Düşten Farksız 24.Bölüm
24.BÖLÜM
“Doymadın mı artık?”
Çiğnemekte dahi zorlanacağı büyüklükte
parçaları ağzına tıktığı için yanakları şişip gerilen Mayıs’a baktığım sırada
konuşmuştum. Aramızda oturan babama aşmam gereken bir dağ muamelesi yaparak
onun üzerinden Mayıs’a doğru yaklaşmıştım.
Yanakları normal haline henüz dönmemişken
göz ucuyla babama baktı. Babam bunu fark edemedi, kendisi çayını içmekle
meşguldü çünkü.
Mayıs dışında herkes normal haline dönmüş
sayılırdı ancak o bir türlü rahatlayamamıştı. Babamın ona ‘Ahu’ olduğumu
söylediği andan sonra çenesini tutamayıp abisinin adından yaptığı çıkarım
babamı -ve tabii Özgür’ü- bir dakikadan kısa da sürse ağır bir şoka
sürüklemişti. Durumu kurtaran ben olmuştum. Yani en azından Pars’ın kıvrılan
dudaklarına eşlik eden keskin bakışları yüzümden çekilir çekilmez elimden
geleni yapmıştım.
Saçmalamayı göze alarak konu değiştirmem
bir noktada işe yaramıştı. Özgür’ü aç oluşundan vurup kahvaltıya gömerken
babamın odağını da ona sokulup bir şeyler anlatarak farklı yöne çekmiştim.
Mayıs’ın cevabını beklemeden sandalyemi
geriye iterek hareketlendim. Lavaboya gideceğimi anlaması için büyük bir tahmin
yeteneği gerekmiyordu. Ağzındakileri inanılmaz bir hızla bitirip o da
ayaklandı. “Ben de geleyim.”
Masada kalan üçlüden hiçbiriyle göz göze
gelmemeyi başarıp adımladım. Tam olarak hangi yöne gideceğimi bilmiyordum ama
Mayıs beni bu dertten kurtararak solda kalan kısma doğru yürümeye başlamıştı.
Ona yetişip yanında adımlamaya başladığımda iki koluyla birden koluma sarıldı
sıkıca.
“Son yarım saatte gerildiğim kadar daha önce
hiç gerilmemiş olabilirim galiba.”
Hafifçe göz devirdim. “Kendi kendine
yaptın, ayrıca bahsettiğin yarım saat boyunca nefes almadan yemek yedin Mayıs.”
“Evet… Bir haftalık kahvaltımı bugün
yaptım.”
Dayanamayıp güldüm. Güldüğümü duyduğunda
gözlerini iri iri açarak bana doğru baktı. “Küsmedik değil mi? Küstün diye çok
korktum.”
“Babam bir şey diyecek mi diye korkmaktan
bu aklına gelmemiştir diye düşünmüştüm. Demek ben küstüm diye de korktun..?”
Oflayarak dudaklarını sarkıttı. “Unutmaya
çalışıyorum o anı, lütfen susar mısın? Timur abinin bakışları gözümün önünde şu
an.” Söylenerek lavabonun kapısını itip açtı. Restoran kalabalıktı ama burada
kimse yoktu.
Girdikten sonra ikimiz de kabinlere doğru
hareket etmeyince bir an göz göze geldik. “Girmeyecek misin?” diye sordu.
Başımı iki yana sallayarak yanıtladım. Masadan kalkıp Mayıs’ı normal ayarlarına
döndürebilmek için buraya gelmiştim. “Sen?”
O da olumsuz anlamda başını oynattı.
Direkt geri dönmemiz garip olacağı için bu süreyi kısaltmak üzere elimi yıkamak
için lavabo tezgâhına doğru yürüdüm. Mayıs da aynada saçlarını düzeltmekle
uğraşıyordu.
“Despoşum?” dediğinde aynadan ona doğru
baktım. “Şeyi sen de gördün değil mi?”
“Neyi?” dedim merakla.
“Ben isim konusundan bahsederken abimin
ifadesinin aldığı hali…”
Boğazımı küçük bir öksürükle yumuşatmaya
çalışırken zihnim hızla Mayıs’ın bahsettiği ifadeyi benim için resmetmişti.
Pars’ın keyifle kıvrılan dudakları, babamın yanında dona kalan kardeşini ve
hemen yanında oturuyor olan gerilmiş Özgür’ü umursamadan yüzümde takılı kalan
bakışları eşliğinde önümdeydi şimdi.
Mayıs’ın kıkırtısıyla zihnimdeki resim
parça parça dağılıp kaybolduğunda bu kez aynadan bakmak yerine direkt olarak
ona döndüm. “Gülme.”
“Ama çok tatlısın, ne demek gülme?”
“Yürü Mayıs, hadi Mayıs…” diye söylenmeyi
bırakmadan elinden tutarak dışarı yönlendirdim. O düzelsin diye buraya
gelmiştim, biraz daha kalırsak kendisi düzelmiş ama ben bozulmuş haldeyken
dönecektik masaya.
Yürüdüğümüz yolu geri döndüğümüzde, masaya
yaklaştığımız an sandalyelerdeki boşluğu fark ettim. Babamın ve Pars’ın
sandalyeleri boştu. Özgür yalnızdı.
Kaşlarım istemsizce çatılırken adımlarım
hızlandı. Bir şey mi olmuştu? Neden gitmişlerdi?
Mayıs eksikleri sorgulamadan sevgilisinin
yanındaki Pars’a ait sandalyeye yerleşti. O Özgür’ün göğsüne sırnaşamadan ben
dudaklarımı aralamıştım hemen. “Neredeler?”
“Dışarıdalar, sigara içiyorlar.
Görüyorsunuz ben sizi bekledim burada böyle tek başıma…” Kendisini acındırarak
tamamladığı cümlesine güldüm.
“Nasıl başardın bunu? Çok zor değil
miydi?” Mayıs onunla dalga geçerken ben ses çıkartmadım. Birimize laf
yetiştiremezken ikimizle aynı anda uğraşmak Özgür’ü bayıltabilirdi.
Yerime geçip oturacakken masanın üstünde
duran telefonlardan biri çalmaya başladı. Babamın telefonuydu. Ekranda yazan
bir isim yoktu, kayıtlı olmayan bir numaraydı. Telefonu aldım. “Belki
önemlidir, götüreyim.”
Özgür’ün ve Mayıs’ın tepkisine bakmadan
telefonu da alıp yanlarından ayrıldım. Çıkışa yöneldiğimde onları direkt kapıda
bulmayı umuyordum.
Umduğumu da bulmuştum. İçeri girdiğimiz
sırada İlhan amcanın oturduğu yerdelerdi. Kapının hemen yanındaki geniş oturma
kısmında yan yanalardı.
Yanlarına adımladığımı ilk gören zaten
buraya doğru dönük duran Pars oldu. Bakışları bende takılı kaldığında babam da
nereye baktığını anlamak için buraya dönmüştü.
Kaşları çatıldı. Yüzüme dikkatle
bakıyordu. Bu hareketi iyi olup olmadığımı anlamak ya da ne düşündüğümü
bilebilmek istediğinde yapıyordu; artık alışmıştım. Bir sorun olduğu için
yanına geldiğimi sanmıştı belli ki.
“Telefonun çaldı.” diyerek yanına ulaşınca
elimdeki telefonu babama uzattım. Açıklamam kaşlarının gevşemesine ve daha az
gergin bir ifadenin yüzünde yer bulmasına sebep oldu. Telefonu elimden aldı,
arama çoktan sonlanmıştı ama ekrana bakmaya gerek duymadan kucağına bıraktığı
telefondan hemen sonra elimden tutarak beni yanındaki boşluğa düşürdü.
Babamın diğer tarafında kalan bedenin
varlığını aklımda gerilere itmeyi deneyerek yerime yerleştim. “İyi ki çalmış
telefonum,” dediğinde anlamayarak yüzüne baktım. Güneş gözümü aldığından
gözlerim kısılmış ve hafifçe sulanmaya başlamıştı. “Yanıma getirmiş oldu seni.”
diye açıkladı hemen sonra.
Dudaklarımın tatlı bir gülümsemeyle
kıvrılmasına engel olmamıştım, istesem de olabileceğimi sanmıyordum hatta.
Göğsüne doğru yaslanıp yanağımı kalbine yapıştırdığımda bir kolu sırtıma
dolandı.
“Çok sigara içme diye geldim, telefon
bahaneydi.” dedim homurdanarak. Babamın güldüğünü titreyen göğsünden
kavramıştım. Gözlerim farkında olmadan biraz ileriye takıldığında ise Pars’ın
da benzer şekilde güldüğünü görmüştüm.
İkisinin de sağ elinde dumanı yükselen
sigara dalları vardı, sollarında kaldığım için bana duman gelmiyordu ama koku
çoktan etraflarını sarmıştı.
“Şaka yapmıyorum.” dedim mutsuz mutsuz.
“Çok içiyorsun.”
“Azaltmayı deniyorum,” derken çenesiyle
başımın üstüne bastırdı hafifçe. “Kızım kokumun sigaraya bulanmasını
sevmiyormuş çünkü.”
Belki bir yanılsamaydı ya da kendimi
kandırıyor olmamdan ibaretti ama babam ne zaman böyle şeyler söylese ruhumda
sızlayan bir yere kuvvetli bir ilaç sürüyordu sanki. İlaç bekleyen çok yer
vardı ama iyileşebilme umutlarını yeşertmek bile koca bir adımdı o sızılı
yerler için.
Birkaç saniye sessiz kaldım. Kulağıma
babamın kalp atışları doluyorken kaçamak bakışlarla çok az mesafeyle yanımızda
oturuyor olan Pars’ı görmeyi sürdürüyordum. “Sen de çok mu içiyorsun?” diye
sordum birden. Çenemin kilidini açan neydi, bu soruyu sormak için doğru an
mıydı ve hatta bu soruyu sormalı mıydım gibi soruların cevabına sahip değildim
ama Pars’tan alacağım cevap için hiç düşünmeden konuşmuştum.
Bakışlarım bu kez kaçamak halde değil,
direkt olarak yüzüne çevrildi. Koyu mavileri bendeydi, ona her baktığımda bana
bakıyor haldeydi. Her bakışmamız bir tesadüf müydü, yoksa Pars’ın bakışları
benden zaten hiç ayrılmıyor muydu?
Pars dudaklarını aralayacakken babamın zil
sesi yükseldi. Kucağında duran telefona refleksle baktığımda ekranda yine bir
numara gördüm. Hafızam beni yanıltmıyorsa az önceki numarayla aynıydı.
Babam telefonu görebileceği şekilde
kaldırdı. Sırtımdaki kolunu çekmeden tek eliyle telefonu açıp kulağına yasladı.
Artık duymadığım ama ilk karşılaşmamızdan
gayet net hatırladığım soğukluktaki sesiyle konuştu. “Alo?” dedikten sonra bir
süre karşı tarafı dinledi. Dinleyişi boyunca bedeni gittikçe kasılı hale
geldiği için merakla yerimden doğrulup ona bakmak istemiştim. Geriye
çekildiğimde kolunu benden ayırmadı ama hareket edebileceğim kadar alan tanıdı
bana.
Yüzünü görmek için boynumu geriye attım.
“Bekle bir dakika,” dedi telefona. Sonra
bakışları bana çevrildi. “Beş dakika bile sürmeyecek, geliyorum bebeğim.”
Oturduğumuz yerden kalkıp restorana ait
bahçenin uzakta kalan kısmına doğru ilerlediği sırada ağzımdan herhangi bir
itiraz belirtisi dökülmemişti. Ancak içimden kesinlikle yanımda kalmasını
istemiş, neden yanımda konuşmadığını da fazlasıyla merak etmiştim.
“Beş dakika içinde geleceğini söyledi,
arkasından böyle içli içli bakma.”
Pars konuştuğunda babamın arkasından
bakmayı bırakarak boynumu ona doğru çevirdim. Dikkatim ve aklım babamda
olduğundan söylediklerini doğru düzgün anlayamamıştım. “Hım?” diye mırıldandım.
“Baban birazdan gelir diyorum,
dönmeyecekmiş gibi bakma arkasından.”
Babamı her an kaybedebileceğim ya da her
şeyin berbat bir hale geleceği gibi korkularla yaşadığımı anlatamazdım ona.
Anlamasını da beklemiyordum bu yüzden.
Gülümsemeye çalıştım. “Tamam,” dedim
sadece. Sesim fazlasıyla garip çıkmıştı.
Derin sayılabilecek bir nefes aldı,
aslında iç çektiği de söylenebilirdi. “Demek Ahu’sun?” dediğinde yutkundum.
Evet veya hayır demedim, bu anlama gelecek
herhangi bir hareket de yapmadım. Gözlerimi kırpmayı unutmamaya çalışarak
yüzüne bakıyorken yanak içimi sertçe ısırmıştım.
“Değil misin?” diyerek beni zorladığında
dalga geçtiğini düşünebilirdim ama yüzüne bakıyordum ve ifadesinde en ufak bir
değişim bile yoktu. “Dilini mi yuttun minik tanrıça? Karşımda susmana alışkın
değilim.”
Dil yutmanın bir deyim olduğunu kendim
çözerek ona fırsat tanımadım. Anlamayıp yüzüne bakakalayım diye kullandığından
çok emindim. Deyimlerle ve kalıplarla olan derdim genel olarak herkesi
eğlendiriyordu, istisnası yoktu. Ancak Pars sanki bununla yalnızca eğlenmiyor,
bambaşka bir keyif de alıyordu. Beni her düzelttiğinde, bir şeyler öğrenmeme
sebep olduğunda gözlerinde yabancı ışıklar beliriyordu.
“Susmadım, sen çok acele ediyorsun. Tam
konuşacaktım.” diyerek kendimi beceriksizce savunduğumda ben bile kendime
inanmış değildim.
“Sabırsız bir adamım o halde, acele etmeme
alışman gerekecek gibi görünüyor.”
Neyi kastettiğini anlamak için çok
yorulmadım. Özgür ile sevgili olmadığımızı öğrendiği andan beri, Pars Eraslan
tanıdığım en aceleci insana dönüşmüştü. Her karşı karşıya kalışımız onun
aceleci tavrıyla süsleniyordu hatta.
“Neden alışacakmışım?” diye sordum
kaşlarım hafifçe havalanırken. “Arada karşılaşıyoruz diye özelliklerine alışmam
mı gerekiyor?”
“Sana da yetmiyor değil mi?” dedi birden.
Başını bana doğru yaklaştırmasını beklediğim söylenemezdi ama irkilip geri
çekilmek yerine olduğum gibi donakalmış şekilde gözlerim irileşti. “Karşılaşma
sıklığımız artsın mı isterdin minik tanrıça?”
Ne söyleyeceğimi bilemediğim halde
dudaklarım aralandı. Dudaklarımda yoğun bir kuruluk varmış gibi hissederek
dilimle dudaklarımı nemlendirdiğim kısacık anda koyu mavileri gözlerimden
dudaklarıma uzanıp hızla eski yerlerine döndüler.
“Sen…” dedim sesim fazla yüksek çıkmasa
da. “Sen öyle olsun mu istiyorsun? Neden bana böyle bir şey soruyorsun şimdi?”
“Benim isteklerimi duyman için oldukça
uzun bir vakte ve biraz daha zamanın geçmesine ihtiyacımız var. Doğru anda
değiliz.”
Konuşurken kendinden bu denli emin olması
beni delirtecekti. Her anlamıyla yorumlanabilecek bir delilikten bahsediyordum.
Asla tereddüt etmiyor olması, düşünmek için fazla zaman harcamadığı halde
konuştuklarından hiçbir şüphe duymaması delirticiydi; hoş bir delirtilmeydi bu.
Ama aynı zamanda da söyledikleri aklımı öylesine bulandırıyordu ki benim için
ciddi manada bir delirme de söz konusuydu.
“Doğru an beklenildiğinde hiçbir zaman
gelmez,” dedim dudaklarımdan çıkanlara engel olmadan. Annemin sıkça
tekrarladığı bir kalıptı bu. “Doğru an beklenilmez,
doğru an yaratılır.”
Benden doğru an yaratabilme gücümü çalmış
olmasına karşın bunu söylemiş olması biraz çelişkiliydi. Ama annemin
söylediğine hak veriyordum. Doğru anlar siz öylece dururken sizi bulmazdı,
belki tesadüfen birkaç kez ömrünüzde yaşanırdı bu denk geliş ama diğer tüm
doğru anlar sizin onları yaratmanızı beklerlerdi.
Gözlerimiz birbirlerinden ayrılmadı. Bu
ayrılmayış ne kadar sürdü, bilmiyorum ama daha da sürmesi beni üzmezdi. Aksine
az sonra sonlanacak olması fikri içimi buruklaştırmıştı. Bana beni anlıyor gibi
bakıyordu. Buna o kadar özlem doluydum ki, Pars hep bana baksa sıkılmadan
karşısında öylece bekleyebilirdim.
“Geldim,” diyerek son birkaç adımında
konuşarak kendini belli eden babamı duyduğumda gözlerimi kırpıştırarak Pars’tan
ayırdım. Her zamanki gibi bakışlarını ilk çeken ben olmuştum. İçimden gelen ‘hep öyle olsun, biz ona bakmıyorken de
bakışları bizde kalsın’ haykırışını susturmak istesem de çok geçti. Bazı
konularda kendime söz geçirmem imkânsızlaşıyordu.
“Kimmiş?” diye sordum babama sorgulayarak
bakarken. Aramıza yeniden yerleşmeden önce derin bir nefes aldı.
“Doğruyu mu duymak istersin yoksa seni
daha mutlu edecek bir yalanı mı?”
Afallayarak ona döndürdüm bedenimi. Bir
bacağımı yukarı doğru çekip onun dizine doğru değecek şekilde katlamıştım.
“Neden yalan duymak isteyeyim?”
“Mutlu olmak için dedim ya bebeğim.”
Göz devirmekten alıkoyamadım kendimi.
“Kimdi arayan? Niko-…” diyerek aklıma gelen ilk ve en kötü tahmini dile
getireceğim sırada yüzü taş kesildi. “Meltem’di,” dedi. “Hoşuna gitmeyeceği
için uzatıyordum.”
Anmaya niyetlendiğim ismin yarısını duymak
bile onu allak bullak etmişti. Yüzündeki ifade beni, ertelediğimiz konuların
varlığını hatırlamak zorunda bıraktığında omuzlarım yorgunlukla düşmüştü.
Dünden, bugüne ertelemiştim; belki bugünden de yarına ertelemeyi başarırdım.
Fakat en sonunda ertelemeyecek kadar sıkışmış hale gelecektim, bundan
fazlasıyla emindim.
“Daha pes etmedi mi o?” diyen Pars’ın
amacının benim sıkıştığım köşeden kurtulmam olduğunu sanmıyordum ama farkında
olmadan beni kurtarmıştı.
“Sen de mi tanıyorsun o kadını?” diye
sordum merakım artarken.
Babam öksürdüğünde Pars’ın bakışları bir
an ona çevrildi, sonra yine bana baktı. “Ben içeri geçeyim, o asalak herif
kardeşimle yeterince yalnız kaldı.” Ayağa kalktığında şaşkınca ağzım aralandı.
Babama baktıktan sonra resmen kaçmaya karar vermişti.
Cidden içeri gideceğini anladığımda ani
bir şekilde bileğine uzanıp gitmesine engel oluşum herkesi -hareketi yapan kişi
olarak ben de dahil olmak üzere- kısa süreli sayılamayacak bir şoka
sürüklemişti.
Parmaklarım sıcak tenine değil, yüksek bir
elektrik akımına temas etmiş gibi elimi hızla geri çekip kucağıma bıraktım.
“Rahat bırak onları,” dedim ilk heceden sonra sesim normale dönmüş şekilde.
“Ayrı geçirdikleri aylardan sonra yeni yeni iyileşiyorlar.”
“Abi?” diyerek babama döndü. Benim
söylemem yetmemişti, babamdan onay bekliyordu.
“Korkak,” diye mırıldandım içime içime.
İkisinin de beni duymuş olduğunu babamın gülüşü ve Pars’ın şaşkın ifadesiyle
fark etmiştim.
“Onun emirleri benim emirlerimi kesiyor,
ne derse o Pars. Otur oturduğun yerde koçum.”
Babamın tereddüt etmeden beni
desteklemesiyle kollarımı göğsümde kavuşturup arkama doğru yaslandım. Dik
bakışlarla Pars’ı göz hapsinde tutmayı da ihmal etmemiştim.
Araya babam girmeden benim sözümü
dinlemesi için sanırım biraz daha zaman gerekecekti. Her şeyin bir sırası
vardı.
~
“Kemerinle oynama, boynunu kızartmışsın
bak.”
Kırmızı ışıkta duruyor olmamızdan
yararlanıp bana doğru dönen ve söylenen babama omuz silktim. “Darlattı beni,
açayım mı? Az kaldı eve.”
“Açma, dediğin gibi az kaldı. Dayan biraz
daha.”
Oflayarak kendimi koltuğa bastırdım.
Nedensizce boğuluyormuş gibi hissediyordum.
Özgür’le çıktığımız eve, onsuz dönüyorduk.
Restorandan ayrılırken onu Mayıs’la bırakmıştık. Pars’ın onları arabadan
atmamış olmasını umuyordum. Eve döndüğünde Özgür’ün üstünü başını kontrol etmem
gerekecekti.
“Neyin var senin? Sıcak mı oldu?” Neden
yerimde duramadığımı doğal olarak sorgulayan babama bilmiyorum der gibi dudak
büktüm. “Sıkıldım, eve gitmek istiyorum.”
“On dakikaya evdeyiz, trafik yormuştur
seni ama yolda kaza vardı bebeğim ne yapalım?”
Onu daha fazla sıkmamak için sessizce
yerime sindim. Başımı cama çevirip dışarıyı izlerken on dakika da bir şekilde
dolmuştu.
Otoparkta araba durur durmaz kendimi
dışarı attım. Çantamı omuzuma asıp asansöre doğru ilerlediğim sırada babam da
bana yetişmişti. Asansörün kapıları kapanırken on altı katın geçmesini sanki
saatlerce bekleyecekmişiz gibi bedenimi ona doğru yasladım.
“Birileri yorulmuş mu?”
“Yorulmadım,” desem de aslında yorgun
hissediyordum. Fiziksel olmasa da kalan her anlamda yorgundum ve bu en az
fiziksel yorgunluk kadar tüketiciydi.
Alnımın saçlarımla kesiştiği yerde
dudaklarının baskısı hissedilir olunca gözlerim istemsizce kapandı. Asansörün
kapı açılma sesi gelene dek gözlerimi aralamadım. Ses geldiğinde de neden otuz
altı değil de on altı kat çıktığımızı düşünmüştüm. Şimdi dudaklarını oradan
çekmesi gerekecekti, hatta kapıyı açabilmesi için bedenimi tamamen ondan
ayırmam lazımdı.
Hiç memnun olmasam da dediklerim
gerçekleşti, ama en azından artık evdeydik. Arabadaki halimden daha iyi
hissettiğim kesindi. Ayakkabılarımdan kurtulduğumda elbisemi çıkartıp başka bir
şey giymekle uğraşmak yerine direkt salona geçtim.
Biz evde yokken içeri dolan güneş ışıkları
içeriyi fazlasıyla ısıtmıştı. Koltuğa yerleşmeden önce ilk işim klimayı açmak
oldu. Tam üstüme esen soğuk havayla birlikte koltuğa boylu boyunca uzandım.
Gözlerimi de kapatacağım sırada babam salona girmişti.
“Böyle tam olmamış, klimayı iyice soğuğa
ayarla ve daha ince bir şeyler giy hemen.”
Benimle dalga geçmesine aldırmadım. Şu an
gayet ideal bir soğukluktaydı etraf. Hava cehennem gibi sıcaksa ben ne
yapabilirdim? Temmuz ayının ortasındaydık.
Ona cevap vermememe ayıplar gibi bakıp
sehpaya bıraktığım klima kumandasına uzandı. “Kapatma,” dedim ağlak bir sesle.
“Dereceyi yükselteceğim sadece, tamam.
Hasta mı olmak istiyorsun?”
Omuz silktim. Hasta olmak istemiyordum
tabii ki ama sıcaktan erimek de istek listemde bulunmuyordu.
“Despina?” dediğinde ayaklarımı uzattığım
yere doğru oturmuştu. Koltuk abartılı bir biçimde büyük olduğundan sadece
parmak uçlarım belli belirsiz bacağına değiyordu. “Efendim?”
“En son Mayıs’la bir şey konuşuyordunuz,
arabalara binmeden hemen önce.”
Kısa bir an düşündüm. Ne konuşmuştuk?
“Ne konuşuyorduk?”
“Piercinglerden bahsediyordunuz.”
dediğinde hatırlamıştım. Mayıs bana kulağında açacağı kırkıncı delikten
bahsediyordu. Boş zamanlarında kulak deldiren bir deliydi. “Evet,” dedim
hatırladığımı belli ederek. “Ne oldu ki?”
“Her türlü iğneden korktuğunu söyledin
Mayıs’a, bebekken delinmese kulağını da deldirmezmişsin.”
Güldüm hafifçe. Doğruydu.
“Bayağı dinlemişsin bizi, belki gizli bir
şey konuşuyorduk.”
Tek kaşı havaya kalktı. “Babadan bir şey
saklanmaz.”
Uslu uslu başımı salladım, ama bu yüzde
yüz kabullendiğim anlamına gelmiyordu. Sadece babam olduğunu belli eden her
cümlesine karşı hassastım. Ters bir şey söylemem mümkün değildi.
“Sen bu konuyu neden açtın şimdi,
kulağımda başka delikler mi açalım?” Ciddi olmaya çalışarak konuştuğumda bana
güleceğini düşünmüştüm ama düşüncemin aksine yüzünü buruk bir ifade
kaplayıverdi birden.
“İlk gün… Seni DNA testi için hastaneye
götürdüğümde de kaskatıydın. Bugün kendi ağzından iğneden korktuğunu duyduğumda
birden kendimi o günde buldum. Ne hissettiğini ne düşündüğünü hiç umursamadan
seni oradan oraya götürdüğüm günde…”
Gözlerini pek gözlerime denk getirmeden
önüne doğru bakarak konuşmuştu. Uzandığım yerden ona bakmak zorlaştığında
yavaşça yerimde doğruldum. Bacaklarımı kendime doğru çekip kalçamın altına
doğru aldığımda koltukta ona dönük halde dizlerimin üstünde oturuyordum.
“Babana bir şey söylemiştin,” dedim
sakince. “Beni otelden almaya geldiğinde ona telefonda ne söylediğini
hatırlıyor musun?”
Bana bakmaması hiç hoşuma gitmemişti.
Avuçlarımı uzatıp sakallarla kaplı yanaklarını kavradığım gibi yüzünü kendime
doğru çevirdim. “Hatırlamıyorsan da ben hatırlatırım,” derken inatla gözlerimi
gözlerine diktim. “Babalar da hata yapma
hakkına sahip değiller mi, demiştin. Ve haklıydın, hata yapma hakkına
sahiptin.”
“Değildim.” derken göğüs boşluğunda bir
bıçak varmış gibi sesine acı karışmıştı. “Değildim, seni gördüğüm anda
kollarımın arasına almalıydım. Bizim kaybedecek birkaç saatimiz bile yok,
aksine telafi etmemiz gereken yıllarımız var. Aptal bir hata yapma hakkına
sahip falan değildim.”
Dudaklarım kontrolüm dışında aşağıya doğru
kıvrılırken boğazımda yutkunsam da geçmeyeceği çok açık olan bir yumru belirdi.
“Şş, sakın.” derken benim ona yaptığım
gibi o da avuçlarını yanaklarıma kapadı. “Benim yüzümden o gözlerden yaş
düşerse bozuşuruz, çok kızarım.”
Burnumu çektim sertçe. “Kızmazsın,” dedim
kendimden emin bir şekilde. “Yalan söyleme, sen bana kızamıyorsun.”
İfadesi çok keyifli hale bürünmese de ufak
bir kahkaha attı. “Öyle mi hanımefendi?”
“Evet,” dedim gözlerimi kısarak. “Ben
senin yumuşak karınım-…”
Son anda ne dediğimi fark ettiğimde
düzeltmek için dudaklarımı aralamıştım ama babam çoktan büyük bir kahkaha
atarak bana geç kaldığımı duyurmuştu.
“Yumuşak karım mısın?”
Ters ters bakmaya çalıştım. “Karnınım
diyecektim, diyemedim.” dedim üzüntüyle.
Yumuşak karın kalıbını Mayıs’tan
öğrenmiştim. Ancak belli ki tam öğrenememiştim. Bundan sonra öğrendiklerimi
kullanma konusunda aceleci olmayacaktım.
“Yerim senin diyemeyişini de seni de, gel
buraya.” Beni sırtımdan sarıp kendisine doğru çektiğinde üstüne devrilmemek
için herhangi bir çaba göstermedim. Göğsüne düşüp oraya sinmeye bayılıyordum.
Mentollü kokunun kaynağına fazlasıyla
yakındım. Burnumdan sızan kokunun ciğerlerime inip beni çepeçevre sarmasını
beklerken gözlerimi yavaşça kapadım.
“Sana çok kırgındım,” dedim dürüstçe.
Omuzları gerildi, bedeni kasıldı. Devam ettim. “Ama kırgınlığımın asıl kaynağı
hiçbir zaman o an yaptıkların değildi, devamında yapmayacağını anladıklarımdı.
Beni o an kabullenmediğin için, her şey bitti sandım. Atina’ya döneceğim ve bir
daha seni ne görecek ne de senden haber alacaktım. Kırgınlığım bunaydı.”
Gözlerimi açmadan göğsünde yatarak ona
içimi dökmeyi sürdürdüm. “Sonra kendi yöntemlerinle de olsa o kırgınlığı sildin
ki sen. Değil beni istememen, ben gitmeye çalışsam da bırakmazsın beni;
biliyorum artık.”
“Bil,” dedi saçlarımın üzerine nefesi
çarparken. “Bil, hiç unutmayacak kadar iyi bil hem de.”
Birkaç dakika sessiz kaldım. Ardından
dayanamayıp dudaklarımı aralamıştım. Aklımdan geçip duran ve asla kaybolmayan
düşüncem sesli olarak dudaklarımdan dökülürken babamın da düşünceme ortak
olmasına sebep olmuştum.
“Sence annem de biliyor muydu? Benden
haberin olsaydı beni sıkıca sarıp hiç bırakmayacağını annem bilemez miydi?”
Babam hiçbir şey söylemedi. Sırtımı
sıvazladı, saçlarımdan öptü, daha rahat edebilmem için bedenimi iyice kendi
üzerine doğru çekti; ama tek kelime etmedi.
Etmesine de gerek yoktu.
Annemin bunu bilmemesinin imkânı yoktu.
İkimiz de bunun gayet farkındaydık. Fakat ben soru soruyor görünerek cevabı
bilmiyormuş gibi kaçıyorken babam da cevap vermeyerek cevabı bilmiyor görünmeye
çalışmıştı.
Kimi kandırıyorduk bilmiyordum ancak
birbirimizi kandıramıyor olduğumuz kesindi.
“Soru sorma sırası bana geçsin mi?” dedim iğne
konusunda soru hakkını kullandığını düşünerek. Ayrıca şu anki konudan
sıyrılmamız gerektiğini düşünmekteydim zaten.
“Geçsin bakalım,” dedi gecikmeden.
“O kadın neden başka numaralardan seni
arıyor? Hani son kez konuşmuştun ve her şey bitmişti?”
Kıskançlık daha önce deneyimlediğim bir
duygu değildi. Babama kadar hiç yaşadığımı da hatırlamıyordum hatta.
Kıskanacağım kadar yakınım olan biri olmamıştı sanırım on dokuz yıl boyunca.
Şimdi benim için yeni olan ve oldukça yoğun yaşadığım bu duyguyla savaşmak
fazlasıyla zorlayıcıydı.
“Her şey bitti zaten.”
“Ama arıyor!”
“Aramayacak bir daha,”
“Kandırıyorsun beni, arayacak değil mi?”
dedim bıkkınca.
Göğsü titredi. Gülüyordu. Komik miydi?
“Araması bir şeyi değiştirmiyor.”
“Evet, gidip dakikalarca onunla konuştun
bugün. Gerçekten araması bir şey değiştirmiyor.”
“Sana her şeyin bittiğini söylediğimden
beri konuşmuyoruz, başka numaralardan aradığında açsam bile kapatıyordum
tekrar. Bana inanıyor musun?”
“İnanıyorum,” dedim mırıl mırıl. “Ama
bugün neden konuştun o zaman?”
“Telefonu açar açmaz saçmaladı, yalan
söyleyip söylemediğini anlamam gerekiyordu.”
Avuçlarımı göğsüne yaslayıp merakla
doğruldum. Yüzüne bakar hale geldim. “Ne söyledi?”
Kaşları biraz çatıktı. “Annemin kendisini
aradığını…”
Göğsüm sertçe öne doğru gidip aynı şekilde
geri geldi. Canan Hanım’la ilgili bir şeyler duymak pek iyi hissettirmiyordu.
“Tanışıyorlar mı?” dedim sessizce. Meltem,
ailesiyle tanıştıracağı kadar ciddi bir ilişkiydi o zaman.
“Meltem, annemin eski bir iş arkadaşının
kızı. Biz öyle tanışmadık ama daha sonra fark etmiştik, ben tanıştırmadım.
Zaten tanışıklarmış.”
Açıklamasını anladığımda sessiz kaldım.
“Meltem konusu içine dert olması gereken
bir konu değil, bu saçmalık için kendini üzdüğünü görmek istemiyorum.”
İçime dert olan Meltem’den çok, annesiydi.
Bunu dile getirmek yerine bebek gibi yüzümü omuzuna gömdüm. Böylece beni
göremeyecekti.
“Kıskançlığın çok sevimliydi ama üzüntüye
dönüştüğü anda ben de başka birine dönüşürüm, bu konuda anlaşalım.”
“Tamam,” dedim boğuk bir sesle omuzunda
yatıyorken. “Anlaştık.”
“Babasının uslu bebeği,” diyerek şakağımı
sertçe öptüğünde dudaklarım iki yana kıvrıldı.
~
“Soğumuş bu, aç hadi.”
Özgür’ü sertçe dürtüp ters çevrilip tabağa
kapatılmış fincanını gösterdim. Bir süredir -barıştıklarından beri- fal bakma
etkinliklerimize ara vermiştik. Bana Türk kahvesi yaptırıp durmayı sürdürse de
fal bakmama izin vermiyordu.
Bugün sevgilisiyle yeterince zaman
geçirmek yumuşamasına yol açmış olacak ki, biz akşam yemeği yedikten sonra eve
geldiğinde yaptığım kahvenin ardından fal bakmama izin çıkmıştı.
“Açtım tamam, bi’ dur kızım deştin kolumu
ya.” Fincanı tabaktan ayırıp bana uzattı.
Hevesle fincanın içine bakarken neler
sallayacağımı düşünüyordum. Özgür’ü sinir mi etmeliydim, şoka mı sokmalıydım
yoksa korkutmalı mıydım acaba?
Çok önemli şeyler görüyormuş gibi telvenin
bıraktığı izleri incelerken bacaklarımı salladım. Söyleyeceklerime henüz karar
verememişken balkona babam geldiğinde dikkatim dağılmıştı.
“İçeri gelmiyor musunuz?” dediğinde elimle
onu buraya çağırdım. “Sen buraya gel, içerisi çok sıcak. Ev sahibi klima
açtırmıyor.”
Özgür ayı gibi gülerken babam bana sahte
bir kızgınlıkla baktı. Bahsettiğim ev sahibi Timur Akdoğan’dı, evet, ne
yapabilirdim?
“Sana da kahve yapayım mı?” diye sordum
babam balkondaki üçüncü sandalyeye yerleşirken. Ben aralarında kalmıştım oturma
düzenimize göre. Duşta olduğu için Özgür’ü ikna eder etmez kahve yapmaya
girişmiştim. Babamın duştan çıkmasını bekleseydim Özgür kesin fikir
değiştirirdi.
“Yok yavrum, afiyet olsun size. Yarın
yaparsın benim kahvemi.”
Başımı sallayıp onayladım.
Fincanı incelemeye geri döndüm. “Her şey
yolunda hırsız, iyiymiş falın.”
Özgür’ün yüzü buruştu. “Baban gelince
saçmalamaktan utandın mı? Normal değil bu kadar kısa ve düz bir fal olması.
Hani kafama yağan taşlar, yıkılan evler, kaçan insanlar?”
“Ne olsun istiyorsun? Manyak mısın?”
“Düzgün konuş abiyle, çarpılırsın.”
“Hırsızdan abi mi olur?” dedim homurdanarak.
Yüzümde ise sesimin aksine erimiş bir ifade olduğundan emindim. Özgür’ün durup
durup beni kız kardeşi olarak tanımlamasına bayılıyordum.
“Çığırtkandan kız kardeş oluyor da
hırsızdan abi mi olmuyor?”
Babama uzanıp kolunu çekiştirdim. “Bak!
Hırsız olduğunu kabul etti işte, gördün mü?”
Babam artık alışkanlığın ötesine geçmiş
bir tavırla bizim didişmemizi izlemeye başladığında gayet sakindi.
“Gördüm bebeğim.”
“Abi gördüm diyorsun bir de, Allah aşkına
haklının tarafını tut bir kere de şu evde. Kızın da kızın, anladık.”
“Kıskanç,” dedim Özgür’e ayıplar bakışlar
atarken.
“Ben miyim kıskanç?” dedi hayretle
kendisini gösterip. “Sen kıskanç görmemişsin.”
“Gördüm aslında,” dedim onların yalandan
olduğunu anlayamayacağı kadar aşk dolu bir ifadeyi yüzüme yerleştirirken. “Eski
sevgilim çok kıskançtı.”
Babam çektiği havayla, Özgür de galiba
açık kalan ağzına sızan bir sinekle boğulmuş olacak ki ikisi aynı anda sertçe
öksürdüler.
“Helal,” diye mırıldandım. “Neden
boğuldunuz?”
“Kahve boğazıma takıldı,” dedi Özgür.
Babam açıklama yapmaya girişmemişti.
“Yirmi dakika önce içmeyi bitirdiğin kahve
mi?”
“Evet, olamaz mı?”
Bir anda yükseldiğinde şaşkın şaşkın
yüzüne baktım. “Olabilir, neden olmasın?”
“Evet, neden olmasın?”
Özgür gözlerini kısmış halde yüzümü
süzerken biraz daha ona bakarsam güleceğimi bildiğimden bakışlarımı babama
çevirdim. Aynısı olmasa da o da Özgür’den çok farklı bir halde değildi gerçi.
“Bu, Pars’ın maçına gitmek için izin
almaya çalıştığında saydığın boksörlerden biri mi eski sevgilin?”
Gözlerim irileşti. Haftalar öncesinden
koparıp önüme attığı detayı şaşkınlıkla karşılamıştım. Babamın hafızası anormal
derecede kuvvetli olabilir miydi?
Sırf sinir olsunlar diye o gün kaç boksör
tanıyorsun sorusuna bolca parmak indirip saymaya çalışıyormuş gibi görünüp
yanıt vermiştim. Şimdi birden önüme çıkmıştı bu yalanım.
“Lan!” dedi birden Özgür. “Ben unutmuşum
bu konuyu, kim o boksörler? Hepsi mi eski sevgilin?”
“Höst ulan, höst!” Babamın bağırmayan ama
bağırmıştan farksız hissettiren sesiyle şirin olduğumu umarak gülümsedim.
“Höst ne demek?” diyerek gayet anlaşılır
dursa da konuyu değiştirebilmek için sorduğumda Özgür bana ters ters bakmış,
babam ise ‘boş konuşma da boksörleri anlat’ dercesine gözlerini kısmıştı.
Nasıl bir yol çizerek havam sönmeden
kurtulabileceğimi düşünürken balkona zor da olsa ulaşan kapı zili hayatımı bir
nevi kurtarmıştı.
Yerimden fırladım. “Kapı çalıyor!”
“Kim ki bu saatte?” diyen Özgür’ü yarım
yamalak duymuştum.
Kendimi salona atıp kapıya doğru giderken
gözüm saate takıldı. Neredeyse on olmuştu.
Bu saatte kimin habersiz geldiğini
bilmiyordum. Ama tam zamanında geldiği için birazdan teşekkür edebilirdim
gelene.
Yani en azından kapıya ulaşıp kapıyı
aralayana dek, teşekkür etmek uygulanabilir seçenekler arasındaydı. Kapıyı
açtığımda karşımda bulduğum kişi, gecenin güzel sonlanmayacağını açıkça belli
ediyordu.
Kurtarıcım diyerek heyecanla balkondan buraya koşmam boşaydı. Ortada kurtarıcı falan yoktu.
Yorumlar
Yorum Gönder