Gözyaşı Kadehleri 12.Bölüm
12.BÖLÜM
Gözlerimi yeni
bir sabaha aralarken birden fazla farklılıkla aynı anda baş etmeye çalışmak
beni bayağı zorlamıştı.
En büyük ve
sarsıcı olan değişim bu sabaha yeni bir soy isim ile başlamamdı. Şüphesiz bunu
takip eden diğer konu da bulunduğum oda ve odanın ait olduğu evdi. Uyumadan
önce bu değişikliklerin bu kısımda son bulmasını ummuştum ancak araladığım
gözlerimden sızan görüntü bana resmen el sallayarak alay ediyordu.
Sağında
uzandığım, fazlasıyla büyük olan yatağın kalan kısmında sırtı başlığa yaslı
şekilde bacaklarını rahatça uzatmış olan Cevahir Avcıoğlu ile güne başlamak,
tatlı(!) bir gün için vazgeçilmez duruyordu.
“Günaydın,
doktor.” diyerek gözlerimi araladığım anın hemen sonrasında konuştuğunda henüz
bakışlarının odağında değildim. Elinde tuttuğu tablette neyle uğraştığı
umurumda değildi ancak gerçekçilik uğruna bugünü tatil ilan edişinin acısını
çıkarttığından emin gibiydim. İşe gidemiyorsa, işi avucunun içinde tutuyor
olmalıydı.
“Neden
yatağımdasın?” diye sordum henüz bu eve ait hiçbir şeyi benimsememiş olsam da
inat ederek.
“Yatağımız,” diye
düzeltmeye çalıştığında üstüme örtülü duran çarşafı biraz aşağı çekiştirdim.
“Senin yatağın salonda, Avcıoğlu. Yumuşacık bir koltuğun var.”
Tabletin
ekranından çekmediği gözleri sinirimi bozduğunda uzandığım yerden çok da
hareketlenmeden dizimi bacağına doğru geçirdim. “Niye izinsiz giriyorsun sen
buraya?”
Herhangi bir
tepki vermediği için bacağına vurup vurmadığım konusunda şüpheye düşmüştüm.
Hayal dünyamda mı yaşanmıştı bu?
“Sabah erkenden
hizmetlilerin geldiğini söylemiştim sana.”
Onu yatakta
gördüğüm anda zaten bu gerekçeyi tahmin etmiştim. Kendisini vura vura yataktan
atmayışımın sebebi de buydu. Yine de ben uyuyorken odaya sızmasını sevmemiştim.
“Her sabah böyle
mi olacak yani?”
“Yorucu, evet.”
Direkt olarak
kabullenmesini beklemiyordum. Kaşlarım havalanırken devam etti. “Her sabah
bununla uğraşamam, yatağı paylaşabiliriz.”
Sırıttım. “Belki
rüyalarında.”
“Rüyalarıma
girmek için hevesli misin yoksa?”
Nihayet bakışları
beni buldu. Yattığım yerden doğrulmak için bu anı seçmiştim. Onun gibi yatakta
oturur hale geldim ancak sırtımı başlığa kadar götürmeden daha ön kısımda
kalmıştım.
“Odaya kendin
için yatağa çevirebileceğin bir koltuk bulabilirsin,” derken omuz silktim. Aynı
odada uyumak umurumda değildi ancak aynı yatakta uyuyacağımızı sanması
saçmaydı. “Ya da her sabah in çık kendi kendine. Keyfin bilir.”
“Keyfim bu
seçenekleri tercih etmezdi.”
Sinek
vızıldıyormuş gibi davranarak ona sırtım dönük halde yatakta hareket ettim.
Ayaklarım yere bastığında omuzlarımı gerip uyuşan vücudumu gevşetmeye çabalamıştım.
Saçlarımın ve
yüzümün ne halde olduğuyla yüzleşebilmek için odanın içindeki banyoya doğru
adımladım. Banyo kapısını kapattığımda artık görüş açısında değildim.
Aynanın
karşısında derin bir nefes aldıktan sonra ellerim yanaklarıma uzandı.
Bakışlarım aynadaki yansımamda gezinirken biraz oyalanmıştım. Yüzüme çarptığım
sularla ferahlamayı umduğum saniyelerin sonunda kabaran saçlarımı da fazla
çabalamadan dağınık bir şekilde topladım.
Banyodan
çıktığımda içeride ne kadar kaldığımdan haberim yoktu ama yatağı boş halde
bulmuştum. Aşağı indiğini düşünerek üstümdeki gecelikten kurtulmak için giyinme
odasına yürüdüm. Odada vakit geçirmek yerine zil çalmaya başlayan karnım için
bir an önce mutfağa inmek istiyordum.
Giyinme odasının
aralık kapısını itip içeri vardığımda beni dolaplardan birinin önünde
kumaşların arasında kaybolmuş görünen, üst bedeni çıplak Cevahir karşıladı.
Adım sesimi ve kapının çıkarttığı patırtıyı duyduğundan emindim, içeriye girmiş
olmamı pek takıyor gibi durmuyordu.
“Giyinme odası
olarak boş odalardan birini bana ya da kendine mi ayırsan?”
“Koyacağın başka
bir şeyler varsa dolap ekletiriz buraya.”
Sağa sola ittiği
askıların arasında seçim yaparken bana bakmadan yanıt verdiğinde dudaklarımı
öne ittim. Derdim bu değildi. Her sabah burayı ortak mı kullanacaktık?
“Gerek yok,”
dedim pes edip. Cevahir’in saçma bir bahaneyle bu fikrimi de reddedeceğine
karar kılmış ve kendimi yormamayı seçmiştim.
Koyu lacivert,
ipek gibi görünen bir gömleği askısıyla birlikte dolaptan aldığını gördüğümde
kendi eşyalarımın olduğu kısma dokunmadan önce ona baktım. “Dışarı mı
çıkacaksın?”
Bedenini bana
çevirdiğinde sırtıyla bakışmaktan biraz daha fazla garip olan çıplak göğsüyle
karşı karşıyaydım. Başımı arkaya atmayınca göğsüne bakmak zorunda kalıyordum,
boy farkımız kahrolabilir miydi?
Gözlerine
çıkarttığım bakışlarıma karşılık verdiğinde bir yandan da gömleği askıdan
ayırmıştı. “Belki.”
Sorduğuma pişman
eden bir cevap gelince irdelemedim. Benim planlarım arasında buradan bugünlük
ayrılmak yoktu. Madem patronum izin
vermişti, yatarak değerlendirecektim.
Eşyalarımı kendim
yerleştirmediğim için neyin nerede olduğunu anlamak üzere dolapların içinde
küçük bir gezinti yapmıştım. Çoğu cam kapaklı olsa da çekmeceleri ve kapalı
rafları karıştırmam gerekince birkaç dakikadan fazla zamanımı almıştı.
Toprak tonlarında
rahat kumaşlı günlük bir elbiseyi seçerek kucakladım. Kısa kollu, üstüme
yapışacak ancak beni rahatsız edecek ölçüde sıkmayacak bir elbiseydi. Üst
bacağımın yarısına kadar inen elbiseyle pişmemeyi umuyordum. Dün sağanak yağmur
yokmuş gibi bugün hava günlük güneşlikti.
Gömleğinin
düğmelerini ilikleyen Cevahir’i kovalamak için dil dökmek yerine elbiseyle
birlikte banyoya yönelmek için hareketlendim. Dışarı çıkamadan radarına
yakalanmıştım. “Nereye?”
“Müsaadenizle giyineceğim
kocacım, izniniz var mı?”
Abartılı bir göz
kırpıştırma ve masum tuttuğum yüz ifademle boş boş onu süzerken dudaklarımdan
dökülenlerle ağzının içinde bir şeyler homurdandı ancak kendimi dinlemek için
bir çabaya sokmadım.
“Çıkıyorum, giyin
burada. Aşağıya birlikte ineriz.”
Benim yanıt
vermeme fırsat bırakmadan odaya geçti. Arkasından kapattığı kapıya doğru bakıp
birkaç kısık sesli hakaret eşliğinde giyinmeye başlamıştım.
Giyindikten sonra
ayağıma bir şey geçirmek yerine çıplak ayaklarımı yere vura vura odaya döndüm.
Makyaj masasındaki eşyaları evirip çevirip inceleyen Cevahir’i iş üstünde
yakaladığım için gülmüştüm. “Beğendiklerini kullanabilirsin, elindeki uçuk
pembe bir gloss mesela.”
“Sabahları fazla
şakacısın, bunu bir kenara not edeceğim.”
Elindekini pat
diye bırakıp bana ters bir bakış attıktan sonra gözleri baştan ayağa üzerimde
gezindi. Üstümde oyalanan bakışlarını bölmek ve nedensizce karıncalanmalar
yaratan kahvelerinden kaçmak için kapıya yürüdüm.
“Acıktım,”
dediğim sırada kapıyı açmış, koridora çıkmıştım.
Merdivenin ucuna
geldiğimde önde ben varken birden beni geçerek ilk önce o aşağıya adımlamaya
başlamıştı. Bir şey söylemeden peşine takıldım. Basamaklar azaldıkça aşağıdan
gelen sesler daha duyulur hale gelmişti.
“Kaç kişi var
evde?” diye sordum son basamağa varırken.
“Üç,” diyerek
cevaplamasına şaşırmamıştım. Evin büyüklüğü bundan fazlasını bile
gerektirebilir gibiydi.
Mutfağa değil
salona ilerlediğinde arkasından baktım ancak takip etmedim. Kahvaltının
salondaki masaya hazırlandığını tahmin ediyordum ama susamıştım. Önce kana kana
su içmem lazımdı.
Mutfağa girerken
içeride bahsedilen üç kişiyi de görünce bunun bir tanışma merasimine
dönüşeceğini anladığım için yüzüme normal bir ifade koymayı denedim.
“Günaydın,”
dediğimde tezgâhta bir şeyle uğraşan ikili hızla arkasını dönüp bana bakarken
ortadaki adanın sandalyelerinden birinde oturan kişinin bakışları zaten
girdiğimden beri bendeydi.
“Günaydın Seray
Hanım,” diyen tezgâhtaki iki kişiden biriydi. Diğer iki kıza göre daha büyük
duruyordu. Kalanların benden küçük olduğunu düşünüyordum ama konuşan kadın
muhtemelen benden fazlasıyla büyüktü.
Onların beni
ismen tanıması şaşırtıcı değildi. Eşyalarımı bile yerleştirmişlerdi. Ancak ben
hiçbir şey bilmiyordum. Bunu anlatmak ister gibi konuşan kadının yüzüne bakmayı
sürdüğümde nezaketle gülümsedi. Kenarları hafifçe kırışmaya başlayan gözleri
yüzümdeyken dudaklarını araladı. “İsmim Vildan. Kızlar da Neşe ve Mira.”
Sırayla
gösterdiği kızlardan oturuyor olanın adı Neşe’ydi. Ancak adıyla biraz çelişir
gibi görünüyordu. Yüzünde cenaze evindeymişiz gibi hissettiren bir ifade
olmasına çok takılmadan çekingen görünen ancak gözleri parıldayan Mira’ya da
kısaca baktım.
“Memnun oldum,”
dedim başımı hafifçe sallarken. “Su alacaktım ben.”
Mira hızla
doldurduğu bardağı bana uzattığında teşekkür ederek almıştım. Mutfaktan çıkıp
salona geçeceğim sırada Vildan Hanım’ın sesiyle durdum. “Seray Hanım, bizim
yıllardır devam eden bir düzenimiz var ancak sizin değişmesini istediğiniz bir
şey varsa…”
“Rutininizi devam
ettirin lütfen, zamanla konuşuruz kalan kısımları.”
Sesimi
olabildiğince ılımlı tutmuştum. Bir süre sonra ayrılacağım evde kendi düzenimi
ilan etmeyecektim elbette. Düzenleri neyse, öyle kalabilirdi.
Başıyla onaylar
bir hareket yaptığında tekrar kapıya yöneldim. Mira’nın da porselen bir
demlikle peşimden geldiğini gördüğümde ağzımı açacakken o benden önce
davranmıştı. “Çay Cevahir Bey için, kahvenizi annem hazırlayacak şimdi.”
Kahvaltıda
istisnalar dışında kahve içiyor olduğumdan haberdar olmalarına şaşırmadan önce
Cevahir’i fazla hafife almamam gerektiğini kendime hatırlattım. Bir adım değil,
on adım önümdeydi ve attığı o adımlar sırasında öğrenmediği bir şey kalmamıştı.
Vildan Hanım’ın
Mira’nın annesi olduğunu da öğrenmiştim bu şekilde. Neşe’nin kardeşi olup olmadığını
sormaya gerek duymadım. Özel hayatlarını irdelememin bir anlamı yoktu.
“Bugün çay
içerim, hastaneye gideceğim günlerde kahve hazırlanması yeterli olur.”
Mira beni
onaylayıcı bir şeyler söylerken birlikte salona ilerledik. Cevahir’i masadaki
yerine yerleşmiş, arkasına yaslı halde bulmuştum. Masanın başına oturmuştu.
Solundaki sandalyede bana servis açıldığını görünce oraya geçip yerleştim. Bu
sırada Mira çayları doldurmuş ve ‘afiyet olsun’ diyerek salondan çıkmak için
adımlamıştı.
O gidemeden
Cevahir konuştu. “Mira, kahve demiştim.”
“Ben istemedim,”
dedim Cevahir’in sert sesinin üstüne. Mira, Cevahir’in bu ses tonuna bugüne
kadar bence alışmış olmalıydı ancak pek öyle durmuyordu. Ürkek bir şekilde
salondan çıktığında arkasından birkaç saniye bakıp Cevahir’e döndüm. “Biraz
volümünü düşürsene sesinin, neye celalleniyorsun?”
Bana göz ucuyla
bakmakla yetindi. Önüne dönüşü kısa sürmüştü. Tabağına bir şeyler almaya
başladığında ben de nefeslenip kendi önüme döndüm. Beni ilgilendirmeyen
hareketlerine müdahale etmem belki gereksiz gerilim yaratmaktan başka bir şeye
yaramayacaktı ama tanıştığımızdan beri yaptığım bir şeydi bu. Tıpkı Vita’daki
kararlarına ve tavırlarına olduğu gibi evde de aynı şekilde ona ‘dur’ deme
ihtiyacı duyacaktım belli ki.
Tabağıma aldığım kahvaltılıklar
bitmeye yaklaşmışken midem tıka basa dolmuştu. Hızlı yediğimi fark ettiğimde
bunu istemsizce ve aslında bir an önce masadan kalkabilmek için yaptığımı da
anlamıştım. Benim aksime Cevahir her günü böyle başlıyormuş gibi rahatça
kahvaltısını yapıyordu.
Bir şeyler daha
yersem midemi bulandıracağımı kabullenerek çatalı elimden bırakıp çay bardağımı
kavrayarak arkama yaslandım.
“Bu kadar mıydı?”
Aniden konuştuğunda sessizliğe alıştığım için birden afallamıştım. “Ne bu kadar
mıydı?”
“Doydun mu, hani
acıkmıştın?”
“Doydum,” dedim
çayımdan yudumlarken. “Sence aynı oranda yemek yiyor olabilir miyiz? Üç
katımsın.”
Ağzına götürdüğü
çataldaki zeytinle birlikte duraksadı. “Yemediğin için üçte birim kadarsın
demek ki, paradoks gibi.”
İtiraz edip
düzgünce bir açıklama yapmak yerine ‘aynen’ der gibi kafamı oynatıp
geçiştirdim. “Kocaya alayla kafa sallanmaz, taze Avcıoğlu.”
“Müstakbel bitti
taze mi başladı?”
Güler gibi oldu. “Her
duyduğunda yüzünün aldığı hali görmek keyifli oluyor.”
“Karşılıklı bir
keyif olsaydı keşke bu.”
“Bu sana bağlı,
keyif al o halde.”
Çayımı ses
çıkartarak içtim. Bu gizli bir ‘kes sesini’ mesajıydı. Mesajı aldığından mı
yoksa kahvaltısına dönmek istediğinden mi bilmiyorum ama uzatmadan önüne döndü.
Cevahir’in
kahvaltısını yapışına maruz kaldığım dakikaların sonu nihayet doymayı
başardığında gelince yerimde kıpırdandım. Ee şimdi ne olacaktı?
Yukarıdayken
dışarı çıkma konusunda saçma bir cevap verdiği için gidip gitmeyeceğini
bilmiyordum. Sorasım da yoktu zaten.
Beni bu
düşüncelerden kurtaran evin içine dolan zil sesi oldu. Kimin geldiğini
bilemediğim için merakla Cevahir’e döndüm. Saat henüz öğlen bile değildi,
erkenci bir misafirdi.
Bir dakika
geçmeden salona giren bedeni gördüğümde gelenin tanıdık oluşu ne zaman
gerildiğini bilmediğim kaslarımın gevşemesini sağladı.
“Günaydın çiçeği
burnunda çiftimize,” diye şakıyan Teoman’dı. Bizle ilgili gerçeği bilen tek
üçüncü kişi olmasına rağmen, tek bilmeyenmiş gibi hareket etmesi beni karmaşık
hislere sürüklüyordu.
“Uykunu fazla mı
almışsın Teo?” diyen Cevahir’in uyarır gibi çıkan sesine bu kez müdahale
etmedim. Mira’yı korumuştum ancak Teoman kendi başını kendi yakıyordu, ben
uğraşamazdım.
“Siz izinlisiniz
diye ben de izinli değil miyim yani abi? Uyumasa mıydım? Ben sabah ezanıyla
gelmeme gerek yok diye-…” Susmadan konuşmaya başlaması Cevahir’in bakışlarıyla
duruldu. “Nefes al, sonra da geri bırakma Teo. Tut o nefesi.”
Cevahir’in
zorbaladığı Teoman’ın yüzündeki tadı kaçık ifadeye bir an istemsizce güldüm.
Dudaklarımdan fırlayan sesli gülüş çok kısaydı, kendimi direkt frenlemiştim.
“Yenge
gülüyorsun…” diyerek bana döndü Teoman. “Yazık bu çocuğa, savunayım demiyorsun.
Kıkır kıkır gülüyorsun.”
“Kendin
halledersin savunma işini diye düşündüm. Bu çeneyle…” Omzumu silkerek
konuştuğumda Teoman bana yalandan kırgın bakışlar atarken Cevahir arkasına
yaslanmış halde gözlerini bana dikmişti. Ona ‘ne oldu’ der gibi döndüm. Hiçbir
şey söylemeden bakmayı sürdürdü.
Salona giren
Mira’nın elinde Teoman için olduğu belli olan bir servis vardı. Bardağı ve
tabağı karşıma geçmiş olan Teoman’ın önündeki boşluğa bıraktı. “Soğuyanlardan
ısıtmamı istediğiniz bir şey var mı?”
“Sıkıntı yok
Mira, soğuk da yerim ben. Bedava bulmuşum sonuçta.”
Teoman’ın burada
yemese aç kalacakmış gibi davranmasına göz devirirken Cevahir’in sabır çektiğini
duymuştum. Ancak üçüncü tepki bizden biraz farklıydı. Mira’nın komik bir şaka
yapılmış gibi sırıtıp aniden kendini toparlamasına gözlerimi açarak baktım.
“Afiyet olsun
Teoman Bey,” diyerek sakladığı gülümsemesiyle birlikte hızlıca salondan
ayrıldığı sırada ben arkasından bakakalmıştım. Cevahir’e baktım hemen. O gayet
normal bir haldeydi.
Teoman’ın
yanaklarını dolu dolu şişirecek şekilde yapmaya başladığı kahvaltısı bünyeme
izlemek için fazla gelince masadan kaçmak için ayaklandım.
“Nereye yenge?”
diyerek sesli harflerin tümü ‘o’ şekline gelerek konuşan Teoman’a ayaktayken
bakındım. “Vildan Hanım’a yeterli stok var mı diye soracağım, sen yarın sabaha
bir şey bırakmayacak gibisin Teo.”
Bana dur durak
bilmeden yenge demese asla uğraşmayacağım halde beni buna zorluyordu. Üzgün
değildim.
Cevahir benim
tepkime kısa bir kahkaha attığında Teoman’la aynı anda ona hızla dönmüş ve
yüzüne bakmıştık. Aşırıya kaçarak gülmesi sık yaşanmıyordu.
“Alındım yenge,
gücendim biraz.” Tamamını yutabildiği lokmaları sayesinde artık düzgünce
konuşabiliyordu. Ciddi olup olmadığını anlamak için ona döndüm. Gözlerini
kısmış, dudak asmıştı.
“Pardon,” dedim
arada kalınca. Fazla mı abartmıştım?
Cevahir’in eli
aniden Teoman’ın ensesinde bir darbeye imza attı. “Duygu sömürüsü yapma kadına,
it herif. Ben kapıdan kovsam bacadan giriyorsun buna mı alınacaksın?”
Teoman sırıttı.
“Artık kovamazsın beni, burası sadece senin evin değil abi.”
Durumu işime
geldiği şekilde değerlendirdim. “Ben de onay verirsem…”
Aslında burası
hâlâ Cevahir’in eviydi ancak Teoman’a uymak ve sanki buraya keyfimden gelip
yerleşmiş gibi yapmak o an aklıma esmişti.
“Pek şaşırmam
aslında yenge,” dedi Teoman salatalık tabağından birkaç parça alıp ağzına
sokarken. “Birbirinize diklenseniz de pek farkınız yok gibi…”
Cevahir’le göz
göze gelmemize ve birbirimize birkaç saniye boş boş bakmamıza sebep olan
cümlesi salonda yankılanıp kaybolmuştu.
Ben bu dağdan
inme adama mı benziyordum?
Vaktim olursa bir
ara Teoman’a hakaret davası açmalıydım.
~
“Tamam, yoldayım.
Ben gelene kadar hazırlıkları tamamlamış olun, gelir gelmez operasyona
geçebilelim.”
Kulağımdaki
telefondan yükselen sese karşılık verdiğimde arama sonlanmıştı. Bakışlarımı
yolculuğu hızlandıracakmışım gibi ön camdan dışarıya dikmişken sessizleştim.
“On dakika
sürmez,” diye konuşan Cevahir’e doğru bakmaya gerek duymadım.
Evdeki
yardımcıların akşam yemeğinin ardından gitmesiyle birlikte evde sadece ikimiz
kalmıştık. Gündüz Teoman ile bir iki saatliğine ortadan kaybolması dışında
genel olarak hep gözümün önünde bulunmuştu. Yemekten sonra oyalanmadan odaya
geçip uyuyabileceğim kadar erken uyumayı kendime iş edinmişken saat gece
yarısına varmadan telefonum çalmış ve beni oyalandığım kitaptan ayırmıştı.
Acil müdahale
gerektiren bir hastanın haberiyle birlikte yerimden fırladığımda üstüme hızla
bir şeyler geçirmiş ve apar topar odadan çıkmıştım. Arabamın anahtarını alıp
evden çıkmayı planlasam da salonun yakınından geçerken yarattığım gürültü
Cevahir’in radarına yakalanmıştı.
Sonuç olarak onun
arabasında, sürücü koltuğunda kendisinin bulunduğu bir yolculuktaydım.
Direnmemiş, vakit kaybetmeme sebep olacak bu anlamsız hareketten kaçınmıştım.
Hastanenin
otoparkında durmak yerine ön kapıya kadar arabayla girip mesafeyi kısaltan
Cevahir arabayı durdurduğunda direkt kendimi dışarı attım. “Eve dön, kısa
sürmez. Taksiyle gelirim.”
Adımlarımı
yavaşlatmadan konuşmuş ve hızla içeriye yönelmiştim. Arkamdan ne dediğini ya da
bir şey demeye girişip girişmediğini bilmiyordum.
Bu andan sonraki
yaklaşık dört saatlik süre boyunca tüm odağım hastamdaydı. Girmeden önce nasıl
sonuçlanacağına dair pek çok öngörümün olduğu operasyon beklediğim gibi
sonlandıktan biraz sonra sürgülü kapılardan art arda geçerek koridora
çıkmıştım.
Çevremi sarmasına
artık aşina olduğum kalabalığın arasında kalmak ve sorularını dinlemek için
kendimi hazırlamışken beni beti benzi atmış şekilde ayakta bekleyen genç bir
adam karşıladı.
“Filiz!” diye
soludu aceleyle. Az önce ameliyatından çıktığım hastanın adıydı bu.
Gözlerindeki korkuyu buram buram hissedebiliyordum.
“Filiz Hanım
iyi,” dedim devam edemeyişini devralıp. “Sabaha kadar gözetim altında kalacak
yoğun bakımda, aksi bir durum gelişmezse odaya alırız kendisini öğlene doğru.”
Titrek bir nefes
aldı. Her an düşebilecekmiş gibi duran adamın haline bir şey diyemiyordum.
Geçtiğimiz dört saati habersizce yaşamıştı, içeride ne olduğunu bilememek büyük
bir kaygıyı doğurtuyordu.
“Bebeğim de iyi
mi? Yaşıyor değil mi? Siz gelmeden bir şeyler duydum ben, öldü dediler kendi
aralarında ama yanlış anlamışlardır. Doktor gelecek dediler sonra, geldiniz.
Bebeğim de yaşıyor, öyle değil mi?”
Acildekilerin
hasta yakınları etraftayken böyle bombalar patlatmasına alışıktım. Özellikle
gece, uzmanlar sayıca azaldığında kendi aralarında daha telaşlı bir hale
geliyorlardı. Bu da soğukkanlılıklarını etkiliyordu.
“Maalesef,”
diyebildim sadece. Anneyi gece yarısı neredeyse yaşamdan kopartıyor olan,
bebeğin çoktan cansız hale gelişiydi. “Bebek bir süre önce hayattan kopmuş,
Filiz Hanım’ı zehirl-…”
Bir anda hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başlayarak ellerini saçlarına geçiren adama daha fazla bir şey
söyleyemedim. Arkasını dönüp duvarın dibine doğru geçti. Alnını duvara yaslayıp
peş peşe başını oraya vururken sessizce bekledim.
Az önce çıktığım kapıdan
benimle birlikte içeride olan intörnlerden biri dışarı adımlayınca ona doğru
baktım. Başımla adamı işaret ettiğimde ne demek istediğimi anlamıştı.
“Hallediyorum hocam, bende.”
Adamın yalnız
olmadığından emin olarak yanlarından ayrıldığımda başım hafiften ağrımaya
başlamıştı. Annesinin karnında birkaç ay daha direnebilse belki de kollarıma
doğacak olan bir bebeği ölü halde annesinden ayırmak gecemi elbette kanatmıştı.
Belki çalıştığım
alandan belki de tamamen kendimden kaynaklanıyordu, bilmiyordum. Ancak
hislerimden arınmayı başarabilmekte öyle çok zorlanıyordum ki…
Başımın ağrısını
kesmeye yetmeyeceğini bilsem de adımlarımı önce asansöre, ardından da giriş
kattaki yirmi dört saat açık olan kafelerden birine yönlendirdim su içmek için.
Dışarıdaki taksi durağından taksi istetmeden önce bir şişe su almış ve
boğazımdan yuvarlamıştım bolca.
Saat sabaha karşı
dördü geçmeye başlamışken hava henüz karanlıktı. Kapıdan çıkmak üzere
hareketlendiğimde dış kapıya en yakın kısımda duran güvenliğe doğru baktım.
“Taksi çağırır mısınız kapıya?”
“Seray hocam
Cevahir Bey otoparkta, çıkarsanız size söylememi istedi.”
Kaşlarım
istemsizce çatıldı. Eve gitmesini söylemiştim, saatlerdir burada ne yapıyordu?
“Tamam,” dedim
adamı sorguya çekmeyi anlamsız bularak. Sorularımı ona sormamın bir gereği
yoktu. “Kolay gelsin.”
“Sağ olun,” diyen
adamın yanından geçip arka kapıya doğru ilerledim. Otoparka varmam çok uzun
sürmezken tek tük arabayla yarısı bile dolu görünmeyen alanda tanıdık arabayı
görmem zor olmamıştı.
Cevahir’in
arabasının yanına kadar ulaştığımda oyalanmadan ön yolcu kapısını açmak için
elimi uzatacakken bakışlarım arabanın içine takıldı. Oturduğu sürücü koltuğunu
geriye doğru biraz yatırmış, başı geriye yaslı, kolları göğsünde çaprazlanmış
halde gözlerini kapattığını gördüğümde durakladım.
Beklemediğim
anlarda, beklemediğim şeyler yapmasına artık direnç kazanmaya başladığımı
düşünmüştüm. Oysa bu diğer beklenmezliklerden biraz farklıydı. Beni zorunda
bıraktığı ya da zayıf karnımdan vurduğu bir an değildi.
Git dediğim halde
gitmeyişi, ne kadar süreceğini bilmemesine rağmen saatlerce burada beklemiş
olması ne anlama gelmeliydi benim için?
Hem kendim hem de
çok rahat görünmeyen uykusuna düzgünce devam edebilmesi için onun adına daha
fazla oyalanmadım. Kapıyı açacakmış gibi çektiğimde tahmin ettiğim gibi
açılmamış, kilitlediği için kapı kolu sadece sert bir ses çıkartmıştı.
Çıkan ses birden
gözlerini aralamasına, aynı anda da sesin geldiği yöne yani bana doğru
bakmasına sebep olurken birkaç saniye içinde kilidi açtı. Kapıyı aralayıp
koltuğa yerleştiğimde bakışları üzerimdeydi.
“Saat kaç?” diye
mırıldanırken bunu daha çok kendisine soruyor gibiydi. Uyuduğunun farkına
varamadığını anlamak mümkündü. Ön paneldeki ekrandan saati gördüğünde yeniden
bana baktı. “Yeni mi bitti ameliyat?”
Başımı salladım
yavaşça. “Evet,” dedikten sonra kemerimi çekiştirdim. “Eve gidebilir miyiz bir
an önce?”
Arabayı
çalıştırmadan önce koltuğunu düzeltti kısa bir hareketle. Yeniden doğrulmuş
hale geldiğinde rolleri değiştirmişiz gibi bu kez kollarını göğsünde kavuşturup
başını geriye yaslayan ben oldum.
“İyi mi geçti?”
diye sorduğu sırada artık araba yolda süzülmeye başlamıştı.
“Anne iyi,” dedim
kısa keserek. Gelirken yaptığım tüm telefon konuşmasına şahitti. Hastanın 6
aylık hamile olduğunu biliyordu, bebekten bahsetmemem yeterince açıktı
muhtemelen onun için de.
“Anladım,”
demekle yetindi. Araba evin sınırlarına ulaşana dek gözlerimi kapalı tutarak
dinleniyormuş gibi görünsem de aslında başımdaki ağrıdan ve yorgunluğumdan
sıyrılabilmiş değildim.
Arabadan inerek
eve yürümeye başladım. Anahtar Cevahir’deydi. Kapıda onu bekleyişim uzun
sürmedi. Kapıyı açtığında içeriye girer girmez merdivenlere yönelmiştim.
Arkamdan gelmek yerine salona döneceğini algıladığımda kendi kendime derin bir
nefes aldım.
Belki onun
yaptıklarına karşın az sonra yapacağım bir aptallıktı. Kolay pes etmekti ya da
gardını düşürmekti… Ama kendimi de bulunduğumuz düğümü de sorgulamamaya gayret
ettim.
“Odada
kalabilirsin,” dedim düz bir sesle. Bu sırada merdivenin ilk basamağına adım
atmıştım.
“Tekli koltuğa
sığacak kadar küçük ve esnek değilim Seray.”
Onu yatağın bir
kenarında yatmaya davet etmeme asla ihtimal vermemesi, bunun yerine kalçamı zor
koyacağım koltuğa çağırdığımı sanmış olması biraz eğlendirmişti beni.
“Koltuktan
bahsetmedim.”
Merdiveni çıkmayı
bırakmadan konuştuğum için ben üst katın koridoruna vardığımda Cevahir henüz
girişteydi. Ne yapacağını görmeye çalışmak yerine odaya geçtim. Banyoya
geçeceğim sırada odanın kapatmadığım ancak biraz ittirdiğim kapısı duvara doğru
tamamen açıldı.
“Sen ciddi misin?
Ameliyatta monitör mü düştü kafana doktor?”
Saksı yerine
monitör kullanıp mesleğime adapte ettiği deyime göz devirdim. “Aynen,” dedim
alayla. “Biraz daha konuşursan vazgeçmek üzereyim gerçi.”
Ellerini kaldırdı
aynı anda. Teslim olmuş gibi görünmesine belki başka bir anda gülebilirdim ama
dudaklarımı kıvırmaya üşenmiştim. “Böyle yatamam, duşa gireceğim. Sen zıbarmana
bak Avcıoğlu.”
Odadaki yatağın
üç kişiyi dahi rahatça alacak kadar geniş olması, yardımcılara yakalanma
riskinin Cevahir salonda uyursa artması gibi bahaneler sığınabilir; neden
gündüzden geceye fikrimin böyle ani değiştiğini bu bahanelerle
açıklayabilirdim.
Buna gerek
duymadım.
Kendime yalan
söylemeyi bir kenara bırakıp banyodan sonra giyeceklerimi almak üzere giyinme odasına
geçerken içimden gerçeği tekrarladım.
Fikrimi değiştiren, eve dönüp yatağında rahatça
uzanmak yerine saatlerce otoparkta arabasının içinde tıkılı kalan Cevahir’in
bizzat kendisiydi.
Benimle aynı evde
kalmak zorundaydı, beni insanların gözü önünde öpmek ya da belki elleri bir
şekilde bana temas etmek zorundaydı ancak o saatleri beni bekleyerek geçirmek
zorunda değildi. Zorunda olunmadan yapılan en ufak düşünceli harekete aç ve bu
konuda beklenti dolu olan yanım güvenliğin cümlesinden beri kendini özgür
kılmaya çalışıyordu.
Dün gece giyiyor
olduğum ince, kısa gecelik yerine saten şortlu ve askılı bir takımla odaya
döndüğümde aradan bolca zaman geçmişti. Uykusuz kalmaya alışkındım, sabah
erkenden uyanacağımı bilmeme rağmen acele etmemiş ve saçımı da kurutmaya bayağı
zaman harcamıştım.
Odaya döndüğümde
sabah benim sağ tarafta uyuduğumu gördüğü için solda uzanacağını görmeyi
beklediğim Cevahir’i yastığımın üstüne gömülü halde bulduğumda yanaklarımı
havayla şişirdim.
Yüzüstü ancak
yanağı yastığa denk gelecek şekilde yatıyordu, bir kolu yastığın altında diğeri
ise benim uzanmam gereken kısımda sere serpeydi.
Uzandığı taraftan
yatağa yaklaştım. Sağda yatmaya başladığım için öyle devam etmek zorundaydım.
Yoksa uyumakta zorlanırdım.
Bol siyah bir
tişörtle kaplı bedenini parmağımla hafifçe dokundum. Omuzunu ve kolunun üstünü
dürterek uykusundan az da olsa ayılmasını hedeflemiştim.
Ya uykusu pek
derin değildi ya da henüz derinleşecek kadar zaman geçmemişti ki gözleri direkt
aralandı. “Diğer tarafa geç, yerime yatmışsın.”
Ne dediğimi
anlamaya çalışır gibi bir an yüzüme baktı. Bulunduğum taraftaki masa lambası
açıktı. Komodinde duran lambadan sızan loş ışık yeteri kadar görüş alanı
yaratıyordu.
“Ne yapmışım?”
diye sordu afallayarak. “Benim yattığım yerdesin, Cevahir. Sola geç hadi.”
Yüzünü yan
çevirip burnu yastığa yapışacak şekilde biraz bekledi. Sanırım kendisine
gelmeye çalışıyordu.
Bedenini atik bir
şekilde diğer tarafa geçirdiğinde rahat bir nefesle örtüyü aralayıp yerime
geçtim. “Biraz daha git, koca yatağa sığamadın resmen.”
Yatağın ortasında
durmasını eleştirdiğimde ağzının içinde bir şeyler homurdanıp sol uca geçti.
Sırtı bana dönük olacak şekilde kolunun üstüne yattığında artık aramızda orta
kilolarda iki kişiyi ağırlayabilecek bir alan vardı.
Tamamen yatmadan
önce ışığa uzanıp odanın karanlığa gömülmesini sağladım. Gözlerim karanlığa
alışırken sırtım yatağa değecek şekilde başım yastıktaydı. İnce örtüyü göğsüme
doğru çektim.
Yeni duş almış
olmama rağmen kendimden yükselen lavantalı koku yerine burnuma sızan başka bir
aroma vardı. Bunun yanımdaki bedene ait, henüz ne olduğunu çözemediğim
baharatlı sıcak koku olduğunun farkındaydım. Ateş gibi ama acı kokuyordu.
Gündüz aklıma
geldiğinden merakla odada parfümünü aramış ve banyodaki dolapta yedek bir şişe
bulmuştum. Ancak parfüm tam olarak şu anda burnuma dolan kokuyu değil, bu
kokunun yarısını ancak bana sunabilmişti. Geriye kalan yarımın kaynağı neydi,
bilmiyordum.
Birkaç saat
geçmeden alarmımın çalacağını kendime hatırlatarak gözlerimi uykuya kapadım.
Aynı yatağı
paylaşıyor oluşumuzu, yanımdaki adamın bir günden fazla süredir kocam oluşunu
ve geriye kalan bazı önemsiz(!) detayları düşünmeden bilincimi uykuya emanet
ettim.
~
Kulağıma dolan
boğuk melodiyle eşzamanlı olarak gözlerim aralandığında ne ara sabah olduğunu
algılayabilmem zor olmuştu.
Tavanla
bakışacağımı düşünerek araladığım gözlerim açılır açılmaz ilk gördüğüm şey
yüzüme oldukça yakın konumda duran bir yüzdü.
Zihnim gecenin
kısa bir özetini olabildiğince hızlı şekilde bana sunarken neden Cevahir’in
dibimde durduğunu anlamam gecikmedi. Gerçi iki ayrı uçta yatıyor olarak
başlayan gece, birkaç saat sonra nasıl yatağın ortasında birbirimize dönük
kalışımızla sonlanmıştı bilmiyordum.
Hiçbir şekilde
temas etmiyorduk, yüzlerimizin arasında elimi sokabileceğim kadar kısa bir
mesafe olması dışında genel bir yakınlık yoktu aramızda.
Duyar duymaz
kapatmak yerine kendime gelmeye odaklandığım için alarm sesi tekrar duyulmaya
başlandı. Cevahir’in yüzünü buruşturur hale geldiğini gördüğümde kendimi hızla
geri çektim. Bunu ilk anda yapmam gerekirken salak gibi oyalanmıştım.
“Bu ne boktan bir
ses?” diye homurdanarak sabahı şenlendirdiği sırada ben olduğum yerde
gerinmekle uğraşıyordum. Alarmı erkene, hem hazırlanma hem de kahvaltı
yapabilme olanağımın rahat olacağı şekilde kurmuştum. Uykumdan çalıyordum ama
hazırlık ve kahvaltı da benim için en az uyku kadar önemliydi.
“Kendi alarmın
çok mu farklı?” diye yanıtladım ancak beni duyduğu şüpheliydi. Hiçbir şey
söylemeden yatağın ucuna geçip yüzünü yastığa gömmüştü.
Aynı yatakta
uyumuş olmanın bir zararı olmadığını keşfettiğim için gece verdiğim karardan
şimdi pişman olmuş değildim. Liseden beri yurtlarda kalarak okuyordum,
birileriyle yatak paylaşmışlığım yoktu ama alanımı paylaşma konusunda
tecrübeliydim. Çalışmaya başladıktan sonra bu işe ara verdim ve şimdi de bir
yıllığına döndüm gibi düşünebilirdik.
Cevahir’in alarmı
muhtemelen daha geç bir saate kuruluydu. Hazırlanmasının çok uzun sürdüğünü
sanmıyordum. Ben banyo ve giyinme odası arasında mekik dokurken hâlâ hareketlenmemiş
oluşu da bunu kanıtlıyordu.
Dar bir pantolon
ve ceket kesimine sahip siyah takımımı giydiğimde içimdeki beyaz askılının
göğüs kısmını düzelterek odaya geri çıkmıştım.
Saçımı yıkayıp
yattığım için beni zorlamayacaktı. Aynalı masanın önüne yerleşeceğim sırada
ikinci bir alarm sesi duyuldu. Beğenmediği alarm sesimin benzeri odayı
doldururken gözünü açmadan elini komodine uzattı. Telefonun saçma sapan
yerlerine basıp durarak sonunda alarmı durdurmasını tebrik edesim gelmişti.
Zoru başarmıştı.
Uyanmamakta
direnmesinin gece benim peşimden gelerek normal dışı bir düzende uyumasından
kaynaklandığını tahmin ediyordum. Ona bulaşmadan saçımı ve hafifçe uyguladığım
makyajımı tamamladım. Yerimden kalkarken Cevahir de yatakta doğrulmuştu.
“Günaydın uyuyan
güzel,” diyerek dalga geçtim. Suratsız bir şekilde yataktan kalkıp banyoya
yöneldi. Arkasından dayanamayıp gülmüştüm.
Ayakkabılarımın
arasından aldığım ince ama kısa topukluları ayağıma giyip odadan çıktım. Ben
kahvaltıya yerleşene dek Cevahir’in de inmiş olacağını düşünüyordum. Aksi halde
onu beklemeden yemem ve çıkmam lazımdı. Erkenden gelecek olan hastalardan önce
gece ameliyatını yaptığım hastayı kontrol etmem gerekiyordu.
Merdivenleri
topuk seslerim eşliğinde bitirdiğimde salondan mutfağa doğru adımlayan Vildan
Hanım ile karşılaştım.
“Günaydın Seray
Hanım,” diyerek güleç bir ifadeyle beni selamladıktan sonra ben yanıtlayamadan
mutfağa koşturmuştu.
“Günaydın,” diye
mırıldandım arkasından, o duyamayacak olsa da.
Salona geçip
masanın ne ölçüde hazır olacağına bakacakken geniş koltuklardan birinde
oturuyor olan Neşe’yi gördüm. İçeri girdiğimi fark ettiğinde direkt
ayaklanmıştı. “Günaydın,” dedi hafif gergin bir sesle. İkidir onu otururken,
diğer ikiliyi ise karınca misali koştururken buluyordum. Dün gün boyunca da
Neşe’yi pek ortalıkta görmemiştim.
Şimdilik
sorgulamadım durumu. Herhangi bir sorun olsa Vildan Hanım’ın Cevahir’le
konuşacak olduğunu düşünüyordum. İkinci günden düzene ortadan dalmama gerek
yoktu.
“Günaydın Neşe.”
Zar zor
gülümsedikten sonra yanımdan geçip salondan çıktı. Arkasından kısa bir an
baksam da oyalanmadan neredeyse tamamen hazırlanmış olan masaya geçtim.
Sandalyemi çekip
oturduğumda bacağımı diğerinin üstüne atmış, çantamı az önce koltuğa bıraksam
da elimde kalan telefonumu açarak bir şeylerle oyalanmaya başlamıştım.
Birkaç dakika
boyunca arada Mira’nın sofraya getirdiği tabak çanak dışında bir hareketlilik
olmadı. En son Cevahir’in çayını ve benim kahvemi getirince ona doğru
bakmıştım. “Soğumasın, Cevahir indi mi aşağıya?”
“İndi Seray
Hanım, koridorda telefonla görüşüyor.”
Onaylar bir baş
hareketi yaptığımda Mira tatlı tatlı gülümseyip yanımdan ayrıldı. Yemeye
başlamamıştım ama dumanı tütüyor olan geniş kahve fincanını kaldırıp
dudaklarıma yaslamakta bir sakınca görmedim.
Boğazımdan inen
sıcak yudum henüz mideme varamadan Cevahir salon kapısından göründü.
Üstünde siyah bir
takım elbise ve beyaz gömlek vardı. Refleksle bakışlarım kendi üstüme kaydı.
Siyah takımım ve beyaz badimle birlikte onun dişileşmiş hali gibi görünüyordum.
Sık sık siyah
takımlar giydiği için durumu irdelemedim. Uyku sarhoşuyken beni süzüp
üstümdekine göre giyindiğini sanmıyordum.
“Başlasaydın,”
derken sandalyesine geçti. Omuz silkerek karşılık verdim. “Başladım işte,
kahvemi içiyorum.”
Kastettiği bu
olmasa da başka bir şey söylemedi. Bir şeyler atıştırmaya başlayıp tabağıma
odaklanırken gözümü pek ona çevirmemiştim.
“Uykusuz musun
çok?” diye sordu birden bire kahvaltının ortasında.
“Hayır, alışkınım
az uyumaya.”
Çilek reçelinin
içine duran küçük kaşıkla ekmek parçasını süsleyerek ağzıma yuvarlarken
bakışları bendeydi. “Hasta yoğunluğun yoksa erken çıkarsın akşam.”
“Hım,” dedim
uzata uzata. “Patronun karısı olma işini sevdirmeye mi çalışıyorsun bana
Avcıoğlu?”
Burnundan kısa
bir nefes verdi. Güler gibi bir ses çıkmıştı dudaklarından ama güldüğünü
gösteren başka bir belirti yoktu.
“Sevmen için
çabalamam gerektiğini düşünmüyorum, akışına bıraktım.”
Kaşlarımı
kaldırdım alayla. “Bak sen,” dedim çocuk eğler gibi. “Düşünebiliyorsun da
yani.”
Bana ters ters
baktığı sırada sırıtarak reçelin kaşığını geri bırakmakla meşguldüm. Hayatında
ona böyle rahatça laf atabilen bir başka varlık bulunmaması, konumumu bana
sevdiren en önemli etkendi ancak kendisine bunu dillendirmedim.
“Yap kahvaltını
da çıkalım, patronun kovmasın seni madem.”
Kahvemin dibinde
kalan yudumu içerek boğazımı rahatlattıktan sonra saçımı geriye itip havalı
olduğumu umarak ona baktım.
“Yiyorsa kovsun,”
dedim başımı omuzuma eğerek. “Kocamı kullanarak direneceğim. Kocamın insanların
ruhunu emen bir manyak olduğunu biliyor muydun?”
İşime gelince
patron ve koca ayrımı yapıp, işime gelmediğinde yapmamam dengesini bozmuş gibi
görünüyordu. Ki amacım da buydu.
“Emmeden de
gömmeden de başlatma şimdi, doktor. Kalk hadi.”
Yeterince
gerildiğini kabullenerek keyifle yerimden kalktım. “Kalktım, nasıl usluyum
bak.”
Arkamdan gelen
homurtularına sandalyesinin sesi eşlik ederken ben çoktan dışarı yönelmiştim.
Sabahları araba
sürmeme işini sevmeye başladığımı kendime itiraf etmiş halde indirdiğim üst
kısımdaki aynadan rujumu düzeltirken Cevahir tüm odağını yola harcıyordu.
“Toplantı var mı
bugün?” diye sordum aynayı kapatırken. Hastaneye az kalmıştı.
“Yok, olsa
gelecek miydiniz Seray Hanım?”
Dudaklarımı
büktüm. Az önce sürdüğüm kızıl kahve rujun renklendirdiği dolgun çıkıntıların
saniyelik olsa da bakışlarının hedefi haline geldiğini gözden kaçırmamıştım.
“Hayır,” dedim
rahatça. “Toplantılarınızın canı cehenneme, bundan sonra eğer hastaneden
atılmam için toplanan disiplin toplantısı değilse beni çağırmayın.”
Sabır dilenerek önüne
dönüşü acaba rujumu beğenmediğinden miydi? Çünkü gayet tatlı konuşuyordum ben.
Araba otoparkta
durduğunda arka koltuğa attığım çantamı da almış ve yavaşça inmiştim. Bu sırada
kendisi de inip benim olduğum tarafa dolanmıştı.
Yan yana
yürüyeceğimizi ve bunun evli bir çift olarak hastaneye ilk girişimiz için
yeterli olduğunu düşünürken çantayı sağ elimde tuttuğum için boş kalan sol
elime dolanan parmaklarını hissettim.
Parmaklarımızın
birbirine geçmesine sebep olup büyük avucuyla elime yılan gibi dolandığında
elimi mızmız bir çocuk gibi ondan çekmek ve kenarda hüngür hüngür ağlamak
istiyordum.
Küçük bir bebeğin
takıntı haline getirdiği, asla yanından ayırmadığı ve mutlaka bir yerinden
tutup kavradığı oyuncağı gibi hissediyordum onun yanındayken.
İçeriye girdiğimizde
hastalar için bile magazin değeri olan bir görüntüydük. Üstümde hissettiğim
gerekli gereksiz, tanıdık yabancı bolca bakış eşliğinde asansöre ilerleyen
adımlarına uydum.
Benim ineceğim
kata ve kendi ineceği kata bastığında hafif dolu olan asansörde hâlâ el
eleydik.
“Günaydın Cevahir
Bey,” diyen orta yaşlı kadının hemşire olduğunu önlüğünden anlamıştım. Tanıdık
bir sima değildi, farklı bir servisteydi muhtemelen.
Cevahir sesli bir
yanıt yerine küçük bir baş hareketiyle yetindiğinde kadın biraz duraksadı. Göz
göze geldiğimizde benden yaşça büyük ve dolayısıyla tecrübe olarak da kuvvetli
birinin öylece kalakalmasını hiç sevmemiştim.
“Günaydın size
de,” diye mırıldandım. Kadının düşüyor gibi olan yüzü aydınlanmıştı. İnsan
canlısı biri değildim, bunun hakkında Ceylin uzunca bir tez yazabilirdi hatta.
Hep yakınırdı. Ancak Cevahir’leyken kendimi hümanizmin önde gelen
savunucularından biri gibi hissediyordum.
Asansör ilk
katlardan birinde durdu, içerideki kalabalık bu katta indiğinde kapı kapanıp
bizi içeride yalnız bırakmış oldu.
“Dilini kullanıp
günaydın demek çok zor muydu?”
“Dilimi
kullanmama çok mu meraklısın doktor?”
Yüzümü
buruşturdum. “Andropozun kıyısında gibi son bir gayretle gereksiz göndermeler
yapıyorsun, bir ara ürolojiye görünsen mi?”
Gözlerini kıstı.
“Otuz üç yaşındayım Seray, yetmiş üç değil.”
Asansörde yalnız
oluşumuza rağmen neden el ele tutuştuğumuzu sorgulayacağım sırada kapı yeniden
açıldı. İnmek için hareketlendim, kendisi biraz daha yükseğe çıkacaktı.
Asansörde kalmak
yerine benimle birlikte indi. “Hastalara birlikte mi bakacağız?” diye sordum.
“Bir şeyi kontrol
edeceğim, her adımımı da sorgula ama Seray tamam mı?”
“Tamam,” dedim
hevesle başımı sallayıp.
Birlikte
koridorun benim odama giden kısmına saptığımızda tek tük kattaki bekleme
koltuklarında bulunan hastalar dışında pek kimse yoktu.
Volkan’ın
odasıyla bitişik olan, arasında da Ceylin’in masasının bulunduğu alana
geldiğimizde Ceylin yerinden kalktı hemen. Yüzündeki otuz iki dişini de bize
sunan sırıtışla önce ellerimize daha sonra tek tek yüzümüze baktı. Bu sırada
masasının ucuna gelmiştik zaten.
“Günaydın!” dedi
cıvıldar gibi. “Enerjiniz direkt doldurdu etrafı.”
Ya ya… Ne
enerjiydi bizdeki de değil mi?
“Günaydın
Ceylin,” dedim Cevahir’in susacağını tahmin ederek. “İlk hastam geldi mi?
Vizitesini halletmem gereken bir hastam var.”
“İlk randevunuz
henüz gelmedi, ben biraz gecikebileceğinizi söylerim.”
Başımla
onayladım. Bu sırada bakışlarım Cevahir’in neyi kontrol edeceğini merak ettiğim
için onu buldu. “Ee?” dedim önce. Devam edecekken bakışlarının bir yere
çevrilmiş olduğunu gördüğümde konuşmak yerine onu taklit edip baktığı yere
baktım.
Odamın kapısına
bakıyordu. Kapıya baktığım ilk anda herhangi bir detay görmemiştim. Ancak kısa
bir an sonra Cevahir’in neyi kontrol ettiğini anlayabildim.
Kapımın yanındaki
dörtgen tabelada yazılı ismi görmeye alışkındım. Op. Dr. Seray Şimşek yazan
yerde bulunan küçük ancak anlamda ağır eklenti ise yeniydi.
Op. Dr. Seray Şimşek Avcıoğlu…
Gerçekten acilmiş
gibi bunu halletmiş olması inanılmazdı. Cevahir’in hiçbir adımı son anda
kararlaştırmadığını, her bir adımı önceden planladığını kavramam çok önce
gerçekleşmişti ancak yine de kendimi şaşkınlıktan alıkoyamıyordum.
Hayatıma girişi
gibi hayatımdan ansızın çıkarken de buna hiç şaşırmayacak kadar adapte olmuş
olabileceğimi düşünmüyordum.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder