Gözyaşı Kadehleri 23.Bölüm

 23.BÖLÜM



Sözler kuvvetli silahlardı ve en büyük hasarı hep kalp alırdı. Fakat bu kez beni kalbimden vuran duyduklarım değil duyamadıklarım olmuştu.

Şaşırmamam gereken, adım gibi biliyor olduğum tüm her şeye rağmen cam kapının arkasına geçer geçmez kırgınlığıma yenik düşerek sendelemiştim.

Kapıdan çıkışımı, ayakta pek sağlam duramadığımı gören ilk isim Teoman’dı. Söylediği gibi dakikalarca burada beklemiş olmalıydı, gitmemişti.

Allak bullak olan ifademi ve ayaklarımın üstündeki dengesizliğimi gördüğünde aklına gelenin ne olduğu belliydi. Dudaklarını birbirine bastırarak sessiz kalmış, bana doğru yaklaşsa da konuşmamıştı.

Kenarda duran sandalyelerden birine oturmam için dirseğimden hafifçe tutarak beni yönlendirdiğinde bedenim boş bir çuval gibi sandalyeye yığıldı.

“Abim halleder bir şekilde,” diyerek kısık sesle konuşurken önümde diz çöken Teoman’a doğru baktım. “Neyi?” dedim mırıldanarak.

“Sicilin…” dedi zar zor. “Burada kalmanı sağlayamasa bile başka bir yerde bu konuyu duymazsın, korkma.”

Dudaklarım kıvrıldı. “Buradayım, Teo.” dedim gözlerinin içine bakarken. “Savunmamı yaptım, oy çokluğuyla haklı bulundum.”

Gözleri iri iri açıldı. Bileklerimden yakaladı beni. “O zaman niye gemilerin batmış gibi çıkıyorsun içeriden yenge!”

Halim olsaydı bu tepkisine biraz gülebilirdim. Kısa bir nefes vermekle yetindim.

“Ben dedim ama sana, kocana güven diye.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Cevahir oy bile kullanmadı.”

Yüzü garip bir hal aldı. “Kocan diye mi?”

“Kocam diye,” dedim başımı sallayarak. “Yerine kuzeni yerleşti.”

Teoman biraz dondu. “Levent?” dedi şaşkınca. “Abimin yerine Levent geçti ve sen oy çokluğuyla hastanede kaldın, öyle mi?”

Tepkileri garip değildi. Savunmamı dinlememişti. Aslında kurulun önüne çıkana dek beni tüm çıplaklığıyla dinleyen tek bir kişi olmuştu. Sadece bir kişiye ameliyat öncesinde ve sırasında yaşananları hiçbir detayı atlamadan anlatmıştım.

“O hasta için ben başka bir uzmandan risk kabulü almıştım,” dedim omuzlarımı gevşeterek. “Hasta kontrol edildi, durumu sezaryen için uygun görüldü ve ben ameliyata öyle başladım.”

Üzerimdeki sorumluluğun neredeyse tamamını benden alan, kontrolü yapan doktoru okların hedefi haline getiren bu durum geçtiğimiz üç gün boyunca bana saklı kalmıştı. Ameliyatın ertesi sabahı ‘prosedür’ olan ilk savunmam için başhekimin karşısına geçtiğimde tek bir kez dilimden dökmüş, sonra bu konuya yeminli gibi susmuştum.

Senin yerine konuşsun, kuruldan önce bu ayrıntıyı o dile getirsin istedin çünkü…

Asıl amacımı, acınacak halimi korkmadan açıklayan sesi duymazdan gelerek önümde bekleyen Teoman’a odaklandım.

“Kendini yiyip bitirdin ama,” dedi afallamış bir halde. “Suç seninmiş gibi mahvettin kendini yenge.”

Öyle yapmıştım. Çünkü olayda suçsuz görünsem de o yara için tek bir uzmana güvenmemeli, riski daha dikkate alarak adım atmalıydım. Göz göre göre o bebeğin dünyasını kararttığımı hissettiğimden mesleğimin tehlikede olmamasını umursayamayacak kadar gözüm kararmıştı.

Objektif bakan her gözün önünde suçsuzdum. Ancak kendime objektif bakamıyordum.

“Benim terazimde suçun ortağıyım çünkü,” dedim omuz silkerek. Başımla odaya girmekte olan meslektaşımı işaret ettim. Hastayı kontrol eden doktordu. “İçeri girecek ve benden daha fazla soruya, daha fazla baskıya maruz kalacak. Yine de bütün bunlar o bebek için hiçbir anlam ifade etmiyor, Teo. Bu hastanedeki her doktoru tutup cezalandırsak da zamanı geriye almış olmayacağız.”

Kapının önündeki bekleyişimizin devamı sessizlikten ibaretti. Teoman başka bir şeyler söylememiş, önümde diz çökmeyi bırakıp yanımdaki boş sandalyeye yerleşmişti. İkimiz de karşıya doğru bakıyorduk. Aradan geçen dakikaların hesabını yapamayacak kadar dalgındım. Aklımda bin ayrı konu sağa sola koştururken öyle sessizce ne kadar oturduğumu bilemiyordum.

Sağ çaprazımda kalan kapının açılmasıyla bakışlarım duvardan kopup orayı buldu. İçeriden ilk çıkanlar Volkan’ın dışında kalan diğer doktorlardı. Onlar kendi aralarında konuşarak odadan çıktıktan sonra koridorda ters yöne ilerlemiş, asansörlere doğru adımlamışlardı.

Kapıdan çıkan bir sonraki kişi ise Volkan’dı. O diğerleri gibi asansörlere ilerlemek yerine beni görünce buraya doğru gelmişti. Yavaşça doğruldum. O yanıma gelene kadar ben de ayaklanmıştım.

“Bitti mi?” diye sordum kısık sesle. Başını salladı hafifçe. “Diğer uzman için haftaya yeniden toplanılacak, onun alanından daha fazla isimle birlikte. Benim kısmım bitti.”

Volkan’ın kurulda bulunuşu benim içindi zaten.

“İkinci kurula Cevahir Bey katılır diye düşünüyorum, bu sefer ‘birinci derece yakın’ kontenjanı kullanım dışı çünkü.”

Başımla onayladım. Ben de öyle düşünmüştüm. “Sanırım,” dedim yine de tamamen kesin konuşmaktan kaçınarak.

Kolumu sıvazladı hafifçe “İniyorum ben polikliniğe, Pazartesi görüşürüz.”

Bugün Cuma’ydı. Bu saatten sonra yarım günden az bir süre için işe başlamayacağım belliydi. Ayrıca hafta sonunun iki gününü de harcayıp tamamen kendime gelmeye ihtiyacım vardı. Bu yüzden Volkan’ı onaylamakla yetindim.

“Görüşürüz. Sağ ol her şey için Volkan.”

“Saçma sapan konuşma kızım ya, ne yaptım da sağ olacağım? O sırada başka bir ameliyatta olmasaydım senin konumunda ben olacaktım belki de.”

Omuzuma dokunup yanımdan uzaklaştığında başka bir şey söylememe fırsat bırakmamıştı.

Volkan da koridorda gözden kaybolduktan sonra geriye kalan kurul üyeleri ve seyircilerinin neredeyse tamamı aynı soyada sahiplerdi. Diğer doktorun da biz Volkan’la konuşurken çıkıp gittiğini görmüştüm. Odada Avcıoğlu erkekleri dışında kalan tek kişi Muhsin Paker’di.

Derin bir nefes aldım. Az sonra gireceğim yerdeki akıma kapılmamak için kendimi hazırlayarak öne doğru adımladım.

“Nereye?” diye soran Teoman’a göz ucuyla baktım. “İçeriye,” demiştim sadece. Onun başka bir şey söylemesine izin vermeden içeri girdim yeniden. Arkamdan geldiğini, biri üstüme atlayacakmış gibi tetikte beklediğini fark ettim ancak sorun çıkarmadım.

İçeriye girdiğimde herkesi ayakta bulmayı beklemiyordum. Gerçi ne göreceğim konusunda pek tahminde bulunma gereği de duymamıştım.

Gelişimi ilk fark eden Levent’ti. Diğerlerinin birbirine odaklanmış olmasından faydalanarak ona gözlerimi yavaşça kapatıp açtığımda omuz silkti sadece.

‘Her şey açıkça ortada, Seray Hanım yapması gerekenleri yapmış ve kural dışı bir eylemde bulunmamış. Aksine oy kullanmak gibi bir düşüncem yok.’

Levent’in benim savunmamın ardından kurduğu cümleler aklımda yankılanırken, bahsettiği ‘aksine oy kullanma’ kararını veren tek kişiye doğru döndüm yavaşça. Haksız olduğumu, hata yaptığımı düşünen(!) ve buna göre olumsuz oy kullanan tek bir kişi vardı.

Kuruldaki doktorlar ve Levent’in aksine, Muhsin fikrini farklı sunmuştu.

Ona güvenmeye çalıştığım, umut beslemek gibi bir aptallık yaptığım üç günün boşu boşuna heder olduğunu kabullenerek kendime gelmeyi denedim.

Levent’in ardından odaya girdiğimi fark eden ikinci isim Cevahir’di. O kuzeni kadar sessiz ve hareketsiz kalmadı. Adımı seslenerek bana doğru geldiğinde odadaki kalan bakışların da hedefi artık bendim.

Yanıma geldiğinde bakışlarımız kesişti. Bir şeylerden emin olmak ister gibi kısa sayılamayacak bir süre boyunca gözlerime baktı. Yalnız kaldığımız ilk anda Cevahir’den ağır bir sorgu yiyeceğimi biliyordum. Ameliyattan önce hastanın kontrolünün yapıldığını herkesle aynı anda, bu odada öğrenmişti.

“Başhekimle kısa bir görüşme yapmak istiyorum, izin verirseniz.” Son kısımda bakışlarımı Cevahir’den çekip arkasında kalan Cavit ve Levent ikilisine çevirmiştim.

Cavit Bey’in yüzü ifadesizdi. Sanırım kurulda yaşananları Zerrin’e ilettiği sırada onu ne kadar üzeceğini düşünerek dertlenmekle meşguldü. Aşığının benim gönderilme ihtimalime sıkı sıkı tutunduğundan ve bugünü bayram ilan ettiğinden emindim. Ailelerine dahil oluşum taşları yerinden oynatınca bir numaralı düşmanı oluvermiştim kendisinin.

Önce Cavit çıktı odadan, ardından Levent onu takip etti. Levent’in çıkmadan önce bana göz kırptığı anı yakalayan Cevahir’in gerileceğini anladığımda avucumu göğsüne bastırmıştım.

Levent gerçekten ilginç bir adamdı. Bundan her geçen gün daha da emin oluyordum. Dün ise bu konudaki zirvem olmuştu.

“Halim kalmadı,” dedim yorgunca. “Sinirlen diye yaptığını biliyorsun.”

“Bunu yapmadığında sinirleri alınmış ve sakin bir adam gibi miyim?”

Sinirlenmesi için Levent’in göz kırpışına ihtiyacı olmadığını hepimiz biliyorduk, haklıydı. Onu yanıtsız bıraktığımda sabır dilenir gibi başını çevirdikten sonra benden uzaklaşmadan önce şakağıma kısa bir öpücük bıraktı.

Bu öpücüğün Muhsin’e bir gösteri değil, bana bir dayanak olduğunu hissettiğim için göğsümde bir yangın büyürken Cevahir ve Teoman da odadan çıktılar.

Cam kapı abartı bir yavaşlıkla örtüldüğünde odada artık onunla baş başaydım.

En yakınımda duran sandalyeyi çekerek, pek acele etmeden oturduğumda bakışlarının kesintisiz bir şekilde yüzümde olduğunun farkındaydım. Umursamadan, yerimde rahat etmem onun bakışlarına karşılık vermemden daha önemliymiş gibi sandalyeye yerleşmekle uğraştım.

Bacağımı diğerinin üstüne atarak dik bir şekilde oturduğumda, ellerim birbirlerinin üstüne kapanarak bacağımın üstünde yer buldu.

Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde beni, kendi gözlerim karşılamıştı bir nevi.

Annemden kopyaladığım fiziksel özelliklerim yok denecek kadar azdı. Küçükken bu benim için bir gerekçeydi, annemin beni dışlayışına saf aklımla uydurduğum bir gerekçe… Kendisine benzesem beni benimseyebilir ve sevebilirdi belki diye çok sızlanmıştım kendi kendime zamanında.

Anneme benzemeyişimin aksine; iri ve siyaha çalan gözlerim, koyu saçlarım ve yanağımdaki gamzeler birebir karşımdaki adamdan mirastı. Ondan bana kalan sayılı şeylerdi; gerçi elinde olsa bunları da benden almak isterdi.

Ayakta, birkaç adım ötemde duruyordu. Ona yakın olabilme sınırım da hep buydu. Birkaç adım ötemde olsa da, birkaç ışık yılı kadar uzak hissettiriyordu.

“Olmadı,” dedim dudaklarımı aralayarak. “Başaramadın, büyük bir şanstı aslında. Hiç bu kadar yaklaşamamıştın beni göndermeye.”

Dişlerini sıktığını gerilen çenesinden anlayabiliyordum.

İki gün önce, onun odasında yine bu şekilde tam karşısındaydım. Kurul toplanmadan önce beni dinlemesi gerekiyordu, bir nevi ön savunmamı dinlemişti. Ona ‘ben bu kadını bile isteye öldürdüm’ dememle ‘hiçbir suçum yok’ demem arasında hiçbir fark yoktu. Buna rağmen susmamış ve açıkça konuşmuştum.

O açıklığı ne Cevahir’e ne de bir başkasına göstermemişken, Muhsin’den tek bir giz ile bile saklanmamıştım.

“Hata yapan ben değildim, bunun farkında olmana rağmen son an gelene dek ağzını açmadın.” derken tavrım suçlayıcı değildi. Suçlanacak biri varsa o da bendim. Aptallığıma doymalı ve bunu yapmamalıydım, ona güvenmemeliydim.

Kızgın mıydım, kırgın mıydım ya da hissettiklerim bambaşka şeyler miydi, bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı, karşımdaki adamın bana zerre acıması bulunmuyordu.

“Elimden gelen her şeyi yaptığımı, hastanın kafa travması için bir uzman tarafından ameliyattan önce kontrol edildiğini şu ana kadar benden dinleyen tek kişiydin. Buna rağmen kurul toplanmadan önce sunduğun raporda bundan bahsetmedin, anmadın.”

Sessizliğini koruduğunda gülümsedim. “Ama değil kızın, bir meslektaşın olarak bile savunmana değmezdim senin için, öyle değil mi baba?”

Dudaklarımdan ilk kez dökmüştüm bu sözcüğü ona karşı.

Yüzüne öyle dikkatli bakıyordum ki sağ gözündeki ufak seğirmeyi kaçırmam mümkün değildi. Oturduğum yerden kalktım. Hareketlerim yavaştı.

Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi yarısından aza indirecek kadar yürüdüğümde artık başımı kaldırmama gerek kalmadan bakışlarımız kesişir haldeydik.

“Neden yaptım bilmiyorum ama içimdeki cılız sesi dinledim ve sana son bir şans verdim. O raporda yazacaklarının lehime olmayacağını bilmeme rağmen, sana bu şansı verdim ve seni denedim.”

“Kocan bile bilmiyordu,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Ben olanları kurulda anlatırken Cevahir’in de kontrolsüzce şaşırdığını gözden kaçırmamıştı demek ki. Dudaklarım kıvrıldı. “Bilmiyordu,” dedim sakinlikle. “Bilmemesine rağmen arkamda nasıl dağ gibi durduğunu da görebildin mi?”

Hata yapmış olma ihtimalim öylece ortada duruyorken dahi bir an olsun benden şüphe duymayan Cevahir, karşımdaki adamın nasıl korkunç bir adam olduğunun altını çizmişti fark etmeden.

“Sınıfta kaldın,” dedim başımı sağa sola hafifçe oynatıp. “Verdiğim şansı elinin tersiyle ittin.”

“Ne?” dedi anlamamışçasına. Ona karşı hep kaçak, hep uzaktım ve şimdi ilk kez açıkça karşısında susmuyor haldeydim. Afallamıştı.

“Bugünü unutma, bugünden sonraki her gününü dolu dolu geçir. Mesleğine de ailene de sıkı sıkı tutun, Muhsin Paker.”

Üstü kapalı tehditleri dile getirme konusunda bir uzmanla aynı çatı altında, hatta aynı yorgan altında yaşıyordum. Bir şeyler kapmamış olmam garip olurdu.

“Sen ne hadle…” dedi öfkesine yenik düşerek yükseldiğinde. Sesi odayı aşmış olacak ki cam kapı sertçe açıldı.

“Bir sorun mu var Seray Hanım?” diyerek girişte duvar gibi dikilen Teoman’a döndüm. “Hayır,” dedim omuzlarımı kıpırdatarak. “Çıkıyordum ben de tam.”

Başını onayla hafifçe eğip yeniden dışarı çıktı. Kapı kapandığında bakışlarımı Muhsin’e çevirdim. Gözlerinin içi alev almış, öfkeyle parıldıyordu.

“Söyleyeceklerimden kork. Bugüne kadar susmuş olmam, sonsuza kadar susacağım anlamına gelmiyor. Öyle değil mi baba?”

 

 

~

 

 

“Aklımı mı oynatayım diye uğraşıyorsun?”

Dirseklerimi dayadığım, karnıma kadar yükselen duvardan destek alarak sesin geldiği yöne doğru döndüğümde burnundan soluyan bir beden bulmuştum karşımda.

“Hoş geldin,” dedim sakince.

“Seray.” dedi adımı bastıra bastıra. Onun bu tavrını takmadan yeniden arkamı döndüm. Dirseklerimi alçak duvara yaslayıp yerden metrelerce yüksekte olmanın getirisiyle olabildiğince uzağın görünür olduğu manzaraya bakmayı sürdürdüm.

Yeri döven adımları fayans zeminde yarıklar açıyormuş gibi sertti. Olduğum yere kadar geldi. Bana yakın ancak bir yandan da uzak sayılabilecek bir yerde durdu, benim aksime sırtını manzaraya çevirmişti. Kalçasını benim kollarımı bıraktığım yere yasladıktan sonra göğsünde kavuşturduğu kollarını göz ucuyla görebilmiştim.

“Peşinde koşmamdan keyif alıyorsun değil mi?” diye sorduğunda itiraz etmek için dudaklarımı aralamadım. Yalan söyleyecek kadar enerjiye sahip değildim. Haklıydı, bunda beni keyifle dolduran bir şeyler vardı. Fakat bugün onunla köşe kapmaca oynamamın sebebi keyif açlığım değildi.

Mayıs’ın ortasında oluşumuz nedeniyle ısınmaya yüz tutan hava, hastanenin çatısında olduğumuz için pek hissedilir değildi. Esinti serindi ve ben dakikalardır burada beklediğim için soğukta hissetmeye başlamıştım.

“Benden kaçarak konuşacaklarımızı da ittiğini mi sanıyorsun? Olan biteni bana yarım yamalak anlatman da ne demek oluyor Seray?”

Derin bir nefes aldım. “Herkesle aynı anda öğrendin işte, ne fark ederdi ki? Bir sorun çıkmadı.”

“Herkesle aynı anda öğrendim, öyle mi?” dedi alayla. “O odadaki kimseden bir farkım da yoktu tabii, doğru.”

Sıkıntıyla iç çektim. Sağlamaya çalıştığım şey bu değildi. Durumu tersinden yorumluyordu. Onu bundan alıkoymak için dürüst olmak zorundaydım ama bir yandan da aptallığımın açığa çıkacak olması fikri beni itiyordu.

“Bilseydin, kurul toplanmazdı. Buna gerek kalmadan her şeyi hallolurdu ve ben o odaya girmezdim bile.”

“Evet!” dedi sinirle. “İstediğimiz de bu değil miydi? Üç gündür gözümün önünde eriyorsun, bütün gerginliğin kurul için sanıyorken… Öğreniyorum ki karım zaten o kuruldan hangi sonuçla çıkacağını çok iyi biliyormuş.”

Araya sıkışan ‘karım’ sözcüğünü cımbızla çeker gibi hareketlenen zihnimi ayıplayarak omuzumun üstünden ona doğru baktım. Onun bakışları da bendeydi.

“Muhsin de biliyordu,” dedim sessizce. “Çarşambadan beri, her şeyi biliyordu.”

Cevahir’in duraksadığını, parlayan öfkesinin anlık olarak durulduğunu hissettim. “Raporunda bir şey yoktu,” dedi sorar gibi.

Karnımı yasladığım duvara parmaklarımı sapladım tutunmak ister gibi. “Yoktu,” dedim onaylayarak. “Bir umut kurulun beni haksız bulacağını ve gideceğimi düşünerek ona anlattıklarımı bilmiyormuş gibi davrandı.”

“Orospu çocuğunun teki çünkü,” diye söylendi sinirle. Kısık ancak benim için de duyulabilir bir cümleydi.

Bir şey söylemedim. Kendimi uzun uzadıya açıklamadım.

Cevahir’in bu kadar bilgiyle yeterince donandığını ve benim acınası amacımı anlayacağını biliyordum.

“Ne konuştun onunla? Niye yalnız kalmak istedin?”

Konuyu buraya çevirmesi de haklı olduğumu gösteriyordu. Neden sadece Muhsin’e gerçekleri anlattığımı artık biliyordu.

Omuz silktim. “İstedim işte,” dedim çocuk gibi.

“Tepesine çöküp ona mı sorayım, doktor?”

Üç gündür bana sanırım hiç ‘doktor’ diye seslenmemişti. Bu, benim konuyla ilgili acı çeker halde oluşumdandı. Şu an taşlar yerine oturmuştu. Gülümsemem için beni zorlayan tarafımı bastırarak gözlerimi kırpıştırdım.

“Sorma,” dedim sakince. “Hem belki müsait değildir şimdi.”

Anlamsızca baktı yüzüme. Bedenini yan çevirip tamamen bana döndüğünde ben de onu taklit ederek bel boşluğumu duvara yaslayacak şekilde döndüm.

“Ne bok yiyordur da müsait değildir?”

Parmaklarımı birbirine geçirip tırnaklarımın kenarlarıyla uğraştım. Bakışlarım bir an ellerime kaysa da bunun uzun sürmesine izin vermeden çenemden beni yakalamış yüzümü yüzüne doğru kaldırmıştı.

Odada olanları tek nefeste, az ama yeterli ayrıntıyla dile getirdiğimde Cevahir birkaç saniye sessiz kaldı. Çok yanlış bir şey yapmışım gibi hissettiren o birkaç saniye boyunca gerilmişken bir anda koca bir kahkaha attı.

“Sen…” dedi kahkahası dudaklarında asılı kalmışken. “Sen o piçi tehdit mi ettin? O yüzden mi yalnız kalmaya çalıştın?”

Gözlerimi birkaç kez kapatıp açtım. Bu kadar komik olan neydi?

Çeneme yaslı duran başparmağıyla oradaki çukura bastırdı. Dudaklarım refleksle biraz aralanmış, birbirlerinden kopmuşlardı.

“Aferin benim karıma,” dedi yüzündeki gururla. Bu gururlu ifadenin bir dalga malzemesi olduğunu düşünerek sinirleneceğim sırada asla bozulmayan ve giderek büyüyen ifadesi beni durdurdu.

“Gerçekten mi aferin?” dedim şaşkınca.

“Gerçekten aferin, Avcıoğlu.” dedi keyifli bir şekilde.

Birini tehdit ettim diye ‘aferin’ mi almıştım ben az önce?

“Parmaklarının ucundaki gücün farkına var, kim olduğunu unutma. Unutur gibi olduğunda başını arkaya çevir ve bana bak, ben hatırlatırım.”

Arkama döndüğüm her an orada olacağının garantisini verir gibi konuştuğunda bunun gerçekliğinden kaçarak gözlerimi gözlerinden ayırmayı denedim. Çenemden sıkıca kavranmışken biraz garip bir kaçış çabası olmuştu ama direnmeden ondan uzaklaşmama izin verdi.

“Eve gideyim ben,” dedim konuyu dağıtarak. “Pazartesi döneceğim, Volkan bugünü de hallediyor zaten.”

“Teo bıraksın, araban burada değil.”

Beni hastaneye kendisi getirmekte ısrarcı olduğu için arabam burada değildi. Marifetmiş gibi söylüyordu bir de.

“Sen çalışacak mısın?”

“Geç kalmam,” dedi direkt. “Birkaç işim var, yemeğe yetişirim.”

“Yetiş,” dedim üzgünmüş gibi. “Sensiz boğazımdan geçmez çünkü.”

“Biliyorum, ağlama tamam.”

Alayımı devam ettirişi beni bir an için güldürdüğünde dudaklarımdan kopan kıkırdama fazla samimiydi. Bu ses ikimizi aynı anda duraksattı.

Boğazımı temizler gibi küçük bir öksürükle ilk kendine gelen ve geri adımlayan bendim.

“Teo’yu bulayım ben,” dedim çıkışa doğru adımlarken. Cevahir’i hastanenin çatısında yalnız bıraktığımda ve binanın içinde gözden kaybolduğumda aslında bu anın bir devrim olduğunu içten içe biliyor ve o devrimin yaratacağı yıkımdan da ölesiye korkuyordum.

 

 

~

 

 

“Hoş geldiniz Cevahir Bey,” diyerek arabadan iner inmez onu karşılayan güvenliğe başını hafifçe kıpırdatarak yanıt verdi Cevahir.

“Garaja alıyorum aracı, eğer tekrar çıkmayacaksanız...”

“Çıkmayacağım.”

Güvenlik arabayla birlikte uzaklaşırken Cevahir adımlarını evin kapısına yöneltti. On adımdan kısa mesafeyi aştığında eli zili bulmuş ve kapının peş peşe bir iki kez çalmasına neden olmuştu.

Yardımcılardan biri tarafından açılması beklediği kapı normalde kapıda bekliyor olduğu sürenin iki katı zaman boyunca aralanmadığında bileğindeki saate bakmak için kolunu kaldırdı.

Geç kalmamıştı aslında.

Cevahir bir kez daha zile basarak yanında olmayan anahtarı yüzünden kapıda beklemek zorunda kalırken bahçede duruyor olan bir diğer güvenlik yanına yaklaşmıştı.

“Kapıyı açayım mı Cevahir Bey?”

Cevahir başını çevirip adama baktı. “Vildan Hanımlar nerede?”

“Erken çıktılar efendim, iki saat kadar önce evlerine bıraktık.”

Cevahir neye dayanarak erken çıktıklarını soracakken yaşadığı farkındalıkla duraksadı. Evde onun dışında bir otorite kaynağı daha vardı, bunu unutmuş olması kendi dalgınlığındandı.

“Aç kapıyı.”

Evin kapısı açıldı. Cevahir içeri girip kapıyı kapattıktan sonra üstündeki ceketi oyalanmadan omuzlarından atmış ve ilk olarak girmiş olduğu salonda koltuklardan birinin üstüne bırakmıştı.

Zilin peş peşe çalışına rağmen aşağıya inmeye tenezzül etmediğine göre Seray’ın duşta ya da uyuyor olduğunu düşünüyordu. Salonda göremediğinde buna netlik kazandırmıştı.

Salondan çıkıp merdivenleri bir bir geride bıraktı. Yatak odasının kapısını açtığında üstü hiç kırışmamış düzenli yatak örtüleri karşılamıştı kendisini.

Son seçeneğe, banyoya doğru döndüğünde ise kapının açık ve ışığın kapalı olduğunu görmüştü.

Kaşları çatıldı. “Bahçede mi sızdın yine Seray?” diyerek kendi kendine söylenirken ilerleyen dakikalarda evin iki katını ve bahçenin çoğunu talan etmişti.

Hiçbir yerde kendisine dair iz bulamadığı karısının nerede olduğunu düşünüyorken eve geri girmeden önce güvenliklerden birine seslendi.

“Ziya!”

“Buyurun Cevahir Bey?”

“Seray eve gelmedi mi?”

“Geldi efendim, Teoman Bey bıraktı kendisini. Yardımcılar da Seray Hanım geldikten sonra ayrıldılar evden.”

“Evden çıkmadığından emin misiniz peki?”

Adam biraz afallamış halde de olsa başını olumlu anlamda salladı. Patronunun pek anlayışlı bir adam olmadığını biliyordu. Sorulara cevap verirken kılı kırk yarması ve açıklama yapmaya çalışması da bundandı.

Cevahir ne döndüğünü anlamaya çalışırken biraz beklemiş, beş on saniye içerisinde aklına düşen ihtimalle birlikte derince nefeslenmişti. “Tamam, dön sen yerine.”

Tekrar eve girdi. Kapıyı bu kez kontrolsüzce biraz hızlı kapatmış ve çarpmıştı. Henüz kapıdan ayrılmamış olan güvenlik bir aile faciasına sebep olduğunu düşünse de durum biraz farklıydı.

Cevahir kendisine kızmıştı. Evin her yerine baktığını sanıyordu ancak Seray’ın bu ruh haliyle gitmesi en muhtemel olan köşeye göz atmak aklına bile gelmemişti.

“Bayılana kadar içmemişsindir umarım,” diyerek konuşurken yine merdivenlere yaklaştı. Bu kez hedefi üst kat değil, alt kattı.

Alt koridora indiğinde ilerlerken adımları kendinden emindi. Biraz geç jetonu düşmüştü ancak artık hangi kapının ardında karısını bulacağını biliyordu.

Açtığı kapının arkaya doğru varıp duvara dokunmasını umursamadan, ilk yaptığı geniş sayılabilecek alanda bakışlarını gezdirmek oldu.

Cılız bir ışığın altında, yanında boş olduğundan görmese de emin olduğu bir şişe varken yerde oturan Seray’ı bulan bakışları kısılmıştı.

“Bölüyor muyum?” dedi alayla. Gözleri baygın bakan, parmaklarını sardığı kadehin gölgesinin düştüğü yerde küçük kırmızı bir birikinti olan Seray’ın büyük ölçüde dünyayla bağlantısı kesikti, belliydi.

“Hı hım,” gibi bir mırıltıyla yanıt almıştı sorusuna. “Git, yalnız kalmak istiyorum ben.”

Cevahir kadının söylediklerini duymamış gibi tek dizini yere yaslayarak tam önünde eğildi.

“Yalnız kalmaya artık doyduğunu düşünmüştüm ben, gözlerimin içine bakarak bir daha tekrarlasana bu isteğini.”

Kadının dudaklarının titrediğini, kadehe tutunan parmaklarının gevşediğini görmüştü. Sesini çıkartmadı. Bakışları kendi yüzünü bulana dek sabırla bekledi.

Sabır timsali bir adam değildi ama konu her ne olursa olsun karşısındaki kadın için doğduğundan beri olduğu insana dair bir şeyler sarsılabiliyordu.

Seray’ın gözleri ya da yanakları ıslak değildi. Cevahir, kadın kendisine doğru başını kaldırır kaldırmaz ilk bunu kontrol etmişti. Buraya sinip ağlıyor olması ve bunun saatlerdir sürüyor olma ihtimali fazlasıyla canını sıkmıştı çünkü.

“Yalnız kalmak mı istiyorsun?” diye yineledi. “Gideyim mi?”

Alacağı cevap bir şey değiştirmeyecekti. Cevahir’in bulunduğu yerden tek başına uzaklaşmak gibi bir planı yoktu ve o planlarla yaşayan bir adamdı, ani değişiklikler yapamazdı.

İçtiği şarabın lekelediği, asıl renkleri açık bir pembeyken kırmızıya dönmeye yüz tutan dudakları bükülmüş halde yüzüne uzun uzun bakan kadına doğru bir hamle yapmadı. Birkaç gün önce, ‘unutacaksın’ diyerek bile olsa gerçekleşen ve Seray’dan gelen hamlenin ardından Cevahir daha pasif bir yol izlemeye başlamıştı.

Öne atılmak yerine kadının canını çektirmek, kendisini hatırlatmak ister gibi gözünün önünde duruyor ve bekliyordu.

“Yalnız kalmayayım,” diye sızlandığını duydu zar zor. Kendisine değil, yükseklerde bir yerlere söylüyordu bunu aslında Seray. Dilek diliyordu bir nevi.

“İstesen de yalnız kalamazsın,” dedi Cevahir oyalanmadan. “Bırakmam.”

Hıçkırır gibi nefeslenerek boğazındaki ağır baskıyı defetmeye çalışan Seray, kadehin elinden düşüp sağa doğru devrilerek parçalanmasını ve içinde kalan bir iki yudumun zemine dökülmesini gözü görmez halde dizlerinin üstünde yükseldi.

“Yalan söyleme!” diye haykırdı kalan gücüyle. “Gideceksin, yalan söyleme bana!”

Cevahir tepki vermedi. Karşısındaki bedenin sökülmeye, parça parça dağılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Onu bölmedi.

Yere düzgün bir şekilde oturduktan sonra bacaklarını öne doğru uzattı. Öfkeyle parlayan gözlerini yüzüne dikmiş olan Seray’a durgun gözlerle baktı.

“Kim kaldı ki sen kalacaksın? Kimsin sen?” Seray sözcükleri dile getirmektense, her şeyi kusuyor gibiydi.

“Kim olduğumu çok iyi biliyorsun,” dedi Cevahir rahatça.

 

 

~

 

 

“Kim olduğumu çok iyi biliyorsun.”

İçimde yükseliyor olan hissin öfke olduğunu ayırt edebiliyordum. Ancak puslanan, peş peşe devirdiğim kadehlerin etkisiyle bulanan zihnim o öfkenin aslında karşımdaki adam için olmadığını bana duyuramıyordu.

Rahat tavrına karşı elim kontrolsüzce havalandığında aynı anda hem o elim hem de henüz yanımda sallanıyor olan elim bileklerimden ona hapsoldu.

Bileklerimden tutarak beni kendisine doğru çekti. Üstüne doğru devrilmemem mümkün değildi. Beni kuvvetle kendisine çekmişti ve bu halde ona direnemeyeceğimi çok iyi biliyordu.

“Neyle savaşıyorsun?” dedi yüzlerimiz beni çekiştirdiğinde karşı karşıya kalırken. Burnum burnunu teğet geçecek kadar yakındık. “Bildiğin gerçeklerle savaşıp, bir aptal gibi gücünü tüketmen neye yarıyor?”

“Kes sesini,” dedim pürüzlenen sesimle.

“Kessene,” dedi alayla. “Çünkü ben kendi isteğimle susmayacağım.”

Göğsüm öne doğru kabardı. Bacaklarını uzatmıştı, bacaklarının arasında kalan boşlukta ise dizlerinin üstünde duruyor halde duran ben vardım. Bileklerime sıkıca tutunmuş, beni kendine esir etmiş haldeyken ondan kaçacak yerim kalmamış ve kapana kısılmıştım.

Çok değil, bir iki hafta önceye kadar bu kapandan gerekirse her yeri ateşe vermek pahasına kaçacağımı ve kendimi bir şekilde dışarıya atacağımı biliyordum.

“İstediklerin sikimde gibi mi duruyor?” derken zihin süzgecimin çalışmayı bıraktığını kabullenmiştim. Küfrüm onu duraksattı. Bu pek uzun sürmedi ama beklemiyor olduğu her halinden belliydi.

“Şarap ağzını mı bozuyor senin?” derken gözleri parlıyordu. Karşımdaki rahatlığı ve umursamazlığı sinirle titrememe neden oldu. “Sana ne?” dedim çocuk gibi.

“Kendim mi kontrol edeyim?” dediğinde anlamsızca yüzüne baktım. Kelime oyunlarını algılayamayacak kadar çakırkeyiftim.

Öfkeyle nefeslenirken aralı kalan dudaklarımın arasına üst dudağını ittiğinde kendimi geri çekmek için aceleci değildim. Alt dudağımı yeni keşfettiği bir şeyi tadar gibi emip dişlerinin arasından uzatarak serbest bıraktığı an gelene kadar hareketsiz kalmıştım.

“Kaç şişe devirsem ağzından sızan şarap tadı kadar sarhoş edici olur?”

Islattığı dudağım sarkık halde ona bakarken pilim azalmış gibi tepkilerim ve reflekslerim körelmişti.

“Seray,” dedi usulca. Dudaklarımın üstüne doğru nefesini üfleyerek konuşması dengemi bozmuştu. Yine de söyleyeceklerine odaklanmaya çalıştım. “Yalnız değilsin, ben buradayım.”

Mantığımla, kontrolümü sağlayan iplerin tümüyle bağımı kesen cümle dört kelimesinden ibaretti.

Canımdan bir parça koparılıyormuş gibi sızlanarak gözyaşı dökmeye başladığımda, ellerimi aniden üstüme yüklenen deli kuvvetiyle ondan ayırdım. Tek kolum sıkı sıkıya boynuna dolandı. Bıraktığım anda kaybolacakmış gibi yüzüne sokuldum.

Beni oyuncak bebeğiymişim gibi kucakladığında artık bacaklarının arasındaki boşlukta değil, bacaklarının üstünde oturuyordum. Belimde sarılı duran iki kolu birbirine komşuydu. Göğsüm göğsüne kapanmış, göğüs boşluğum onun kalbine, kalbim onun boşluğuna dayanmıştı.

İhtiyacım olan ne sarhoşluk ne de öfke patlamasıydı.

İhtiyacım olanın o olduğunun kavuşana kadar farkında bile değildim.

Boynuna sardığım kolumla çok sıkı bir kuvvet uyguladığımı sanıyordum. Oysa öyle bir gücüm kalmamıştı. Elimle gömleğinin yakasına tutunduğumda yanağına yasladığım burnumu çektim sertçe. İç çekiyor gibi görünsem de derdim kokusunu ciğerlerime taşımaktı.

Boşta kalan kolumu havalandırdım. Elim önce sırtında gezindi rotasız bir halde. Sonraki durağım ensesiydi. Diğer kolum büyük ölçüde ensesini örttüğü için elim oraya pek temas edemedi. Ben de parmaklarımı saçlarının arasına daldırdım.

Hiçbir şey söylemeden ona ahtapottan hallice sarılmamı, her yerden onu çepeçevre sarmamı karşıladı. Tek yaptığı belimi iki koluyla sarmaktı. Belim, kollarının kalınlığından katbekat ince kalınca bir kolu kalçama doğru taşmıştı.

“Cevahir?” dedim saatlerdir bağırıyormuşum da sesim kısılmış gibi.

“Buradayım.” diye yanıtladı. ‘Efendim’ demedi, ‘söyle’ demedi. Ona ne için seslendiğimi anlayarak ‘buradayım’ dedi.

Kulağımın altındaki bir yere dudaklarını bastırdığında her hücremde aynı anda yankılanan bir titremeyle sarsıldım. Kolumu boynundan çözemiyordum. Çözebileceğim bir an gelecek miydi, bilmiyordum. Birine sıkıca sarılma, sarıldığım kişinin gitmeyeceğine inanma lüksüne ilk kez sahiptim ve bu beni yabancıladığım hislerin arasında boğuyordu.

“Hiç mi gitmeyeceksin?” dediğimde sesim söylediğime inanamıyor gibi çıkmıştı.

Daha doğmadan babasıyla, doğduktan sonra pek zaman geçmeden de annesiyle bu senaryoyu yaşamış bir nefestim. Onların bende yarattığı güvensizlik yüzünden hayatımda uzun yıllar kimsenin kalıcı olacağına inanamamıştım.

Sonra bir kez daha istisnamı bularak, aslında buldum sanarak tutunmuştum bir şeye. Yolun sonu ise yine benim bir köşede yalnızlığıma gömülüşümden ibaret olmuştu.

“Bana kaç kez gitmemi söyledin tanıştığımızdan beri, hiç saydın mı?”

Saymamıştım. Başımı olumsuz anlamda salladım. Yüzüm yüzüne sürtünmüştü bunu yaparken. “Çok kez,” dedim kısıkça.

“Hiçbirinde gittim mi?”

Git dememe rağmen gitmediği anlar bir bir zihnimde canlanırken karnımda bir şey büyüdü. O şeyin adını koyamadım ama varlığına da kızmadım.

“Git dediğin halde gitmemişken başka ne senden gitmeme sebep olabilir, gamzeli?”

Hantal bir şekilde başımı çevirdim. Alnım alnına doğru düşecek şekilde gözlerini görmek için döndüğümde parmaklarımın saçlarındaki hareketleri yavaşladı.

“Bir tanesini görebiliyorum gerçi,” dedi bakışlarını yanaklarımda sırayla gezdirerek. Gülmesem de belirgin olan sağ yanağımdaki çukuru kastediyordu.

Gülesim gelmese de, ona bunu borçluymuşum gibi dudaklarımı gerdim. Bunun soldaki çukuru da görünür kılacağını biliyordum. Dudaklarım kıvrılır kıvrılmaz yanağımdaki o çukura dudakları doldu.

Diğer gamzemin hatırı kalacakmış gibi hissettiğimde bana bunu yaptıranın şarap kadehleri olduğunu bile bile yüzümü çevirdim biraz. Dudakları, bir gamzemden diğerine dudaklarımı da es geçmeden sürüklendi. Bu kez baskısı sağ yanağımdaki diğerine kıyasla daha derin olan çukurdaydı.

Ona zorla gamzemi öptürdüğümün farkındalığıyla gerilerek yüzümü birden omuzuna gömdüğümde göğsü titredi. Güldüğü içindi.

“Belindekiler,” dedi kulağıma doğru eğilip. “Adil bir adamım, onlara da dudaklarımı bastırmam gerekmez mi?”

 

 

~

 

 

Üzerimden akıp giden suyun altında durduğum sürenin normal olmadığını kendi kendime fark edemeyecek kadar dalgındım.

Önce mideme, ardından zihnime kazınan şarabın etkisinden sıyrılma bahanesiyle duşa girmek istediğimde aslında yalan söylemeyi beceremeyen bir kaçaktım sadece. Onun kollarından sıyrılmak için irademi nasıl toparlayabildiğimi hatırlamıyordum ancak duşa girmek istediğimi söylediğimde beni yormadan odaya kadar getirmişti.

Sonrası ise soğuğa yakın açtığım suyun altında, geniş camlarla kaplı duş kabininin ortasına çökmüş halde geçirdiğim dakikalardan ibaretti.

Su zihnimdeki pusu dağıtmaya yaramıştı fakat o pusun altında bir parlaklık değil koca bir karanlık vardı. Kendime gelmek yerine hayatımın sonuna kadar yarı sarhoş bir yaşam sürmek de kulağa çok kötü gelmiyordu bu yüzden.

Dudaklarımdan bir iç çekiş sızıp suyun sesine karışırken ıslanıp sırtıma doğru yapışan, başıma ağır gelen saçlarımı avuç içlerimde sıkıştırdım. Fazla suyun saçlarımdan akıp gitmesi ve başımın rahatlamasını diliyordum ama bendeki ağırlık suyun ağırlığından biraz daha öteydi.

Dizlerimi kırarak bacaklarım altımda kalacak şekilde yerde oturduğum süre uzadıkça bacaklarım pes ederek uyuşmuştu. Bunu az önce ayağa kalkmaya çalıştığımda fark etmiştim. Yeniden ayaklanmayı denedim. Dengesiz bir hamleyle de olsa kalkmayı başarmıştım.

Yüzüme akmaya başlayan suyu gözlerimi ovuşturarak yıkamak için kullanırken kulağıma su sesi dışında bir ses çarptığında irkilerek başımı sağa doğru çevirdim.

Suyun soğukluğu sayesinde duş kabininin cam panelleri saydam haldeydi, buğulanmamışlardı. Başımı çevirdiğimde camın arkasını net bir biçimde görebilmiştim.

Banyonun kapısını açmış ve kendisini içeri atmış olan Cevahir’le göz göze geldiğimizde benim tepemden sular akmaya devam ediyordu.

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. Banyoya dalmasının nasıl bir açıklaması olacaktı?

“İki saattir duştasın neredeyse,” dedi bakışları yüzümdeyken. “Kapıdan seslendim, duymadın.”

Rahat rahat kendini açıklıyordu. Çırılçıplak oluşum ve sular altında kalışım durumu hiç garipleştirmiyormuş gibi konuşuyordu.

Suyun akmasını durduracak olan yere dokunarak tavana asılı geniş başlıktan yağmur gibi yağan suları kestiğimde dudaklarımı araladım. “Çıkıyorum.”

“İyi,” dedi sadece.

“Sen kalıcı mısın?” diye sordum anlamsızca. Ben kabinden çıkarken kapıda dikilip beni seyretme planı kuruyor gibi hareketsizdi.

“Gidesim yok,” dedi omuzlarını erkeksi bir biçimde kıpırdatıp. Ya da bu kıpırdanışı erkeksi kılan şey omuzlarının genişliği ve iriliğiydi; emin değildim.

“Çıplağım, Cevahir.” dedim tane tane.

“İnan farkındayım,” derken bakışlarını boynumdan aşağıya hiç kaydırmamış olmasına rağmen buna zorlukla direniyor gibiydi.

Sınanıyor olması fikri beni bir anda iğneyle dürtülmüşüm gibi uyardığında derin bir nefes aldım. “İyi,” dedim az önce onun yaptığı gibi. “Ne yaparsan yap.”

Ürkekçe camın arkasında durup o gidene kadar bekleyeceğimi düşünüyorsa, düşünmeyi sürdürecek zamanı kalmamıştı.

Uzanıp cam kapakları iki yana doğru araladığımda içinde bulunduğum alandan dışarı doğru adımlamadan önce saçlarımı toplayacakmış gibi elimde tutarak sıktım. Yere damlayan suların sesi dışında duyabildiğim tek şey Cevahir’in ağırlaşan nefes sesleriydi.

Dudaklarımı masumane bir tavırla sarkıttım. Bornozum kapının solundaki askıdaydı. Oraya kadar adımlamam ya da küçük bir yardım almam gerekiyordu.

Çıplak bir şekilde ona yürümem mi yoksa onun bana ben çıplakken yürümesi mi daha sabrını sınardı diye düşünerek bir iki saniye bekledikten sonra cevaba ulaşmıştım.

O put gibi dururken benim üstümden sular damlayarak yanına yürümem daha sınayıcı olacaktı.

Ayaklarımı banyonun zeminindeki yumuşak tüylü örtüye basarak kaymamak için düzgünce adımladığımda Cevahir yokmuş gibi bornozuma doğru ilerledim.

Askıya ulaşmak için ona temas etmem gerekmiyordu, yanına yaklaşabileceğim kadar çok yakından yürümek tamamen kendi tercihimdi.

“Kimle hangi oyunu oynadığının farkında değilsin,” dedi uzanıp bornozumu askıdan aldığım sırada. Soğuk suyun altından çıkıp banyonun serinliğinde kalmak bedenimi ürpertiyle doldurmuş, tüylerimi diken diken etmişti.

Cevahir’e arkam dönüktü. Askıya parmak uçlarımda kalkarak uzandığım için kalçamın dışarı doğru kavislendiğinin farkındaydım. Boynumdan aşağı bakmama iradesinin çöp olup olmadığını kontrol etmek için hızlı bir şekilde döndüğümde bakışlarını yüzümde bulmuştum.

Hevesim kırılarak dağıldı. Bakışlarını gerçekten aşağıya çevirmemişti.

“Ne oyunu?” dedim bornozu sabahlıkmış gibi üstüme giyerken. Önündeki kuşağı bağlamak yerine iki ucu bitiştirip bir elimle tutmuştum karnımın üzerinde.

“Sırılsıklam ve çırılçıplak halde önümde süzülmen ne oyunu oluyorsa, o oyun.”

Şaşırmış gibi dudaklarımı büktüm. Lavabonun yanındaki geniş raflarda duran bakım ürünlerime doğru uzanıp süreceğim vücut nemlendiricisini aldım. “Sırılsıklam olduğumu nereden biliyorsun ki?”

Elimdeki krem tüpüyle birlikte yanından sıyrılıp odaya geçecek ve yatağı kremlenmek için yükselti olarak kullanacaktım ki henüz kapıya yaklaşamadan belimden sertçe yakalandım.

Bornozumu tuttuğum elim aramızda sıkışmıştı. Elimin tersi onun kasık çizgisinde, önü ise sıkı sıkıya tuttuğum kumaştaydı.

“Şarabın etkisi geçmiş olmalı ama hâlâ bir sarhoş kadar cesursun,” dedi yüzünü yüzüme doğru eğmişken.

“Şaraba ihtiyacım yok, ayık halimin de bir korkak olmadığını biliyorsun.”

“Öyle mi?” dedi düz bir ifadeyle. İfadesi her ne kadar duvar gibi görünse de bakışlarında yanan yangını görüyor ve o duvarın bir irade zorlaması olduğunu anlayabiliyordum.

“Öyle,” dedim fısıltıya kaçan bir sesle. Nefesim yüzüne çarptığında gözleri belli belirsiz bir oranda kısıldı.

“Gözlerin sana dokunmam için yalvarıyor gibi bakıyor, bunu mu istiyorsun?”

Dudaklarımı kıvırdım. “Bana dokunman için yalvarmam gerekmediğini ikimiz de çok iyi biliyoruz, Cevo.” dedim parmak uçlarımda biraz yükselip burnumu çenesine sürterken. “İsteseydim, bana dokunmanı sağlamam birkaç saniyeden fazla süre gerektirmezdi.”

“İstemiyorsun yani..?” dedi üsteleyerek. “Ürpertiyle kabaran, üstündeki kumaştan beliren uçlarını parmaklarımla ezmeme ihtiyacın yok; değil mi?”

Benimle değil bahsettiği meme uçlarımla konuşuyormuş gibi göğsüm sızlayarak acıdı. Açık konuşan bir adamdı ama bu açıklığın konu buyken ortaya çıkması diğerlerinden daha yakıcıydı.

Bana, beni istediğini söylemesi yeni değildi fakat neler yapmak istediğine dair açık seçik konuşması yeniydi.

“Evet,” dedim toparlanarak. “Yok ihtiyacım.”

“Seni yalnız bıraktığımda kendin mi dokunacaksın o şişkinliklere?”

Afallayarak suskunlaştım.

“Ellerini bugüne kadar hiç benim ellerimmiş gibi düşlemediğini söyleyemezsin, bu seni büyük bir yalancı yapar.”

Boğazımı yumuşatmak ister gibi yutkundum. Kendime dokunduğumu biliyor olması zerre umurumda değildi ama bunu yaparken gözümü yumduğumda onu karşımda bulduğumu bilmemesi gerekirdi.

Sağlıklı ve yeterli hormon üreten, kadın vücuduyla ilgili gereğinden fazla bilgiye sahip biriydim. En başından beri bakışlarıyla, Bodrum’dan beri de sözleriyle bitmek bilmeyen saldırılarının bilinçaltımda yangınlar başlatması ilginç değildi.

Nefret edilesi bir zorba olduğunu, makineye benzediğini zaman zaman düşünmemeye başladığım ilk andan beri kendime bir şekilde onun ağız sulandırıcı bir adam olduğunu kabullendirmem gerekmişti. Bu da birkaç haftadan uzun bir süreye tekabül ediyordu.

“Düşleyecek tek elin sana ait olduğunu mu s-…” Devam edemeyişimin sebebi, henüz cümlem yeni başlamışken öfkeyle parlayan acı kahveleri değildi. Aramızda sıkışan elimi tek hamlede olduğu yerden koparıp bornozun iki tarafını karnımda bitişik tutan kuvveti ortadan kaldırmıştı. İnce kumaş dökülerek iki yana savrulduğunda gövdeme onun göğsünden sızan sıcaklık akın etti.

Cümlemin kesintisinin asıl sebebi ise kadınlığıma kapanan sıcak eliydi. Kalın başparmağı tepemde, diğer parmakları bacaklarımın arasında kalacak şekilde beni sertçe avuçladığında diğer eliyle belimi tutmuyor olsaydı dizlerim yeni doğmuş bir ceylan yavrusuna aitlermiş gibi titrediğinden yere kapaklanabilirdim.

“Düşleyeceğin tek el de, hissedeceğin tek el de bana ait.” Uyulmaması ağır yükümlülüklerle sonuçlanan kurallarla dolu bir kitaptan bir parça seslendirmiş gibi netti sesi.

Kadınlığımın avuç içine dayalı olduğu gerçeğini göz ardı etmeyi denesem bu öylece kenara itebileceğim bir his değildi. İlk dokunuşta sıcak hissettiren eli şimdi daha ılıktı, bunun sebebi yüksek ihtimalle benim ondan katbekat fazla ısınmaya başlamış olmamdı.

“Neymiş, karım?” dedi alaycı bir sesle. “Çek elini,” diye tısladım dişlerimin arasından.

Bahsettiğim eli, belimde olan değildi. Bunu bile bile önce belimdeki elini indirdi. “Çektim,” dedi nefesi yüzüme çarparken.

Bacaklarımı sıkıca kapatma ve elini olduğu yerde sıkıştırma dürtüsüyle savaşmak, hormonlarım ayaklanmaya başladığı için pek kolay ilerlemiyordu. İnce parmaklarım yerine onun kalın parmaklarının sıcaklığımda gezinip duvarlarımı keşfetmesi fikri sinir bozucu derecede yakıcıydı.

“Elini biraz daha çekmezsen…” dedim kaşlarım çatılı halde. Alt dudağını yavaşça ıslattı. “Deliğin beni kabul etmen için sınırlarını mı zorlamaya başlayacak?”

Göğsüm öfkeyle şişti. Öfkem yarı yarıya ona ve kendimeydi.

“Banyoya gir ve elini başka bir şey için kullan, belki biraz sakinleşirsin Cevo.”

“Siktir,” diye soludu dudaklarımın üzerinde. “Elim sana bulanmışken kendimi mi sıvazlamamı öneriyorsun?”

Öyle mi yapmıştım?

Gözlerimi kırpıştırdım. Benden sana iş çıkmaz, eline kuvvet demek istemiştim ama hatlarda bir karışıklık olmuştu.

Ona sanırım olması gerekenin dışında bir şeyler düşletmiş olacağım ki yaşadığı anlık afallamadan yararlanarak avucunun baskısından kaçıp hızlıca bornozun kuşağını bağlayabildim.

“Elini yıka, sapık herif.” dedim ters ters. “Elini yıkadığını görmeden rahat bırakmam seni, sapkınlığına beni alet etme.”

Az önce kadınlığımın dudaklarına değiyor olan eli hafif havada kalacak şekilde karşımdaydı. Çatık kaşlarım ve artık kendimi teşhir etmediğim biçimde kapalı olan bornozum eşliğinde ona bakıyordum.

Başımla lavaboyu işaret ettim. Sırıttı. Sırıtışının sebebini bir iki saniye kadar sonra, eli iyice havalanıp yüzüne yaklaştığında anca bulmuştum.

Beni avuçladığı elini burnuna doğru yaklaştırıp sesli bir biçimde soluklandı. Her zerrem titrerken bu titremenin öfke dışında başka izler de taşıyor olduğunu bilmek aklımı zorlamıştı.

“Gerizekalısın ya!” diye bağırıp banyodan hızla çıktığımda arkamdan attığı keyifli kahkahayı odaya adım atar atmaz duymuştum.

Kahkahasıyla eş zamanlı olarak dudaklarımın kıvrılışı ise tamamen sinirlerim bozulduğu içindi.

Başka hiçbir sebebi yoktu.

Olmaması gerekiyordu.

 

 

~

 

 

“Sürekli isterim diye mi daha önce yapmadın hiç?”

Tek yanağı ağzına parçalamadan attığı kek yüzünden şişkin duran Cevahir’e bakarken baş ağrımı kesmesi için içtiğim papatya çayından büyük bir yudum aldım.

“İlk ve sondu, evet.”

Sürekli bir şeyler yemek ya da atıştırmak isteyen biri değildim. Kendimde hep baş başa olduğumdan yemek yapma telaşım olmazdı ve mutfaktaki sınırlarım da hep beni doyuracak yemekler kadardı. Ancak bunların bir istisnası vardı.

Kendi kendime uydurduğum, içinde seviyor olduğum her şeyden azar azar olan kek tarifi aşureden halliceydi.

Islak kek sayılamazdı ama kuru bir kek değildi, meyveli kek denemezdi ama içinde meyveler vardı…

“Nasıl yaptığını anlamadım zaten, hiçbir şeyi ölçmedin.”

Bacaklarımı koltukta toparlayarak yerimde küçüldüm. İki yanından sardığım bardağım avuçlarımı ısıtıyordu.

Midem aç karnına içtiğim şaraplar yüzünden allak bullakken akşam yemeği konusunda Cevahir’le bayağı bir savaşmıştım. En sonunda yemeyeceğime ikna olmuş ve kendisi yemek yemişti. Vildan Hanım’ın bıraktığı yemekler boldu, hafta sonları gelmedikleri için Cuma akşamları bolca yemek hazır edip çıkıyorlardı.

Ancak bıraktıkları tatlı Cevahir’i mutlu edememişti. Revaniye dair mutsuzluğunu fark ettiğimde uzun zamandır yapmadığım, hatta en son ne zaman yaptığımı bile hatırlamadığım kekimi anımsamış ve işe koyulmuştum.

Mutfakta vakit geçirmenin bana iyi geleceğini biliyordum. Yemek varken tencere tencere yemek yapamazdım ama ikinci bir tatlı yapılabilirdi, sorun yoktu.

Sarhoşluğumdan kalan baş ağrım ve dolu aklım eşliğinde mutfakta oyalanırken Cevahir salonda kalmak yerine tabletini de almış ve ada tezgâhın önündeki sandalyelerden birine yerleşmişti.

Annesini izleyen bir çocuktan tek farkı, tabletten oyun oynamak yerine işleriyle boğuşuyor olmasıydı sanırım.

“Benim tarifim bu, anlamazsın sen.” dedim rastgele yapmışım gibi konuşmasına karşılık.

“Güzel ama tadı,” dedi dalga geçmeyi keserek. Gülümsedim sakince. “Afiyet olsun.”

Bu keki kendim dışında tattırdığım ikinci kişiydi. İlk kişi görüntüsünü karışık bularak tadına bile bakmaya yeltenmemişti. Şimdi ikinci kişi ise, kek kalıbını da yutacakmış gibi iştahlı şekilde karşımdaydı.

Bugün farkında bile olmadan dokunup durduğu yaralarım acımak yerine daha garip bir hisle kaplanmama neden oluyordu sadece.

Elindeki tabağa doldurduğum üç dilime yakın kek uzun sürmeden bittiğinde bakışlarımız kesişti. “Biterse tekrar yaparım, Cevahir. Evin yanmış gibi bakma, git ye.”

“Güven vermiyorsun,” dediğinde ters ters baktım. “Zıkkımın kökünü ye o zaman.”

“Ya sabır,” diye homurdanarak ayaklandı. “İki dakika insan olabiliyorsun, bir de bana söyleniyorsun nazik ol diye.”

“Ben bir tek sana böyleyim,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Sen insanlığa karşı hödüksün, genel yani.”

“Sağ ol,” dedi alaycı bir tavırla. Önemli olmadığını gösterir gibi başımı salladım. Sorun değildi, hep iltifat ederdim böyle.

Cevahir mutfağa ilerleyip muhtemelen kekin sonunu bulmak için tabağını doldurmaktayken ben de açık olan ancak sesi neredeyse tamamen kısık televizyon ekranına odaklandım. Haber kanallarından biri açıktı.

Gündem dışı haberlerin yapıldığı, daha az resmi bir program olduğunu bildiğim program akışında ne olduğunu anlamak için kumandaya uzanacağım sırada ben öne eğilemeden ekranda tanıdık şeyler belirmeye başladı.

Gözlerim irileşirken kumandayı alıp sesi yükselttim. Ekrandan gelecek sesi duymak için beklerken bakışlarım da alt yazıda geziniyordu.

Cevahir’e seslenmek için dudaklarımı aralayacakken beni geçerek sesini duyuran o oldu.

“Seray.” dediğini duydum. Sesi bir garipti. Benim televizyonda gördüğümü o da telefonda mı görmüştü bir anda acaba?

Başımı çevirip geleceği yöne baktım. Kulağım televizyonda ve aynı anda da ondaydı.

Elinde kek dolu bir tabak yerine benim telefonum vardı.

Yüzündeki ifadeden pek bir şey okuyamadığımda bakışlarım o ve elindeki telefonum arasında gidip geldi.

“Dünkü kafede buluşalım, yarın saat iki gibi.”

Anlamsızca kalakaldım. Dudaklarımı soru sormak için aralayacakken yaşadığım farkındalıkla göğsüm sıkıştı.

Dünkü kafe…

“Levent mi?” dedim sessizce. Mesaj mı atmıştı? Ata ata telefonum Cevahir’in görüş açısındayken mi atmıştı o mesajı?

Cevahir başını geriye atarak delirmiş gibi güldü. Daha önce yaşanan mesaj krizini anımsadığımda stres olmuştum. Bir şeyler rayına giriyor gibi görünürken Arif olayındaki gibi yanlış anlaşılmalar arasında sıkışmak istemiyordum.

Başını kaldırdığında oturduğum yerde doğrularak gözlerinin içine baktım. “Dinle bi’.” dedim nefeslenerek.

Dudaklarını araladı. O konuşamadan sesine başka bir ses karıştı. Bu, yükseltmeyi başardığım televizyon sesiydi.

“Duyumlarımızın yanlış olduğunu söylüyorsunuz yani,” dedi programın sunucusu merakla.

“Duymadığınız çok şey olduğunu söylüyorum, Elif Hanım. Herkes bir anda üstüme gelince anlatamadığım çok şey kaldı, kendimi anlatmak isterim.”

Sunucunun sesinin ardından duyulan ses, televizyonda az önce gördüğümde beni panikleten yüze aitti.

Geçtiğimiz günler boyunca magazinde adı da sanı da batan, boşanma haberleri kendisi adına sansasyonlara çevrilen Zerrin Avcıoğlu ekrandaydı.

Levent’in mesajının üstüne bir de annesine ait ses salonu doldurunca Cevahir çileden çıkmış olacak ki, konsolda duran ve içine kuru lavanta dallarımı dolduğum vazo birden duvarda sertçe parçalandı.

Yüksek sesin ve beklemediğim parçalanmanın etkisiyle irkilerek ellerimi yüzüme kapattım.

Zerrin’in o ekranda hoş bir şeylerden bahsetmek için bulunmadığını bilmek, kahin olmayı gerektirmiyordu.

Özellikle Nilgün teyze ile ilgili dile getireceği en ufak bir detay, kurulu her şeyin sarsılması demekti. Ve ben o kadının kötülükle parlayan gözlerinde çok daha fazlasını yapacağına dair emareleri çoktan görebilmiştim.

Kıyametin kopacağını zaten biliyordum ve o kıyamet gelmeden önce bende saklı olan sırrı Cevahir’e anlatma fırsatım olur sanmak benim aptallığımdı.

Levent’ten gelen mesajı mı yoksa babasının ihanetini mi açıklamalıydım?

İpince bir ipin üstünde, elimde tonla ağırlıkla dengede durmaya çalışıyordum. İpin diğer ucundan yanıma adımlayan Cevahir’in ise denge falan umurunda değildi.

İkimizi de binlerce metre yüksekten dibe gömecekti.

 

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm