Gözyaşı Kadehleri 12.Bölüm

 12.BÖLÜM



Gözlerimi yeni bir sabaha aralarken birden fazla farklılıkla aynı anda baş etmeye çalışmak beni bayağı zorlamıştı.

En büyük ve sarsıcı olan değişim bu sabaha yeni bir soy isim ile başlamamdı. Şüphesiz bunu takip eden diğer konu da bulunduğum oda ve odanın ait olduğu evdi. Uyumadan önce bu değişikliklerin bu kısımda son bulmasını ummuştum ancak araladığım gözlerimden sızan görüntü bana resmen el sallayarak alay ediyordu.

Sağında uzandığım, fazlasıyla büyük olan yatağın kalan kısmında sırtı başlığa yaslı şekilde bacaklarını rahatça uzatmış olan Cevahir Avcıoğlu ile güne başlamak, tatlı(!) bir gün için vazgeçilmez duruyordu.

“Günaydın, doktor.” diyerek gözlerimi araladığım anın hemen sonrasında konuştuğunda henüz bakışlarının odağında değildim. Elinde tuttuğu tablette neyle uğraştığı umurumda değildi ancak gerçekçilik uğruna bugünü tatil ilan edişinin acısını çıkarttığından emin gibiydim. İşe gidemiyorsa, işi avucunun içinde tutuyor olmalıydı.

“Neden yatağımdasın?” diye sordum henüz bu eve ait hiçbir şeyi benimsememiş olsam da inat ederek.

“Yatağımız,” diye düzeltmeye çalıştığında üstüme örtülü duran çarşafı biraz aşağı çekiştirdim. “Senin yatağın salonda, Avcıoğlu. Yumuşacık bir koltuğun var.”

Tabletin ekranından çekmediği gözleri sinirimi bozduğunda uzandığım yerden çok da hareketlenmeden dizimi bacağına doğru geçirdim. “Niye izinsiz giriyorsun sen buraya?”

Herhangi bir tepki vermediği için bacağına vurup vurmadığım konusunda şüpheye düşmüştüm. Hayal dünyamda mı yaşanmıştı bu?

“Sabah erkenden hizmetlilerin geldiğini söylemiştim sana.”

Onu yatakta gördüğüm anda zaten bu gerekçeyi tahmin etmiştim. Kendisini vura vura yataktan atmayışımın sebebi de buydu. Yine de ben uyuyorken odaya sızmasını sevmemiştim.

“Her sabah böyle mi olacak yani?”

“Yorucu, evet.”

Direkt olarak kabullenmesini beklemiyordum. Kaşlarım havalanırken devam etti. “Her sabah bununla uğraşamam, yatağı paylaşabiliriz.”

Sırıttım. “Belki rüyalarında.”

“Rüyalarıma girmek için hevesli misin yoksa?”

Nihayet bakışları beni buldu. Yattığım yerden doğrulmak için bu anı seçmiştim. Onun gibi yatakta oturur hale geldim ancak sırtımı başlığa kadar götürmeden daha ön kısımda kalmıştım.

“Odaya kendin için yatağa çevirebileceğin bir koltuk bulabilirsin,” derken omuz silktim. Aynı odada uyumak umurumda değildi ancak aynı yatakta uyuyacağımızı sanması saçmaydı. “Ya da her sabah in çık kendi kendine. Keyfin bilir.”

“Keyfim bu seçenekleri tercih etmezdi.”

Sinek vızıldıyormuş gibi davranarak ona sırtım dönük halde yatakta hareket ettim. Ayaklarım yere bastığında omuzlarımı gerip uyuşan vücudumu gevşetmeye çabalamıştım.

Saçlarımın ve yüzümün ne halde olduğuyla yüzleşebilmek için odanın içindeki banyoya doğru adımladım. Banyo kapısını kapattığımda artık görüş açısında değildim.

Aynanın karşısında derin bir nefes aldıktan sonra ellerim yanaklarıma uzandı. Bakışlarım aynadaki yansımamda gezinirken biraz oyalanmıştım. Yüzüme çarptığım sularla ferahlamayı umduğum saniyelerin sonunda kabaran saçlarımı da fazla çabalamadan dağınık bir şekilde topladım.

Banyodan çıktığımda içeride ne kadar kaldığımdan haberim yoktu ama yatağı boş halde bulmuştum. Aşağı indiğini düşünerek üstümdeki gecelikten kurtulmak için giyinme odasına yürüdüm. Odada vakit geçirmek yerine zil çalmaya başlayan karnım için bir an önce mutfağa inmek istiyordum.

Giyinme odasının aralık kapısını itip içeri vardığımda beni dolaplardan birinin önünde kumaşların arasında kaybolmuş görünen, üst bedeni çıplak Cevahir karşıladı. Adım sesimi ve kapının çıkarttığı patırtıyı duyduğundan emindim, içeriye girmiş olmamı pek takıyor gibi durmuyordu.

“Giyinme odası olarak boş odalardan birini bana ya da kendine mi ayırsan?”

“Koyacağın başka bir şeyler varsa dolap ekletiriz buraya.”

Sağa sola ittiği askıların arasında seçim yaparken bana bakmadan yanıt verdiğinde dudaklarımı öne ittim. Derdim bu değildi. Her sabah burayı ortak mı kullanacaktık?

“Gerek yok,” dedim pes edip. Cevahir’in saçma bir bahaneyle bu fikrimi de reddedeceğine karar kılmış ve kendimi yormamayı seçmiştim.

Koyu lacivert, ipek gibi görünen bir gömleği askısıyla birlikte dolaptan aldığını gördüğümde kendi eşyalarımın olduğu kısma dokunmadan önce ona baktım. “Dışarı mı çıkacaksın?”

Bedenini bana çevirdiğinde sırtıyla bakışmaktan biraz daha fazla garip olan çıplak göğsüyle karşı karşıyaydım. Başımı arkaya atmayınca göğsüne bakmak zorunda kalıyordum, boy farkımız kahrolabilir miydi?

Gözlerine çıkarttığım bakışlarıma karşılık verdiğinde bir yandan da gömleği askıdan ayırmıştı. “Belki.”

Sorduğuma pişman eden bir cevap gelince irdelemedim. Benim planlarım arasında buradan bugünlük ayrılmak yoktu. Madem patronum izin vermişti, yatarak değerlendirecektim.

Eşyalarımı kendim yerleştirmediğim için neyin nerede olduğunu anlamak üzere dolapların içinde küçük bir gezinti yapmıştım. Çoğu cam kapaklı olsa da çekmeceleri ve kapalı rafları karıştırmam gerekince birkaç dakikadan fazla zamanımı almıştı.

Toprak tonlarında rahat kumaşlı günlük bir elbiseyi seçerek kucakladım. Kısa kollu, üstüme yapışacak ancak beni rahatsız edecek ölçüde sıkmayacak bir elbiseydi. Üst bacağımın yarısına kadar inen elbiseyle pişmemeyi umuyordum. Dün sağanak yağmur yokmuş gibi bugün hava günlük güneşlikti.

Gömleğinin düğmelerini ilikleyen Cevahir’i kovalamak için dil dökmek yerine elbiseyle birlikte banyoya yönelmek için hareketlendim. Dışarı çıkamadan radarına yakalanmıştım. “Nereye?”

“Müsaadenizle giyineceğim kocacım, izniniz var mı?”

Abartılı bir göz kırpıştırma ve masum tuttuğum yüz ifademle boş boş onu süzerken dudaklarımdan dökülenlerle ağzının içinde bir şeyler homurdandı ancak kendimi dinlemek için bir çabaya sokmadım.

“Çıkıyorum, giyin burada. Aşağıya birlikte ineriz.”

Benim yanıt vermeme fırsat bırakmadan odaya geçti. Arkasından kapattığı kapıya doğru bakıp birkaç kısık sesli hakaret eşliğinde giyinmeye başlamıştım.

Giyindikten sonra ayağıma bir şey geçirmek yerine çıplak ayaklarımı yere vura vura odaya döndüm. Makyaj masasındaki eşyaları evirip çevirip inceleyen Cevahir’i iş üstünde yakaladığım için gülmüştüm. “Beğendiklerini kullanabilirsin, elindeki uçuk pembe bir gloss mesela.”

“Sabahları fazla şakacısın, bunu bir kenara not edeceğim.”

Elindekini pat diye bırakıp bana ters bir bakış attıktan sonra gözleri baştan ayağa üzerimde gezindi. Üstümde oyalanan bakışlarını bölmek ve nedensizce karıncalanmalar yaratan kahvelerinden kaçmak için kapıya yürüdüm.

“Acıktım,” dediğim sırada kapıyı açmış, koridora çıkmıştım.

Merdivenin ucuna geldiğimde önde ben varken birden beni geçerek ilk önce o aşağıya adımlamaya başlamıştı. Bir şey söylemeden peşine takıldım. Basamaklar azaldıkça aşağıdan gelen sesler daha duyulur hale gelmişti.

“Kaç kişi var evde?” diye sordum son basamağa varırken.

“Üç,” diyerek cevaplamasına şaşırmamıştım. Evin büyüklüğü bundan fazlasını bile gerektirebilir gibiydi.

Mutfağa değil salona ilerlediğinde arkasından baktım ancak takip etmedim. Kahvaltının salondaki masaya hazırlandığını tahmin ediyordum ama susamıştım. Önce kana kana su içmem lazımdı.

Mutfağa girerken içeride bahsedilen üç kişiyi de görünce bunun bir tanışma merasimine dönüşeceğini anladığım için yüzüme normal bir ifade koymayı denedim.

“Günaydın,” dediğimde tezgâhta bir şeyle uğraşan ikili hızla arkasını dönüp bana bakarken ortadaki adanın sandalyelerinden birinde oturan kişinin bakışları zaten girdiğimden beri bendeydi.

“Günaydın Seray Hanım,” diyen tezgâhtaki iki kişiden biriydi. Diğer iki kıza göre daha büyük duruyordu. Kalanların benden küçük olduğunu düşünüyordum ama konuşan kadın muhtemelen benden fazlasıyla büyüktü.

Onların beni ismen tanıması şaşırtıcı değildi. Eşyalarımı bile yerleştirmişlerdi. Ancak ben hiçbir şey bilmiyordum. Bunu anlatmak ister gibi konuşan kadının yüzüne bakmayı sürdüğümde nezaketle gülümsedi. Kenarları hafifçe kırışmaya başlayan gözleri yüzümdeyken dudaklarını araladı. “İsmim Vildan. Kızlar da Neşe ve Mira.”

Sırayla gösterdiği kızlardan oturuyor olanın adı Neşe’ydi. Ancak adıyla biraz çelişir gibi görünüyordu. Yüzünde cenaze evindeymişiz gibi hissettiren bir ifade olmasına çok takılmadan çekingen görünen ancak gözleri parıldayan Mira’ya da kısaca baktım.

“Memnun oldum,” dedim başımı hafifçe sallarken. “Su alacaktım ben.”

Mira hızla doldurduğu bardağı bana uzattığında teşekkür ederek almıştım. Mutfaktan çıkıp salona geçeceğim sırada Vildan Hanım’ın sesiyle durdum. “Seray Hanım, bizim yıllardır devam eden bir düzenimiz var ancak sizin değişmesini istediğiniz bir şey varsa…”

“Rutininizi devam ettirin lütfen, zamanla konuşuruz kalan kısımları.”

Sesimi olabildiğince ılımlı tutmuştum. Bir süre sonra ayrılacağım evde kendi düzenimi ilan etmeyecektim elbette. Düzenleri neyse, öyle kalabilirdi.

Başıyla onaylar bir hareket yaptığında tekrar kapıya yöneldim. Mira’nın da porselen bir demlikle peşimden geldiğini gördüğümde ağzımı açacakken o benden önce davranmıştı. “Çay Cevahir Bey için, kahvenizi annem hazırlayacak şimdi.”

Kahvaltıda istisnalar dışında kahve içiyor olduğumdan haberdar olmalarına şaşırmadan önce Cevahir’i fazla hafife almamam gerektiğini kendime hatırlattım. Bir adım değil, on adım önümdeydi ve attığı o adımlar sırasında öğrenmediği bir şey kalmamıştı.

Vildan Hanım’ın Mira’nın annesi olduğunu da öğrenmiştim bu şekilde. Neşe’nin kardeşi olup olmadığını sormaya gerek duymadım. Özel hayatlarını irdelememin bir anlamı yoktu.

“Bugün çay içerim, hastaneye gideceğim günlerde kahve hazırlanması yeterli olur.”

Mira beni onaylayıcı bir şeyler söylerken birlikte salona ilerledik. Cevahir’i masadaki yerine yerleşmiş, arkasına yaslı halde bulmuştum. Masanın başına oturmuştu. Solundaki sandalyede bana servis açıldığını görünce oraya geçip yerleştim. Bu sırada Mira çayları doldurmuş ve ‘afiyet olsun’ diyerek salondan çıkmak için adımlamıştı.

O gidemeden Cevahir konuştu. “Mira, kahve demiştim.”

“Ben istemedim,” dedim Cevahir’in sert sesinin üstüne. Mira, Cevahir’in bu ses tonuna bugüne kadar bence alışmış olmalıydı ancak pek öyle durmuyordu. Ürkek bir şekilde salondan çıktığında arkasından birkaç saniye bakıp Cevahir’e döndüm. “Biraz volümünü düşürsene sesinin, neye celalleniyorsun?”

Bana göz ucuyla bakmakla yetindi. Önüne dönüşü kısa sürmüştü. Tabağına bir şeyler almaya başladığında ben de nefeslenip kendi önüme döndüm. Beni ilgilendirmeyen hareketlerine müdahale etmem belki gereksiz gerilim yaratmaktan başka bir şeye yaramayacaktı ama tanıştığımızdan beri yaptığım bir şeydi bu. Tıpkı Vita’daki kararlarına ve tavırlarına olduğu gibi evde de aynı şekilde ona ‘dur’ deme ihtiyacı duyacaktım belli ki.

Tabağıma aldığım kahvaltılıklar bitmeye yaklaşmışken midem tıka basa dolmuştu. Hızlı yediğimi fark ettiğimde bunu istemsizce ve aslında bir an önce masadan kalkabilmek için yaptığımı da anlamıştım. Benim aksime Cevahir her günü böyle başlıyormuş gibi rahatça kahvaltısını yapıyordu.

Bir şeyler daha yersem midemi bulandıracağımı kabullenerek çatalı elimden bırakıp çay bardağımı kavrayarak arkama yaslandım.

“Bu kadar mıydı?” Aniden konuştuğunda sessizliğe alıştığım için birden afallamıştım. “Ne bu kadar mıydı?”

“Doydun mu, hani acıkmıştın?”

“Doydum,” dedim çayımdan yudumlarken. “Sence aynı oranda yemek yiyor olabilir miyiz? Üç katımsın.”

Ağzına götürdüğü çataldaki zeytinle birlikte duraksadı. “Yemediğin için üçte birim kadarsın demek ki, paradoks gibi.”

İtiraz edip düzgünce bir açıklama yapmak yerine ‘aynen’ der gibi kafamı oynatıp geçiştirdim. “Kocaya alayla kafa sallanmaz, taze Avcıoğlu.”

“Müstakbel bitti taze mi başladı?”

Güler gibi oldu. “Her duyduğunda yüzünün aldığı hali görmek keyifli oluyor.”

“Karşılıklı bir keyif olsaydı keşke bu.”

“Bu sana bağlı, keyif al o halde.”

Çayımı ses çıkartarak içtim. Bu gizli bir ‘kes sesini’ mesajıydı. Mesajı aldığından mı yoksa kahvaltısına dönmek istediğinden mi bilmiyorum ama uzatmadan önüne döndü.

Cevahir’in kahvaltısını yapışına maruz kaldığım dakikaların sonu nihayet doymayı başardığında gelince yerimde kıpırdandım. Ee şimdi ne olacaktı?

Yukarıdayken dışarı çıkma konusunda saçma bir cevap verdiği için gidip gitmeyeceğini bilmiyordum. Sorasım da yoktu zaten.

Beni bu düşüncelerden kurtaran evin içine dolan zil sesi oldu. Kimin geldiğini bilemediğim için merakla Cevahir’e döndüm. Saat henüz öğlen bile değildi, erkenci bir misafirdi.

Bir dakika geçmeden salona giren bedeni gördüğümde gelenin tanıdık oluşu ne zaman gerildiğini bilmediğim kaslarımın gevşemesini sağladı.

“Günaydın çiçeği burnunda çiftimize,” diye şakıyan Teoman’dı. Bizle ilgili gerçeği bilen tek üçüncü kişi olmasına rağmen, tek bilmeyenmiş gibi hareket etmesi beni karmaşık hislere sürüklüyordu.

“Uykunu fazla mı almışsın Teo?” diyen Cevahir’in uyarır gibi çıkan sesine bu kez müdahale etmedim. Mira’yı korumuştum ancak Teoman kendi başını kendi yakıyordu, ben uğraşamazdım.

“Siz izinlisiniz diye ben de izinli değil miyim yani abi? Uyumasa mıydım? Ben sabah ezanıyla gelmeme gerek yok diye-…” Susmadan konuşmaya başlaması Cevahir’in bakışlarıyla duruldu. “Nefes al, sonra da geri bırakma Teo. Tut o nefesi.”

Cevahir’in zorbaladığı Teoman’ın yüzündeki tadı kaçık ifadeye bir an istemsizce güldüm. Dudaklarımdan fırlayan sesli gülüş çok kısaydı, kendimi direkt frenlemiştim.

“Yenge gülüyorsun…” diyerek bana döndü Teoman. “Yazık bu çocuğa, savunayım demiyorsun. Kıkır kıkır gülüyorsun.”

“Kendin halledersin savunma işini diye düşündüm. Bu çeneyle…” Omzumu silkerek konuştuğumda Teoman bana yalandan kırgın bakışlar atarken Cevahir arkasına yaslanmış halde gözlerini bana dikmişti. Ona ‘ne oldu’ der gibi döndüm. Hiçbir şey söylemeden bakmayı sürdürdü.

Salona giren Mira’nın elinde Teoman için olduğu belli olan bir servis vardı. Bardağı ve tabağı karşıma geçmiş olan Teoman’ın önündeki boşluğa bıraktı. “Soğuyanlardan ısıtmamı istediğiniz bir şey var mı?”

“Sıkıntı yok Mira, soğuk da yerim ben. Bedava bulmuşum sonuçta.”

Teoman’ın burada yemese aç kalacakmış gibi davranmasına göz devirirken Cevahir’in sabır çektiğini duymuştum. Ancak üçüncü tepki bizden biraz farklıydı. Mira’nın komik bir şaka yapılmış gibi sırıtıp aniden kendini toparlamasına gözlerimi açarak baktım.

“Afiyet olsun Teoman Bey,” diyerek sakladığı gülümsemesiyle birlikte hızlıca salondan ayrıldığı sırada ben arkasından bakakalmıştım. Cevahir’e baktım hemen. O gayet normal bir haldeydi.

Teoman’ın yanaklarını dolu dolu şişirecek şekilde yapmaya başladığı kahvaltısı bünyeme izlemek için fazla gelince masadan kaçmak için ayaklandım.

“Nereye yenge?” diyerek sesli harflerin tümü ‘o’ şekline gelerek konuşan Teoman’a ayaktayken bakındım. “Vildan Hanım’a yeterli stok var mı diye soracağım, sen yarın sabaha bir şey bırakmayacak gibisin Teo.”

Bana dur durak bilmeden yenge demese asla uğraşmayacağım halde beni buna zorluyordu. Üzgün değildim.

Cevahir benim tepkime kısa bir kahkaha attığında Teoman’la aynı anda ona hızla dönmüş ve yüzüne bakmıştık. Aşırıya kaçarak gülmesi sık yaşanmıyordu.

“Alındım yenge, gücendim biraz.” Tamamını yutabildiği lokmaları sayesinde artık düzgünce konuşabiliyordu. Ciddi olup olmadığını anlamak için ona döndüm. Gözlerini kısmış, dudak asmıştı.

“Pardon,” dedim arada kalınca. Fazla mı abartmıştım?

Cevahir’in eli aniden Teoman’ın ensesinde bir darbeye imza attı. “Duygu sömürüsü yapma kadına, it herif. Ben kapıdan kovsam bacadan giriyorsun buna mı alınacaksın?”

Teoman sırıttı. “Artık kovamazsın beni, burası sadece senin evin değil abi.”

Durumu işime geldiği şekilde değerlendirdim. “Ben de onay verirsem…”

Aslında burası hâlâ Cevahir’in eviydi ancak Teoman’a uymak ve sanki buraya keyfimden gelip yerleşmiş gibi yapmak o an aklıma esmişti.

“Pek şaşırmam aslında yenge,” dedi Teoman salatalık tabağından birkaç parça alıp ağzına sokarken. “Birbirinize diklenseniz de pek farkınız yok gibi…”

Cevahir’le göz göze gelmemize ve birbirimize birkaç saniye boş boş bakmamıza sebep olan cümlesi salonda yankılanıp kaybolmuştu.

Ben bu dağdan inme adama mı benziyordum?

Vaktim olursa bir ara Teoman’a hakaret davası açmalıydım.

 

~

 

“Tamam, yoldayım. Ben gelene kadar hazırlıkları tamamlamış olun, gelir gelmez operasyona geçebilelim.”

Kulağımdaki telefondan yükselen sese karşılık verdiğimde arama sonlanmıştı. Bakışlarımı yolculuğu hızlandıracakmışım gibi ön camdan dışarıya dikmişken sessizleştim.

“On dakika sürmez,” diye konuşan Cevahir’e doğru bakmaya gerek duymadım.

Evdeki yardımcıların akşam yemeğinin ardından gitmesiyle birlikte evde sadece ikimiz kalmıştık. Gündüz Teoman ile bir iki saatliğine ortadan kaybolması dışında genel olarak hep gözümün önünde bulunmuştu. Yemekten sonra oyalanmadan odaya geçip uyuyabileceğim kadar erken uyumayı kendime iş edinmişken saat gece yarısına varmadan telefonum çalmış ve beni oyalandığım kitaptan ayırmıştı.

Acil müdahale gerektiren bir hastanın haberiyle birlikte yerimden fırladığımda üstüme hızla bir şeyler geçirmiş ve apar topar odadan çıkmıştım. Arabamın anahtarını alıp evden çıkmayı planlasam da salonun yakınından geçerken yarattığım gürültü Cevahir’in radarına yakalanmıştı.

Sonuç olarak onun arabasında, sürücü koltuğunda kendisinin bulunduğu bir yolculuktaydım. Direnmemiş, vakit kaybetmeme sebep olacak bu anlamsız hareketten kaçınmıştım.

Hastanenin otoparkında durmak yerine ön kapıya kadar arabayla girip mesafeyi kısaltan Cevahir arabayı durdurduğunda direkt kendimi dışarı attım. “Eve dön, kısa sürmez. Taksiyle gelirim.”

Adımlarımı yavaşlatmadan konuşmuş ve hızla içeriye yönelmiştim. Arkamdan ne dediğini ya da bir şey demeye girişip girişmediğini bilmiyordum.

Bu andan sonraki yaklaşık dört saatlik süre boyunca tüm odağım hastamdaydı. Girmeden önce nasıl sonuçlanacağına dair pek çok öngörümün olduğu operasyon beklediğim gibi sonlandıktan biraz sonra sürgülü kapılardan art arda geçerek koridora çıkmıştım.

Çevremi sarmasına artık aşina olduğum kalabalığın arasında kalmak ve sorularını dinlemek için kendimi hazırlamışken beni beti benzi atmış şekilde ayakta bekleyen genç bir adam karşıladı.

“Filiz!” diye soludu aceleyle. Az önce ameliyatından çıktığım hastanın adıydı bu. Gözlerindeki korkuyu buram buram hissedebiliyordum.

“Filiz Hanım iyi,” dedim devam edemeyişini devralıp. “Sabaha kadar gözetim altında kalacak yoğun bakımda, aksi bir durum gelişmezse odaya alırız kendisini öğlene doğru.”

Titrek bir nefes aldı. Her an düşebilecekmiş gibi duran adamın haline bir şey diyemiyordum. Geçtiğimiz dört saati habersizce yaşamıştı, içeride ne olduğunu bilememek büyük bir kaygıyı doğurtuyordu.

“Bebeğim de iyi mi? Yaşıyor değil mi? Siz gelmeden bir şeyler duydum ben, öldü dediler kendi aralarında ama yanlış anlamışlardır. Doktor gelecek dediler sonra, geldiniz. Bebeğim de yaşıyor, öyle değil mi?”

Acildekilerin hasta yakınları etraftayken böyle bombalar patlatmasına alışıktım. Özellikle gece, uzmanlar sayıca azaldığında kendi aralarında daha telaşlı bir hale geliyorlardı. Bu da soğukkanlılıklarını etkiliyordu.

“Maalesef,” diyebildim sadece. Anneyi gece yarısı neredeyse yaşamdan kopartıyor olan, bebeğin çoktan cansız hale gelişiydi. “Bebek bir süre önce hayattan kopmuş, Filiz Hanım’ı zehirl-…”

Bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayarak ellerini saçlarına geçiren adama daha fazla bir şey söyleyemedim. Arkasını dönüp duvarın dibine doğru geçti. Alnını duvara yaslayıp peş peşe başını oraya vururken sessizce bekledim.

Az önce çıktığım kapıdan benimle birlikte içeride olan intörnlerden biri dışarı adımlayınca ona doğru baktım. Başımla adamı işaret ettiğimde ne demek istediğimi anlamıştı. “Hallediyorum hocam, bende.”

Adamın yalnız olmadığından emin olarak yanlarından ayrıldığımda başım hafiften ağrımaya başlamıştı. Annesinin karnında birkaç ay daha direnebilse belki de kollarıma doğacak olan bir bebeği ölü halde annesinden ayırmak gecemi elbette kanatmıştı.

Belki çalıştığım alandan belki de tamamen kendimden kaynaklanıyordu, bilmiyordum. Ancak hislerimden arınmayı başarabilmekte öyle çok zorlanıyordum ki…

Başımın ağrısını kesmeye yetmeyeceğini bilsem de adımlarımı önce asansöre, ardından da giriş kattaki yirmi dört saat açık olan kafelerden birine yönlendirdim su içmek için. Dışarıdaki taksi durağından taksi istetmeden önce bir şişe su almış ve boğazımdan yuvarlamıştım bolca.

Saat sabaha karşı dördü geçmeye başlamışken hava henüz karanlıktı. Kapıdan çıkmak üzere hareketlendiğimde dış kapıya en yakın kısımda duran güvenliğe doğru baktım. “Taksi çağırır mısınız kapıya?”

“Seray hocam Cevahir Bey otoparkta, çıkarsanız size söylememi istedi.”

Kaşlarım istemsizce çatıldı. Eve gitmesini söylemiştim, saatlerdir burada ne yapıyordu?

“Tamam,” dedim adamı sorguya çekmeyi anlamsız bularak. Sorularımı ona sormamın bir gereği yoktu. “Kolay gelsin.”

“Sağ olun,” diyen adamın yanından geçip arka kapıya doğru ilerledim. Otoparka varmam çok uzun sürmezken tek tük arabayla yarısı bile dolu görünmeyen alanda tanıdık arabayı görmem zor olmamıştı.

Cevahir’in arabasının yanına kadar ulaştığımda oyalanmadan ön yolcu kapısını açmak için elimi uzatacakken bakışlarım arabanın içine takıldı. Oturduğu sürücü koltuğunu geriye doğru biraz yatırmış, başı geriye yaslı, kolları göğsünde çaprazlanmış halde gözlerini kapattığını gördüğümde durakladım.

Beklemediğim anlarda, beklemediğim şeyler yapmasına artık direnç kazanmaya başladığımı düşünmüştüm. Oysa bu diğer beklenmezliklerden biraz farklıydı. Beni zorunda bıraktığı ya da zayıf karnımdan vurduğu bir an değildi.

Git dediğim halde gitmeyişi, ne kadar süreceğini bilmemesine rağmen saatlerce burada beklemiş olması ne anlama gelmeliydi benim için?

Hem kendim hem de çok rahat görünmeyen uykusuna düzgünce devam edebilmesi için onun adına daha fazla oyalanmadım. Kapıyı açacakmış gibi çektiğimde tahmin ettiğim gibi açılmamış, kilitlediği için kapı kolu sadece sert bir ses çıkartmıştı.

Çıkan ses birden gözlerini aralamasına, aynı anda da sesin geldiği yöne yani bana doğru bakmasına sebep olurken birkaç saniye içinde kilidi açtı. Kapıyı aralayıp koltuğa yerleştiğimde bakışları üzerimdeydi.

“Saat kaç?” diye mırıldanırken bunu daha çok kendisine soruyor gibiydi. Uyuduğunun farkına varamadığını anlamak mümkündü. Ön paneldeki ekrandan saati gördüğünde yeniden bana baktı. “Yeni mi bitti ameliyat?”

Başımı salladım yavaşça. “Evet,” dedikten sonra kemerimi çekiştirdim. “Eve gidebilir miyiz bir an önce?”

Arabayı çalıştırmadan önce koltuğunu düzeltti kısa bir hareketle. Yeniden doğrulmuş hale geldiğinde rolleri değiştirmişiz gibi bu kez kollarını göğsünde kavuşturup başını geriye yaslayan ben oldum.

“İyi mi geçti?” diye sorduğu sırada artık araba yolda süzülmeye başlamıştı.

“Anne iyi,” dedim kısa keserek. Gelirken yaptığım tüm telefon konuşmasına şahitti. Hastanın 6 aylık hamile olduğunu biliyordu, bebekten bahsetmemem yeterince açıktı muhtemelen onun için de.

“Anladım,” demekle yetindi. Araba evin sınırlarına ulaşana dek gözlerimi kapalı tutarak dinleniyormuş gibi görünsem de aslında başımdaki ağrıdan ve yorgunluğumdan sıyrılabilmiş değildim.

Arabadan inerek eve yürümeye başladım. Anahtar Cevahir’deydi. Kapıda onu bekleyişim uzun sürmedi. Kapıyı açtığında içeriye girer girmez merdivenlere yönelmiştim. Arkamdan gelmek yerine salona döneceğini algıladığımda kendi kendime derin bir nefes aldım.

Belki onun yaptıklarına karşın az sonra yapacağım bir aptallıktı. Kolay pes etmekti ya da gardını düşürmekti… Ama kendimi de bulunduğumuz düğümü de sorgulamamaya gayret ettim.

“Odada kalabilirsin,” dedim düz bir sesle. Bu sırada merdivenin ilk basamağına adım atmıştım.

“Tekli koltuğa sığacak kadar küçük ve esnek değilim Seray.”

Onu yatağın bir kenarında yatmaya davet etmeme asla ihtimal vermemesi, bunun yerine kalçamı zor koyacağım koltuğa çağırdığımı sanmış olması biraz eğlendirmişti beni.

“Koltuktan bahsetmedim.”

Merdiveni çıkmayı bırakmadan konuştuğum için ben üst katın koridoruna vardığımda Cevahir henüz girişteydi. Ne yapacağını görmeye çalışmak yerine odaya geçtim. Banyoya geçeceğim sırada odanın kapatmadığım ancak biraz ittirdiğim kapısı duvara doğru tamamen açıldı.

“Sen ciddi misin? Ameliyatta monitör mü düştü kafana doktor?”

Saksı yerine monitör kullanıp mesleğime adapte ettiği deyime göz devirdim. “Aynen,” dedim alayla. “Biraz daha konuşursan vazgeçmek üzereyim gerçi.”

Ellerini kaldırdı aynı anda. Teslim olmuş gibi görünmesine belki başka bir anda gülebilirdim ama dudaklarımı kıvırmaya üşenmiştim. “Böyle yatamam, duşa gireceğim. Sen zıbarmana bak Avcıoğlu.”

Odadaki yatağın üç kişiyi dahi rahatça alacak kadar geniş olması, yardımcılara yakalanma riskinin Cevahir salonda uyursa artması gibi bahaneler sığınabilir; neden gündüzden geceye fikrimin böyle ani değiştiğini bu bahanelerle açıklayabilirdim.

Buna gerek duymadım.

Kendime yalan söylemeyi bir kenara bırakıp banyodan sonra giyeceklerimi almak üzere giyinme odasına geçerken içimden gerçeği tekrarladım.

Fikrimi değiştiren, eve dönüp yatağında rahatça uzanmak yerine saatlerce otoparkta arabasının içinde tıkılı kalan Cevahir’in bizzat kendisiydi.

Benimle aynı evde kalmak zorundaydı, beni insanların gözü önünde öpmek ya da belki elleri bir şekilde bana temas etmek zorundaydı ancak o saatleri beni bekleyerek geçirmek zorunda değildi. Zorunda olunmadan yapılan en ufak düşünceli harekete aç ve bu konuda beklenti dolu olan yanım güvenliğin cümlesinden beri kendini özgür kılmaya çalışıyordu.

Dün gece giyiyor olduğum ince, kısa gecelik yerine saten şortlu ve askılı bir takımla odaya döndüğümde aradan bolca zaman geçmişti. Uykusuz kalmaya alışkındım, sabah erkenden uyanacağımı bilmeme rağmen acele etmemiş ve saçımı da kurutmaya bayağı zaman harcamıştım.

Odaya döndüğümde sabah benim sağ tarafta uyuduğumu gördüğü için solda uzanacağını görmeyi beklediğim Cevahir’i yastığımın üstüne gömülü halde bulduğumda yanaklarımı havayla şişirdim.

Yüzüstü ancak yanağı yastığa denk gelecek şekilde yatıyordu, bir kolu yastığın altında diğeri ise benim uzanmam gereken kısımda sere serpeydi.

Uzandığı taraftan yatağa yaklaştım. Sağda yatmaya başladığım için öyle devam etmek zorundaydım. Yoksa uyumakta zorlanırdım.

Bol siyah bir tişörtle kaplı bedenini parmağımla hafifçe dokundum. Omuzunu ve kolunun üstünü dürterek uykusundan az da olsa ayılmasını hedeflemiştim.

Ya uykusu pek derin değildi ya da henüz derinleşecek kadar zaman geçmemişti ki gözleri direkt aralandı. “Diğer tarafa geç, yerime yatmışsın.”

Ne dediğimi anlamaya çalışır gibi bir an yüzüme baktı. Bulunduğum taraftaki masa lambası açıktı. Komodinde duran lambadan sızan loş ışık yeteri kadar görüş alanı yaratıyordu.

“Ne yapmışım?” diye sordu afallayarak. “Benim yattığım yerdesin, Cevahir. Sola geç hadi.”

Yüzünü yan çevirip burnu yastığa yapışacak şekilde biraz bekledi. Sanırım kendisine gelmeye çalışıyordu.

Bedenini atik bir şekilde diğer tarafa geçirdiğinde rahat bir nefesle örtüyü aralayıp yerime geçtim. “Biraz daha git, koca yatağa sığamadın resmen.”

Yatağın ortasında durmasını eleştirdiğimde ağzının içinde bir şeyler homurdanıp sol uca geçti. Sırtı bana dönük olacak şekilde kolunun üstüne yattığında artık aramızda orta kilolarda iki kişiyi ağırlayabilecek bir alan vardı.

Tamamen yatmadan önce ışığa uzanıp odanın karanlığa gömülmesini sağladım. Gözlerim karanlığa alışırken sırtım yatağa değecek şekilde başım yastıktaydı. İnce örtüyü göğsüme doğru çektim.

Yeni duş almış olmama rağmen kendimden yükselen lavantalı koku yerine burnuma sızan başka bir aroma vardı. Bunun yanımdaki bedene ait, henüz ne olduğunu çözemediğim baharatlı sıcak koku olduğunun farkındaydım. Ateş gibi ama acı kokuyordu.

Gündüz aklıma geldiğinden merakla odada parfümünü aramış ve banyodaki dolapta yedek bir şişe bulmuştum. Ancak parfüm tam olarak şu anda burnuma dolan kokuyu değil, bu kokunun yarısını ancak bana sunabilmişti. Geriye kalan yarımın kaynağı neydi, bilmiyordum.

Birkaç saat geçmeden alarmımın çalacağını kendime hatırlatarak gözlerimi uykuya kapadım.

Aynı yatağı paylaşıyor oluşumuzu, yanımdaki adamın bir günden fazla süredir kocam oluşunu ve geriye kalan bazı önemsiz(!) detayları düşünmeden bilincimi uykuya emanet ettim.

 

~

 

Kulağıma dolan boğuk melodiyle eşzamanlı olarak gözlerim aralandığında ne ara sabah olduğunu algılayabilmem zor olmuştu.

Tavanla bakışacağımı düşünerek araladığım gözlerim açılır açılmaz ilk gördüğüm şey yüzüme oldukça yakın konumda duran bir yüzdü.

Zihnim gecenin kısa bir özetini olabildiğince hızlı şekilde bana sunarken neden Cevahir’in dibimde durduğunu anlamam gecikmedi. Gerçi iki ayrı uçta yatıyor olarak başlayan gece, birkaç saat sonra nasıl yatağın ortasında birbirimize dönük kalışımızla sonlanmıştı bilmiyordum.

Hiçbir şekilde temas etmiyorduk, yüzlerimizin arasında elimi sokabileceğim kadar kısa bir mesafe olması dışında genel bir yakınlık yoktu aramızda.

Duyar duymaz kapatmak yerine kendime gelmeye odaklandığım için alarm sesi tekrar duyulmaya başlandı. Cevahir’in yüzünü buruşturur hale geldiğini gördüğümde kendimi hızla geri çektim. Bunu ilk anda yapmam gerekirken salak gibi oyalanmıştım.

“Bu ne boktan bir ses?” diye homurdanarak sabahı şenlendirdiği sırada ben olduğum yerde gerinmekle uğraşıyordum. Alarmı erkene, hem hazırlanma hem de kahvaltı yapabilme olanağımın rahat olacağı şekilde kurmuştum. Uykumdan çalıyordum ama hazırlık ve kahvaltı da benim için en az uyku kadar önemliydi.

“Kendi alarmın çok mu farklı?” diye yanıtladım ancak beni duyduğu şüpheliydi. Hiçbir şey söylemeden yatağın ucuna geçip yüzünü yastığa gömmüştü.

Aynı yatakta uyumuş olmanın bir zararı olmadığını keşfettiğim için gece verdiğim karardan şimdi pişman olmuş değildim. Liseden beri yurtlarda kalarak okuyordum, birileriyle yatak paylaşmışlığım yoktu ama alanımı paylaşma konusunda tecrübeliydim. Çalışmaya başladıktan sonra bu işe ara verdim ve şimdi de bir yıllığına döndüm gibi düşünebilirdik.

Cevahir’in alarmı muhtemelen daha geç bir saate kuruluydu. Hazırlanmasının çok uzun sürdüğünü sanmıyordum. Ben banyo ve giyinme odası arasında mekik dokurken hâlâ hareketlenmemiş oluşu da bunu kanıtlıyordu.

Dar bir pantolon ve ceket kesimine sahip siyah takımımı giydiğimde içimdeki beyaz askılının göğüs kısmını düzelterek odaya geri çıkmıştım.

Saçımı yıkayıp yattığım için beni zorlamayacaktı. Aynalı masanın önüne yerleşeceğim sırada ikinci bir alarm sesi duyuldu. Beğenmediği alarm sesimin benzeri odayı doldururken gözünü açmadan elini komodine uzattı. Telefonun saçma sapan yerlerine basıp durarak sonunda alarmı durdurmasını tebrik edesim gelmişti.

Zoru başarmıştı.

Uyanmamakta direnmesinin gece benim peşimden gelerek normal dışı bir düzende uyumasından kaynaklandığını tahmin ediyordum. Ona bulaşmadan saçımı ve hafifçe uyguladığım makyajımı tamamladım. Yerimden kalkarken Cevahir de yatakta doğrulmuştu.

“Günaydın uyuyan güzel,” diyerek dalga geçtim. Suratsız bir şekilde yataktan kalkıp banyoya yöneldi. Arkasından dayanamayıp gülmüştüm.

Ayakkabılarımın arasından aldığım ince ama kısa topukluları ayağıma giyip odadan çıktım. Ben kahvaltıya yerleşene dek Cevahir’in de inmiş olacağını düşünüyordum. Aksi halde onu beklemeden yemem ve çıkmam lazımdı. Erkenden gelecek olan hastalardan önce gece ameliyatını yaptığım hastayı kontrol etmem gerekiyordu.

Merdivenleri topuk seslerim eşliğinde bitirdiğimde salondan mutfağa doğru adımlayan Vildan Hanım ile karşılaştım.

“Günaydın Seray Hanım,” diyerek güleç bir ifadeyle beni selamladıktan sonra ben yanıtlayamadan mutfağa koşturmuştu.

“Günaydın,” diye mırıldandım arkasından, o duyamayacak olsa da.

Salona geçip masanın ne ölçüde hazır olacağına bakacakken geniş koltuklardan birinde oturuyor olan Neşe’yi gördüm. İçeri girdiğimi fark ettiğinde direkt ayaklanmıştı. “Günaydın,” dedi hafif gergin bir sesle. İkidir onu otururken, diğer ikiliyi ise karınca misali koştururken buluyordum. Dün gün boyunca da Neşe’yi pek ortalıkta görmemiştim.

Şimdilik sorgulamadım durumu. Herhangi bir sorun olsa Vildan Hanım’ın Cevahir’le konuşacak olduğunu düşünüyordum. İkinci günden düzene ortadan dalmama gerek yoktu.

“Günaydın Neşe.”

Zar zor gülümsedikten sonra yanımdan geçip salondan çıktı. Arkasından kısa bir an baksam da oyalanmadan neredeyse tamamen hazırlanmış olan masaya geçtim.

Sandalyemi çekip oturduğumda bacağımı diğerinin üstüne atmış, çantamı az önce koltuğa bıraksam da elimde kalan telefonumu açarak bir şeylerle oyalanmaya başlamıştım.

Birkaç dakika boyunca arada Mira’nın sofraya getirdiği tabak çanak dışında bir hareketlilik olmadı. En son Cevahir’in çayını ve benim kahvemi getirince ona doğru bakmıştım. “Soğumasın, Cevahir indi mi aşağıya?”

“İndi Seray Hanım, koridorda telefonla görüşüyor.”

Onaylar bir baş hareketi yaptığımda Mira tatlı tatlı gülümseyip yanımdan ayrıldı. Yemeye başlamamıştım ama dumanı tütüyor olan geniş kahve fincanını kaldırıp dudaklarıma yaslamakta bir sakınca görmedim.

Boğazımdan inen sıcak yudum henüz mideme varamadan Cevahir salon kapısından göründü.

Üstünde siyah bir takım elbise ve beyaz gömlek vardı. Refleksle bakışlarım kendi üstüme kaydı. Siyah takımım ve beyaz badimle birlikte onun dişileşmiş hali gibi görünüyordum.

Sık sık siyah takımlar giydiği için durumu irdelemedim. Uyku sarhoşuyken beni süzüp üstümdekine göre giyindiğini sanmıyordum.

“Başlasaydın,” derken sandalyesine geçti. Omuz silkerek karşılık verdim. “Başladım işte, kahvemi içiyorum.”

Kastettiği bu olmasa da başka bir şey söylemedi. Bir şeyler atıştırmaya başlayıp tabağıma odaklanırken gözümü pek ona çevirmemiştim.

“Uykusuz musun çok?” diye sordu birden bire kahvaltının ortasında.

“Hayır, alışkınım az uyumaya.”

Çilek reçelinin içine duran küçük kaşıkla ekmek parçasını süsleyerek ağzıma yuvarlarken bakışları bendeydi. “Hasta yoğunluğun yoksa erken çıkarsın akşam.”

“Hım,” dedim uzata uzata. “Patronun karısı olma işini sevdirmeye mi çalışıyorsun bana Avcıoğlu?”

Burnundan kısa bir nefes verdi. Güler gibi bir ses çıkmıştı dudaklarından ama güldüğünü gösteren başka bir belirti yoktu.

“Sevmen için çabalamam gerektiğini düşünmüyorum, akışına bıraktım.”

Kaşlarımı kaldırdım alayla. “Bak sen,” dedim çocuk eğler gibi. “Düşünebiliyorsun da yani.”

Bana ters ters baktığı sırada sırıtarak reçelin kaşığını geri bırakmakla meşguldüm. Hayatında ona böyle rahatça laf atabilen bir başka varlık bulunmaması, konumumu bana sevdiren en önemli etkendi ancak kendisine bunu dillendirmedim.

“Yap kahvaltını da çıkalım, patronun kovmasın seni madem.”

Kahvemin dibinde kalan yudumu içerek boğazımı rahatlattıktan sonra saçımı geriye itip havalı olduğumu umarak ona baktım.

“Yiyorsa kovsun,” dedim başımı omuzuma eğerek. “Kocamı kullanarak direneceğim. Kocamın insanların ruhunu emen bir manyak olduğunu biliyor muydun?”

İşime gelince patron ve koca ayrımı yapıp, işime gelmediğinde yapmamam dengesini bozmuş gibi görünüyordu. Ki amacım da buydu.

“Emmeden de gömmeden de başlatma şimdi, doktor. Kalk hadi.”

Yeterince gerildiğini kabullenerek keyifle yerimden kalktım. “Kalktım, nasıl usluyum bak.”

Arkamdan gelen homurtularına sandalyesinin sesi eşlik ederken ben çoktan dışarı yönelmiştim.

Sabahları araba sürmeme işini sevmeye başladığımı kendime itiraf etmiş halde indirdiğim üst kısımdaki aynadan rujumu düzeltirken Cevahir tüm odağını yola harcıyordu.

“Toplantı var mı bugün?” diye sordum aynayı kapatırken. Hastaneye az kalmıştı.

“Yok, olsa gelecek miydiniz Seray Hanım?”

Dudaklarımı büktüm. Az önce sürdüğüm kızıl kahve rujun renklendirdiği dolgun çıkıntıların saniyelik olsa da bakışlarının hedefi haline geldiğini gözden kaçırmamıştım.

“Hayır,” dedim rahatça. “Toplantılarınızın canı cehenneme, bundan sonra eğer hastaneden atılmam için toplanan disiplin toplantısı değilse beni çağırmayın.”

Sabır dilenerek önüne dönüşü acaba rujumu beğenmediğinden miydi? Çünkü gayet tatlı konuşuyordum ben.

Araba otoparkta durduğunda arka koltuğa attığım çantamı da almış ve yavaşça inmiştim. Bu sırada kendisi de inip benim olduğum tarafa dolanmıştı.

Yan yana yürüyeceğimizi ve bunun evli bir çift olarak hastaneye ilk girişimiz için yeterli olduğunu düşünürken çantayı sağ elimde tuttuğum için boş kalan sol elime dolanan parmaklarını hissettim.

Parmaklarımızın birbirine geçmesine sebep olup büyük avucuyla elime yılan gibi dolandığında elimi mızmız bir çocuk gibi ondan çekmek ve kenarda hüngür hüngür ağlamak istiyordum.

Küçük bir bebeğin takıntı haline getirdiği, asla yanından ayırmadığı ve mutlaka bir yerinden tutup kavradığı oyuncağı gibi hissediyordum onun yanındayken.

İçeriye girdiğimizde hastalar için bile magazin değeri olan bir görüntüydük. Üstümde hissettiğim gerekli gereksiz, tanıdık yabancı bolca bakış eşliğinde asansöre ilerleyen adımlarına uydum.

Benim ineceğim kata ve kendi ineceği kata bastığında hafif dolu olan asansörde hâlâ el eleydik.

“Günaydın Cevahir Bey,” diyen orta yaşlı kadının hemşire olduğunu önlüğünden anlamıştım. Tanıdık bir sima değildi, farklı bir servisteydi muhtemelen.

Cevahir sesli bir yanıt yerine küçük bir baş hareketiyle yetindiğinde kadın biraz duraksadı. Göz göze geldiğimizde benden yaşça büyük ve dolayısıyla tecrübe olarak da kuvvetli birinin öylece kalakalmasını hiç sevmemiştim.

“Günaydın size de,” diye mırıldandım. Kadının düşüyor gibi olan yüzü aydınlanmıştı. İnsan canlısı biri değildim, bunun hakkında Ceylin uzunca bir tez yazabilirdi hatta. Hep yakınırdı. Ancak Cevahir’leyken kendimi hümanizmin önde gelen savunucularından biri gibi hissediyordum.

Asansör ilk katlardan birinde durdu, içerideki kalabalık bu katta indiğinde kapı kapanıp bizi içeride yalnız bırakmış oldu.

“Dilini kullanıp günaydın demek çok zor muydu?”

“Dilimi kullanmama çok mu meraklısın doktor?”

Yüzümü buruşturdum. “Andropozun kıyısında gibi son bir gayretle gereksiz göndermeler yapıyorsun, bir ara ürolojiye görünsen mi?”

Gözlerini kıstı. “Otuz üç yaşındayım Seray, yetmiş üç değil.”

Asansörde yalnız oluşumuza rağmen neden el ele tutuştuğumuzu sorgulayacağım sırada kapı yeniden açıldı. İnmek için hareketlendim, kendisi biraz daha yükseğe çıkacaktı.

Asansörde kalmak yerine benimle birlikte indi. “Hastalara birlikte mi bakacağız?” diye sordum.

“Bir şeyi kontrol edeceğim, her adımımı da sorgula ama Seray tamam mı?”

“Tamam,” dedim hevesle başımı sallayıp.

Birlikte koridorun benim odama giden kısmına saptığımızda tek tük kattaki bekleme koltuklarında bulunan hastalar dışında pek kimse yoktu.

Volkan’ın odasıyla bitişik olan, arasında da Ceylin’in masasının bulunduğu alana geldiğimizde Ceylin yerinden kalktı hemen. Yüzündeki otuz iki dişini de bize sunan sırıtışla önce ellerimize daha sonra tek tek yüzümüze baktı. Bu sırada masasının ucuna gelmiştik zaten.

“Günaydın!” dedi cıvıldar gibi. “Enerjiniz direkt doldurdu etrafı.”

Ya ya… Ne enerjiydi bizdeki de değil mi?

“Günaydın Ceylin,” dedim Cevahir’in susacağını tahmin ederek. “İlk hastam geldi mi? Vizitesini halletmem gereken bir hastam var.”

“İlk randevunuz henüz gelmedi, ben biraz gecikebileceğinizi söylerim.”

Başımla onayladım. Bu sırada bakışlarım Cevahir’in neyi kontrol edeceğini merak ettiğim için onu buldu. “Ee?” dedim önce. Devam edecekken bakışlarının bir yere çevrilmiş olduğunu gördüğümde konuşmak yerine onu taklit edip baktığı yere baktım.

Odamın kapısına bakıyordu. Kapıya baktığım ilk anda herhangi bir detay görmemiştim. Ancak kısa bir an sonra Cevahir’in neyi kontrol ettiğini anlayabildim.

Kapımın yanındaki dörtgen tabelada yazılı ismi görmeye alışkındım. Op. Dr. Seray Şimşek yazan yerde bulunan küçük ancak anlamda ağır eklenti ise yeniydi.

Op. Dr. Seray Şimşek Avcıoğlu…

Gerçekten acilmiş gibi bunu halletmiş olması inanılmazdı. Cevahir’in hiçbir adımı son anda kararlaştırmadığını, her bir adımı önceden planladığını kavramam çok önce gerçekleşmişti ancak yine de kendimi şaşkınlıktan alıkoyamıyordum.

Hayatıma girişi gibi hayatımdan ansızın çıkarken de buna hiç şaşırmayacak kadar adapte olmuş olabileceğimi düşünmüyordum.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm