Günler Kısa Geceler Sonsuz 25.Bölüm
25.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
“Nasıl bir şey yapamıyorlar? Bunların o
piçin başının altından çıktığı yeterince açık değil mi? Boşu boşuna zaman
kaybediyoruz.”
Demir, bölmeden dinlese de Kadir
söylediklerini duymaktan memnun olmuş sayılmazdı. “Üzerinden çok az zaman
geçtiği için müdahale edemiyorlar, elimden geldiğince sıkıştırmaya çalışıyorum.
Uzaklaştırma kararı var elimizde, eğer Lal’e yaklaştıysa köşeye sıkıştırdık
demektir bu zaten.”
“Köşeye sıkışması umurumda mı sence abi?
Lal yeni yeni toparlanıyordu, hatta toparlanıyor bile diyemem. Deniyordu iyi
olmayı, eğer o herif karşısına çıktıysa en başa dönecek her şey.”
Kadir sıkıntıyla nefes alarak Demir’in
omuzunu sıktıktan sonra yanındaki boş sandalyeye yerleşti. “Müge nasıl?”
“Peri’yle birlikteler, buraya getirmediğim
için kıyameti koparttı evden çıkarken. Burada daha kötü hissedecekti,
biliyorum.”
Demir, Tuna’dan aldığı ‘Lal’e
ulaşamadığını’ öğrendiği aramanın ardından önce eve, sonrasında ise bir sonuca
ulaşamayınca apar topar karakola gelmişti. Devam eden dava süreci, çıkartılan
uzaklaştırma kararına rağmen, Demir’in gözünde tek şüpheli en az kendi babası
kadar ‘baba’ sıfatını hak etmeyen o adamdı.
“Henüz bir saat bile olmadı, ben burada
kalıp durumu sorgularım sık sık. Sen eve geç istersen. Müge’nin de Tuna’nın da
iyi olduğunu zannetmiyorum, Nil tek başına ikisine birden yetemez.”
“Önemli olsun olmasın, her gelişmede
haberim olsun Kadir abi. Hiçbir şeyden habersiz kalmak istemiyorum.”
Kadir, karşısındaki adamın telaşını -her
ne kadar Demir saklama konusunda başarılı olsa da- açıkça görebiliyordu. Lal
ile aralarındaki bağın gün geçtikçe sağlamlaştığını belli eden bu tavrına
bakılırsa Lal’i bulmakta biraz daha gecikirlerse Demir büyük bir patlama
yaşayacaktı.
Demir eve ulaştığında anahtarını
çıkartmakla uğraşmak yerine zili çalarak beklemeye başladı. Kapı saniyeler
içinde büyük bir telaşla kaplı ifadesi ve aynı telaşı taşıyan titremeye
başlamış bedeniyle Müge tarafından açılmıştı.
“Buldun mu Lal’i?” Demir, yanında Lal
olmasa da umudunu kaybetmeden hevesle sormuş olan Müge’nin yüzüne bakmaya
dayanamayarak eve girdiği anda ensesinden kavrayarak yavaşça göğsüne doğru
çekti kadını.
“Demir…” Müge yaslandığı kuytuda ilk kez,
sakinleşmek yerine daha çok gerilmiş gibi hissediyordu. Bugüne dek vereceği
hiçbir cevaptan kaçmamış olan adamın, ona bakmamak için yüzünü göğsüne
saklaması bedenine kırmızı kodlu ikazlar yolluyordu.
“Kadir abi emniyette, hızlandırmaya
çalışıyor polislerin araştırmalarını. Sizi yalnız bırakmamak için döndüm ben.”
Demir bir yandan saçlarını ve sırtını
okşayarak Müge’yi sakinleştirmeyi denerken aynı anda da salona doğru yürümeye
başlamıştı. Müge sarsak adımlarla ona uyum sağlasa da aklının başka bir yerde
olduğunu belli edercesine sessizdi.
Salona girdiklerinde Demir koltuklarda
yalnızca Nilperi’yi ve uykuya dalmış olan Gülin’i görünce kaşları yavaşça
çatılırken kız kardeşine döndü. “Tuna nerede?”
“Tutamadım evde, Lal’i arayacağını
söyledi. Nereye bakacak, aklında ne var bilmiyorum.”
Demir, Müge ile birlikte koltuğa oturduktan
sonra aynı şekilde göğsüne yaslı kalmasını sağlamayı denemişti, fakat Müge
doğrularak geri çekildi. Avuçlarıyla yüzünü sıvazlayıp boş bakışlarla salonu
süzerken salondaki diğer ikilinin bakışları da üzerindeydi.
“Müge?” Nilperi sakin bir sesle adını seslenerek
dikkatini çekmeye çalıştı. “Temiz hava almak ister misin? Burası seni daralttı
mı?”
Demir, Nilperi’nin mesleğinden dolayı
insanları kolayca okuyabilmesine alışmıştı. Bu tahminine şaşırmadan direkt
olarak yanında oturan kadına döndü.
Gözleriyle yarışır siyahlıktaki gür ve
uzun saçları omuzlarına dökülüp yer yer karışmıştı. Yavaşça uzanarak omuzundaki
saçları ensesine doğru iterek onu ferahlatmak istedi. Elini uzattığında
Müge’nin irkilerek yerinde kıpırdanmasını beklemiyordu. Onu yabancılaması, dişlerini
sıkıp çenesini kasarak sinirini kontrol etmeye çalışmasına sebep olmuştu.
Sinirinin tek bir zerresi bile Müge’ye değildi, onun bu denli ürkek oluşunun
sebeplerini artık çok iyi biliyordu. Bu sebepler zaman zaman uykularını
kaçıracak kadar aklını kurcalıyorlardı hatta.
“Benim, İnci’m.” Sesini duyduğunda onu
tanıyacağını ve gerçekliğe döneceğini biliyordu. buna benzer birkaç an daha
yaşanmıştı önceki haftalarda.
Müge zihnine sızan ses ile, geçmişine
sürüklenen bilincini yeniden şu âna geri getirebilmişti. Yorgun bakışlarla
Demir’in sinirine rağmen nötr tutmaya çalıştığı yüzüne baktıktan sonra
kendisini derince nefeslenmeye zorladı.
“Balkona çıkalım mı biraz? Orayı
seviyorsun, Peri’nin söylediği gibi hava almaya ihtiyacın vardır belki.”
Müge başını iki yana sallayarak bu teklifi
reddettikten sonra koltukta geriye doğru yaslanıp başını koltuğun en üst
kısmına bıraktı. Tavana diktiği bakışlarını çok geçmeden göz kapaklarını
örterek sonlandırmıştı. “Onun yanındaysa eğer, çok korkuyordur. Eskisinden daha
çok korkuyor artık, konusu açıldığında bile irkiliyordu.”
Demir, Müge’nin anlattıkları devam ederken
Nilperi’nin de saklayamadığı dolu gözleriyle onu dinlediğini gördüğünde başını
hızla çevirdi. Nilperi’nin de Lal’den neredeyse aynı konuda yaralı olduğunu
unutması zordu. Tek -ve en büyük- farkları Nilperi’nin canavar olmasına rağmen
babasıyla yaşamak zorunda kalmayışıydı. Lal ise o canavar ile doğduğundan beri
aynı dört duvar arasında hapsolmuştu.
“Kâbuslarını biliyorsun, seninle zar zor
sakinleşiyordu. Şimdi kâbusun gerçeğini yaşıy-…” Demir, Müge’nin
söylediklerinin ne ona, ne kendisine ne de Nilperi’ye iyi gelmediğini fark
ettiğinde araya girerek cümlesini tamamlamasına izin vermedi.
“En kötüsünü düşünmeyi bırak, kendine acı
çektirmekten başka bir şey yapmıyorsun şu anda.”
“Konuşmadığımda acı çekmediğimi mi
sanıyorsun?” Müge gözlerini aralayarak başını omuzuna doğru yatırdı, böylece
Demir’i rahatça görebiliyordu.
“Gülümsesen de her Allah’ın günü acı
çektiğini görüyorum, inci çiçeği. Beni de kendini de kandıramıyorsun, ama
bitecek. Bir gün gelecek, hepsi bitecek ve sen dönüp bana haklı olduğumu
söyleyeceksin.”
Müge titreyen dudaklarını birbirine
bastırarak ağlamaya başlamamak için bedenini kasıp, hafifçe başını kıpırdatıp
Demir’in omuzuna yaslandı. Demir saçlarının üzerine sertçe dudaklarını bastırıp
kokusunu solurken aynı anda da eliyle Nilperi’yi işaret etmişti. “Gel buraya
sen de sulugöz Peri.”
Nilperi, elinin tersiyle gözlerini
ovuşturup ayaklanarak karşı koltuğa ilerledi. Demir’in diğer yanına da o
oturdu. Ardından boşta kalan omuzuna yanağını yasladı.
Demir iki kolu, iki ayrı bedeni sıkıca
sarmışken bir süre boyunca salona sessizlik hâkim oldu. Müge’nin iç çekişleri
ve karşı koltukta uyuyor olan Gülin’in tatlı mırıldanışları dışında hiçbir ses
yoktu.
Aradan geçen dakikaların devamında
sessizliği parçalayan zil sesi oldu. Müge, tıpkı Demir’in gelişinde olduğu gibi
yine telaşla ayaklanarak kapıya ilerlerken Demir de çoktan doğrulmuş olan
Nilperi’yi geride bırakarak peşinden adımlamaya başladı.
Müge kapı koluna uzandığında, Demir de bir
adım arkasındaydı.
Kapı açılır açılmaz karşılarında
buldukları ilk beden Tuna’ya aitti. Müge’nin küçük bir hıçkırıkla öne doğru
atılma sebebi ise, Tuna’nın tam yanında duran kızı olmuştu.
“Lal!” diyerek büyük bir kuvvetle
kollarını kızına doladığında Demir afallamış bakışlarını önce sımsıkı sarılmış
olan ikiliye, ardından kapının eşiğinde duran kardeşine çevirmişti.
“İyisin annecim, iyisin değil mi?” Müge
peş peşe aynı kapıya çıkan soruları sıralarken Lal sessiz kalarak kollarını annesine
sarmakla yetiniyordu.
Demir ikisini sırtlarından destekleyerek
hafifçe ileri doğru yönlendirdikten hemen sonra Tuna da açılan boşluktan içeri
girmişti. Kapı kapandığında girişteki koridorda dikiliyor haldelerdi. Nilperi
de geri gelmedikleri için merak ederek dışarı çıktığında Lal’i gördüğünde
şaşkınca bakakalmıştı.
Tuna’nın evde beklememek için öylesine
çıktığını düşünmüştü, fakat Lal’i elinden tutup getirebileceğini hesaba
katmamıştı.
Müge, yavaşça Lal’den ayrılarak avuçlarını
yanaklarına kapatıp yüzüne bakmaya başladı. Bakışlarından, ifadesinden durumun
ne olduğunu anlayabilecek kadar tanıyordu kızını.
Korku görmeyi beklemişti. Hepsinin aklında
babası tarafından alıkoyulduğu seçeneği ağır bastığından, görmeyi beklediği
duygu çoğunlukla buydu. Ama Lal’in yüzünde yalnızca yorgun ve belki biraz
kırgın bir ifade vardı. Bu ifadesi Müge’nin önceki tahminlerini devre dışı
bırakmasına yol açtı. “Neredeydin Lal, meraktan öldürdün bizi annem.”
Lal’in yine sessiz kalmış olması Demir’in
boynunu sızlatacak bir hızda Tuna’ya dönüp cevap beklemesine neden oldu. Başını
hafifçe sallayarak ‘ne oluyor’ der gibi bir hareket yaptığında Tuna kısa bir an
Lal’e baktıktan sonra dudaklarını kıpırdatarak, ses çıkartmadan konuştu.
“Sonra,” demişti sadece. Demir, anlatmama sebebinin Lal mi yoksa Müge mi
olduğunu tam anlayamasa da üstelemedi.
“Kara böcek?” diye seslenerek Lal’in
dikkatini kendisine çektikten sonra kollarını aralayarak bekledi. Lal, Demir’in
kendisine taktığı ismin aksine kedi gibi kollarının arasına sindiğinde kollarını
kapatıp sırtını sıkıca sarmıştı. Çenesini saçlarının üzerine yaslayarak Lal’in
minik bedeninden beklenilmeyecek kadar büyük bir kuvvetle ona sarılmasını
hissediyorken kaşları çatılmıştı.
Normal şartlarda kendisine sıkıca
sarılması oldukça hoşuna gidecek, hatta dalga geçip onu kızdıracağı bir
durumken şimdi böyle olması aklına birden fazla senaryo getiriyordu.
“Ben uyumak istiyorum, ama uyuyana kadar
yanımda beklesen olur mu?”
Demir, Lal fısıldamaya yakın bir sesle
konuşsa da koridor sessiz olduğundan herkesin duyabildiği sorunun ardından
duraksamadan onayladı. “Olur tabii, gel bakalım.”
Lal, Demir’in kolları arasında odaya
ilerlerken Tuna ise Nilperi-Müge ikilisinin soru dolu bakışları altında çapraz
ateşteydi.
“Salona geçelim,” dedikten sonra onları
beklemeden yürümeye başladı. Henüz Lal’i bulduğu halin etkisinden çıkmış
değildi, fakat Müge’nin ve Nilperi’nin onu konuşmadan bırakacaklarını
zannetmiyordu.
Onlar salona ilerlerken Demir ve Lal de
odaya girmişlerdi. “Üzerini değiştir, ben dışarıda bekleyeyim, böyle rahat
yatamazsın.”
Lal itiraz edecek gibi olduysa da
altındaki kalın kumaşlı pantolonla rahat olmayacağını biliyordu, bu yüzden
üstelemedi. Demir birkaç dakika kapının önünde durup beklerken, Lal de gece
olmuş gibi pijamalarını giymişti.
“Gelebilirsin.” diye seslendiğinde Demir
yeniden odaya girdi. Kapıyı her ihtimale karşı tamamen kapatmıştı arkasından.
Lal uyursa onu uyandıracak herhangi bir şey yaşansın istememişti.
Lal annesiyle paylaştıkları çift kişilik
yatağın örtüsünü kendi tarafından çekiştirerek açtı. Örtü yeterince açıldığında
bedenini yatağa bırakmıştı. Yatağın ilerisinde bekliyor olan Demir’e döndü
bakışları. “Yanımda yatmaktan rahatsız olac-…”
“Saçmalama kara böcek, bu örtü çok ince.
Kalın bir şey getireyim mi diye düşündüm sadece.” derken bir yandan da normalde
Müge’nin uzandığı tarafa koca bedenini sığdırmıştı.
“Soğuk değil ki.” Lal mırıldanarak
konuştuğunda Demir kolunun üzerine doğru yatarak ona döndü. Lal sırtüstü yatsa
da kendisi yanağını yastığa yasladığı için rahatça onu görebiliyordu.
“Soğuk olmasa da sen buz kesiyorsun
sürekli, demir eksikliğin var muhtemelen. Bir ara baktıralım.”
Demir, söylediklerinden sonra kısıkça
kıkırdayan kıza afallayarak bakmıştı. “Ne oldu?”
“Demir eksikliğin var demen komik oldu.”
Lal’in neye güldüğünü anlayınca Demir de
dudaklarını kıvırmıştı. “İlaç almak yerine sana da sarılabilirim belki, böylece
demir eksikliğim giderilmiş olur.”
“Mert misin sen kara böcek? Bu şakayı çok
düşündün mü?” Lal kırpıştırdığı gözleriyle bir süre karşısındaki adama baktı.
Ardından yatakta hareketlenerek başını göğsüne bırakıp bir kolunu sarabildiği
kadar bedenine dolamıştı.
“Sarılmak için bahane üretmek istemiştim.”
“Bahanelere ihtiyacın yok, sarılmak
istediğinde ben hep buradayım.” Demir, sırtını sıvazlayarak göğsünde daha rahat
uzanmasını sağladığı Lal’i saçlarını yüzünden çekerek rahatlatmayı denedi.
“Sana bir şey sorsam olur mu?” Bir süre
ikisi de sessizken Lal bunu söylediğinde Demir beklemeden onayladı. “Sor
bakalım.”
Yanağı göğsüne yaslı olduğundan, Demir
onun yüzünü göremiyordu. “Ben sevilmemesi gereken biri miyim? Sevilmesi çok zor
biri miyim?”
Demir, duyduğu soruların ardından bedenini
kaskatı kesilmesine engel olmakta gecikmişti. Bu konuşmanın sonunun, sabah
ortadan kayboluşuna açılacağını tahmin ettiği için fevri davranmamayı deneyerek
cevapladı. Eğer böyle bir derdi olmasaydı, ilk işi bu tarz sorularla kafasını
meşgul ettiği için Lal’e kızmak olurdu.
“Sevilmesi zor biri olsaydın, ben bu
kadarcık zamanda seni böyle çok sevebilir miydim kara böcek? Mantıklı mı
sence?” dedikten sonra Lal’in bir şey demeyeceğini bildiği için devam etti.
“Sevilmesi zor biri nasıl olur öğrenmek istersen, kaldır kafanı ve bana bak.
Sinir topu gibi gezen, zaman zaman gülümsemeyi bile unutan bir adamım, eğer
biri zor sevilecekse o benim Lal.”
Lal bir avucunu onun göğsüne yaslayarak
başını hızla kaldırdı. “Ama ben seni çok seviyorum ki.”
Demir, elini Lal’in yanağına uzatarak
yumuşak bir hareketle okşadı. “Gördün mü? Sevilmesi zor birini bile çok seven
biri çıkabiliyormuş demek ki.”
Lal, Demir kendisini gömdüğü için ortaya
çıkan fevri tarafını aniden söndürerek yeniden başını indirdi. Bu kez omuzuna
doğru, boynuna yakın bir yere yatmıştı. “Sen sevilmesi zor biri değilsin,
herkes seni çok seviyor. Kardeşlerin, Uras abi, Baran abi, Kadir amcalar… Biz
varız bir de.”
“Beni seven çok kişi var diye bu zor biri
olduğumu yalanlamaz saftirik, her kim olursan ol seni sevebilecek insanlar bir
şekilde hayatına girer. Er ya da geç, yeter ki umudun kırılmasın.” Demir,
bunları söylerken Lal’in saçlarına onu iyi hissettirmesini umduğu küçük bir
öpücük bıraktı. “Sana kim böyle şeyler düşündürttü, anlatmak ister misin bana?”
Lal’in bedenindeki küçük titremeyi ona
yaslı olduğundan hissedebilmişti kolayca. “Şş, sakın. Hani ben varken hiçbir
şeyden korkmuyordun, kandırdın mı beni?”
Demir boynuna damlamaya başlayan
gözyaşlarından sonra sıkıntıyla iç çekerek Lal’i sırtından daha sıkı sardı. “O
p-… O herif karşına mı çıktı Lal, sabah onun yanında mıydın?” İyice dallandırıp
budaklandırmadan, konuya girmek o an için doğru olan mıydı emin değildi fakat
Demir artık cevap almaya ihtiyaç duyuyordu. Lal’e iyi gelebilmesi için sorunun
ne olduğunu anlaması gerekiyordu.
Lal’in konuşabilecek kadar kendine gelmesi
için ona biraz daha zaman tanıdı. Ellerinin yarısı kadar yer kaplayan küçük
ellerini gözlerine bastırıp sertçe ovuşturmasına saniyeler içinde engel
olmuştu. “Bastırma, kızaracak gözlerin. Tişörtüme silebilirsin.”
Lal, bunu duyduğunda korkunç bir senaryoyu
dinlemiş gibi ağlayışını hızlandırdığında Demir neyi yanlış yaptığını
düşünmekle meşguldü. Yanlış bir şey söyleyip söylemediğini anlamaya çalışırken
bir yandan da Lal’in sırtını ve saçlarını bir bebeği yatıştırır gibi okşuyordu.
“Çınar’la konuşacaktım.” Sonunda Lal’in
dudaklarından bir şeyler döküldüğünde Demir dikkat kesilerek onu dinlemeye
başladı. “Sana anlatmıştım hatırlıyor musun, Çınar’ın Tunalarla tartıştığını?”
“Hatırlıyorum.” demekle yetindi. Bu halde
olmasının sebebi Çınar mıydı, diye düşünmekten alıkoyamamıştı kendisini.
“Dün yazdı bana, benimle konuşmak istediğini
söyledi sabah için. Aralarını ben bozmuşum gibi hissettiğim için çok üzgündüm,
konuşup sorunu çözebileceğimi sandım.” Az önce ağlıyor olduğu için sesi arada
kesik kesik çıksa da peş peşe cümlelerini sıralamaya devam ediyordu.
“Tuna’nın haberi yoktu yani…” diyerek
cevabını bilse de sorar gibi mırıldandı Demir.
“Yoktu, söylesem tek olmama izin vermezdi
ki.”
“Sonra ne oldu, Çınar seni üzecek bir
şeyler mi söyledi?”
Lal saklanmaya çalışıyormuş gibi Demir’in
boynuna daha çok sinmeyi denediğinde Demir, ona engel olarak çenesini kavradı.
Başını eğerek göz göze gelmelerini sağlamaya çalışmıştı bir yandan da. “Lal…
Anlat hadi, kimseyi düşünmeden sadece kendini düşünerek anlat. Senden değerli
hiçbir şey yok, bunu aklından çıkartma.”
Lal yutkunarak boğazındaki düğümü
geçirmeye çabalarken devam etti. “Okulun karşısındaki parkta buluşacaktık,
söylediğimiz saatte gittim. Erken çıkmam da bu yüzdendi.” Gözleri kısıldı,
ardından yorgunca birkaç saniye kapalı tuttu. “Ama tek değildi, ben onunla
konuşacağımı sanıyorken yanında Güneş de vardı.”
Demir sorunun kaynağının Güneş olmasına
hem şaşırmış hem de aslında hiç şaşırmamıştı. Güneş’in daha önce hastanedeyken
Lal ve Müge’ye karşı ne denli hırçın olduğunu hatırlıyordu. Bir de telefon
olayı vardı tabii…
“Sevgililer, bunu biliyordum ama Çınar’ın
bizi karşı karşıya getirmek için bana yalan söyleyeceğini düşünmemiştim.
Güneş’in saçmalıklarına da alışığım, gerçekten alıştım ama… Ama sonra o da
geldi.”
Demir ağzının içinde ağır bir küfrü
yuvarlayarak seslendirmekten kaçındı. Konunun bir şekilde Ümit Taşer’e
geleceğini biliyordu. Güneş’in ya da Çınar’ın Lal’i bu hale getirebilecek kadar
büyük etkiye sahip olmadıkları açıktı.
“Bir şey yaptı mı sana? Sakın saklamaya
kalkma Lal, o herifin 500 metre yakınına dahi yaklaşmaması gerekiyordu. Bir de
dokunduys-…” Lal, gittikçe siniri artan Demir’i susturmak için parmaklarını
yavaşça ağzına kapattı. “Yapmadı.” dedi sakince. “Fiziksel hiçbir şey yapmadı.”
Demir, Lal’in ‘fiziksel’ derken yaptığı
vurguyu kaçırmamıştı. “Ne söyledi sana?” diye sordu bu yüzden.
“Sanırım Güneş’in annesiyle yeniden
görüşüyorlarmış, Güneş bunlardan bahsetti. Ama annesi tek bir engelden
rahatsızmış.” Basit bir şeyler anlatıyormuş gibi öylesine dilinden dökülen
cümlelerin Lal’in ruhuna ne denli ağır geliyor olduğunu Demir açıkça
hissedebiliyordu.
Lal bahsetmese de, var olmamış gibi
davransa da; o herifin Müge’ye şiddet uyguladığını anlamadan önceki zamanlarını
bir şekilde babası tarafından sevilmeye ve aile sıcaklığı hissetmeye aç bir
çocuklukla geçirdiğini biliyordu. Müge bahsetmişti, Lal’in çocukluğuna dair ne kadar umudu varsa hepsi kül oldu
demişti.
“Açtığımız davadan dolayı işini kaybetti,
bu yüzden bu durum düzelmeden Güneş’in annesi her şeyin eskisi gibi olmasına
izin vermiyormuş.” dedikten sonra duraksadı. Bakışlarını Demir’in yüzüne
çevirdi. “Oradan hemen gidebilirdim, gitsem sanırım beni tutmazlardı. Çınar
bunu garantilemiş ve beni öyle çağırmış gibi tetikteydi hep. Ama gidemedim.”
Demir araya girmek ve Lal’i susturarak
göğsüne çekip uyutmak istese de dişlerini sıkarak yüzündeki ifadeyi sabit
tutmaya çalıştı. İlk kez bu kadar açık şekilde içini döktüğüne şahit oluyordu.
Psikoloğunun yanında dahi iki kelime etmeyen Lal’in ona hislerini anlatıyor
olmasını engellemek, onu susturmak gibi bir aptallık yapamazdı. Düpedüz
bencillikti bu.
“Onun gözlerinde hiç tanıdık olmayan
şeyler gördüm çünkü; izlemek istedim. Güneş’e bakarken gözlerinde beliren
duyguları daha önce hiç görmemiştim biliyor musun? Güneş’i anlatışına, ona
duyduğu özlemden bahsedişine alışkınım. Bununla büyüdüm, ama gözlerimle
görmemiştim hiç.”
Demir, kollarındaki bedenin oluk oluk
kanadığını, bugüne dek açılan hangi yarası varsa hepsinin açılıp sızladığını
duyumsayabiliyordu. Hava durumundan bahseder gibi anlattıklarının, ağırlıkları
o kadar fazlaydı ki Demir kendini güçlü zannederek yanıldığını düşünmeye
başlamıştı. Dışarıdan bakınca kırılgan gözüyle etiketleyeceğiniz bir beden ve
ruhken, Lal asıl güçlü olandı.
“Bir baba, gerçekten iki çocuğunu bu kadar
çok ayırabilir mi? Benden nefret ederken, onun saçının teline zarar gelmesinden
korkuyormuş gibi bakabilir mi?”
Lal’in gerçekten cevap bekleyerek bu
soruyu sorduğunu fark ettiğinde Demir toparlanmaya çalıştı. “Bilmiyorum.”
diyebilmişti yalnızca. “Tek bildiğim; bu saçma denklemdeki en masum sensin,
Lal. Çocukluğunun ihtiyacı olan çok şey eksik, canını yakıyorlar biliyorum.
Keşke silebilsem, iyi gelebilsem ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.”
Lal anlattıklarından sonra bir nevi
hafiflemiş gibi nefeslendi. “İyi geliyorsun ki zaten, anneme de bana da nasıl
bir kapı araladığının farkında değilmişsin gibi yapmasana. Sen, hatta sen ve
ailen olmasaydınız biz siyah bir boşlukta çoktan kaybolmuş olacaktık.”
Demir burnunu saçlarına yaslayıp, bebek
şampuanıyla yıkanıp durduğu için Gülin’den farksız kokan saçlarını derince kokladı.
Ardından onun cümlesinin bir kısmını taklit ederek konuştu. “Ailemin diğer
yarısı da annen ve sen değilmişsiniz gibi yapmasana, kara böcek. İnsan ailesine
iyi gelmek için her şeyi yapmalı, ben de öyle yapıyorum.”
Lal dudakları yukarı doğru kıvrılsa da
gözleri dolu dolu bir halde uzanıp Demir’in sakallarının üzerini öptü.
“Küçükken uyumadan önce dilediğim dileklerin gerçekleşmeyeceğine çok
inandırmıştım kendimi, ama aksini kanıtlamaya çalışır gibi beni zorluyorsun.
Dileklerimi duymasan da, birer birer gerçeğe döküyorsun. Çocukluğunun ihtiyacı
olan çoğu şey eksik dedin ya hani…” dedikten sonra gözlerini Demir’in gözlerine
dikti. “Farkında olmasan da tamamlıyorsun.”
Lal son kelimesinin hemen ardından yeniden
Demir’in boynundaki yerine dönüp oraya sindi. Demir ise duyduklarının
etkisinden sıyrılabilmiş değildi. Lal’in bakışlarında kendisine duyduğu güveni
görmeye, sarılmasına, göğsünde uyumasına alışmıştı. Fakat böyle açıkça
hissettiklerini anlatması bir ilkti, Demir’i afallatıp dilini lal edecek kadar şaşkınlığa bürümüştü.
Demir, Lal’in düzene girmeye başlayan
nefesleriyle uyumak üzere olduğunu anladığında sessizliği bozmadan bekledi.
Sırtındaki eli bir an bile durmamıştı, varlığını hep hissetsin isteyerek;
bedeni neredeyse tamamen üstünde olsa bile sırtını sıvazlamaya devam ediyordu.
Dakikalar sonra Lal uykunun kucağına
çekilmenin en ucunda sallanırken, dili artık zihninin uykuya yenik düşerek
kilit vuramadığı o cümleyi Demir’in kulağının hemen yanında mırıldanmasına yol
açtı.
“Keşke
babam sen olsaydın.”
Özellikle son günlerde, ayrıca bugün
olanların ardından Lal’in zihnine en çok misafir olan düşünce buydu. Demir,
kulağına çarpan fısıltıdan sonra bir süre put gibi kalakalmıştı. Lal’in
sırtındaki eli yavaşladı, başının üzerine yasladığı çenesi kaskatı kesildi.
Lal’in tamamen uykuya çekildiğini, bu
cümleyi kurduğunun aslında farkında bile olmadığını başını biraz eğdiğinde
görmüştü. Yanağına dökülen birkaç tutam saçı kulağının arkasına doğru
götürürken parmakları belli belirsiz yanağını okşadı.
“Keşke,
fıstığım.” diyerek duyamayacağını bilse de karşılık
verdi. Uykusunun bir köşesinde bunu duyduğunu zihni ona hatırlatsın, en azından
rüyalarına taşısın diyeydi.
~
Lal gözlerini araladığında bulunduğu
odanın kapkaranlık oluşuyla bir süre adapte olabilmek için bekledi. Uykuya
dalmadan öncesinin sabahın erken saatleri olduğunu biliyordu, uzun bir süre
uyumuş olduğu belliydi.
Yanında bulmayı beklese de bu kadar saat
uyumayacağını bilecek kadar tanıdığı için, Demir’i yatağın boş kısmında
göremediğinde sorun etmemişti.
Ağzının bir çölden farksız şekilde
kuruduğunu hissederek yavaşça doğruldu. Önünü görebilmek için komodindeki
lambayı yakmıştı bu sırada. Psikolojik yorgunluğundan kaçmak için kendisini
uykuya vermiş olmalıydı, uykusuz olmadığı halde bu kadar saat deliksiz
uyumasının başka bir açıklamasını bulamıyordu.
Geceleri uyanıp su içmek için sıkça
mutfağa yol aldığından, birkaç kez yakalanmış olduğu Demir tarafından başucuna
koyması için üzerinde siyah ama sevimli böceklerin olduğu bir sürahi hediye
edilmişti kendisine. Bunu nereden bulduğunu bilmese de ‘kara böcek’ tanımına
gayet uygun duran tasarımdan memnundu.
Yanında duran bardağa doldurduğu suyu
içmek için elini uzatacağı sırada komodinde kendisinin koymadığına emin olduğu
küçük bir kutu fark etti. Büyük sayılamayacak, kare bir kutuydu. Tozpembe bir
renkteydi, üstünde de aynı renkle küçük bir kurdele bağlı duruyordu.
Lal kaşlarını hafifçe çatılarak kutuya
uzandı. Kutuyu aldığında hemen altında duran beyaz not kâğıdını da
görebilmişti.
Kutuyu kucağına bırakırken önceliği kâğıda
verdi. Kâğıttaki kelimeleri bir bir okudukça, cümleler bittikçe kocaman bir
gülümsemeyle kaplanan dudakları ve dolup taşmak üzere olan gözleri büyük bir
tezat oluşturuyordu.
Lal
taşı yeryüzündeki en değerli taşlardan biriymiş. Güçlü ve canlandırıcı bir
enerjisi varmış. Yeterince güçlüsün ve yeryüzündeki en değerli şeylerden
birisin, bu konuda ihtiyacın olduğunu sanmıyorum ama belki adını taşıdığın taşı
yanında bulundurmak hoşuna gidebilir diye düşündüm.
not:
Kutunu al, gel yanıma ben takarım kara böcek, iki saat uğraşma kendi kendine.
Sondaki nota dayanamayıp kıkırdarken bir
yandan da kutunun kurdelesini çözüp kapağını açmakla uğraşıyordu. Kapağı açar
açmaz karşılaştığı manzarada ilk gözünü alan koyu bir kırmızılık oldu.
Altın bir zincirin ucunda duran kalp şekli
verilmiş lal taşını parmak ucuyla yavaşça kavradı. Kutuda duran kolyeyi
kopacakmış gibi çekinerek nazikçe çıkarttıktan sonra avuç içinde parıldayan
taşı izledi birkaç saniye.
Kolyeyi sıkı sıkı tutarak yataktan
kalktıktan sonra bir paçası yukarı sıyrılan pijamasını, kayan omuzlarını zerre
umursamadan kapıya koşturdu. Odadan çıkar çıkmaz salonun ışığının yandığını
görerek oraya ilerlemeye başladı.
Salona girdiğinde annesini, Tuna’yı ve
gözlerinin asıl aradığı ismi bulmuştu. Hepsi koltuklara dağılmış oturuyorlardı.
Kapıda belirdiğinde üçünün de bakışları üzerine çevrilmişti.
“Günaydın uyuyan güzel,” diyen Tuna’ya
küçük bir bakış atarak kıkırdadı. Tuna, odaya çıkmadan önceki halinden oldukça
farklı olan bu Lal’i gördüğüne büyük bir memnuniyet duyduğunu belli etmekten
kaçınmadan ona göz kırparak karşılık vermişti.
Müge, bu gülüşün yalancı bir gülüş olup
olmadığını anlamak için dikkatle kızına baktığında aldığı sonuçla şaşırmış
sayılırdı. Mutlu olmuştu, fakat şaşkındı da.
Lal, annesinin ve Tuna’nın yarı şaşkın
yarı mutlu bakışlarını es geçerek ikili koltukta oturuyor olan Demir’e doğru
ilerleyip tam önünde durdu. Demir, Lal’in avucundan sarkan zinciri gördüğünde
kaşlarını havalandırdı. “Notum dikkate alınmış, şaşırtıyorsun beni kara böcek.”
Lal, alaycı bir tavırla konuşmasına
aldırmadan koltuğa hızla oturup kollarını Demir’in boynuna doladı. Aynı anda da
kulağına mırıldanmıştı. “Teşekkür ederim.”
“Asıl ben teşekkür ederim fıstığım.” Lal,
Demir’in ne için teşekkür ettiğini anlayamasa da aklı bunu sorgulayacak kadar
yerinde sayılmazdı o an.
“Takayım mı?” diye sorarak şakağını
öperken konuştu Demir.
Lal hemen geri çekilip avucundaki kolyeyi
ona uzattı.
“Ne çeviriyorsunuz siz orada, fısır fısır
da konuştunuz anlaşılmıyor hiç.” Tuna söylenirken Müge, Lal’in uzattığı zinciri
ve ucundaki kırmızılığı gördüğünde yüzüne yayılan geniş gülümsemeyle koltukta
geriye yaslandı. Demir’in anlamsız bir anda neden kendisine ‘Lal altın mı sever
gümüş mü’ diye sorduğunu gayet iyi anlamıştı bu sahne sayesinde.
Anlayamadığı tek nokta, Lal’in altın
takılardan hoşlanmadığını söylediği halde kolyenin taşı hariç baştan sona altın
oluşuydu.
Lal, arkasını dönüp çok uzun olmayan
saçlarını avucunda toplayarak Demir’in kolyeyi takmasına yardım ederken
saniyeler sonra kolye boynundaydı. Saçlarını bırakıp normal bir şekilde
oturarak, parmaklarıyla kolyenin ucundaki taşı kavradı sıkı sıkı.
“Madem cevabımın bir önemi yoktu, neden
altın mı gümüş mü diye sordun Demir?” Müge dayanamayıp sorduğunda Lal de
şaşkınca ona baktı.
“Doğru bu arada, mesajlaşırken adını zor
öğrenmiştim ama altından nefret ettiği bilgisine sahiptim mesela. Kandırdın mı
kız beni?” Tuna, kolyesiyle aşk yaşıyor olan Lal’e bakıp ‘hayırdır’ dercesine
kaşlarını havalandırdığında Demir alacağı cevabı bildiği için yarım ağız
gülüyordu.
“İpe asılı bir pirinç tanesi de getirse
benim için çok güzel olurdu ki, o hediye etti sonuçta.”
Demir, sırf bu cevabı duyabilmek; nefret
ettiği bir şeyi ondan geldi diye heyecanla benimseyişini izleyebilmek için
Müge’den aldığı cevabın tam tersini uygulamış ve altın bir kolye almıştı.
“Sinsi bir adamsın Demir Özkan, inanılmaz
bir hamle.” Tuna suratına Demir tarafından atılan bir yastık yerken, Tuna
ölüyormuş gibi mızmızlanarak Müge’nin kucağına doğru atmıştı kendini.
“Demir!” Müge, çoğu zaman olduğu gibi
Tuna’nın canı yandığına ikna olarak Demir’e kızarken Tuna’nın saçlarını
seviyordu.
“Sinsi ben miyim Tuna Özkan? Yapıştın lan
kadına çekil, kene gibisin.” Tuna hiç takmadan Müge’ye yaslı durmayı
sürdürürken Lal parmak ucuyla Demir’in kolunu dürttü.
“Efendim güzelim?”
“Kıskandıysan sen de bana sarılabilirsin
Demircim, Tuna annemi bırakana kadar falan…” Demir gözlerini kırpıştırarak
konuşan Lal cümlesini tamamladığında tatlığına kısa bir an dayanamayarak başını
geriye doğru attı. Halen uyku sersemiydi, yamuk duran pijamalarının farkında
mıydı bilmiyordu ama küçük bir kız çocuğundan farksız hevesli gözlerle
kendisine bakıyordu.
Tıpkı onu gıcık etmek için ‘fıstığım’
hitabını az kullanıp bolca ‘kara böcek deyişi gibi; Lal de onun çok sevdiğini
bildiği ‘Demircim’ seslenmesini az ve öz yapıyordu. Bu da o anlardan biriydi.
“Rolleri değiştirdik yani? Omuzunda da
uyutacaksın o zaman beni değil mi?”
Lal düşünceli bir ifadeye bürünerek
Demir’i süzerken biraz bekledi. “Biraz küçülüp hafiflersen olabilir.”
Tuna ve Müge gülerken Demir kızgınmış gibi
kaşlarını çatmıştı. “Çok kabasın, kimden öğreniyorsun sen bunları?”
Lal dudağını ısırarak başını omuzuna doğru
eğdi. “Senden…” dedikten sonra sevimli olduğunu umduğu bakışlarla Demir’e
bakmaya başladı. Buna dayanma süresinin uzun olmayacağını biliyordu. Rol de
yapsa, gerçekten de kızsa böyle bakmaya başladığında Demir çok geçmeden
yelkenleri suya indiriyordu.
Demir, Lal’i tutup tek hamlede göğsüne
doğru yatırdı.
“Ben biraz incelene kadar sen beni yastık
yapmaya devam et o zaman.”
Lal memnuniyetle göğsüne sindiğinde karşı
koltukta oturan annesinin dolu gözlerle onlara baktığını görebilmişti. Bu
doluluğun acıdan, sızıdan olmayışı; mutlu olduğu için, huzurla gözlerinin
doluşu özellikle, annesini hüzün dolu görmeye alışkın olan küçük Lal’in bir
yarasına daha yara bandı bastırmıştı.
Kapanacak çok yara, geçmesi gereken bir o
kadar daha iz vardı. Ama yaslandığı göğüsten kendisine akan o yeminleri
hissedebiliyordu. Demir hem ona hem annesine yeteri kadar yara bandı bulurdu, bulamazsa
da tek tek tüm yaraları kendi gücüyle iyileştirirdi; biliyordu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder