Günler Kısa Geceler Sonsuz Özel Bölüm II

 ÖZEL BÖLÜM II



İyi okumalar!

 

~~~

 

- Demir

 

Benimle birkaç saatten fazla vakit geçirmiş herhangi birine sorulduğunda, kişiliğimle ilgili alınacak ilk yanıtlardan biri monotonluğum olurdu. Verdiğim tepkilerden, yapmayı huy edindiklerime kadar her şeyin monoton ilerlemesinden ve sürprizlerle karşılaşmamaktan memnundum. Memnun olduğumu sanıyordum.

Beklemediğim anda, beklemediğim hızda hayatımın tam ortasında beliren ve birbirini tamamlayan iki sürprizle tanışalı neredeyse yedi yıl dolmak üzereyken; artık monotonluktan ve ot gibi yaşamaktan memnun bir adam olduğumu savunmam anlamsızlaşmıştı.

Bedeninin büyük bir kısmı göğsümde kalacak şekilde yüzüstü uzanan Müge’nin omuzunda belli belirsiz şekiller çizmekle uğraşırken bir Pazar sabahında olmamızdan hoşnuttum. İşe gideceğim günlerde böylesine keyifli bir manzarayı bırakıp kalkmak can sıkıcı oluyordu.

Gece kaçta uyuduğum fark etmeksizin erken uyanmaya, genellikle güneşin ilk ışıklarıyla gözlerimi aralamaya alışkındım. Müge -diğer normal insanlar gibi- uyanma saatini uyuma saatine göre değiştirebiliyordu. Dün bütün gece, hatta gün boyu hareketli geçmişti. Bana bırakılsa katılmamıza gerek olmayan ama katılmazsam sırayla Peri ve Müge’den bolca homurdanma alacağım bir kutlama gerçekleşmişti. Uras’ın doğum günüydü.

Peri, kendisinin ve Lal’in bayıldığı -kalanların zaman zaman kaçmak için yer aradığı- kalabalık planlamalardan birine giriştiğinden dün eve döndüğümüzde saat neredeyse gecenin ikisi olmuştu. Uyumamız en az bir saati daha aldığı için, Müge’nin öğlene kadar yataktan düşmediği sürece uyanması zordu.

Kalkıp odadan çıkabilirdim. Ancak uyurken aldığı nefesleri dinlemek, hareketlenip bana sokulsa da sıcakladığında huysuzca mırıldanışını duymak ve yüzünü izlemek kesinlikle salona geçip yapacağım herhangi bir aktiviteden çok daha hoştu.

Mayıs ayının yarısı çoktan geride kalmışken, baktığı cephe yüzünden diğer odaların tümünden daha sıcak olan yatak odamızda cehennemdeymiş gibi yansam da kollarımda cehennemin fazlasıyla uzağında olduğumu kanıtlayan bir varlık tutuyordum.

Bir yıl öncesine kadar, Müge’nin geç uyandığı bir hafta sonu sabahında yapabileceğim başka bir işe daha sahiptim. Annesine benzemeyen, erken uyanma huyunu geride bırakamayan kızımın peşine de düşebilir; sabaha onu sinir edip yüzünde eğreti duran kızgın ifadesiyle bana söylenmesini izleyebilirdim.

Adı lazım olmayan biri, bir yıl önce kızımı alıp gittiğinden beri bunu uygulayamıyordum.

Lal’in hayatına Tuna dışında birinin dahil olmasındansa, güven duyma konusunda sorun yaşamayacağım birine kalbini kaptırması elbette iyi olan senaryoydu. Ama bundan daha iyi bir senaryo daha vardı, Lal dizimin dibinde yaşamaya devam edebilirdi…

Tuna’nın, Lal’in yüksek lisansı biter bitmez aceleci olacağını düşünmüştüm ancak kardeşim beni yanıltarak Lal’in üzerinde tek bir an bile baskı kurmamıştı. İçten içe kendime kızsam da, ben de dahil herkesin gözünde bolca artı kazanmıştı bu tavrıyla. Ben her zaman nişanlı kalacaklarını sanmaya başlamışken, Lal ansızın kollarımın arasına girip mırıl mırıl ‘artık beklemek istemediklerini’ duyurmuştu bana.

Ona hayır demek isterdim, ancak hayır diyebilmeyi çok iyi bilen bir adam olmama rağmen bana bunu unutturabilen birkaç kişiden biri de Lal’di.

Geçen yıl Mart ayının son gününde evlenmişlerdi.

Lal’in evden gidişi gibi koca bir eksisi olsa da, tek avuntum artık resmi olarak Lal’in bir Özkan oluşuydu.

Evlenmeden önce bunun gerçekleşebilmesi de benim soyadımı almasıyla mümkün olabilecekti aslında, fakat bunun daha sonra Tuna ile olan evliliğinde sorun çıkaracak bir detay olma ihtimali elimi kolumu bağlamıştı.

Bir ara çokça kafama taktığım bu konudan Lal’in haberi olduğunda, ‘Babam olduğunu kanıtlamak için hiçbir kayıta ihtiyacımız yok, hatta ikimizden başka kimsenin kabullenmesine bile yok. Kızınım ben senin.’ diyerek oldukça tatlı ve kolay bir yolla beni sakinleştirebilmişti.

Aklım Lal’e kaymışken, Müge’nin uyanacakmış gibi hareketlenmesiyle şaşırarak bakışlarımı yüzüne indirdim. Bu kadar yılın tecrübesiyle karımın uyanacağı anı doğru hesaplayamıyorsam, çok yazıktı.

Sabah sıcağı olabildiğince az hissetmek için üstüme hiçbir şey giymemiştim yatmadan önce. Boynumun biraz aşağısında yüzünü sürtebilecek alan bulan karım bu nedenle zorlanmamıştı. Uyanmaya değil, daha da rahat etmeye çabaladığını anladığımda hafifçe güldüm.

Sırtı boyunca parmaklarımı gezdirerek uykusunu derinleştirmeye çalıştım. Muhtemelen işe yaramıştı çünkü hareket etmeyi bırakmış ve bedeni daha da gevşemişti. Ancak çabamın kısa süreli etkisi olacağını bilseydim, daha farklı bir hamle yapardım.

Peş peşe çalan zil sesi, kapalı olmayan kapıdan odaya dolduğunda uyanmış olmama rağmen gerilmiştim. Müge ise uykudan bu sesle uyanmanın verdiği sersemlikle yerinde bir nevi sıçramıştı. Sırtını sıkıca sarıp güvende hissetmesi için birkaç saniye bekledim. “Kapı çaldı, sakin ol İnci’m.”

Kendine gelmiş görünmese de doğrulmak için hareketlendi. “Saat kaç ki?”

“Sekize geliyor,” dedim biraz önce kontrol ettiğim şekilde aktarırken.

Müge kalkana kadar bir kez daha zil çaldığında kaşlarım çoktan çatılmıştı. Sabah sabah alacaklı gibi kapıyı çalanın kim olduğuna dair bir fikrim yoktu. Arayıp haber vermeden bu saatte kapıya dayanma huyuna sahip kimseyi tanımıyordum.

“Bakıp geliyorum, uzan sen.” Müge göğsümden kalkar kalkmaz yataktan doğruldum. Beni dinlemeyeceğini ve merakının uykusuna galip geldiğini sabahlığını üzerine geçirişiyle kanıtlamıştı. Oyalanmak yerine odadan çıktım. Arkamdan Müge’nin küçük adım sesleri geliyordu.

Kapıya ulaştığımda dışarıyı görebileceğim küçük deliğe bakmayı boş vererek kilidi çevirip kapıyı açtım.

Karşımda sabah sabah alakasız birini görmeyi ve sinirlerimin bozulmasını mı yoksa şimdi yaşanan sahneyi mi tercih edeceğim sorulsaydı, cevap vermekte gecikmeden ilk seçeneği seçerdim. Hiçbir güç, gözleri kıpkırmızı halde yanaklarında kurumamış yaşlarla bu saate kapımın önünde kızımı bulmak istememe yol açamazdı.

Müge’nin endişeyle iç çektiğini duyumsarken ona dönmedim. Titreyen dudaklarıyla bize bakıyor olan Lal’in bedeninde gözle görünür bir zarar bulamadığımda son verdiğim incelememin ardından hızla kollarımın arasına çekmiştim onu.

“Ne oluyor?” diyebildim şaşkınca. “Ne oldu Lal, ne bu halin babam?”

Burnunu peş peşe çekip dururken konuşmaya çalıştığını anlayacak kadar onu tanıyordum. Acele ettirmeden -fazlasıyla zorlayıcıydı bu- bekledim. Bu sırada ayağımla kapıyı itip kapatmıştım.

“Annecim, iyi misin kızım?” Müge, göğsüme doğru çektiğim Lal’in yanağına avucunu yaslarken panik halindeydi. “Birine bir şey mi oldu?” diye sorduğunda benim de aklımdaki en olası ihtimal bu olsa bile gerilmiştim.

“Tuna benden boşanacak.”

Lal’in pürüzlü sesiyle mırıldanışının ardından Müge ağzı kocaman açılarak geri adımlarken ben sırtına sardığım kollarımı kontrol etmeye çalışıyordum. Bütün bedenim kasılmışken, kontrolümü kaybedersem kollarımdaki bedenini acıtabilirdim fark etmeden.

“Ne diyorsun sabah sabah kara böcek?” diye sorarken başımı eğip kızıma bakmaya çalıştım. Yanlış duymuş olabilir miydim? Tuna’yı bir nebze olsun tanıyorsam eğer bu işte bir terslik vardı. Bakmak kıskançlık damarlarımı attırsa da, Lal’e bakışlarındaki saf aşkı göremeyecek kadar kör olabilmem mümkün değildi. Birinci yılları yeni dolmuşken boşanmak da nereden çıkmıştı?

Söylediklerini sorgulamam Lal’i hüzünlü halinden çekip çıkartarak bir anda çatık kaşlarıyla yüzüme bakmasına sebep oldu. Ani duygu değişimine afallayarak bakarken göz ucuyla Müge’ye bir bakış attım. Benden farklı halde değildi.

“Lal,” dedi temkinli bir tavırla. “Oturalım gel annem, sakince konuşalım olur mu?”

Bir dakika geçmeden, salondaki ikili koltukta karım ve kızım yan yana oturuyor; ben de karşılarındaki koltuktan onlara bakıyordum artık. Yanlarına sığışmak da bir seçenekti fakat Lal az önceki kısa sorum yüzünden bana yeterince diş bilemişe benziyordu. Olduğu yere yayılıp, açıkça beni yanlarından kovalamıştı.

“Şimdi baştan başla bakalım, öyle bir anda nereden çıktı boşanma lafı? Çocuk oyuncağı mı bu bebeğim?”

Müge, Lal’in elini tutup kendi kucağına koyarken annesine dolu dolu gözleriyle bakan kızıma bakarken dişlerim kırılacak kadar sertçe birbirine geçmişti. Birkaç saniyelik sabrım ya var ya yoktu, Tuna’yı aramak ve işin aslını direkt ondan öğrenmek üzereydim.

“Anne,” diye mırıldandıktan bir an sonra Müge’nin boynuna gömülmüştü. Müge çaresizce bana baktığında elimden bir şey gelmediği için gerilerek bakışlarına karşılık verdim. Aradan geçen dakikalar boyunca Lal başka hiçbir şey söylememiş, sadece annesine sarılı kalmıştı.

Artık dudaklarımı aralayıp net cevap alabileceğim sorular sormak üzereyken, sabahın ikinci kapı zili yankılandı. Sabah trafiğinin neden evimin kapısında yoğunlaştığını düşünerek ayaklandım. Salondan çıkmadan önce Lal’in topladığı saçları sayesinde açıkta kalan ensesine küçük bir öpücük bırakmıştım.

Dış kapıya ulaşıp açtığımda karşımda bulduğum beden, aramamak için kendimi zorladığım kişiye ait olunca rahatlasam mı yoksa kafasına bir tane patlatsam mı ikilemindeydim.

“Abi küçük bir ihtimalle, karım size kaçmış olabilir mi?”

Tuna’nın ıslak saçlarıyla ve yanılmıyorsam ters giydiği tişörtüyle kapımda bir süre daha beklemesi, Lal’in gözyaşlarını akıttığı için adil bir ceza olabilirdi. Eğer Tuna’nın hayatındaki tek vasfım karısının babası olmak olsaydı kesinlikle uygulayacağım bu ceza, abisi olunca içimin elvermemesiyle rafa kalkmıştı.

“Ne bok yedin de ağlattın kızımı Tuna? Sabahın köründe içli içli gözyaşı döksün diye mi evlendirdik sizi oğlum?”

Tuna söylediklerim tam bitmeden hızla içeriye girdi. Ben kapıyı kapatana kadar çoktan görüş açımdan çıkmıştı. Sabır dileği içeren homurdanmalarımla arkasından ilerledim. Tuna’nın haline bakılırsa, karısının ağladığından habersizdi. Bu da durumun Tuna’nın bir halt yediğini belli ediyordu. Lal’in neye dayanarak boşanma konusuna geçtiğini öğrenmek için salona girdim hızlıca.

Tuna’yı, Lal ve Müge’nin oturduğu koltuğun önünde diz çökmüş halde bulmuştum. Göz ucuyla baksa da Lal kafasını annesinden henüz çekmemişti. Ben yerime geçip oturana dek de bu manzara değişmedi.

“Gece’m, gece güzelim…” Tuna’nın, Lal’in sırtına yavaşça dokunarak konuşmasına Lal’den gelecek tepki için ben de meraklıydım. Boşanacak olan adam bu muydu?

Lal burnunu çekti hızlı hızlı. Artık ağlamıyordu ama ağlayışının etkisi geçmiş değildi. Müge, omuzundan tutarak doğrulması için hem destek hem cesaret verdiğinde direnemedi çok fazla.

Tuna, Müge’nin yardımını fırsata çevirip Lal başını kaldırır kaldırmaz onu sıkıca kendine doğru çevirdi. Dizlerinin üzerine doğru çöktüğü için aralarında boy farkı yoktu ama Lal gözlerini itinayla kaçırıyordu.

“Duştan çıktığımda konuşacaktık, beni beklemeden kaçıp buraya gelmek ne demek güzelim? Evde göremeyince aklım çıktı, telefonunu bile almamışsın gelirken.” Kaşlarım havalandı. Kimin haklı veya haksız olduğu konusunda kesin kanıya varamıyordum.

“Konuşmamıza gerek yok, ben yüzünden anladım zaten.” Lal omuz silkerek konuşurken sesi titriyordu.

“Neyi anladın, Gece? Kafayı yiyeceğim şimdi, bütün gece uyumadın; bir sorun mu var dediğim her seferde de ‘yok’ demekten başka bir şey yapmadın. Ben de uyuyamadım, sabah kendime gelmek için duşa girecekken bir anda konuşasın geldi; sadece on dakika ertelemek istedim.”

Olayı artık biz de öğrenmiştik. Konuşacakları konu neydi bilmesek de, Lal’in fırtına gibi esip soluğu burada alması daha anlaşılırdı. Yani biraz… Aslında böyle bir durumda sinirle evi terk edecek bir yapısı yoktu, genellikle daha ılımlı karşılardı her şeyi. Gece uyutmayan konu her neydiyse, tahmin edebileceğimden daha önemliydi belli ki.

“Bıktın benden,” dedi Lal avuçlarını yüzüne kapatırken. Tuna hem şaşkın hem sinirli görünüyordu. Müge’nin bana kaş göz yaptığını gördüğümde ‘ne oldu’ der gibi başımı salladım. Kafasıyla dışarıyı işaret ediyordu. Anlamazlıktan gelip salonda kalmak istesem de, kısa bir nefes üfleyip ayaklandım. Müge de kalkıyordu.

Lal de Tuna da bizim hareketliliğimiz farkında gibi değillerdi. Biri yüzünü kapatmış, diğeri tüm dikkatini karısına vermişti.

“O ne demek ya? O ne demek, ne saçmalıyorsun sen?” Tuna’nın siniri şaşkınlığının önüne geçmiş olacak ki sesi sertti. Biz salondan çıkmak için hareketlenemeden önce Lal birden ellerini yüzünden indirdi. Yüzünü Tuna’ya doğru yaklaştırdı. “Sen benden bile bıktıysan, bebeğimize nasıl sabır göstereceksin Tuna? Onu da küstüreceksin böyle gece uyuyamazsa değil mi?”

Bedenimin üçte biri boyutta olsa da ayakta duramadığımda ilk tepkim Müge’nin omuzuna tutunmak oldu. Kulaklarımda bir sorun yoksa eğer, doğru duyuyordum.

Tuna dizlerinin üzerindeki dengeyi kuramayıp yere yapıştığında, bu haberin en az bizim kadar ona da yeni ulaştığını kavramıştım.

Lal’in normal haliyle alakası olamayacak kadar yoğun, ani alınganlığı anlam bulurken; dün Uras’ın pastasının yarısını tek başına yediği anı hatırlamıştım şimdi. Çocuklar ve Lal dışında kimse pek pasta yiyebilmiş değildi. Sırasıyla benim, annesinin, Tuna’nın ve bir ara gördüğüm kadarıyla Oktay’ın pastasını da yollamıştı midesine.

“Bebeğimiz… Yani gelecekte var olacak bebeğimiz gibi değil mi? Sonra…” Tuna yarı anlamlı yarı anlamsız bir şeyler mırıldanırken Lal gözlerini kapattı. Birkaç damla yaş yanaklarına yuvarlanmıştı bu sırada.

“Hamileyim,” dedi fısıltıyla. “Sen hiç hazır hissetmiyorsun biliy-…” Lal cümlesini tamamlayamadan önce Tuna büyük bir kahkaha eşliğinde yerinden doğrulup gözle takip edilmesi zor bir hızla koltuğa geçti. Lal’i sıkıca sarıp göğsüne çektiğinde hâlâ gülüyordu.

“Endişeden öldüremedin beni, mutluluktan mı göndereceksin öteki tarafa gece kuşu?”

 

 

~

 

- Tuna

 

İşten döndüğümde zili çalmayıpma, anahtarımı kullanma konusunda son aylarda bolca ders almıştım.

Lal’in akşamüzeri kestirmelerinden birini zil sesiyle bölmektense, kapıyı omuzumla kırmayı denemek daha akıllıca bir seçimdi. Uyandığında biraz gergin olabiliyordu.

Danışanlarıyla görüşmelerini son iki aydır online yapıyordu. Genellikle öğleden sonra en geç üç gibi biten görüşmelerin ardından da koltukta olduğu yerde sızıyordu. İstisnası bir elin parmağını geçmemişti bu rutinin.

Kapıyı yavaşça arkamdan kapattıktan sonra artık Ekim ayında olduğumuzdan havanın serinleme ihtimaline karşı sabah çıkarken yanıma aldığım kot ceketimi portmantoya astım.

Sessiz adımlarla salona yöneldiğimde, beni şaşırtmayan görüntüyle karşı karşıyaydım.

Dudaklarımın kıvrılmasına engel olmadan yanına doğru ilerledim. Aslında yanlarına demem daha doğruydu.

Lal küçük bedeninde, bir başka küçük bedeni ağırlıyordu. Beş aydır bizimle olan, yaklaşık dört aya yakın süredir de haberimizin olduğu bebeğimizi taşıyordu.

Bacaklarını uzattığı ancak tamamıyla kaplayamadığı üçlü koltukta ayaklarının bitimine sıkışırken uykusunun bölünmemesi işime gelmişti. Demek ki bugün daha da derin bir uykudaydı.

Ekim ayında değil de Temmuz’daymışız gibi siyah düz iç çamaşırlarıyla uzanıyor olmasına içimden söylensem de uyandığında onunla bu konuda savaşabilmek çok zordu. Hamilelik Lal’e içten yanmalı bir sistem mi kurmuştu bilmiyordum ancak sürekli sıcaklayıp terliyordu. Önümüzdeki haftalarda normale dönmezse, bütün hamileliğini soyunamayacağı şekilde kalabalıkta geçirmek zorunda kalacaktık. Aklıma gelen tek çözüm buydu.

Salondaki klimayı ılık bir ayara almak için masada duran kumandaya uzandım. En azından üşümüyor olduğundan böyle emin olabilirdim. Klimayı açışımın beşinci dakikası dolmadan, sırtımdan ter boşalınca üst bedenimde tek bir kumaş parçası kalmayacak şekilde soyunmuştum.

Sırtımı koltuğa ve avucumu da Lal’in karnına, bebeğimize yasladıktan sonra derin bir nefes aldım. Kısa bir süre öncesine kadar tüm ailem, halen sürecek şekilde de ablam bana bebekmişim gibi davranıyorken ben baba olmak üzereydim. Birkaç ay içinde kucağımda bir bebek tutabilecek, bir süre sonra da o bebeğin bana ‘baba’ diye seslenmesi için gün sayar hale gelecektim.

Gelecekten önüme sunulan karelerle gözlerim kısılarak keyifle kapanır gibi oldu. Başımı geriye doğru atarak Lal’in şişkinliği sebebiyle gerilmiş karnında parmaklarımı gezdirdim hafifçe. Birkaç saniye sonra göğsüne doğru bıraktığı eli elimi bulmuştu. Göz ucuyla baktığımda bunu uykusunda yaptığını, elimi hissedişinin uyanmasıyla bir ilgisi olmadığını görmüştüm.

Dakikalarca kıpırdamadan olduğum yerde kaldım. Zaman zaman gözlerim kapanıp bana henüz gerçekleşmemiş anılar sundu bazense gözlerimi açıp gerçeklerime; karıma ve bebeğimize bakmayı sürdürdüm. Bu döngünün içinde kaybolup, tıpkı Lal gibi kendimin de uykuya kucak açtığından haberim olmamıştı.

“Tuna!” diye sızlanan, kulağımın fazlasıyla yakınındaki sesi duyduğumda araladığım gözlerim ilk birkaç saniye bulunduğum yeri ve durumu anlayabilmem için yeterli gelmedi. Uyuyakaldığımı algılayıp, bana seslenen Lal’i gördüğümde hızla doğrulmuştum.

“İyi misiniz?” Şüpheyle konuştuğumda bir ona bir de karnına bakmıştım. Bebeğimiz yerindeydi, yüzünde de acılı bir ifade görmüyordum. “İyiyiz ama daha da iyi olabilirdik.” diyerek başını omuzuna doğru yatırdığında dünya üzerinde hamileler dışında kimsenin mantıklı bulmayacağı bir fikrin dudaklarından döküleceğini az çok tahmin ediyordum.

“Dinliyorum, nasıl daha iyi olabilirmişsiniz?” derken bana doğru dönük ve bacakları kucağımda kalacak şekilde doğrulduğu için bir elimi beline koyup sıkıca kavradım.

Dudaklarını ıslattı konuşmaya başlamadan önce. Gözlerini de bolca kırpıştırdığında, bunları beni daha hızlı ikna etmek için kullandığını bilecek kadar ona ezberim tamdı. “Oğlumuz kokoreç yemek istiyormuş, Tuna.”

Yüzüm buruştu hızla. “Sen kokoreç sevmezsin Gece.”

“Oğlumuz istiyor diyorum!” diye cırladığında geriye doğru çekilmemek için biraz çabalamam gerekmişti. Bir tık sinirlenmişti sanırım…

Belini okşayıp sakinleşmesini sağlamayı umarken konuşmaya başladım. “Doğru temizlendiğinden asla emin olamayacağımız bir yiyecek yedirmeyeceğim size, gece kuşu. Başka bir şey isteyin, onu yiyelim güzelim.”

Şu anki ifadesi o kadar acıklıydı ki ‘sizi terk ediyorum’ deseydim de benzer bir ifade kullanabilirdi ve asla sorun etmezdim. “Gece…” dedim lütfen dercesine. “Mantıklı bir şey istemediğini biliyorsun, yapma n’olur.”

“Biliyorum!” diye patladı birden. Dudakları titrerken karnı izin verdiğince omuzuma gömmüştü yüzünü. Rahat edebilmesi için belinden sıkıca tuttuğum elimle kalçaları bacaklarıma denk gelecek şekilde çektim bedenini. “Ama canım çok istedi, oğlumuzun bacağında yarım ekmek kokoreç lekesi olursa ne olacak?”

Kahkahalara boğulmamak için hayatımda kullanmadığım kadar çok sabır kullanıyordum şu anda. Gülersem bana çok kızacak, muhtemelen birkaç saat asla konuşmayacaktı. Buna asla gönüllü değildim, kahkahalarımı tutarken patlasam daha iyiydi.

“Böyle bir şey olmayacak Gece’m, bu bir batıl inanç sadece.”

Derdinin doğum lekesinden çok, karnına kokoreç indirmek olduğunu kanıtlayarak sızlandı. “Canımız çok istiyor.”

Derin bir nefes alıp burnumu saçlarına sürttüm. “Canınızı yerim sizin ama siz kokoreç yiyemezsiniz gece kuşu.”

Bu akşamın kokoreç krizinden normale dönmesinin tek bir yolu vardı. O yola, Lal omuzuma gömülüyken telefonuma çaktırmadan uzanıp saptığımda içim rahatlasa mıydı, darlansa mıydı emin değildim.

Çıkarttığım tişörtümün Lal’e bir elbise olmasını fırsata çevirerek üzerine geçirdim. Ben, onu buna ikna edene dek aradan bolca zaman geçmişti zaten.

Az önce istisnasız herkesin bulunduğu, ablamın ve Lal’in ev sahipliğini yapmaya bayıldıkları toplanmalarda bulunan kalabalığa ait sohbet grubuna müsait olan herkesi buraya toplayacak abartılı olmayan bir acil durum mesajı atmıştım. Onlar gelene dek Lal telefonuna bakmazsa, şans bu akşam benimle demek olurdu bu.

Yirmi dakika sonra ilk postanın geldiğini belli eden kapı zili duyuldu. “Kim geldi?” diyerek bu dakikalar boyunca omuzumda sızlanıyor oluşuna ara veren karıma hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi baktım. “Bilmem, kim geldi? Bakalım kapıya.”

Ayaklanıp elimi ona uzattığımda sıkıca tuttu. Ağırlığını üzerime seve seve alıp kalkmasına yardım ettiğimde birlikte kapıya yönelmiştik.

Az önce söylediklerim yalan değildi. İlk kimin geldiğini ben de bilmiyordum.

Kapıya ulaştığımızda Lal tişörtüme etekleri uçuşan elbise muamelesi yaparak yürürken benim üstüm çıplaktı. Gelenin kim olduğunu kapıyı açmadan kesinleştirmek daha iyi olacağı için gözümü kapı deliğine doğru yaklaştırdım.

Genellikle ilk koşanlardan değil son yetişenlerden olmasına alışkın olduğum bir ismin eklendiği, ilk olmalarına şaşırmayacağım çift vardı kapıda.

Güneş ve Çınar’ın yanında Berke’nin ne aradığını bilmiyordum.

“Kimmiş?” diye hevesle soran Lal’e baktım. Bu dünyada ondan çok misafir seven var mıydı? Sanmıyordum.

“Biziz saftirik ana, açsanıza kapıyı ağaç mı olalım illa burada?” Berke’nin Lal’i duyup söylenmesine göz devirdiğim sırada karım kapıya çoktan yapışmıştı bile. Kapı açıldığında Lal direkt Güneş’e kollarını sardı.

Oğlumuzun teyzesiyle yetinip kokoreç hayalini derinlere gömmesini umuyordum.

Ummakla da kalmıştım.

Bir saatten fazla zaman geçtiğinde, değişen birden çok şey olmuştu.

Salonda hatırı sayılır bir kalabalık oluşmuştu. Evimiz sessiz değil, bolca uğultuluydu. Lal de ben de üstümüze başka bir şeyler giymiştik.

Ancak değişmeyen tek bir şey vardı.

Lal -ya da onun deyimiyle bebeğimiz- kokoreç isteğinden vazgeçmiş değildi.

Artık salondaki herkesin haberinin olduğu aşermesi, bir tek benim değil hepimizin sorunu haline gelmişti.

Demir abim kolunun altına çektiği Lal’in saçlarıyla oynarken, Berke ve Kerem’in anlattığı saçma hikâyeler artık Lal’de işe yaramamalarının dışında, kalanları evden kaçırmaya yaklaşıyor gibiydi.

“Abi,” dedim Oktay abimi dürtüp. “Kokoreç yiyemiyor, aşermesi de geçmiyor. Ne olacak peki?”

Abim başını bilmem der gibi oynattı. “Unutana kadar oyalayacağız, parazit ve enfeksiyon riskine girmeye sen yanaşsan ben izin vermem.”

“Babacım, sen hamile değilken sakatat yediğimizde üzerimize kusacak gibi oluyordun. Allah aşkına kokoreç sevdalısı oluşun mantıklı mı şu an?” Demir abim, Lal muhtemelen konuyu yeniden açınca artık dayanamayıp patlamış olacak ki bir an salonda bir sessizlik oldu.

Müge abla, Oktay abim, Eda yengem, Mert abim, Simge abla, ablam, Uras abim ve Kerem-Sude-Berke-Güneş-Çınar beşlisinden oluşan grupta kimse çıt çıkartmamıştı bir an.

Lal’e bu kalabalıktan herkes bir saat söylense gıkı çıkmazdı. Ama en olmaması gereken kişi dayanamamış ve homurdanmıştı. Burun kemerimi parmaklarımla sıktım.

“Değil,” dedi kısık sesiyle. “Tamam, yemeyeceğim ki zaten.” derken olduğu yerden kalkıp salonda kalan -son- boşluğa geçti. Uras abimle Mert abimin arasına denk gelen yere oturmuştu.

“Saftiriğim,” diye seslenen Mert abimi duyduğunda onun omuzuna yattı hemen. “Kızmadı kimse sana, niye alınmış gibi yapıyorsun?”

“Kimse anlamıyor beni, sürekli aklımda canlanıyor işte. Israrcı oluyorum diye delirmişim gibi bakıyorsunuz bana…” Dert yanarken, Uras abim sırtını sıvazladı. “Abim sen bi’ doğur, ben sana kokoreççi açarım istersen. Ama bebeğin için yememen lazım, biliyorsun. Yoksa ne istersen onu ye, kim karışsın sana?”

“Babam karışıyor!” diyerek ters ters babasına baktığında birkaç kıkırtı yükselmişti. Bunlar Lal’in sözlerinden çok, Demir abimin beklemediği tribi yerken takındığı ifadesine gelen gülüşlerdi.

“Kara böcek, şaka mı yapıyorsun?” diye sordu abim. “Zararlı olmasa ben senin yemene engel olur muyum?”

Lal düşünüyormuş gibi duraksadı. Bu düşünme süresi daha sesli gülüşlere sebep olmuştu. Abim ters ters Lal dışındaki herkeste gezdirdiği bakışlarını en son kızına çevirdi. Ayaklanıp, Uras abimi iterek yer açıp oraya oturdu. “Bak bakayım bana, hamilesin diye hafızan mı silindi? Babanı tanımıyor musun sen fıstığım?”

Abim Lal’i Mert abimden çekip kendine doğru bastırırken Lal halen somurtuyordu. Onlar didişirken ablamı duydum. “Tuna,” dedi herkesin duyabileceği şekilde.

“Efendim abla?”

“Söyle nereden söylüyorsan Lal’in kokorecini, ben izin veriyorum. Yesin.”

“Nil,” diyerek uyarır gibi konuşan Oktay abime tek cevabı omuz silkmek oldu. “Karışma abi, hadi Tuna. Söyle de gelsin.” Ablam itiraz istemez ses tonu ve ifadesiyle bana bakıyordu.

“Nilperi abla…” diye hayran hayran mırıldanan karımın sanırım yeni favorisi ablam olacaktı. Ablam ona öpücük attı. “Müge, biz ayran yapalım yanına ev yapımı olmuş olsun. Kalk Tuna, sen de yoğurdun tuzun yerini göster bize.”

Müge abla ve ablam eşliğinde salondan çıkarken derdim tuzun yerini göstermektense ablamı kokoreç desteğinden vazgeçirmekti.

Mutfağa girdiğimizde Müge abla yoğurt için dolaba uzanırken ablamın elini tuttum. “Abla, hamile empatin çok hoş ama karımın enfeksiyon kapmasına yol açma riskine engel olmak zorundayım.”

Yanağımdan sertçe öptü. “Karını yesinler senin, biliyoruz herhalde yenmeyeceğini. Lal daha önce kokoreç yemedi ki. Abim demedi mi görünce kusuyordu diye…”

“Ee?” dedim şaşkın şaşkın.

“Sen söyle dışarıdan kokoreci, biz kıyma kavuralım Müge. Baharatlarız onu, ama Tuna ekmek de söyle fazlalık dışarıdan. Kıymayla bağırsağı ayırt edebileceğini sanmıyorum hamişimizin.”

Ablamın hin fikrini ağzım açık dinlerken Müge abla da benden farksızdı. “Nilperi…” dedi Müge abla koluma doğru yaslanırken. “Bu hızlı düşünüp uygulama konusu nasıl gelişti sende?”

Ablam kaşlarını çattı hemen. “Kocan yüzünden!” diyerek Müge ablaya bakmıştı. “Dikkatinden bir şey kaçmıyordu, insan yaşayarak öğreniyor tabii her şeyi…”

Kıyma bulup tavaya atarken Demir abimin kulaklarını çınlatmaya başlayan ikiliyi yalnız bırakmak içimden gelmemişti. Dedikodusunun yapılmasını en sevdiğim isim abim olabilirdi. Özellikle karısı ve kız kardeşi yapınca, tadından yenmiyordu…

Yarım saat geçmeden salona döndüğümde elimde yarım bir ekmek ve bolca baharatla kavrulmuş kıyma tutuyordum. Üçümüz dışında herkesin kokoreç sandığı ekmeğin bulunduğu tabağı, babasının yanında oturan karıma uzattığımda gözleri parlamıştı.

“Kokoreç bu muymuş?” diyerek heyecanla elimden aldığında onu kandırıyor olduğumuz için biraz üzülsem de sağlığından başka bir derdimiz yoktu. Bir ara itiraf edip vicdan yükümden kurtulurdum. Yani muhtemelen hamileliği sonlandıktan sonra…

“Neye benzediğini bilmediği şey için ortalığı birbirine kattı, tipe bak ya.” Berke hayretle konuşurken sesini oldukça kısık tutmuştu. Lal kokorece kavuşmuşken yeni hedef kendisi olmak istemiyordu belli ki.

Demir abimin tepesine denk gelecek şekilde koltuğun kolçağına oturduğumda Lal’i üstten görebiliyordum. Isırmadan önce ekmeği burnuna doğru yaklaştırıp derin derin kokladı. Sanırım üçüncü koklayışının sonuna gelmişti ki, yüzündeki tüm kaslar kasıldı. Bu ifade son aylarda yüzünde en çok gördüğüm ifadelerden biri olduğundan henüz kimse durumu kavrayamadan hızla yerimden kalkıp elindeki ekmeği ve kucağındaki tabağı aldım.

Lal’i kucakladığım gibi banyoya koşmuştum. En fazla on saniyem vardı. Yetişemediğim takdirde hep birlikte midesinden çıkan akşam yemeğini izlemek zorunda kalacaklardı.

Klozetin yanına bıraktığım anda öğürmeye başlayan Lal’in saçlarını sıkıca ensesinde tutup kolaylık sağlarken sırtını sıvazlıyordum boştaki elimle. “Rahatla bebeğim, kasma kendini.”

Midesinde bir şeyler kalmadığından emin olduğumda daha fazla oraya bakmaması için bedenini belinden kavrayıp kaldırdım. Sifona bastıktan sonra onunla birlikte lavabonun önüne gelmiştim. Sırtını göğsüme yapıştırıp suyu açtım.

Akan suda ağzını çalkaladıktan sonra yüzüne de biraz su çarpıp kendine gelmesi için elimden geleni yapmıştım. Birkaç dakika sonra yüzü daha az soluk, gözleri daha az kısıktı.

“İyi misin gece kuşu?”

“Hı hım,” diye mırıldandı. “Geçti.”

Aynadan göz göze geldiğimizde şakağına küçük bir öpücük bıraktım.

“Bağırsak gibi kokuyordu, ondan midem bulandı.” dediğinde ‘kıyma vardı içinde’ demek yerine başımı sallayıp onayladım. “Olabilir bebeğim, sakatattı sonuçta.”

“Kızdın mı?” Sesleniş şeklimin hakkını vererek bebek gibi sorduğunda gülümsedim. Burnumu saçlarına sürttüm. “Kızmadım, neden kızacakmışım?”

“Başının etini yedim ama kokoreçten bir ısırık bile almadan kustum.”

Açıklama şekli gülüşümü arttırdı. Dişini fırçalamasını beklerken onu kızmadığıma ikna etmem biraz sürmüştü.

Salona döndüğümüzde herkes hafif endişeli duruyordu. Benim rahat halimi gördüklerinde çoğunun yüzü normale dönmüştü.

Normale dönemeyen isimlerden biri olan Demir Özkan, biz içeri girince direkt ayaklandı. “İyi misin fıstığım? Miden çok mu bulandı?”

Lal pıtı pıtı yanına adımlayıp kollarının arasına girdi. “İyiyim baba, geçti.”

Az önce canavara dönüşen bir başkasıymış gibi, alışkın olduğumuz melek haline dönen karımın hamilelikle gelişen kişilik bozukluğu geçicidir diye ummaktan başka çarem yoktu.

“Korkuttun beni, yüzün sapsarı oldu iki saniyede.” Birlikte aynı yere oturduklarında ben de yine koltuğun kol kısmına yerleşmeyi seçmiştim.

“Kokoreç bağırsak gibi kokunca oldu, iyiyim şimdi.”

Abim garip bir ifadeyle baktı. “İyi de o kıym-…” diyecekken aynı anda ablam ve ben öksürüklere boğularak salonu sesle doldurmuştuk. Ablam ve Müge abla biz içerideyken herkese kıyma durumunu anlatmış olmalıydı.

Fikrin üreticisi olan ablam ve ortaya çıktığında en büyük darbeyi alacak olan baba adayı olarak ben, fazlasıyla telaşlıydık.

“Hı?” diye mırıldandı Lal. Yarıda kesilen sözünü tamamlasın diye babasına bakarken. Abim bir bana bir ablama bakıp durumu anlamasına yetecek kadar duraksadıktan sonra gülümseyerek kızına döndü. “Pinti kocan ucuz yerden söylemiş babam, bağırsak kokuyordu gerçekten. Çöpe atın şunu Müge, yenmez bu.”

Lal bana baktı. “Neden ucuzunu söyledin aşkım? Oğlumuz ucuz kokoreçlere mi layık?”

Yutkunurken göz ucuyla abime baktım. Kendisini kurtarırken beni yere atmasa olmaz mıydı?

“Param yok,” dedim birden. “Kartımda limit kalmamış, son paramla oğlumuza kokoreç aldım güzelim.”

Lal şaşkınca yüzüme baktı. Pekâlâ, saçmalamaktan öteye gidememiştim. Hepsi abim yüzündendi.

Gülmemeye çalışırken tüm herkes domatese dönmüştü.

Lal üzüntüyle bana bakıyordu şu anda. “Paran mı bitti?”

Geri dönemeyecek gibi hissettiğimde başımı salladım. “Evet, kontrolsüz harcamışım bu ay.”

Elini uzattı bana. Sıkıca tuttum. “Ben borç veririm sana, keşke herkesin içinde söylemeseydin aşkım.”

Berke’nin damarları patlayacak gibi gerilmişti. Biraz daha gülemezse sanırım ortadan ikiye ayrılacaktı. Yanında oturan Müge ablanın arkasına doğru saklandı. Muhtemelen sessiz kahkahalar atıyordu halime.

Tüm yükün bana patlamasından sıkılarak omuz silktim. “Sen hamilesin diye sana söylemedim, abimle paylaştım aslında ama… Yardımcı olmadı pek.”

Abim derken gözümle özel olarak hangisi olduğunu belirtmeyi atlamamıştım. Demir Özkan, okların kendisine dönmesini beklemediğinden Lal’in bakışları kendisini bulduğunda afallamıştı. “Baba…” diye mırıldandı Lal. “Çok ayıp.”

Abim dili tutulmuş gibi Lal’e bakıyordu. Kızına ‘kardeşine ve dolaylı yoldan kızına da’ destek olmayan bir adam imajı çizmiş olması ağzını açık bırakmıştı.

“Fıstığım,” diyebildi en sonunda. Lal halen ayıplar bakışlar atıyordu ona. “Yalan söylüyor, benden yardım mardım istemedi bu sinsi Özkan.”

Lal kaşlarını çatıp kollarını göğsünde kavuşturdu. Bana patlayacağını düşünerek kendimi kasmışken içimin yağlarını eriten bir savunma döktü dudaklarından. “Benim kocam yalan söylemez.”

Keyifle arkama yaslanmak istesem de sırtım boşluktaydı, bu nedenle sadece sırıtmakla yetindim.

Demir abim çaresizce karısına döndü. Müge abla tenis maçı izler gibi bir oraya bir buraya bakıyor halden sıyrıldığında dudaklarını araladı. “Senin kocan söylemiyor da benimki mi söylüyor? Benim kocam da yalan söylemez.”

Lal kaşlarını çatarak annesine baktı. Bu atışmanın biraz(!) uzayacağının sinyali geldiğine göre kendime düzgün bir yer bulup otursam iyi olurdu. Burada belim tutulacaktı.

Ailede kaos yaratan oğlumuzun annesinin karnında keyifle bizi dinliyor olduğundan neredeyse emindim. Kokoreç baskısı bir yalandı, tek derdi eğlenceli bir şeyler yaşanmasıydı.

Annesinin delirmesinden keyif alıyor olduğunu geçtiğimiz aylarda çok kez bize kanıtlamıştı. Doğduğunda bu huyunu bırakması tek temennimdi. Aksi takdirde hamilelikten öncesi ve sonrası olarak Lal’i iki ayrı kişi olarak değerlendirmemiz gerekecekti.

Öncesinde bebek saflığında olan karım, rahminde bizden bir parça taşımaya başladıktan sonra beni biraz ürkütmeye başlamıştı. Her haline olduğum gibi bu haline de aşıktım elbette, ancak insan bazen o halini de aramıyor değildi…

Günün sonunda ben de duygusal iniş çıkışların ezilen basamağı olmuş bir baba adayıydım. İnanın hayat çift kişilikli hamile bir eşe sahipken pek kolay değildi…

 

~~~

 

 

SON


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm