayrılıp diğer kıyafetlerimle aynı kaderi paylaştı.
Kaslarla boğumlanan sırtına ellerimle düşecekmiş gibi tutunuyorken ona olabildiği kadar yakın olma çabam sonuçsuz kalıyor gibiydi. Göğsü göğsüme ne kadar yapışırsa yapışsın yetmiyordu.
“Cevahir,” dedim dudaklarından koptuğum anda. Nefes nefese adını mırladığımda gözlerini gözlerimle buluşturdu.
Ona söyleyeceklerimi dinleyecekmiş gibi gözlerime dikkatle bakarken avucu usulca kadınlığıma kapandığında dudaklarımı çığlığa benzer bir inlemeyle aralamamak için sertçe ısırmıştım.
Deliğimden durmayacakmış gibi sızan sularla ıslanmış olsam da orada bir yangın vardı ve avucuyla beni kavraması yangına körükle gitmekten başka bir şey değildi.
“Benim için mi ağlıyor?” diyerek parmaklarına bulaşan ıslaklığımı dile getirdiğinde hıçkırır gibi bir sesle başım geriye doğru düştü. Kendimi parmaklarına doğru bastırdığımda tepeme denk gelen kalın başparmağı orada oyalandı. Aynı yere küçük bir fiske vurup şişen zevk noktamı yaktığında gözlerimden bir damla süzüldü.
Uzanıyor olduğum için kayıp kulağıma doğru düşecek olan damlayı diliyle yakaladı. Damlanın değdiği son yere, elmacık kemiğime tatlı bir öpücük bıraktı.
“Bacaklarını benim için daha fazla aralamalısın, karım.” derken üstünde saldırganlığını saklayan bir sakinlik örtüsü vardı. Birazdan beni parçalayacağını bağıran bakışları, iç bacağımı zorlayan aletiyle birlikte başka şeyler söylerken dudaklarından dökülenler nazikti.
Ona itaat ettiğim anlar sayılıydı. Bu da o anlardan biri olacak, sayıya eklenecekti.
Bacaklarımı iki yana ayırabildiğim kadar ayırıp ona sunabileceğim her şeyi sunduğumda dudaklarıma ıslak bir öpücük bıraktı. “Sikimin sana kavuşmak için nasıl sabırsızlandığını hissediyorsun değil mi?”
Bana değdiği her an seğirdiğini hissettiğim, iyice sertleşip şişen erkekliğini bacak arama sürttüğünde onun kadar sabırsız olduğunu Cevahir’e göstermek için deliren kadınlığım kasıldı. Deliğimdeki hareketi hissetmemesi mümkün değildi, parmakları en kuytumdaydı.
“Şş,” diye konuştu dudakları dudaklarıma değiyorken. “Yavaş yavaş, yavrum.”
Beni alıştırmaktan bahsediyordu. Birden içime girmeyeceğini tahmin ediyordum. Hazırmış gibi görünsem de esnemeden onu içime kabul etmem imkânsızdı.
Ancak yavaş yavaş telkini tamamen yalandı.
İçime iki parmağını birden yolladığında, duvarlarıma sürtünerek sıcaklığıma gömüldüğünde yavaş olan tek şey nefes alışverişimdi.
Başparmağı zevkten gözlerimin kararmasına neden olacak şekilde tepemi okşarken parmaklarının duvarlarımı talan etmesiyle kalçamı refleksle yataktan kaldırmaya çalıştım. Bedeniyle beni ezerek yüzünü boynuma gömüp buna engel oldu.
“İncecik, küçük bir dal parçasından farksız parmaklarından sonra iyi geldi mi?” diye sordu kulak mememi emip geri bırakırken. Sorusu da nefesi de kulağıma sızmış, bedenim titremişti.
“Bir fark yok,” derken iki üç kelimeyi kesik kesik söylemiş, zor tamamlamıştım ama sözcüklerim yeterliydi. “Kendime bundan fazlasını verebilirdim as-…”
İçimde artık iki değil, üç parmağını birden hissetmeye başladığımda cümlemin sonu gelemeden sesim kesilmişti.
Sesimin yeniden çıkmaya başlamasına engel olması da gecikmedi.
Üstümde hareketlendi. Yataktan kalkıp beni sertçe yatağın en ucuna çektiğinde üstümde dikilen bedeni yenilmez görünüyordu.
Bir bacağım yana doğru açıkken diğerini dizimin altından kavrayarak kendisine doğru kaldırdı. Yatağın yüksekliği kasıklarımızı denk bir konumda tutuyordu.
Kökünden kavradığı erkekliğini kadınlığımla tanıştırmak ister gibi açıklığım boyunca sürttü. Sularıma bulanan kalınlığı orada dururken karnıma doğru uzanıyordu. İçimdeyken nereye kadar varacağını düşünerek kendimi zorladığımda karnım içeri doğru çekilmişti.
“Canını yakacağım,” dedi bakışları gözlerimdeyken. “Canını yakmaktan bir tek içine gömülürken kaçınmam, bunu sana ezberleteceğim.”
Dudaklarım aralandı. Bir şey söyleyecek oldum ama heceler birbirini bulup sözcüklere dönüşemedi.
Aletinin ucunun, çok az bir kısmının içime yönlenmesiyle onun için genişlemeye çalışan duvarlarım sızladı. Kendimi kasmadan onu rahatça kabul edebilmek için gevşemeye çalışsam da mümkün olmayacaktı.
Yavaş olması ile içime kendisini birden itmesi arasında acı değil sadece zaman farkı olacaktı. Kırıp beline doğru sardığı bacağımla onu kendime doğru çekiştirdiğimde boğuk bir sesle inledi. Boğazından yükselen hırıltılı inlemenin ardından kasıklarımız artık bitişikti.
Çığlıktan farksız bir sesle başım geriye düştüğünde gözlerimden aynı anda yaşlar boşalmaya başlamıştı.
Yaşları tetikleyen acıymış gibi görünse de zevk, acıyı yok edip tahtı ele geçirecek kadar güçlüydü.
“Evet,” diye soludum. “Lütfen.”
Ne için dilendiğimi, ondan ne istediğimi anlatmadım ama içimde gidip gelmeye başlarken tutturduğu ritim beni anladığının göstergesiydi.
Bacağımı sıkıp kendisine dolamak için kullandığı elini oradan çekip aniden mememe yöneltti. Avucunda eze eze okşadığı yumuşaklıktan güç bulur gibi kasıklarımdaki vuruşu gittikçe hızlanıp yoğunlaşıyordu.
“Sikeyim,” diye homurdandığında sinir bozukluğuyla güldüm. Öyle yapıyordu.
“Beni açlıkla sağmayı kes,” dedi üstüme eğilip dudaklarımızın birbirine değmesine yol açıp. “Sikimi böyle benimseyip kavramayı kes, bebeğim.”
Her an içimden kopabilirmiş gibi onu kasılmalarım eşliğinde içime hapsetmiştim. Çıkmaya çalışmıyordu ama geri gelip yeniden kendini bana vurduğu anlarda onu zorluyordum.
“İçinden çıkmama izin ver,” dediğinde başımı iki yana salladım. Tırmanıyor olduğum tepeden atlamama çok az vardı. Birazdan bir orgazm dalgasıyla sarsılacağımı hissediyordum.
Onu dinlemeyeceğimi anladığında belimi iki yanından tutarak beni kaldırışı ve bacaklarım belinde kalacak şekilde beni kucaklayışı beklenmedikti.
İçimden çıkmadan beni kucağına almıştı, doğrulduğum için aleti mümkünmüş gibi daha derinime kaydığında acıyla inledim. Omuzlarına parmaklarımı saplamış, ne olacağını anlamamış halde boynuna yüzümü düşürmüştüm.
Yürümeye başladı. Girdiğimiz yerin banyo olduğunu serinlikten anladığımda afallamış bir halde başımı kaldırdım. Yataktan bir anda kalkıp duşa mı giresi gelmişti? Orada mı içime gömülecekti?
“N’oluyor?” diye mırıldanarak sorduğumda sırtım sertçe kapının arkasındaki fayans duvara çarptı.
“Şu an beni saran arsız sıcaklığında ilk temasımı hatırlıyor musun?” diye sordu nefes nefese.
İç çekerek sırtımı geriye doğru bastırdım.
Duştan çırılçıplak çıkıp onu sınamak için yanında süzüldüğüm, avucunu kadınlığıma kapattığı anıyı zihnimde bulduğumda kendimi kasmış ve içimde seğirmesine neden olmuştum.
“Bu duvarda, tam bu noktada seni dolduracağıma dair yeminim vardı Seray. Benimle oynadığın oyunları bundan sonra daha dikkatli seç, karım. Ben ettiği yeminlere sadık bir adamım.”
Duvara yasladığı bedenimi bacaklarımdan sıkıca tutuyorken sarsılıp parçalanacağım şekilde kendi himayesi altına almıştı.
Sızlanır sesler çıkartırken boynuna sıkıca sarıldım. Yanağımı yüzüne doğru yasladığımda içime her vuruşunda kalçam duvarla daha da bütünleşiyordu.
Boynumu emip yeterince uyarılmıyormuşum gibi beni delirttiğinde çığlığım banyoda yankılandı. “Gelecek misin?” diye sordu kulağımın dibinde sıcak nefesiyle. “Sikimi yeterince sana bulamamışım gibi bana mı akacaksın?”
Ne dediğimi bile bilmeden bir şeyler homurdandım. “Daha,” diye fısıldamıştım en son.
Beni kaç dakikadır kendisiyle doldurduğunu bilemeyecek kadar bulanık bir zihinleydim. Ancak kasıklarımdaki patlamak üzere hissettiren dolulukla aynı anda konuştuğunda uzun bir süredir bedenimi eziyor olduğundan emin olmuştum.
“O anı sen başlat,” dedi alevlere karışan sesiyle. “Beni sularınla beslediğin anda içini ısıtacağım, sana karışacağım.”
Böyle kendinden emin söylediklerinin yemin olduğunu, yeminlerinden de dönmeyeceğini biliyordum.
Kendini birkaç kez daha bana çarpıp beni parçaladığında tüm bedenimi ele geçiren ağırlık saniyeler içinde kasıklarımda toplanıp oradan dökülmeye başlamıştı.
Daha önce böyle yoğun ve fazla hissettirdiğini hatırlamıyordum hiçbir şeyin. Beni tamamen doldurmasına rağmen hafifçe geri çekildiği anda etrafından sızmaya başlamıştım.
Sıcaklığımı hissettiği anda söylediği gibi oldu her şey. Boynuma yüzünü gömüp içime gelmeye başladığında düzensiz nefeslerini tenimde ağırlıyordum.
Titrer bir vaziyette, kollarım ona sarılı olmasa yere kapaklanacak şekilde güçsüzleşen bacaklarımla bir süre kalakaldım.
Haftalardır aramızda büyüyen tüm elektriğin akıp gittiğini hissetmem gerekirken o elektriğin arttığını ve hiç bitmeyeceğini fısıldayan sesin sahibinin keyifle arkasına yaslandığını duyumsamıştım.
İçimden çıkarmaya zahmet etmediği aleti yarı sert haldeydi. Ufacık bir dokunuşumla ya da cümlemle beni az önceki gibi ezip yok edebilecek gücü olduğunu gösteriyordu açıkça.
Onu doyurmamın hiçbir koşulda mümkün olmadığını, bir sonu olmayacağını düşünürken yüzümü saçlarına doğru sakladım. Zevkle birleştiğinde hissetmediğim acının kadınlığımın girişinde kendini belli etmesiyle birlikte duraksamasaydım en az onun kadar aç davranacağımı, yeniden içimi kanatır gibi doldurması için kıvranacağımı biliyordum.
Cevahir ile ilgili kabullenmem gereken her şeyi yirmi dört saatten az zamana sıkıştırmıştım.
Sırtım duvardan ayrıldığında hâlâ içimdeydi. Yürüdüğü için hassaslaşan deliğime sürtünen ve canımı yakan varlığına dudaklarımdan acıyla karışık bir ses çıktığında yavaşça içimden çıktı.
Dudaklarımızı birleştirip kısa ama sert bir öpücük bıraktı oraya.
“Küveti dolduracağım,” dedi banyonun diğer tarafına adımlarken. Duşakabinde ayakta durup temizlenebilmem olanaksızdı şu halde zaten. Bacaklarımı belinden çözmemiştim ama ben ona pek tutunamadığım için elleri kalçamdaydı. “Sıcak suya ihtiyacın var. İçine girmeden seni biraz daha hazırlamalıydım,” diyerek küçük bir pişmanlık dile getirdiğinde omuz silkmeye çalıştım.
Onu çıldırtıp buna engel olan bendim.
Beni bırakmadan suyu ayarlayıp küvetin dolmaya başlamasını sağladı. Kucağında bir koaladan hallice yerleşik hayata geçmiştim. Hafifçe terleyen, kokuları birbirine karışan tenlerimizi ayırmak gibi bir derdim yoktu.
“Sen de girecek misin?” diye sordum yarılanan küvete bakıp. Bedenimi usulca küvetin ortasına doğru bırakıp beni oturttu. “Bilmem,” dedi akan suyun sıcaklığını tekrar eliyle kontrol edip. “Kıçını bana yasladığında kendime hakim olabilir miyim diye tartım yapıyorum şu an.”
Kendimi tutmadan kıkırdadım. “O zaman önüme otur.”
“Çok zekice,” dedi alayla. “Az önce girip çıktığım deliğini seyrederim ve gayet sakin kalırım.”
Kenarda duran raftaki duş köpüğünü akan suyun altına doğru döktüğümde su köpürmeye başlamıştı. Suyun altında kalan bedenimi görmemesi için çözüm bulmuştum böylece.
“Gelmem için bu kadar ısrarcı olman gözlerimi yaşarttı açıkçası,” derken gerçekten şaşkın gibiydi. Yine güldüm.
Küvet yeterince dolduğunda sırtı suyun aktığı yere denk gelecek şekilde küvete yerleşti. Suyu yerinden oynatmış, fazla hacimli olduğundan biraz taşırmıştı. Benim sırtım da diğer uca dayalıydı. O girince geri kaçmıştım çok az.
Yerimden oynamak bile kasıklarıma ağrı olarak döndüğü için yüzüm buruşmuş halde duruyordum.
Etrafımı saran köpükleri izlemek üzere bakışlarımı düşürdüm birkaç saniyeliğine. Parmaklarımı suyun üstüne çıkartıp suyla oynadığımda köpüğün kokusu burnuma daha yoğun çarpmıştı.
Gül esanslı bir köpüktü. Benim banyoya yığdığım eşyalardandı. Cevahir’i güllerle bezeli bir suda düşününce haline kıkırdamıştım. Bedenim öyle bir gevşemenin pençesindeydi ki sürekli gülesim geliyordu.
Bakışlarımı sudan çekip yüzüne sabitledim. Dikkatle beni izlediğini, göz kırpmadan yüzüme baktığını gördüğümde alt dudağımı ağzımın içine doğru çekip nefeslenmiştim.
Bacaklarım bitişik, dizlerim kendime doğru çekilmiş haldeydim. O, benim aksime küvette bolca yer kaplıyor, hafifçe kırsa da uzatmak zorunda kaldığı bacaklarıyla etrafımda duvar örüyordu bir nevi.
“Seray,” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Hım?” gibi bir sesle yanıt verdiğimde göğsünün yarısında sonlanan su seviyesini harekete geçirecek şekilde kollarını kıpırdattı.
Kollarımın altından bedenimi sıkıca tutup kendi üzerine doğru çektiğinde banyo zeminine bir dolu su taşırmıştı. Kollarım ikimizin arasında sıkıştığında dudaklarımdan küçük bir ses fırladı. Canım acıyacak diye gerilmiştim ama öyle dikkatliydi ki beni kucağına çekerken kasıklarımı kıpırdatmama gerek olmamıştı.
“Sarılmak istiyor gibi bakma,” dedi kolu sırtıma dolanırken. “Sarıl, Seray.”
Küvetin diğer ucundayken ona attığım bakışları direkt olarak çözümlemesine hayret etmekle yorulmadım. Yanağımı omuzuna bırakıp ona sırnaştığımda ıslak sırtımda parmaklarının gezindiğini hissediyordum.
“İyi,” dedim sessizce. “Sarılayım, ısrar ettin madem.”
Göğsü titrer gibi oldu. Güldüğünü bakmasam da anlamıştım böylece. Burnumu boynuna doğru dayayıp beklediğimde kokusu ciğerlerime öyle çok doluyordu ki birden benliğim onunkiyle karışmış gibi başım dönmüştü.
Sırtımı usul usul okşamayı sürdürdü. Başımı boynundan hiç ayırmadım ben de.
Biraz daha devam ederse uyuyacağımı anladığında ise dudaklarının alnıma sürtündüğünü hissettim. “Durulanıp çıkalım, iki büklümsün böyle uyuma.”
Sıcak suyun bedenimi tamamen çözüp, zaten gevşemiş olan kaslarımı iyice açmasıyla uyku öyle bir bastırmıştı ki öğlene kadar uyuyan ben değilmişim gibi yeniden sızmak üzereydim.
“Böyle rahatım,” dedim göğsündeki uyku halimi sürdürmekte bir sakınca görmeden. Keyfim yerindeydi.
“Uyandığında bacaklarını kullanamayınca da öyle söylersin.”
“Yürümeyi unutturacağım sana derken ciddiymişsin,” dedim şakayla karışsa da cidden düşündüklerimi dile getirirken.
Kısa bir kahkaha attı. Bakamadığım için şanssızdım ama sesi kulaklarıma oldukça yakından dolmuştu. Sık atmadığı kahkahalarını denk gelebildiğim anlarda izlemeyi seviyordum.
“Fragmanı izledin sadece, pes mi ediyorsun?”
“Sus artık,” dedim bıkkınca. Konuştukça dudaklarım boynuna değiyordu. Onu bu şekilde uyarıyor olduğumu kalçamı dürten erkekliği sayesinde açıkça kavramıştım. “Ben senin gibi hayvan mıyım?”
Boğuk ve kısık bir sesle, “Daha,” diye mırıldandığında taklit ettiği ses bana aitti.
Uykumu konuşa konuşa açması planlı mıydı bilmiyordum ama yorgun olsam da gözlerim şu an kapanmaya çalışmıyordu.
Birkaç dakika daha kollarında kalmama müsaade edip beni yavaşça geri çektikten sonra dakikalar içinde ikimizi ve küveti köpüklerden arındırmıştı.
Ellerini olabildiğince az kullanıp suyu duş başlığı ile üstüme dökerken amacı muhtemelen kendisine daha az işkence çektirmek ve iradesini zorlamamaktı.
Üstümdeki bornozla birlikte küsmüş gibi kollarımı kendime sarmış halde, belindeki havluyla gezinen Cevahir’i izliyordum şimdi de.
Makyaj masamın önündeki pufa beni park etmiş ve banyoya geri girip biraz oyalandıktan sonra geri gelmişti.
Elinde tarağımı gördüğümde neden bekliyor olduğumu anlamış ve dudaklarımın kıvrılmasını engelleyemeden aynaya doğru dönmüştüm.
Yatakta -ek olarak duvarda- beni un ufak eden ve bunun sadece fragman olduğundan bahseden bir adama göre devamında üstlendiği bana bakma etkinliği fazla tatlı ve özenliydi.
Omuzlarımdan aşağıya dökülen saçlarımı kısım kısım ayırıp taramaya başladığında geriye doğru yaslanıp sırtımı bacaklarına doğru dayamıştım. Başım karnına denk geldiği için onu da geri itip yaslamaya çalışmıştım ama saçlarıma uzanamadığı için beni çenemden tutarak istediği konuma geri sürüklemişti anında.
Dudaklarım hafifçe büzülmüş halde aynadaki aksimle bakışıyordum. Tarayıp düğümlenmekten kurtardığı saç tutamlarımı öne doğru getirip bornozun üstünden göğsüme sarkıtıyordu, her şeyi düzenli ve sırayla yapmasına şaşırmayı artık bırakmıştım.
Saçımı taradığı, geride kalan bambaşka bir anı aklıma düştüğünde o günden bugüne kadar değişime uğramayan hiçbir şey kalmadığını da kabullenmem gerekmişti.
“Bitiyor mu?” diye mırıldandım saçlarımın çoğu önüme geldiğinde.
“Bitti,” dedi saç uçlarımla oynarken. “Biteli biraz oluyor.”
Başımı geriye atıp ona tersten bakarken kaşlarım çatıktı. “Ne demek biteli biraz oluyor?”
Omuz silkerek güldü. Benimle uğraşmak için yaptığını varsayarak uzatmadım. Yazın sıcaklarına kavuştuğumuz için saçlarımı kurutmam üzerine nutuk atması gerekmeyecekti.
“Kremlerim de banyoda,” dedim tarağı masaya bıraktığı sırada. “Sol taraftaki dolabın üst rafında olan her şeyi getirir misin?”
“Getiririm leydim,” dedi yarı alay yarı kabulleniş dolu bir sesle. “Köleniz bunun için burada.”
“Köle olmayı kabullenmenin sana neler getireceğini biliyorsun değil mi?” diye sordum olduğum yerde dönüp ona yüzümü çevirerek. Arkam dönükken yüzüne bakmaya çalışacağım diye boynum acıyordu. Böyle rahatça çenemi havaya dikip yüzüne bakabilmiştim.
“Bana yaptırmak isteyip de yaptıramadığın ne var?” diye konuştuğunda ikimiz aynı anda duraksadık.
Benim ağzımı aralamam, onun da ağzımı açtığım anda ne söyleyeceğimi bilerek beni durdurması gerekirdi normalde.
Boşanmak dışında bir şey söyle doktor diyerek önümü kesmeliydi. Çünkü ondan bir şey isteme hakkım olduğunda koştur koştur bunu öne sürdüğümü biliyordu.
Omuz silktim. Hiçbir şey söylemediğimde o da sessiz kaldı.
Birbirimize karşı susmayı seçtiğimiz, saldırmadığımız nadir anlardan biri gerçekleşmişti.
Cevahir birazdan bolca süreceğim ve muhtemelen kendimi bulamaca çevirdiğimi iddia edeceği kremlerimi almaya giderken arkasından uzun uzun bakmıştım.
Gitmeyeceğimi söylemiş, ertesi gün ona tamamen teslim olmuştum.
Sırada ne vardı?
~
“Sonrası da malum işte yenge,” diyen Teoman’a nasıl bir tepki vermem gerektiğini düşünmekteydim. Zira konunun başını asla dinlemediğim için ‘sonrası malum’ demekle ne kastettiği hakkında zerre kadar fikrim yoktu.
Biraz bakıştıktan sonra benim asla cevap vermememden durumu anladığında ayıplayıcı bakışlarını bana sundu. “Dinlememişsin,” dedi ağır çekimde bir baş sallama eşliğinde.
“Hikâye beni içine çekmedi,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Odaklanamadım Teo.”
“Nasıl ya?” dedi hayretle. “Hiçbir şey hakkında herhangi bir şey ana fikirli hikâyemi beğenmedin mi?”
“Hı?” dedim aval aval bakarken.
“Yenge gözünü seveyim, bir şey anlatmıyordum ki sana. Daldığını görünce anlatıyormuş gibi sonunu bağladım, bahane uyduruyorsun olmayan konuya.”
Cuma gecesi Beste ile gittiğimiz mekânda bıraktığım arabamın eve dönüşü bu geceyi bulmuştu. Cevahir’in benden önce bunu düşünüp Teoman’ı yolladığını kapıda benden tebrik beklemek üzere dikilen bedenini görünce kavramıştım.
O andan beri de kendisiyle karşılıklı oturuyor, kendisine yaparken ‘ev sahibi içmezse ayıp olur’ diyerek bana da yaptığı kahvemi ara ara yudumluyordum.
“Kocan yoğun, sen sıkılmışsın herhalde.” dedi oturduğu koltuktan beni analizlemeye çalışarak. Daha çok kocam meşgul, ben melul sayılırdım.
Duş sonrası bakımımın ardından giyinmiş ve ara bir saatte uyumanın manası olmadığına karar vererek yatağa kendimi atmaya direnmiştim. Salona indiğimizde midemden yükselen sesler Cevahir’de de yankı bulmuş olacak ki yemek yemiştik.
Parmaklarıma yağlar akıtan bol etli bir hamburgeri yemek zorunda bırakıldığım için tadım kaçıktı. Cevahir benim bıraktığım parçayı da yediği halde doymamış görünüyorken ben midemdeki isyanı dinliyordum çaresizce.
Yemekten sonra Cevahir’in telefonu çaldığında ise konuşmasının en fazla beş on dakika süreceğini düşünmek yanılgım olmuştu. On beş dakikanın sonunda Teoman gelmiş, kapıyı ben açmıştım fakat Cevahir ortada yoktu.
Kimle bu kadar uzun konuşuyordu ve ne konuşuyordu gibi sorularla dalgınlaştığım için de Teoman’ın dilinde oyuncak olmuştum.
“Kocam niye yoğun ki?” dedim fırsatını bulmuşken Teoman’ın ağzını arayıp.
“Bilmiyorum, kocana sormayı denedin mi?”
“Kocam burada yok,” dedim omuzlarımı sallayıp.
“Kocan-…” diye devam ettirecekken elimi kaldırdım. “Cevahir diyelim, kısaca.”
“Adı daha uzun yalnız yenge.”
Aydınlatıcı bilgisi için teşekkür eder gibi baktım. Karıştırıp(!) biraz tehditkâr bakmış olacağım ki yutkunarak arkasına doğru yaslanmıştı. “Cevahir Avcıoğlu diyelim o zaman, kısa kısa şey yaparız.”
“Ne yaparsınız?” diyerek salondaki seslerimize eklenen üçüncü ses, andığımız isme aitti.
Cevahir’in kapıdan girdiği anda sohbete dahil olmasıyla birlikte oturduğum yerde bacaklarımı çaprazladım. Bacak bacak üstüne atarken unuttuğum küçük detay nedeniyle dışarıya yansıtmamaya çalışsam da aslında ani bir ağrıyla kavrulmuştum.
Cevahir bana bakarken ağrımın yansıması ondaymış gibi yüzünü saniyelik olarak buruşturdu. Gelip yanıma, hep oturduğu yere oturduğunda Teoman çenesini açmıştı.
“Senden bahsediyorduk tam, abi.” dediğinde gözlerimi iri iri açıp Teoman’ın suratına baktım. Benimle göz göze geldiğinde hızla Cevahir’e geri çevirdi bakışlarını. “Yengemin seni ne kadar az umursadığından bahsediyorduk yani, hiç umurunda değilmişsin. Sıfır merak… İnanılmaz.”
Konuştukça batan, battıkça beni de batıran Teoman’a ters ters bakmaya vaktim yoktu. Cevahir’e doğru yavaşça döndüğümde onun kahvelerini de yüzümde bulmuştum.
“Yalan söylüyor,” dedim nefes verip. “Arkandan atıp tutuyordu, şimdi beni öne atıp konu değiştiriyor.”
“Yenge!” diye bağırarak panikle ayaklanan Teoman’a baktım. “Yengesinin bir tanesi?” dedim içli içli.
“Siz… Siz bu yaşa gelmişsiniz ama insan olamamışsınız. Yazık.”
Boş tiradını da alıp gitmesi gereken sahnedeydik. Fakat kahvesi bitmediğinden olacak ki yerine geri yerleşip küs bir suratla bize kıçını dönmekle yetinmişti.
Tanımadığımız kimse yokken Teoman öyle muzip ve enerjikti ki bazen onun görevinin Cevahir’in peşinde bir nevi koruma olmak olduğunu unutuyordum. Vurduğunu devirebilecek gibiydi aslında, sadece benim gözümde haşarı bir erkek çocuk gibi olduğundan asıl biz onu korumalıymışız gibi geliyordu.
Teoman’ın küskünlüğü bir kenarda sürüyorken benim bakışlarım yeniden Cevahir’deydi şimdi. Lütfedip dakikalardır kiminle telefonda olduğunu söyleyecek miydi? Yoksa özel olarak sormamı ve benimle uğraşabilmeyi mi bekliyordu?
Sessiz kaldığında ikinci ihtimalin gerçekleşiyor olduğunu kabul ederek dudaklarımı araladım. Bu saatten sonra olan olmuştu zaten.
“Şarjın mı bitti?” dedim kaşlarım havalanırken. “Çok kısa sürdü görüşmen.”
Yok, olmuyordu. Ben bu adama laf sokuşturmadan rahat nefes alamıyordum. İstemsizce ağzımdan fırlıyordu.
“Konuştuğum kişinin uykusu geldi,” dediğinde rahatsızca güldüm. “Konuştuğun kişi bir tavuk mu?” dedim saatin henüz dokuz oluşunu göz önüne alarak.
“Anneme bu soruyu ileteceğim,” dediği anda ise elimi ağzıma kapattım. Nilgün teyze ile mi konuşuyordu?
“Ona demedim,” dedim acıyla. Bu hayatta ufacık, küçücük kötü bir şey söylemeye dahi niyetlenemeyeceğim tek kişi Nilgün teyzeydi sanırım. “O olduğunu bilmiyordum ki.”
“Ben anlamam,” diyerek omuz silkti. Gıcıklaşmasına sinirlenip omuzuna vurdum.
“Kusura bakmayın, böyle de cilveleşmenizi seyretmiş gibi oldum ama yalnız değilsiniz he; hatırlatayım. Aniden bir şey olur şimdi…”
“Teo!” dediğimde sesim yankılanmıştı. Cevahir benim sesimden daha kaba ve yüksek sesle aynı şeyi tekrarlamıştı.
“Teo da Teo, kimse de bir gün demiyor ki bu çocuğun bir derdi var mı?”
Cümlesiyle birlikte birden bütün modum değişmişti. Bedenimi ona doğru çevirerek dikkatle yüzüne baktım. Bir şey mi olmuştu?
“Koparırım yaylarını Teo, gevşekleşme.” Cevahir uyarır gibi konuştuğunda Teoman bana hafif bir pişmanlıkla baktı. “Yenge şaka yapıyorum, bende dertlenme kapasitesi yok zaten. Ufaktan olsa bile Cevahir abi fark edip beni öttürüyor hep. Çözüyor sağ olsun.”
Bir derdinin olup olmadığı hiç sorulmamış, böyle büyümüş biri olarak bu konuda hassastım sanırım. Teoman’ın her şeye şaka olarak yaklaştığını dahi unutup direkt ciddiye almış ve kendimi hatalı görmüştüm.
“Anladım,” dedim sessizce. Kendimi dünyaya yeni ayak basan biri gibi hissediyordum böyle anlarda. “Ben bi’ su alayım.”
Yerimden kalkıp mutfağa giderken adımlarım pek hızlı değildi. Bir iki dakika mutfakta oyalanıp Teoman’ın kahve yaparken çıkardığı birkaç eşyayı yerine geri koydum. Buraya kaçmak için uydurduğum su içme bahanesini gerçeğe çevirerek kendime bir bardak su doldurduğum sırada sırtımda hissettiğim sıcaklıkla duraksamıştım.
Cevahir’in kokusu ve kolları etrafımı sardığında bardakla uğraşmayı bırakarak tezgâha tutundum.
Çenesini başıma doğru yasladı. Kolları karnımın üstünde bitişmişti, bedenimi tamamen kendisine dayalı tutuyordu.
“Konuştuklarımızı hızlı unutuyorsun,” dediğinde neyi kastettiğini anlayamamıştım. Açıklama yapması için bekledim.
“Yanındaysam, kaçma; bana sığın. Bunu öğrenmek için kaç hatırlatmaya daha ihtiyacın var?”
“Dün unutmamıştım,” dedim kendimi savunur gibi. Hafifçe gülerken verdiği nefes saçlarımda kaybolmuştu. “Aferin benim karıma,” dedi tebrik edişini saçlarımda bir öpücükle taçlandırırken.
“Teo gitti mi?” diye sordum biraz kollarında dinlendikten sonra.
“Gitti,” dedi direkt. “Kovdun mu, gitti mi?” diyerek sorumu genişlettim.
“Gitti, kafaya bir şeyi takmıyor görünse de değer verdiği insanları üzmekten hoşlanmaz. Seni üzdüğünü hissetti.”
Büyütülecek bir şey yoktu. Ben fazla hassastım. Hele son birkaç gündür… Çok fazla hassastım.
“Bir şey yapmadı ki,” dedim omuz silkip. “Biliyorum,” dedi Cevahir rahatça. “Yapmış olsaydı kovardım evden, kendi rızasıyla gitti işte.”
Yüzünü göremediğim için, her ne kadar arkamda varlığını hissetmek güzel gelse de, olduğum yerde yarım tur döndüm. Göğsüyle bakışır hale gelince başımı kaldırıp yüzüne baktım.
“Annenle ilgili bir durum mu var?” diye sordum araya kaynamasını istemediğim konuyu hatırlatıp. Uzun uzadıya onunla görüşmesine neden olanı merak etmiştim. Genelde telefonda konuşmak yerine sık sık yanına uğruyordu çünkü. Acil bir şey olup olmadığını düşünmem gerekmişti.
“Kötü hissetmiş biraz kendini,” dedi durgun bir şekilde. “Direkt yanına geleyim dedim ama gelirsem benden kaçacağını, yüzüme bakmayacağını söylediği için risk alamadım. Uykusu gelene kadar konuştuk.”
Burnumla çenesine dokundum hafifçe. Aramızda kalan kollarımı biraz kaldırıp avuçlarımı göğsüne yaslamıştım.
“Kötü hissettiğini fark ediyor olması bile iyileşiyor olduğunun emaresi, Cevahir. Bu iyi bir şey aslında,” dedim bayat bir teselli gibi dursa da gerçek düşüncelerimi dile getirip.
“Biliyorum,” dedi gözlerini biraz kısarken. “Arif de öyle söylüyor.”
Biraz dikkati dağılsın diye sırıttım. “Arif ile aranızın düzelmesi çok tatlı,” dedim başımı omuzuma eğip. Bir fular meselesi yüzünden kin güttüğü adamı şimdi el üstünde tutuyordu; annesinin etkisiydi.
“Başlatma tatlısından tuzlusundan,” diyerek huysuzlandığında göğsünü parmaklarımla dürttüm. “Cevahir?” dedim bir şey isteyeceğimi haykıran sesimle.
“Söyle yavrum,” dediğinde ona alttan alttan baktım.
“Biz önümüzdeki haftalarda evde yalnızız, evin içinde hiçbir risk yok yani. Nilgün teyze bizimle kalsa keşke.”
Cevap verecek olduğunda her ihtimale karşı onu durdurup biraz daha ekleme yaptım söylediklerime. “Biz evde değilken de Teo uğrar, güvenlikler etrafta zaten. Hem ona da değişiklik olur, yanına gittiğimizde çok mutlu oluyor. Hep görse daha mutlu olmaz mı?”
Dudağımın kenarına küçük bir öpücük bıraktı.
“Ben ara sıra gelip burada kalabileceğini söylediğimde halen yeni evli sayıldığımızı söyleyip üstüme yürüyor,” dedi korkmuş gibi abartıyla yüzünü buruşturup. Güldüm usulca.
“Ben teklif ederim, sadece senin istediğini düşünüyordur belki. Ben de istiyorum.”
“Et bakalım,” dedi bel boşluğumu okşarken. “Nilgün Hanım oğluna kıyar ama gelinine… Sanmıyorum.”
Havalı olmasına dikkat ettiğim bakışlarımla göz süzdüm. “Kıskanma. Seray etkisi o.”
“Seray Avcıoğlu etkisi olabilir, adını tam söyle.”
“Aynen ondan,” dedim geçiştirip. “Çekil şimdi üstümden. Yapışmışsın vıcık vıcık.”
Aksini duymuş gibi beni iyice tezgâhla arasına sıkıştırdı. “Cevahir!” diye soludum. “Çekil tepemden ya.”
“İyi,” dedi tadı kaçmış bir şekilde. “Uyurken hatırlatacağım bunu ama.”
“Uykuya daldığın anda beni düşman toprakları gibi işgal ediyorsun, Avcıoğlu. Git başkasını inandır.”
“Kimi mesela?” diye sorduğunda yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı. Bakışlarındaki hinliği gördüğümde sinirle göğsünden ittirdim. “Ananı diyeceğim ama dünya tatlısı bir kadın…”
Kulak çınlatacak bir kahkaha attığında bıyık altından olsa bile ben de sırıtmıştım.
Mutfağa benim keyfim yerine gelsin diye gelmişti, sonra annesinden bahsedince modu düşen o olmuştu ve keyif yerine getirme sırası bana geçmişti.
Bu konuda ikimizin de başarılı oluşu tamamen karşılıklılık meselesiydi.
Ben ondan başka kimsenin keyfini nasıl yerine getiririm bilmiyordum, onun da benden başka birini keyiflendirmek için çabaladığına şahit olmamıştım.
Levent ve Teoman haklı olabilir miydi? Biz aynıyız diye mi birbirimizi yiyorduk?
~
Parmağıma bulaşan reçeli arındırmak için mutfağa doğru adımladığım sırada son bir kez dönüp uzaktan uzağa masaya doğru bakmıştım.
Gözüme çarpan herhangi bir eksiklik yoktu. Yalnız yaşarken hazırladığım birkaç lokmalık kahvaltılarım ve bu eve geldikten sonra çoğu zaman yardımlar tarafından hazırlanan sofralar nedeniyle bilgisiz hissediyordum. Hafta sonları Vildan Hanımlar olmasa da kalkıp Cevahir için kuş sütüne kadar uzanan sofralar kurmuyordum çünkü.
Bu evde ilk kez bu denli özenerek bir şey yapıyordum sanırım.
Nilgün teyzenin beni kahvaltıda eksik var diye haşlamayacağını bilsem de tam bir yeni gelin olmuştum bu sabah.
Onu telefonda burada kalmaya ikna etmek zor olmuştu ancak imkânsız da değildi. Cevahir haklıydı. Nilgün teyze oğluna kıyabiliyordu ama bana kıyamıyordu.
Cevahir’in annesini almak üzere evden çıkmadan önce harcadığı zaman diliminde ben kahvaltı hazırlamakla meşgul olduğum için gıcık sırıtışlarına maruz kalmıştım. Elimdeki tavayı kafasında kırmak için hazırladığımı gördüğünde ise birkaç saniye içinde evin kapısı kapanmış ve yok olmuştu.
Ellerimi yıkayıp mutfaktan geri çıkacağım sırada dış kapıdan sesler geldiğinde zamanlamam için kendimi içimden tebrik ederek koridora doğru yürüdüm.
Kapıya vardığımda içeriye doğru adımladıkları ana dek gelmiştim.
“Günaydın,” diyerek gülümsedim. “Hoş geldin, Nilgün teyze.”
Onu her görüşüm bir öncekinden daha sevindirici oluyordu. Gözlerinin içi, onunla tanıştığım ilk gün gördüğüm her şeyden gitgide uzaklaşıyordu.
Yine huzurlu bakan gözlerini göreceğimi düşünerek ona doğru yaklaştığımda yüzünde gülümser bir ifade olsa da bakışları yorgun gibiydi. Üzerinde durmamaya çalıştım. Dün akşam Cevahir’i aramasına neden olan ‘kötü hissetme’ meselesi bugüne de yansımış olabilirdi.
“Günaydın, Seraycım.”
Kapıyı kapatmakta olan Cevahir’e hiç bakmadan kısaca Nilgün teyze ile sarıldım. Ayrıldığımızda gözlerimin içine içine baktı. “Hoş da buldum ama hâlâ tereddütlüyüm kalma konusunda, fikrin değiştiği anda beni kovalayabilirsin. Seni kötü gelin ilan etmeyeceğim, söz.”
Açık sözlülüğüne gülerek karşılık verdim. “Fikrimin değişeceğini düşünmüyorum, lütfen böyle söylemeyin.”
Omuz silkti. “Söylemesi benden, karar senden. Ben bi’ ellerimi yıkayayım kahvaltıdan önce. Geliyorum.”
Evi bildiği için ona eşlik etme teklifinde bulunmadım. Koridorun diğer ucuna ilerleyip gözden kaybolduğunda geriye Nilgün teyzenin valizi ve Cevahir kalmıştı.
“Sen de hoş geldin,” dedim başımı omuzuma eğerek. “Niye yabancı gibi kapı ağzında dikiliyorsun Cevahir?”
“Asıl ev sahibi sensin,” dedi rahatça. “Kabul etmezsen girmeyeceğim.”
Nilgün teyzenin onun davetlerini kabul etmeyip benimkine direnmemesine mi alınmıştı?
Dudaklarımı büktüm. Öne doğru bir adım atıp ona yanaştım. “Sen anneni benden mi kıskandın?”
Göz devirecek gibi oldu. Benden bulaşan bir özellikti. Ona o kadar çok göz devirmiştim ki alışmıştı.
Gülerek hareketlendim. Salona dönmeyi planlıyordum. “Bu arada…” diyerek konuştuğunda adımlarımı durdurdum. “Annem ara ara yine gitmeye çalışacaktır, şu yeni evlisiniz meselesine takılmış durumda.”
Bel boşluğumdan sıkıca kavrayıp bedenimi kendisine doğru çekti. “Rahatça sevişebilelim diye alan tanıyor,” derkenki arsızlığına karşı derin bir nefes aldım. “Beni ilk kez dün koynuna aldığını öğrenirse bayılıp kalacak köşede.” dedi abartarak.
Gülmek ve onu dövmek arasında bir yerde sıkışmışken bir süre bekledim. Pis bir sırıtmayla, koca bir ima ile yüzümü izliyordu. Başını bana doğru eğip dudaklarıma uzandığında avucumu ağzına örttüm aniden.
“Annen var evde,” dedim gözlerimi iri iri açıp. “Koridordayız.”
“Odaya çıkalım o zaman,” derken sesi boğuktu. Bile isteye dudaklarını avucuma basa basa konuşmuştu.
Dün gece beni rahat bırakmasının tek açıklaması ağrım olduğunu düşünmesiydi. Hassaslığımı iradesi için kuvvetli bir gerekçe haline getirmiş ve sarılıp uyumaktan başka bir şey yapmaya niyetlenmemişti. Ancak onu bundan sonra her boşlukta sapık zihnini bana açarken bulacaktım, biliyordum.
Bulmuşuz böyle sapığı… diyerek iç çeken ve dünün kalıcılaşan görüntülerini önüme sermeye çalışan sesi bastırarak öksürür gibi yaptım.
“Kahvaltı,” dedim apar topar. “Soğuyor her şey.”
“Soğumasın,” derken gözlerime öyle bir bakıyordu ki kollarından kıvranarak da olsa kaçıp salona koşmam gerekmişti.
Bir sonraki seferde kırk kez andığım başıma gelecek ve altında kalacaktım. Kaderim yazılıydı artık.
Kahvaltıya başladığımızda ben bir şeyler yemektense onları dikkatle izlemekle vakit dolduruyordum.
Bin çeşit yiyecek hazırlamış değildim, masada olanların yarısından çoğu paketinden alıp tabağa koyduklarımdan oluşuyordu ama ben hazırlamıştım işte…
“Yardımcıları göremedim, Cevahir. Mutfak boştu ben geçerken.”
Cevahir ısırdığı ekmek parçasını yarı yutmuş bir halde olsa da umursamadan annesine doğru döndü. “Yoklar ki,” dedi ilginç bir sesle.
Nilgün teyze bana doğru baktı bu kez. “Seni mi çalıştırıyor bu inadına? Bu kadar şeyi sen mi hazırladın canım benim?”
Ben bunun ortak bir karar olduğunu söyleyecekken Nilgün teyze hiç beklemeden ters ters oğluna döndü. “Meraklısı isen sen hazırla yemekleri, doktor bu kız Cevahir. Yoruluyordur.”
“Beni azarlamak için susmadan konuşuyorsun güzelliğim, bi’ dursan da korumaya çalıştığın karımdan savunmamı dinlesen keşke.”
“Aman,” dedi Nilgün teyze geçiştirir gibi. “Aşık o, her türlü savunacak seni. Neyini dinleyecekmişim?”
Biraz önce ağzıma kaymak ve bal atmıştım. Yutalı da hayli zaman olmuştu ama Nilgün teyze konuştuktan sonra yediklerim boğazıma geri tırmanmış gibi yutkunmaya çalıştım.
Bir o, bir de Fahri Avcıoğlu böyle konuşunca dengem şaşıyordu. Onları en başından beri koca bir yalana inandırıyor olduğumuzu istemeden unutuyor, böyle zamanlarda da hatırlamak zorunda kalıyordum.
Plan Cevahir’indi, anne ve dede de ona aitti ama ben de kendime bolca pay çıkartıp geriliyordum.
“Vildan Hanım artık Fahri dede ile ilgileniyor, Mira da üniversite sınavına gireceği için izinli Nilgün teyze. İki kişilerdi bir süredir zaten.” Neşe’nin akıbetini de anlatsam kahvaltıda ağzımız tatlanırdı ama gerek yoktu.
Nilgün teyzenin neden yeni birilerini bulmadığımızı soracağını düşündüm ancak beni yanıltıp sessiz kaldı. Tabağındaki peyniri bıçakla oldukça küçük parçalara bölerken oluşan kısa boşlukta Cevahir ile bakışlarımız kesişmişti.
“Eline sağlık o zaman, yormuşsun kendini.”
“Severek yaptım,” dedim Nilgün teyzeye. İnişli çıkışlı ruh haline hiç şaşırmadan, düşmeye başlayan modunu dengelemek için ekledim. “Senin için hepsi, yoksa elimi sürmezdim.”
“Yalana bak,” dedi göz ucuyla bana bakıp. “Kocan yerine kaynananı daha çok düşünürmüş gibi konuşuyorsun bir de.”
Tripli konuşsa da hoşuna gitmişti söylediğim, farkındaydım. Bu yüzden omuz silktim. “Canım kaynanam,” dedim içli içli.
Kıkırdadı biraz. “Tamam,” dedi elini kaldırıp beni susturmak ister gibi. “Şımardım yeter.”
Cevahir’e baktığımda onu keyifli bir ifadeyle tıkınırken bulmuştum. Hazırladıklarımı birkaç haftadır aç bırakılmış gibi yiyor, bir yandan da bize kulak kabartıyordu.
Kahvaltı benzer konuşmalarla devam edip sonlandığında ben ısrar etsem de Nilgün teyze oturmayı kabul etmediğinden -ve Cevahir’i de ittirip olaya dahil etmişti- üç kişi hızla her şeyi toplamıştık.
Yaptığım kahvelerle birlikte salona geçtim. Nilgün teyzenin kahvesini ona uzattıktan sonra kendi fincanımı da alıp yerime oturdum. Cevahir telefonundan bir şeye bakıyordu, koltukta yanımdaydı.
Nilgün teyze başıyla oğlunu işaret etti. “O cezalı mı?” dediğinde yanak içimi ısırdım. “Kahvaltıdan hemen sonra pek kahve içmiyor,” dedim çok uzatmadan. Benim kısa zamanda öğrendiğim bu bilgiyi annesinin de bildiğinden emindim ama Nilgün teyzenin aklındaki anıların ve bilgilerin bir kısmı bulanıktı maalesef.
Kötü hissetmemesi için ona dertlenme fırsatı vermeden ağzımı araladım yine. “Cins işte,” dedim alayla. “İçse ne olacak sanki.”
Nilgün teyze bir şey söylemedi. Cevahir’in yerinde kıpırdandığını hissettim. Böyle bir an yaşanacağına Cevahir’e kahve getirip zorla içirmeyi yeğlerdim aslında.
Burnumdan uzunca bir nefes verip kahvemden küçük bir yudum aldım. Yapacak bir şeyim yoktu şu an için.
Kahveme devam ederken Nilgün teyzeyi zorlayıp bir şeyler daha konuşmak yerine sessizdim. Cevahir de sanırım benimle aynı fikirdeydi. Telefonunu bırakmış ancak ağzını açmamıştı.
Boşalan fincanımı sehpaya bırakıp geriye yaslandım. Cevahir’e doğru eğilip bir şey söyleyeceğim sırada Nilgün teyzeyi duyunca ona dönmüştüm.
“Cevahir,” dedi daldırdığı bakışlarını salonun diğer köşesinden ayırıp. “Efendim anne?” demişti Cevahir direkt.
“Siz benden çok şey saklıyorsunuz,” dediğinde fincanımı çoktan bırakmış olmam bir şanstı. Aksi halde yerde parçalanmasına sebep olabilirdim. “Ama ben biliyorum.”
“Anne?” dedi Cevahir sorar gibi. Şaşkındı, sesinin her yerinden şaşkınlığı damlıyordu. “Kâbus mu gördün? Yine mi başladı kâbusların?”
“Beni kâbusum hiç bitmedi ki,” dedi Nilgün teyze büyük bir sakinlikle. Gerilmiştim. İzole bir evde, Cevahir’in izni olmadan kuş uçmayan dört duvar arasındaydı. Kim ona ne söylemişti de şimdi böyle konuşuyordu? “O lanet eve girdiğimden beri, benim kâbusum hiç bitmemiş ki.”
Cevahir’in ayaklanacak gibi olduğunu algıladığımda elimi dizine doğru yasladım. İçini dökmesine izin vermek zorundaydı.
Eve girerken bakışlarındaki yorgunluk, dünkü kötü hissedişi… Öylesine değildi. İyileşiyordu, iyileşirken zihnindeki puslar kayboluyor ve ona bilinç kazandırıyordu.
Hatırlamak, unutamamak en büyük cezaydı. İnsan olmanın en ağır cezasıydı belki de.
“Beni kimin niye delirttiğini çok düşündüm,” dedi bakışları bir an bana kayarken. Delirtmekten kastı, ilaçlarıydı. İlaç konusu da benimle birlikte gündeme geldiğinden bakışları yüzümü bulmuştu. “O kadar çok düşündüm ki tekrar delirecek oldum.”
Güldü birden. Keyiften uzak, acı sızan bir gülüştü.
“Zerrin yaptı,” dedi buruk bir sesle. “Başta gizli saklı yaptıysa da beni öyle güzel delirtti ve bir daha aklımın yerine gelmeyeceğine öyle çok inandı ki sonra benden hiç saklanmadı aslında. Zihnime sızan bir şeytanmış gibi hep yakınımdaydı, hep konuştu.”
Gözlerimi sıkıca kapattım.
Zerrin’in yaptıkları beni ağzımı açık bıraktıracak kadar şaşırtamıyordu artık. Saf kötüydü, kötülükten ibaretti.
“Hatırlıyorum her şeyi. Bölük pörçük belki ama bir yandan da hiç olmadığı kadar tam.”
Cevahir’in dizinde tuttuğum elimi olduğu yere daha çok bastırdım. Ona güç veriyor görünsem de bir yandan amacım güç almaktı.
“Ne anlatıyordu?” dedi Cevahir. Sesi kısacık cümleyi zar zor dilinden döktüğünü belli eder biçimdeydi.
Gözlerimi tekrar araladım. Nilgün teyzeye baktığımda onu huzursuz bir gülümsemeyle, bitik bir durgunlukla görmüştüm.
“Cavit’i,” dedi Nilgün teyze.
Bu oyunda çok fazla ara vardı. Perde açılıp kapanıyor, sahneler değişip duruyordu. Lakin bu kez perde açılırken kopup parçalanmış, yere serilmişti.
Nilgün Avcıoğlu biliyordu.
Herkesten önce, hepimizden önce bu ihaneti bilen oydu.
Zerrin onun aklını çalıp, üstüne bir de arsızca bunları ruhuna yara edecek kadar korkunç bir canavardı. Onun kötülüğü Nilgün teyze için ne demekti bilmiyordum ancak kocasının nasıl bir adam olduğunu hatırladığında, bilinçaltında öylece bekleyenlerle yüzleştiğinde neler hissetmiş olacağını her nedense kalbimde koca bir yarık açılacak kadar derinden hissetmiştim.
~~~
Asıl karın ağrısını öğrenene kadar Cevahir’e ne kadar sövüp saydırdınız acaba hhahhsjaklşş yine başımızı kıskançlığı ve kıskandığında aklını kullanamayışı yaktı mlsf evet
Önceki bölümde daha duygusal bir kavuşma vardı, taçlandıralım diye bu bölümde birkaç versiyonunu daha getirdim size ;) Sevdiniz mi ne yaptınız
Son olarak Nilgün… İyileşiyor olmasından çok memnunum ancak aklının ona sunacağı çok fazla kötü şey var ve bunlarla savaşması da öyle kolay olmayacak gibi
Umarım beğendiğiniz bir bölüm olmuştur
Öptümmm
Yazar sana bir şey soracam ama yanlış anlama tamamen meraktan. Seray ilk kez mi biriyle birlikte oldu yani cevahir onun ilki miydi lütfen cevap ver. Yoksa önceki nişanlısı ile ya da başkası ile birlikte oldu mu?
YanıtlaSilİlk değilmiş Whatsapp kanalında bahsedildi
SilBAAAAA YILLLL DIMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM MÜTİŞ BİR BÖLÜM MÜTİŞŞŞŞŞ
YanıtlaSilCevonun iyi güzel tepkisini okuyunca aklıma hemen evliliğimizin gerçek olduğuna seni bile inandırırm dieyişi geldi kalbime iniyodu 🤡
YanıtlaSil