Düşten Farksız 57.Bölüm
57.BÖLÜM
- Yazardan
Tek bir darbe için kendinizi çok iyi
hazırladığınızda ve odağınız tamamen o darbenin gelişi olduğunda, beklenmeyen
yerden gelen bir başka darbe yıkımınız olurdu.
Timur oturduğu zeminde, nemli toprak yığınının
önünde çakılı kalmış gibiydi.
Gerçekliğini kabullenemediği, altında bulunan
bedeninin varlığını reddetmek istediği ikinci mezardı bu.
İlki Helen’e aitti o mezarların. Şimdi iki
etmişti.
“Çok erken,” diye fısıldadı. “Daha çok erken.”
Bunun erkeni ya da geçi yoktu. Anlaşılmaz bir
karmaşaydı, bir sırası yoktu hatta bazen en ufak bir habercisi bile yoktu
ölümün.
Yerinden kalkabilmesi öyle kolay olmadı. Avucuna
aldığı bir tutam toprakla birlikte uzun bir süre kaldı oturduğu halde Timur.
Hava karanlıktı. Gündüz tonla insan gelip
gitmişti, yalnız kalabildiği ilk andı mezarın başında.
Sarsak adımlarla mezarlıktan çıktığında
arabasına bindikten sonra bir süre de direksiyonun başında kalakalmıştı. Önünü
düzgünce görebilmek için, ilk önüne çıkan arabaya çarpmak veya virajı dönememek
gibi riskler almamak için zorlamıştı kendini.
Araba yolda akıp gitmeye başladığında içi
titriyordu Timur’un. Varacağı yere dek dikkatini yolda tutmakta zorlanmış, ara
ara kasılan kalbiyle boğuşmuştu.
Arabadan indiğinde üstüne hücum eden serinlik,
bahar akşamı serinliğiydi tam anlamıyla. Nisan’ın tam ortasında, gündüzlerin
ılık, akşamların serin ve gecelerin hâlâ soğuk sayıldığı bir zamandaydılar.
Çocukluğunun, ergenliğinde başını alıp çekip
gidene dek tüm zamanının geçtiği evin tanıdık bahçesine girdiğinde Timur pek
huzurla falan kaplanmazdı. Bu evin aykırı çocuğu olmuştu her zaman. Mirza
Akdoğan’ın sınırlarını tanımayan, sınırları yakıp dışarı kaçan çocuk olmuştu o.
Bahçenin büyük sayılamayacak ön kısmında
attığı birkaç adımın sonu onu evin kapısına yükselen birkaç basamaklık
merdivene taşıyacaktı. Timur merdivenin en alt basamağına dayandığında titrek
bir nefes verdi.
Başını sola çevirdiğinde sarkıtılmış, iplerle
sıkıca ayrı odaların pencerelerine asılmış bayrağa takıldı bakışları.
Evin ön cephesinde büyük bir alan kaplayan
Türk bayrağına bakarken merdivene adımlamak yerine öylece beklemişti biraz.
Bayrağı sarkıtanın babası olduğunu biliyordu.
Bunu yaparken yüzünde bin adım öteden anlaşılabilecek kadar büyük bir gurur
olduğundan da emindi. Görmemişti o anı ama emindi işte.
Dün, diğerlerinden farkı olmayan bir akşamüstü
bu evin kapısı çalındığında ve kapıyı açan babası olduğunda aldığı habere
verdiği tepkiyi de biliyordu; bildiğinden yine emindi.
‘Vatan
sağ olsun,’ diyen sesin gururunu duymamıştı ama
hissediyordu.
Mirza Akdoğan bir avuç toprağa, vatan uğruna
evladını ilk kez emanet etmiyordu. Evladı bildiği canların ardından ‘vatan sağ
olsun’ demişliği çoktu. Fakat kendi kanının ardından bunu söylemek iki açıdan
daha ağırdı.
Gururunun fazlalığı tartışılmazdı. Kendi
göğsünde taşıdığı vatan sevgisini oğlunun göğsüne de ekebildiği için
gururluydu, daha önce bu kadar gururlanmadığı kesindi.
Bir de acısı vardı. Acısı gururuyla
yarışabilecek tek savaşçıydı içinde. Otuzlarının başında, kendisinin yarısı bir
ömür yaşayabilmiş evladını yitirmek üzeri örtülebilecek bir acıya benzemiyordu.
Timur, bayrağa bakarken dalıp gittiğini ve
merdivenin başında kıpırtısız durduğunu fark edene dek aradan dakikalar
geçmişti.
Kendisine bir nebze olsun gelebildiğinde
birkaç basamağı yavaş yavaş geride bırakmış ve kapıya kadar ulaşmıştı. Kapının
önünde duran ayakkabıların yoğunluğu, içeride tanıdığı tanımadığı bolca insan
olduğunu gösteriyordu.
Daha fazla oyalanmadan kapıya yumruğunu birkaç
kez hafifçe çarptı. Zil sesiyle bütün evi inletmek istememişti. Kapıdaki vuruşu
duyabilecek yakınlarda mutlaka biri denk gelirdi.
Kapıyı açan kişiyi pek tanımıyordu. Ancak orta
yaşlı kadının kendisini tanıdığı belliydi. “Gel Timur,” demişti direkt.
“Başınız sağ olsun.”
“Vatan sağ olsun,” diye konuştu kısıkça Timur.
Başka bir şey söylemeden içeriye girmişti. Kadının kapıyı kapattığını duymuştu
gerisinden.
Kim evin neresinde, bilmiyordu. İlk ilerlediği
yer olarak salonu seçmemişti, tüm kalabalığın burada yığıldığını tahmin
ediyordu.
Bir bardak su almak ve daha az kişi bulmak
üzere mutfağa girdiğinde onu tahmin ettiği gibi birkaç kişiden ibaret bir oda
karşılamıştı.
Mahalleden, annesinin eski iş arkadaşlarından
ya da belki yüzlerini unutacak kadar az gördüğü akrabalardan olduğunu düşündüğü
birkaç kadın mutfakta bir şeylerle uğraşıyorlardı. Gelen giden herkes yemek
getirdikçe burada bir dolu şey birikmişti çünkü.
“Mayıs,” diye seslendi Timur gözleri tanıdık
birini bulur bulmaz. Lavabonun önünde bir şeyler yıkıyor olan Mayıs, adını
duyduğunda direkt geriye dönmüştü.
Ellerini hızla durulayıp kapıya doğru gitti.
Timur bu sırada içerideki insanlardan gelen baş sağlığı dileklerine toplu halde
soluk bir yanıt vermişti.
“Gitmediniz mi siz de daha?”
Mayıs başını iki yana salladı. “Burada
yardımcı oluyorum bir şeylere elimden geldiğince, gelen giden çok var.”
“Sağ ol, güzelim.” dedi Timur onun sırtına
elini koyup hafifçe hareket ettirirken. Yüzüne baktığında kahverengi gözlerinin
şişkinliğini, bolca ağladığını görebilmişti.
Mayıs, Timur’un neye baktığını anladığında
gözlerini kaçırdı. Herkes üzgündü. Ancak Mayıs’ın bütün gün destek olma görevi
edindiği Cemre’nin üzüntüsü çok daha farklıydı. Mayıs da kendisini tutamadan
bolca ağlamıştı onunla birlikte.
İkizi yoktu ancak Cemre’nin krizlerine şahit
oldukça istemsizce empati yapmaya başlamış ve çökmüştü.
“Neredeler?” diye sordu Timur kızı fazla
zorlamadan.
Mayıs sorunun kimler için sorulduğunu biliyordu.
Açıklama beklemeden konuştu. “Cemre ablaya sakinleştirici verdiler, odasında
uyuyor. Annen de odasına çekilmişti, salona geçmediyse oradadır. Erkekler arka
bahçedeler, salonda kalabalık olunca oraya masa sandalye taşıdık.”
Timur anladım der gibi başını salladı. “Sen de
çok yorma kendini,” dedi şişkin gözlerine bakarken. Sırtından kendisine doğru
çekip kısaca sarıldı.
Suyunu içip mutfaktan çıktığında hedefinde
önce Cemre’nin odası vardı. Onun verilen sakinleştiricinin etkisiyle derin bir
uykuda olduğunu gördüğünde saçlarını usulca okşamış, alnına yapışan tutamlarını
düzelterek başında beklemişti bir süre.
Doğduklarından beri yan yana, didişe didişe
ama görülmemiş bir bağla yaşamışlardı. Cemre’nin nasıl normalini bulabileceğini
bilmiyordu. Artık canının yarısı yok, tek başınasın demek çok ağırdı.
Anne babası, kendisi vardı ama Cemre için
Emre’nin yerini dolduramayacaklarını biliyordu.
Alnından öptükten sonra daha fazla onu
rahatsız etmeden odasından çıktı.
Cemre’nin odasının çaprazında, kapısı örtülü
olan odaya doğru birkaç saniyeden fazla bakamadı. Emre’nin odasıydı. Timur uzun
bir süre buraya girecek cesareti bulamayacağından emindi.
Adımlarını koridorun diğer ucuna, evin büyük
olan yatak odasına yöneltti.
Mayıs’ın tam emin olmayışı nedeniyle içeride
annesini bulup bulamayacağını bilmiyordu ancak yine de kapıya hafifçe vurmuş ve
temkinli şekilde aralamıştı.
Yatağın en ucunda, ayakları yere sarkacak
şekilde iki büklüm oturan bedeni gördüğünde omuzları gerildi.
Kapının açıldığından, içeriye birinin
girdiğinden bihaber biçimde başı yere eğik dalgın bir halde oturan Canan’ın
yanına doğru yürüdüğünde de dikkatini hiç çekememişti.
Seslenmeden yanına vardı. Yatakta, onun yanına
tıpkı onun gibi oturdu. Sesini çıkartmadan bekledi. Sessizlik büyüdükçe büyüdü.
Timur, kendisi konuşmazsa bu sessizlik sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissetmeye
başladığında kuruyan dudaklarını araladı.
“Anne,” diye seslendi.
Bundan bir yıl kadar önce aynı halde olsalar,
Timur annesinin şu an hissettiklerine bu denli doğru eşlik edemezdi belki de.
Karşısındaki kadının hislerini biraz daha doğru algılayabiliyor olmasının en
temel nedeni, kızıydı.
Aylardır her gece, sabah uyandığında yanında
nefes alamıyor hale görürse ne yapacağını düşünüp delirdiği; kâbuslarla
sınandığı, gözlerinin içine bakarken ruhunun titrediği kızı öğretmişti ona
bunu.
Evlat ne demekti, anne-baba olmak ne demekti;
Timur bunun abartılan bir balon olduğunu düşündüğü zamanlardaki aptallığına
yanıyordu. Az bile abartılıyordu. Canını çıkartıp ver deseler, verirdi. Onu
yaşatıp kendi ölürdü, tek bir an bile tereddüt etmeden yapabilirdi bunu.
Seslenişi karşılıksız kalınca ikinci kez
ağzını açmadı. Annesine kıyasla kocaman olan bedenini eğip yüzünü onun omuzuna
doğru bıraktı.
Ona hem kızgın hem kırgın hem de acır
haldeydi. Yaptıkları, yapmadıkları, sebep oldukları ve sebep olabilecekken
engel oldukları nedeniyle annesine karşı içi karmakarışıktı.
Yüzünü omuzuna dayayıp kokusunu soluduğunda
genzi yanmıştı hemen. Birkaç zaman önce huzur bulduğu koku artık cezası
gibiydi.
“Benim sınavım,” dedi pürüzlü sesiyle Canan.
Attığı inkâr dolu çığlıklar, boğazını tahriş eden haykırışlar nedeniyle sesinin
gücü kalmamıştı hiç. “Bu yaşanan, benim sınavım.”
Timur kasıldı. Yüzünü yasladığı yerden çekmedi
ama duraksamıştı.
“Ne için yüklendim ben o kadar ahı üstüme?”
diye kısıkça söylenmeyi sürdürdü Canan. Boğuk, kısık bir sesti. Kendisine
anlatıyor gibiydi odaksızca.
Timur bahsi geçen ahın ne olduğunu biliyordu,
çok iyi biliyordu hem de.
“Seni evladınla sınadım,” dedi Canan yükünü
kabullenerek. “O… O buraya gelmese, bir ömür susacaktım. Sen onu benimsemesen,
aferin deyip omuzunu sıvazlardım; kızına sahip çık demezdim. Bunlar olmamışken
bile-…” dedikten sonra nefesi tıkanmış gibi durakladı. “Bunlar olmamışken bile
cezam bu dünyadayken geldi buldu beni, ya daha fazlasına sebep olsaydım?”
Timur ağrımaya başlayan gözlerini yumdu gömülü
olduğu omuzda.
Varlığını bile bilmediği evladıyla sınanmıştı,
sınanışı sürüyordu; doğruydu. Bunun asıl sebebi annesiydi. Helen bir hatalıysa,
Timur yüz, Canan bin hatalıydı; bu daha da doğruydu.
Evladını kaybetmek, gencecik bir çocuğu
yitirmek Canan Akdoğan’ın cezası mıydı? Düşündükleri doğru muydu? Bilmiyordu
Timur.
“Pişman mısın?” diye sordu Timur dayanamayıp
dudaklarını araladığında.
Canan’ın omuzlarını titreten, sarsıla sarsıla
ağlamaya başlamasına neden olan soru oluverdi bu.
Beline tek kolunu sararak kadını sabit tutmaya
çalışmış, kendi de devrilecek gibi hissetse de gücünü annesine harcamıştı.
Timur kolları arasında, hemen yanı başında
annesinin kıvranışına şahit olurken dudaklarından sakinleştirici bir şeyler
dökemedi.
Her şey için o kadar geçti ki, o kadar zaman
tükenmişti ki bu saatten sonra pişmanlıkların da hataların da bir önemi
kalmamıştı.
Canan Akdoğan yıllar önce; kimsesiz olan ancak
oğlunu her şeyi belleyen bir kadını, tazecik bir anneyi oyun dışı bırakırken
halinden memnundu. İşler onun istediği gibi gitmiş, kimse kendisini suçlu
bilmemişti.
Bir zaman sonra, yıllar önce kimsesiz
bıraktığı kadının ölümüyle kimsesi kalmayan bir kız çocuğunun kapısına
dayanacağını ve önce evini sonra vicdanını dağıtacağını çok geç anlamıştı.
Bu evin kapısı o kız tarafından çalındığında,
geçmişteki hatasını telafi etmek için çırpınsa bugün oğlunu toprağa vermiş bir
anne olmaktan kurtulabilir miydi? Bunun da cevabını hiç öğrenemeyecekti.
Geç
kalmıştı.
~
“Otur sen de artık, Mayıs çiçeği.”
Özgür, elindeki tepsiyle etrafta kalan bir iki
boş çay bardağını aldıktan sonra eve geri dönmek üzere adımlayacak olan
sevgilisini elinden yakalamıştı ayaklanıp.
“Mutfağa götüreyim bunları,” dedi Mayıs elini
tutan elden kurtulmaya hiç çalışmadan. “Herkes dağıldı, cenaze evinde yatıya
kalınmazmış. Yakın akrabaları da dahil herkes gitti, biz varız bir tek.”
“Yatıya kalınmaz diye bu halde yalnız mı
bırakıp gidiyorlar insanları? Kim uydurmuş bu âdeti?”
Mayıs omuz silkti hafifçe. “Bilmiyorum, biz
buradayız zaten. Belki ona güvenip gitmişlerdir.”
Özgür bir şeyler daha söyleyebilirdi ancak
içinde sakladı. Bütün akşam çay içip, bir kenarda kendi arasında konuşan
insanları izlemişti. Kimse cenaze evine gelmiş gibi değildi. Başta üzgün
görünenler, yavaş yavaş çözülüp çay içmeye gelmiş gibi davranıyorlardı.
“Her neyse,” dedi boş verip. “Bunları da
götür, sonra ya gel burada otur ya da salonda. Tamam artık.”
“Salona geçerim, Canan teyze de orada
oturuyor. Tek başına. Cemre abla da uyanır belki, içeride durayım.”
Özgür şakağından öpüp Mayıs’ı eve yollarken,
eski yerine dönmüştü biraz sonra. Gidenlerin ardından boşalan sandalyelerin bir
kısmını eve geri taşımışlardı. Komşulardan alınanlar da giderlerken götürülmüştü
zaten.
Şimdi kişi sayısından bir iki fazla sandalye
ile arka bahçedelerdi.
Özgür oturduğu yerde, en dışta kalıyordu.
Sandalyelere dağılmış olan isimler Mirza, Timur ve Özgün’den ibaretti.
Kimse konuşmuyordu. Konuşacak bir şey yoktu
ortada.
Saat iyice ilerlemiş, gece iyice çökmüştü.
Ortalama bir insanın uyuyacağı saatler gelmişken kimsede bir hareketlilik
yoktu.
Özgür genelde ya yere ya da Özgün’e bakıyordu.
Mirza’ya veya Timur’a baktığında gördükleri onu iyice beter hale getirdiği için
bir nevi kaçıyordu durumdan.
Telefonu cebinde titremeye başladığında elini
cebine attı. Ekranda gördüğü isimle hiç oyalanmadan açmıştı telefonu. “Efendim
kardeşim?”
Arayan Pars’tı. Özgür ve Pars arasındaki bir
sakinse iki gergin devam eden elektrik uzun bir süredir sakin kısımda takılı
kalmıştı.
Yaşıtlardı. Aynı yaşta biri hem annesini hem
babasını, diğeri ise annesini kaybetmişti. Yolları kesiştiğinde onları iyice
birbirine sokup karıştıran Timur olmuştu.
“Dağıldı mı kalabalık? Özgür böyle uzakta
tutmak yaramıyor hiç, ben kontrol edemiyorum. İçimi ezdi, o kadar yorgun bir
halde ki…”
Dün, Emre’nin haberi geldiğinde Despina’nın
Pars’ın yanında oluşuyla aslında bir açıdan yüzleri gülmüştü. Oradayken
kalanları sorup durmaz, denk gelip yüzlerindeki ifadeleri görmezdi. Böylece bir
süre, en azından diğerleri bir nebze olsun kendine gelene dek Despina’ya beyaz
bir yalan söylenebilirdi.
Planlar bu yönde işlememişti.
Despina, Pars’la kalmıştı. Babasının buna ikna
oluşunu çok sorgulamamıştı ancak ertesi sabah sıkılınca açtığı televizyonda
rastladığı haberden sonra ipler kopmuştu.
Sunucunun anonsunu, ekrana yansıyan fotoğrafı
görmüştü.
Pars onu ne durdurabilmiş ne de
sakinleştirebilmişti. Cenaze törenine gitmek için ayrı, mezara gitmek için
ayrı, cenaze evine gitmek için ayrı direnmişti Despina. Pars sözleriyle
direnemediğinde artık gücüyle direnmek, onu resmen kollarıyla tutup saatlerce
beklemek durumunda kalmıştı.
Kimin girip çıktığı belli olmayan
kalabalıklara, bu denli düşük bağışıklıkla dahil olamazdı. Üstelik bu
ortamlarda olursa yaşayacağı duygu yoğunluğu katlanacak ve bir de mental bir
savaş verecekti. Bünyesi kaldırmazdı.
“Biz kaldık bir tek,” diyebildi Özgür
telefonun diğer ucuna ulaşacak şekilde. “Herkes gitti.”
Özgün’ün bakışları üzerine çevrilmişti. “Kim
o?” diye sordu telefonu kastederek. Özgür ağzını açıp, “Pars,” dediğinde ise
Timur’un da bakışları artık ondaydı.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu direkt.
Ayaklanmıştı hızla. “Ahu’ya mı bir şey oldu?”
Özgür hemen başını salladı iki yana. “Abi yok,
yok dur bi’ sakin ol.”
Telefonu kulağından çekip hoparlöre aldı.
“Pars, Despina nasıl? Abimler de duyuyor, Mirza amca da.”
“Gelmek istiyor,” dedi Pars tek açıklama
olarak. “Yanınıza gelmek istiyor. İkna olmuyor, durup durup bunu dile
getiriyor.”
Timur babasına doğru baktı refleksle. Despina’nın
gelmesi başta kızının kendisine, sonraysa annesine ne hissettirecekti? İkisini
karşı karşıya getirmek doğru muydu, bilmiyordu.
“Gelsin,” dedi Mirza. Üstüne bir durgunluk
çökmüş halde sandalyesinde oturuyordu. “Pars, getir torunumu buraya.”
Herkes bir an Mirza’ya bakmıştı. Kimse aksini
söylemedi. Soru işaretlerine sahip olsalar da sesleri çıkmamıştı.
Telefon kapandı. Ardından kabaca hesaplanınca,
bu saatte trafik olmayacağı için en fazla yarım saat sürecek olan bekleyişleri
başladı.
Sokağın sessizliğini bölen araba sesi
duyulduğunda Özgür ve Özgün aynı anda ayaklanmışlardı. Özgür, abisine ‘dur’ der
gibi elini salladı. “Ben karşılarım.”
Özgür bahçe kapısına doğru giderken, kapının
ilerisinde duran arabadakiler de çoktan inmişlerdi.
Pars, kendisini beklemeden kapısını açıp
inmeye girişmiş olan Despina’ya yetişip kolunu beline sarmıştı.
“Yavaş Ahu,” dedi kaldırıma adım attıklarında.
“Başın dönmesin, yavaş güzelim.”
Bel hizasındaki demir kapıya vardıklarında
Özgür’le karşı karşıya kalmışlardı.
Despina başını kaldırıp onu gördüğünde
bittiğini sandığı yaşları yeniden yanaklarını ıslatmaya başladı. Yaşananların
kötü bir rüya olmasını umuyor ancak bir türlü o rüyadan uyanamıyordu.
“Özgür,” dedi yalvarır gibi. Yalvarışı
konuşsun diyeydi, konuşup ‘yalandı, amcan yaşıyor’ desin diyeydi.
Özgür çoktan demir kapıyı açmıştı. Despina’yı
kendisine doğru çekip sarılmakta da hiç gecikmedi.
Sardığı bedenle birlikte yürürken onun
kendisine tüy gibi hafif gelen ağırlığını da yüklenmişti. Bahçeyi adımlarken
eve yönelmediğinde, bir adım arkalarından onları takip ediyor olan Pars
konuştu. “Eve girmiyor muyuz? Soğuk gibi, üşür.”
Özgür duraksadı. Kendileri bayağıdır
dışarıdalardı ve üşümüyorlardı ancak onların bünyesi ile kardeşininki bir
değildi.
“Abimler ve Mirza amca bahçede, arka tarafta.
Oraya gidiyordum. İçeri girsinler o zaman onlar da. Sen seslen-…”
“Yanlarına gidelim,” dedi Despina bu
konuşmanın uzamaması için araya girerek. “Üşümem.”
Pars bugün ona yapacağı ısrar kotasını buraya
getirmekte direnirken doldurmuştu. Daha fazla üstüne gitmeyecekti. Özgür’le
bakıştıklarında başını ‘tamam’ der gibi sallamıştı bu nedenle.
Varmaları gereken yere yaklaştıklarında
geldiklerini sandalyelerdeki üç adam da fark etmişlerdi. Timur’un bakışları
dikkatle kızında gezindi, Özgün oyalanmadan ayaklandı. Mirza ise daha dalgındı
onlara oranla ama yine de torununa doğru dönmüştü bakışları.
“Abim,” diye konuşarak yanaklarından tuttu
Özgün kardeşini. Despina, Özgür’ün göğsünden doğrulup ona baktığında
dudaklarının titremesine engel olamamıştı. Aklı aniden birkaç gün önceye,
balkondaki konuşmalarına gitmişti.
“Abi,” derken dudakları gibi sesi de titrekti.
Sıkı sıkıya Özgün’e dolandığında etraftakiler bu durumu duygusallığına
bağlasalar da Özgün derdini anlamıştı. “Buradayım ben,” dedi Özgün eğilip kulağına
doğru. “Yanındayım canımın içi, tamam abicim.”
Despina, Özgün’ün kollarında yaş döküyorken
geride kalan dört adamın bakışları ikilinin üzerindeydi. Kimse onları ayırmak
için ağzını açmamış ya da hareket etmemişti ancak akılları karışmış görünüyorlardı.
Birkaç dakikanın sonunda Despina kendi
isteğiyle hafifçe geri çekildiğinde Özgün de kollarını çözmüştü bedeninden. O
çekilmese, saatlerce kardeşine sarılabilirdi; hiçbir itirazı olmazdı.
Despina’nın bakışlarının sonraki hedefi dedesi
olmuştu. Onu gördüğünde, neden bu bahçede olduğuyla bir kez daha yüzleşmesi
gerekmişti. Mirza, kendisine canı sökülüyormuş gibi bakan torununa kendisine
doğru adımlasa kırılacakmış gibi muamele ederek ayaklandı. Torununa doğru o
adım attı.
Despina hiçbir şey söylemeden dedesine sarıldı
bu kez. Bir kenardan amcasının sesini duymayı, sıranın kendisine ne zaman
geleceği ile ilgili sızlanmalarını duymayı bekledi. Babasından önce ona
sarılsın diye türlü türlü konuşup harekete geçmesini istedi.
Hiçbiri gerçekleşmediğinde ise gözyaşlarını
daha da hızlandırmaktan başka bir şey yapamamıştı.
İç çeke çeke ağlamaya başladığında Mirza ona
sardığı kollarıyla bir yangına sarılıyormuş gibi hissediyordu şimdi.
Cemre böyle ağlamaya başlayıp en son ilaçlarla
uyutulmak zorunda kalmıştı. Onun ağlayışını kucaklayan da Mirza’ydı. İkinci kez
bunu yaşamaktan korkuyordu. Üstelik kollarındaki beden sağlıklı bir beden de
değildi.
Sağına doğru dönüp bakışlarıyla büyük oğlunu
aradı. Küçük oğluyla bugün vedalaşmıştı, artık kendisi ölüp gidene kadar gözünün
görebileceği tek oğlu vardı.
Timur, babasının bakışlarından durumu
anladığında hızla ayaklanıp onlara adımladı. “Ahu,” dedi kızının sırtına
dokunurken. “Bak bi’ bana, nefeslen biraz babam.”
Despina ona tepki vermediğinde, Pars’a baktı.
“Bütün gün böyle miydi?” diye sordu.
Pars başını belli belirsiz salladı. “İlk
öğrendiğinde çok kötüydü, sonra duruldu. Şimdi buraya gelince… Daha kötü oldu.”
“İçeriye girelim,” dedi Mirza. “Böyle soğuk
alır. Titriyor zaten.”
Titremelerinin soğuktan olmadığını hepsi
biliyordu. Ağladığında, böyle içi çıkacak kadar çok ağladığında bedeni
titriyordu. Hepsi aşinaydı buna.
Eve girdiklerinde Despina, Timur’un
esaretindeydi. Babasının onu tuttuğunun farkında görünmüyordu ama tutulmasa
ayakta kalamayacak kadar güçsüzdü şu an.
Kapı sesini duyan Mayıs salondan çıkmıştı
hemen. Gelenleri gördüğünde bir şey söylemeden içeri girecekken Despina’yı fark
etmişti. Onunla aynı anda Despina da arkadaşının varlığından haberdar olmuştu.
Timur’un tutuşundan sıyrılıp Mayıs’a doğru
gitti. Kollarını ona sardı sıkı sıkı. İkisinin arasındaki bağ, hep görünürdü
ama ne zaman birinin canı yanar gibi olsa o bağ çok daha sağlam hale geliyordu.
Kimsenin konuşmadığı kısa bir sürenin sonunda
koridordaki kalabalık bölünmüştü. Bir kısım salona girmişken, Mayıs ve
Despina’nın yanında Özgür kalmıştı.
İkisini birden tutup kollarını doladı Özgür.
Onlar sarılır hallerini bozmamış, Özgür de en dıştan onlara dolanmıştı.
İkisinin saçlarına da birer öpücük bıraktı.
Böyle anlarda kollarında tüm dünyasını
tutabiliyormuş gibi hissediyordu. Mayıs ve Despina sarılınca ya Özgür ya da
Pars bu şekilde dışarıdan müdahale ediyorlardı mutlaka. İkisinin de enerjisi
yenileniyordu böylece.
Salona geçtiklerinde içeride az önce
koridordan girenler dışında kimse yoktu. Herkes bir koltuk bulup otururken
içeride derin bir sessizlik olmuştu.
Sessizliği ne kadar severseniz sevin, bir
cenaze evinin sessizliği insanın üstüne tonlarca yük gibi kapanıp boğulmasına
neden oluyordu.
İkili koltukta Mayıs’la yan yana oturuyor olan
Despina etraftakileri izlemek yerine kendi ellerini inceliyordu odaksızca.
Belirginleşen damarlarının mavi-yeşil renklerini bakışlarıyla takip ederken
onun dışında kalan herkesin fark ettiği adım seslerini duyamamıştı.
Salonun girişinde beliren kişiyle birlikte
içerideki -durumu fark etmeyen Despina dışında- herkesi diken üstüne iten bir
an doğmuş oldu.
Canan’dı salona giriş yapan.
Timur, bir iki saat önce odasındayken gördüğü
annesinin söylediklerini o andan beri aklında evirip çeviriyordu. Emre’nin
ölümünü kendisine bir ceza olarak görmesini, kendini suçlamasını unutmuş
değildi. Bunlar kıyısından köşesinden değil, tam merkezinden Despina’yla
kesişiyordu. Bu nedenle birazdan ne yaşanacağını kestiremiyordu.
Canan salona attığı ilk adımlarda yavaş ve
uyuşuk olan hareketlerini, bakışları ilerideki koltukta oturan başı öne doğru
düşmüş kızı bulduğunda birden bire hızlandırınca salondaki neredeyse herkesi
müdahaleye hazır hale getirmişti. Hepsi yerinden fırlayacakmış gibilerdi.
Canan’ın Despina’ya hızlı bir şekilde
yaklaşmasının sebebini düşünerek vakit kaybetmek yerine, buna engel olmaya
karar veren ilk isim Timur’du.
Annesine uzanıp onu geri çekecekken birden
bire yere çöken kadınla eli havada kalmıştı.
Despina’ya doğru giden Canan’ın, onun
ayaklarının dibinde yere yığılmasını kimse beklemiyordu. Timur olduğu yerde
kalakalmıştı.
Canan’ın yere inişiyle birlikte Despina da ne
olduğunu anlayamadan başını kaldırmış, bacaklarının önünde yerde oturan kadını
gördüğünde şaşkınca bakmıştı yüzüne.
Yüzündeki acıyı, gözlerinin halini ve bakışlarına
çöken sancıları görebildiği saniyeler kısaydı. Despina bunları tam olarak
göremeden, Canan tüm salonu şaşırtan hareketlerine bir yenisini eklemişti
çünkü.
Dizlerine kapanmıştı.
Yüzünü Despina’nın dizlerine kapamış, omuzları
sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştı.
Hiçbir şey söylemiyordu. Ne özür diliyor ne de
af dileniyordu. Yapacak bir şeyi kalmadığını, bundan sonra ne yapsa çaresi
olmayacağını ve artık kabullendiği cezasını geri alamayacağını biliyordu.
Bağırır gibi hıçkırarak ve bir yandan da nefesleri
tıkanarak ağlarken yüzünü sıkıca önündeki dize gömmüştü.
Despina, dizlerinde kriz geçirir gibi ağlıyor
olan kadında takılı kalan bakışlarını oynatabildiğinde aradan biraz zaman
geçmişti. Bu zaman boyunca Canan durulmamış, salondaki şaşkınlık bulutu da pek
dağılmamıştı.
Despina bakışlarını kaldırdığında ilk gördüğü
kişi, babasıydı. Tam karşısında, Canan’ı tutmak için kalkıp adımladığı yerde
öylece bekliyordu.
Açık mavi irisleri, karşısındaki adamın
elalarıyla çarpıştığında bakışları birbirlerinden uzun bir süre ayrılmadı.
Öyle bir hale gelmişlerdi ki kimse, kime nasıl
üzüleceğini bulamıyordu artık.
Açıldı sanılan kapılar kapanarak kilit
vuruluyor, geçilecek gibi görünen engeller büyüyüp yolları tıkıyordu.
~
- 2 ay sonra, 10
Haziran
- Despina’dan
Yirmi yıl…
Takvimler bir gün sonrayı göstermeye
başladığında, gün döndüğünde dünyaya gelişimin yirminci yılı başlayacaktı.
Yirmi yılın on dokuzunu yorgun, son bir yılını
ise kırgın yaşamıştım. Kırgınlığım, yorgunluğumun yok yere oluşunaydı. Cıvıl
cıvıl geçebilecek, keyifle yaşanabilecek zamanlarımı birden fazla kişinin
farklı oranlarda hata payıyla çöpe atmam gerekmişti.
İnsan hayatının ilk yirmi yılını silip atmak
istememeliydi, büyüdükçe o yılları özlemeli hatta belki ömrünün en güzel
zamanları olarak hatırlamalıydı. Bebeklik, çocukluk, gençliğin başlangıcı… Özel
ve tekrarı olmayan zamanlardı.
Doğum günlerine umut bağlamayı bırakmadan,
bunu son bir kez daha erteleyerek hazırlamıştım zihnimi yarına.
Özel günlerin hep fırtınalı geçmesi, her
seferinde benim çabamın sonuçsuz ve ışıksız kalması beni yıldırmak üzereydi ama
bu kez durum farklıydı.
Zihnimdeki tüm sesler ‘ya bu son doğum
gününse’ diye fısıldıyor ve beni içten içe güçsüz ama görünür bir umuda
bağlıyorlardı.
Hastalığımla boğuştuğum altıncı aydaydım.
Tedavilerim aynı düzende devam ediyor, hayatım bu akışta sürüyordu. Doktorumun
planladığı tedavide, altıncı ayın içerisinde genel bir kontrolden daha geçmem
ve durumumun yeniden analiz edilmesi gerekiyordu.
Kötüye gidiyorsam tedavilerin devamına, hiçbir
iyileşme göstermeden öylece duruyorsam başka yollar aranmasına ihtiyaç vardı.
Bu ihtimallerin yanında bekleyen, diğerlerine göre küçücük kalan şık ise
iyileşiyor olmamdı. Tedaviler işe yarıyor, bedenim kansere direniyor
olabilirdi. Bedenim dışarıdan eriyormuş gibi görünse de içimdeki savaşın galibi
ben olabilirdim.
Hangi ihtimalin gerçekleştiğini öğrenmek için
tüm testlerim, ölçümlerim yapılmıştı. Son bir haftadır bunlarla uğraşıyorduk.
Bugün hiçbir hastane işimin olmadığı üçüncü gündü. İlk gün yorgunlukla tüm gün
uyumuş, dün ve bugün biraz olsun toparlanabilmiştim.
Elimde tuttuğum küçük bir ekmek parçasına
yapılmış tostu fare misali kemiriyorken bakışlarım açık olan televizyondaydı.
Kendi tostunu çoktan bitirmiş olan, benim ekmeğimin beş altı katı bir parçayı
midesine gönderen Özgür’e baktım bir an. Televizyondaki programı açan oydu,
benim aksime çok daha dikkatli izliyordu.
Konuştuğumda bakışları bana çevrilmişti. “Bunu
da bitirebilir misin?”
“Yarısından biraz fazlasını ye en azından,
hepsini bitir demeyeceğim.” Ona uzattığım ekmeğe bakıp olumsuz konuştuğunda iç
çektim. Dişlerimin arasına aldığım tosttan küçük bir parça daha ısırdım.
Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Koltukta
iki ayrı uçtaydık, televizyonun karşısındaki geniş koltuğu seçmiştik oturmak için.
Bana doğru kayıp yaklaştığında bakışlarımı ona diktim.
“Biraz ara ver, kalanını da sonra yemeyi
denersin. Zorluyorum sonra miden altüst oluyor, üzülüyorum.”
Tostu tabağa bırakıp tabağı da ona verdim
hemen. Tabağı elimden aldı, sehpaya bıraktıktan sonra yeniden arkasına
yaslanmıştı.
“Su vereyim mi?” dediğinde başımı iki yana
salladım. Başka bir şey söylemeden televizyon izlemeye geri döndüğünde ben de
olduğum yerde kayıp başımı omuzuna bırakmıştım.
Yüzünü eğip dudaklarının denk gelebildiği ilk
noktadan alnımı öptü. “Sesini kısalım mı? Uyuyacak mısın çığırtkan?”
“Gerek yok,” dedikten sonra ben de onun gibi
televizyon izlemeye başladım.
Birbirleriyle tartışır gibi konuşan dört
adamın benim için yarısı anlamsız olan sohbetlerini izliyorken henüz program
bitmeden kapı çalmıştı.
“Abim mi geldi?” dedim hevesle doğrulup.
“Ben yetmiyorum sana değil mi?” diye acıklı
bir sesle konuşan Özgür’e baktım. Omuzunu patpatladım. “Ağlama.”
Yanağımı ısırıyormuş gibi dişleriyle bir anda
tuttuğunda çığlığımsı bir sesle geri kaçtım koltukta. “Yapmasana!”
Beni bağırttığı için zafer gülümsemesiyle
ayaklandı. Kalkmaya üşendiğim için yerimde kaldım.
Kapının açılma sesi geldi. Ardından kulağıma
peş peşe konuşmalar doluştu.
“Hoş geldin aşkım,” diyen Özgür’dü. Mayıs
gelmişti demek ki.
“Hoş buldum,” diyen sesin Mayıs olacağına öyle
bir inanmıştım ki Pars’ı duyduğumda gözlerim iri iri açıldı.
Aşkıma aşkım deniyordu.
Holü aşıp bana kadar gelen bir kıkırdama
duyduğumda rahatlayarak omuzlarımı gevşettim. Mayıs da kapıdaydı.
Çok geçmeden üçü peş peşe salona girdiler.
Özgür’e baktım önce. “Neden kendi sevgiline değil benimkine aşkım diyorsun?”
Pars bu sırada bana doğru gelmiş ve yanıma
oturmuştu. Mayıs uzaktan bana öpücük attığında ben de aynısını yaptım.
“Ben kendiminkine dedim, senin manyağın üstüne
alındı. Ona söylensene kızım, bana ne.”
Pars’a doğru çevirdim başımı. “Ne diyor bu?”
“Bu mu?” diye bağıran Özgür’ün sesi
kulaklarıma ulaşmıyormuş gibi Pars’a bakmaya devam ettim.
Kısık bir sesle gülerek çenemi okşadı
başparmağıyla. Dokunuşuyla birlikte gevşemiş ve az önce düşündüklerimin büyük
bir kısmını unutarak saf saf suratına bakmaya başlamıştım.
“Hipnoz etti kızı, anasını satayım.”
Özgür’ün söylenmesini zar zor duymuştum, Mayıs’ın
onu sert bir darbeyle susturduğunu ise acı dolu inlemesinden anlayabilmiştim.
“Olan memnun, eden memnun. Sana ne sevgilim
ya? Bölmesene.”
“Bölmeyeyim de film izler gibi izle, romantik
film bağımlısı seni.”
Tartışmaya başlayan Özgür ve Mayıs nedeniyle
dikkatim dağılınca onlara doğru döndüm. Pars da benimle aynı anda aynı hareketi
yapmıştı.
“Sen romantik olmayınca, filmlere bağımlıyım
işte. Ne yapayım?”
Özgür üzerine ağır bir iftira atılmış gibi
elini şokla ağzına kapattı. “Ben?” dedi sorar gibi. “Ben mi romantik değilim?”
Mayıs tepkisizce suratına bakmaya devam
ettiğinde Özgür omuz silkti. “Değilim, evet.” dedi rahatça.
Mayıs göz devirerek bize yanında oturan
sevgilisini işaret etti. “Açık açık söylüyor bir de.”
“Kardeşine çekmiştir,” diyerek konuşan Pars’ı
duyduğumda ağır çekimde ona döndüm. “Ne?” dedim kaşlarım havalanırken.
“Hiç,” dedi direkt. Bakışlarımda ne vardı
bilmiyordum.
“Sana öküzsün diyor, çığırtkan. Abine
benziyorsun diyor.”
Gözlerimi kırpıştırdım. “Ne?” dedim bir kez
daha.
Özgür keyifle sırıtırken arkasına doğru
yaslanıp yayılmıştı. Pars’a doğru baktı. “Kıvran şimdi güzel kardeşim,
izliyoruz.”
“Sus be!” diye bağırdığımda sesim
yankılanmıştı. Benimle aynı anda Mayıs da sevgilisine bağırdığı içindi bu
yankı. Özgür ikimizin birleşen seslerinden irkilerek yerine sindi.
Ağzımı açıp Pars’a söylenmeye başlayacağım
sırada telefonumun sesi salonu doldurdu. Pars’ın derin bir nefes aldığını,
Özgür’ün tadının kaçtığını ve Mayıs’ın merakla kıpırdandığını bakmasam da
tahmin ediyordum.
Oturduğum koltuğun kol koyma kısmında duran
telefonumu elime aldım. Babam arıyordu.
Kahvaltımı yapıp yapmadığımı sormaya arıyor
olma ihtimali yüksekti. Bugün Özgür’le kalma günümdü ve en kolay kandırabildiğim
isim oydu. Şüpheleniyordu.
“Efendim babacım?” diyerek telefonu kulağıma
yasladığımda karşıdan gelen sesinin aceleci olmasını beklemiyordum.
“Ahu!” demişti hızla. “Hazırlan bebeğim.”
“Neye hazırlanayım?”
“Sonuçlar,” dedikten sonra duraksadı.
“Sonuçlar çıkmış, hastaneye gideceğiz.”
Duraksadım. Telefonu tutmayan, boşta olan elim
bacağımın üstüne kapandı. Üstümdeki yumuşak kumaşlı şorttan açıkta kalan
bacağımı tırnaklarımla sıkıca tuttum. “Hemen mi?” diye mırıldandım.
“Sonuçlar çıktığında, istediğiniz zaman
gelebilirsiniz demişti doktorun.”
Bakışlarımı salondaki diğer yüzlerde gezdirdim.
Merakla bana bakıyorlardı.
“Yarın gidelim hastaneye,” dedim tereddütlü
bir sesle. Sesimin böyle çıkmış olması büyük bir kararsızlık yaşadığımdan
değildi. “Sonuçları yarın öğrenmek istiyorum.”
Yüzüme merakla bakıyor olan üçlüye de açıklama
yapmış olmuştum söylediklerimle.
“Ama-…” diyecek oldu babam, yarının doğum
günüm olması ve kötü bir haber alma ihtimalimin iyi olandan fazla oluşu hoş bir
kesişim değildi biliyordum. Onun yarım yamalak devam etmesine izin vermeden ben
konuştum tekrar. “Baba,” dedim önce usulca.
“Ben
özel saydığım günlerin başıma yıkılmasına alışkınım. Yarın iyi bir şey
duymazsam, bugünkünden fazla üzülmeyeceğim. Aynı üzülürüm ama… Ama tam tersi
olursa, ben yarın iyi bir haber alabilirsem bugün olacağımdan çok daha fazla
mutlu olurum.”
Pars’ın elime sardığı elini hissettim.
Bacağıma sapladığım tırnaklarıma kendi elini hedef gösterdi. Elini sıkıca elime
doladı.
“Yarın ya son doğum günüm olacak ya da bundan
sonraki doğum günlerimde hatırlayabileceğim kuvvetli bir umut ışığı doğacak… Hangisinin
gerçek olduğunu o zaman öğrenmek istiyorum.”
Saatler gece yarısı olur olmaz önüme bir
pastayla çıkacaklarını biliyordum. Annemin pastama sapladığı mumlar sönmeden
dilediğim dilekler beni hep yanlış yerlerden bulup yanlış şekillerde
yakalamışlardı.
Pes etmemiştim.
Tam bir yıl önce, kimsesiz kaldığım ve öyle de
kalacağıma dair ürpertilerle dolduğum on dokuzuncu doğum günümde pastasız ve
mumsuz ancak öncekilerden daha da büyük bir inançla dilemiştim dileklerimi.
Babam,
hayallerimdeki adam olsun. Bu kez kalbim bir canavarın ellerinde parçalanmasın…
Son dileğim gerçekleşmişti. Türkiye’ye
geldiğimde beni bulacak olanların karmaşasını engelleyecek dilekler de
dilemiştim ama haklarımın çoğunu babamla ilgili kısma harcamıştım.
Babam hayallerimdeki adamdı. Kalbimi
parçalayacak son insandı, onu kendi kalbinin yanına misafir edip dikkatle
koruyordu.
Bir yıl sonra, şimdi, yeniden dileklerime
güvenmeye ihtiyacım vardı.
Bana mumlarımı getirdiklerinde sessiz bir
fısıltıyla, kimseye duyurmadan söyleyeceklerim belliydi.
İyileşeyim, arkamda koca bir enkaz bırakmayayım, ben gözlerimi kapattığımda onlarsız olduğumun farkında olmayacağım belki ama onlar bensiz kalmasın…
Yorumlar
Yorum Gönder