Sen Başkasın 15.Bölüm
15.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- Ateş
Birinin bana delice kızmasını umacağım günün
gelebileceğini tahmin etmem mümkün değildi fakat o gün gerçekten gelmişti.
Hatta öyle ani ve öyle sert adımlarla gelmişti ki rüzgarıyla beni savurmuştu.
Savrulduğum yerden kıpırdamamak, sindiğim
rastgele bir köşede beklemek kolay olandı. Orada kendime nefret kusabilir, hak
ettiğimi düşündüğüm olumsuz her şeyi yalnız başıma yaşayabilirdim. Ancak kolay
olan yolu seçecek değildim, seçemezdim.
Tüm bunların tam aksini yapmam gerekiyordu.
Kaçmamalıydım. Yalnız kalmamalıydım. Hareketsizce beklememeliydim.
Gözlerimi açsam da kapatsam da zihnime
yansıyan görüntü sabitti. İki gece önceden kalmaydı, bin gece de geçse
silinmeyecekti. Ben Esila’nın gözlerimin içine buruk bir gülümsemeyle baktığı
anı hiçbir zaman atlatamayacaktım.
Dilinden hiçbir şey dökülmemişti ama gülümsemesinden
de bakışlarından da aynı cümleler akıyordu. Onu
nasıl böyle suçlayabildiğimi, nasıl bu kadar yanlış tanıyabildiğimi soruyordu.
Gittiğinde -ben onun öylece gittiğini
sandığımda- benim de aklımda dönüp duran sorular bunlardı. Birkaç cümlemle,
konuşurken kastetmediğim cümlelerimle terk edip gidecek kadar beni tanımıyor
olmasına yıllarca kırgın kalmıştım. Esila’nın şimdi ne hissediyor olduğunu en
iyi anlayacak kişi de bendim.
Zihnimde Esila’nın en son iki gece önce
gördüğüm hali varken kulaklarımda yankılanan sesler de aynı zamana aitti.
Umay’ın vereceğim tepkiyi kaçırmamak için iri iri açtığı gözleriyle beni
süzerken mırıldandığı, kısacık zamanda bağımlısı olduğum seslenişi de aynı
gündendi ve o günden bugüne hiç solmadan kulaklarımdaydı.
Aynı günün sabahında cennetin kapısından
geçmiş ve gecesinde de günahlarımla yüzleşerek diri diri yanmıştım.
Onlardan gelen her şeyi sorgusuzca
kabullenebilirdim. Bana ne olacağını dert ettiğim bir zamanda değildim. Sadece…
Benimle birlikte onların da yanmasından çekiniyordum.
O geceden beri aynı evin içinde olmamıza
rağmen bir hayalete dönüşen ve sesini dahi zar zor duyabildiğim Esila’nın tüm
acısını almak istiyordum. Derdim bunu yapamıyor olmaktı.
Ne bana ne de benimle aynı yalana inanan
ikizlere karşı sesi çıkmıştı. Bağırıp çağıran biri hiç olmamıştı ama en azından
diline ket vurmadan konuşmasını umutsuzca diliyordum. Bu dilek bencilliğimdendi
belki de. Çünkü bana kızarsa hak ettiğimi biraz olsun bulduğumu düşünecek ve birkaç
dakika nefes alabilecektim.
“Ateş Bey?” diyen Yeliz’in sesini duyduğumda
bakışlarımı bir süredir tek bir noktaya sabitlediğimi ve o noktanın odadaki boş
duvar olduğunu yeni fark etmiştim.
“Dinliyorum,” dedim bariz bir yalanı
seslendirerek. Dinlemiyordum. En son ne dediğinden haberim bile yoktu.
Dudaklarını ne yapacağını bilemez bir biçimde
birbirine bastırıp başını ağır ağır salladı. “Acil olan kısımlar bitmişti
zaten,” dedi önündeki birkaç dosyayı toparlayıp. “Ben sizi daha fazla
tutmayayım.”
Beni tuttuğu yoktu aslında. Aksine şirketten
kalkıp gelen, imzalamam ya da fikir belirtmem gereken her şeyi peşinden eve
getiren oydu. Tek yaptığım, çalışma odasındaki sandalyemde oturmak ve birkaç
imza atıp onu yarım yamalak dinlemek olmuştu.
Markanın yok olması da dahil olmak üzere
hiçbir risk beni bu evden çıkaramazdı şu an için. Ben gitsem de yalnız
kalmayacaklardı belki ama Esila’yı da Umay’ı da bulunduğum çatının altında
hissetmek zorundaydım. Bu düşüncemin yakın bir zamanda geçeceğini sanmıyordum.
Normal bir şekilde işe gitmem ya da başka bir şey nedeniyle evden
uzaklaşabilmem için hallolması gereken çok fazla mesele vardı.
“Bir şey olursa…” dedikten sonra bir an için
durdum Yeliz kalkacak gibi olunca.
“Doğan ve Sinan ile iletişim halindeyim Ateş
Bey, karar alamadığım bir durum olduğunda onlara ulaşıyorum. Merak etmeyin.”
Kaşlarım havalandı. Sorar gibi suratına
bakmayı sürdürdüğümde zor da olsa daha doğru olan cevaba kavuşmuştum.
“Sinan telefonlarımı genellikle açmıyor, açtığında
da bilmediğini söyleyip Doğan’ı aramamı söylüyor. Soruları ve sorunları
ilettiğim kişi hep Doğan.”
Yeliz hem şikâyet eden hem de kafası karışık
bir sesle konuştuktan sonra göğsüne bastırdığı dosyalarla birlikte tamamen
ayaklandı. “İyi günler Ateş Bey.”
Yeliz’den sonra bu odada yapacağım bir işim
yoktu. Onunla birlikte ben de odadan çıkmak için hareketlenmiştim.
Kapının açıldığı koridora o önde olacak
şekilde adımladığımızda birden kulaklarımı Umay’ın heyecanlı sesi doldurdu.
“Piyens!” diyerek gözümün önünden bir hışımla
geçmiş, bacak boyunun izin verdiği ölçüde hızlanıp alt kata inen merdivenin
olduğu kısma doğru koşturmuştu.
Nerede durmayı planladığını bilmediğim için
telaşla öne atılmış ve merdivene varmasına henüz dört beş adımdan fazla olsa da
onu kollarının altından yakalamıştım. Kucaklayıp göğsümün soluna doğru
yasladığım bedeni afallamadan bana uyum sağladığında başını geriye doğru atıp
yüzüme baktı.
“Meyaba,” dedikten sonra yeterince nezaket
gösterdiğinden emin olmuş olacak ki yeniden sesini biraz arttırdı ve başını
merdivene doğru çevirip seslendi. “Piyens!”
İlk seslenişte hiçbir hareketlilik yoktu ancak
ikinci seslenişle birlikte merdivenleri sert ve hızlı adımlarla çıkan biri
olduğunu hepimiz duymuştuk.
Doğan yüzündeki stresli ifadeyle olduğumuz
kata vardığında Umay’ı benim kucağımda görmüş, derin bir nefes almıştı.
Umay’ın iyi olduğunu gördükten sonra etrafa
daha dikkatli bir şekilde baktığında bende -her nedense- hiç oyalanmayan
bakışları Yeliz’e çarptığında birkaç saniyeden fazla zaman kaybetmesine sebep
olmuştu. Doğan’ın yeniden Umay’a dönmesi biraz sürmüştü kısacası.
“Niye Doğan’ı çağırdın bebeğim sen?” Umay’ın
şakağından öperken bir yandan da sorumu sormuştum.
“Evet,” dedi Doğan hemen. “Ne oldu prenses?”
Umay sırasıyla ikimize baktıktan sonra bana
biraz daha sokulur gibi oldu. “Biy tek babama söylicem.”
Sırtında duran avucum uyuşmuş hissettirdiğinde
elimi kıpırdatıp giysilerin üstünden tenini okşamıştım. Burnumu yanağına doğru
sürttükten sonra mırıldandım. “Kime söyleyecekmişsin?”
“Sen?” dedi afallamış bir suratla. Az önceki
cümleyi tekte anlamadığım için nasıl bir zekâ seviyesine sahip olduğumu
sorguluyordu sanırım.
“Ben kimim?” dedim beklentiyle dolup taşan
bakışlarımı onun benzeri olmayan gözlerine dikmişken.
İki gün öncesine kadar bu soruya vereceği
cevap adımdan ibaretti. Adımı tatlı tatlı mırıldanmasına hayran olsam da yakın
bir zamanda bana çok daha hayran olunası bir sesleniş hediye etmişti ve artık
tüm hayat gayem bunu duymaktan ibaretti.
Gözlerini kırpıştırdı. Başı biraz omuzuna doğru
eğildi. “Babam..?” diyerek kısıkça mırıldandığında dayanamayıp yine dudaklarımı
tenine bastırdım. Bu kez yanağından öpmüştüm.
“Cevabı babasına verecekmiş, sen de o sırada
Yeliz’i uğurla küçük prens.”
Doğan’a göz ucuyla bakıp konuşmuştum. Umay ile
birlikte çalışma odasına dönmek için hareketlendiğimde son birkaç dakikadır
pamuk gibi hissetmeme neden olan kızım bana bu kadarının bile fazla olduğuna
karar vermiş olacak ki odanın sınırlarına giremeden dudaklarını aralamıştı.
“Küçükçük piyens o deyil, Kusey küçükçük piyens.”
Dışarıdan adım sesleri gelmeye başladığında
Doğan ve Yeliz’in uzaklaştığını anladım. Odanın kapısını da o sırada çoktan
kapatmıştım.
“Evet, bebeğim.” dedim en yakındaki koltuğa kucağımda
o varken oturup. “Bırak şimdi prensi mrensi, neden Doğan’ı çağırıyordun sen?”
Aslında cevabı almak için herhangi bir acelem
yoktu ancak zaten bu akşam görecek olduğum küçük
prensin daha fazla sohbetimizi meşgul etmesini istememiştim.
“Çünküsü… Çünküsü Şinan demişti.”
Anlayamayarak kaşlarımı biraz çattım. “Ne
demişti kızım? Doğan’ı çağırmanı mı istemişti?”
Başını salladı heyecanla. “Şinan dedi ki
bana,” dedikten sonra bir anda Sinan’a dönüşmüş gibi omuzlarını geriye doğru
açtı. Kendisini irileştirmeye çalışma çabasına gülmemek çok zordu. “… şişekim
biy iş yapman lajım, dedi bana.”
Sinan’ın ‘çiçeğim’ diye seslenişini dahi
taklit etmeyi unutmamıştı.
“Ne işiymiş bu?”
“Yelis senin odandan gidince piyensi
çayırdım.”
Burnumu Umay’ın saçlarına dayayıp nefeslendim.
Sinan kızımı maşası bellemişti anlaşılan.
“Anladım babacım,” dedim dilimden ne
döküldüğüne hiç dikkatimi vermeden. Refleksmiş gibi çıkmıştı ağzımdan.
Esila ona bol bol ‘annecim’ diye seslendiği
için Umay benden bunu duyduğuna hiç şaşırmış gibi değildi. Aksine ben söylerken
hiç tereddüt etmememe şaşırmıştım. Genellikle ona karşı bir şeyi ilk kez
yapacaksam içimde kılı kırk yarıyor, uzunca düşünüyordum çünkü.
“Babacım,” diye oldukça sessiz bir şekilde
fısıldayıp beni tekrar ettikten sonra gülümseyerek omuzuma yattı. Hoşuna
gittiğini açıkça hissettirdiğinde kalbime akın eden sıcaklığın etkisiyle onun
dudaklarındaki gülümseme benimkilerde de yer bulmuştu.
Birkaç dakika sessizlikle sarmalandık. Sırtını
sıvazlarken bir yandan da saçlarından sızan kokusunu soludum.
“Biliyoysun mu?” diye aniden bilgi veresi
tuttuğunda başımı eğip yüzüne bakındım hemen. Ses çıkartmadım ama ona
baktığımda devam edebileceğini, onu dinliyor olduğumu görmüş ve anlamıştı.
“Kuzum annemle uyuyoy şimdi. Annemin uykusu
bitmemiş, kuzucum da oyda.”
Umay yemek yesin diye kurulan sofralara istisnasız
şekilde dahil olan ancak eve geldiği günden beri yediği toplam miktar normal
bir insanın bir günlük öğünü zor eden Esila, bu sabah da kahvaltıya inmişti.
Kahvaltıdan sonra Yeliz gelince ben bu odaya gelmiştim ve anlaşılan Esila da
bütün günü yine hayalet gibi tamamlamak üzere Umay’a uykusu olduğunu söyleyerek
kıyafetlerinin olduğu odaya çekilmişti.
Pazartesi gecesi, yani Umay’ın ateşlendiği
gece o kendi odasında uyuduğu için -uyuyan tek bir kişi olsa da- üçümüz Umay’ın
odasında sabahlamıştık. Dün gece ne olacağını ise bütün gün sıkıntıyla
beklemiştim.
Esila önceki gece konuştuklarımı hiç duymamış
gibi Umay’ın uykusu geldiğinde benim odamdaki yatağa onunla uzanmış, her an
kovulabileceğimi hissederek yanlarına yattığımda varlığıma hiçbir tepki
vermemişti.
Esila’nın bana Umay için katlanıyor olması
fikri, içimde büyük bir parçayı kızgın bir demirle dağlıyordu. Bu evde oluşu,
aynı yatağı paylaşmamız, ortak bir sofrada oturmamız… Umay burada olmasaydı
Esila’yı hiçbirini yapmaya ikna edemeyecek olduğumu fısıldayan sesi
susturamıyordum.
~
- Esila
“Duygu…” diye mırıldandım sessizce.
Kollarını bana dolamış olan, bıraksa
kaybolacakmışım gibi sıkıca beni tutan Duygu’yla kaç dakikadır aynı halde
olduğumuzu sayamamıştım. Saatlerce böyle durabilirdim, sarılmasından şikâyetçi
değildim ama ağlamayı hiç bırakmıyor olması beni üzüyordu.
Bazı insanlar isimleriyle sımsıkı bağlı
olurdu. Benim tanıdığım en ismiyle bağlantılı kişi de Duygu’ydu. İstisnasız her
hissini doruklarda yaşar, dışarıya taşırır ve açıkça herkese gösterirdi.
“Çok özledim,” derken bir yandan da burnunu
çekiyordu. Sarıldığımız andan beri gözlerimden -onun kadar olamasa da- akmış
olan yaşlar yanaklarımda kurumuştu. Parmaklarımın tersiyle yanaklarımı temizler
gibi çekiştirdikten sonra biraz geri çekildim.
Dış kapının bir adım önündeydik. Duygu içeri
girip beni gördükten sonra tam burada üstüme koşturmuştu ve o andan beri
sımsıkı sarılıyorduk. İlk anda yalnız değildik ama sarılma süremiz uzayınca
herkes usulca ortadan kaybolmuştu.
“Ben de,” diye fısıldadım dolu gözlerimle.
“Ben de çok özledim.”
Özlemini dile getirmesi beklediğim bir durumdu
ancak devamında dudaklarından dökülenlere şaşkınlıkla bakmıştım. “Özür
dilerim,” demişti ıslak kirpiklerini birbirinden ayırmaya çalışırken.
“Hım?” diye mırıldandım afallamış bir halde.
“Yalnız bıraktık sizi.” Sesinden suçluluk
akıyordu. Hissettiklerini hiç eksiltmeden yansıttığını söylerken abartmıyordum,
gerçekten öyleydi. “Yıllarca… Ne yaptınız bir başınıza, neler yaşadınız
bilmiyorum ama aklıma gelenlerde de hiç iyi bir şey yok, özür dilerim.”
Dudaklarım titrer gibi oldu. Hıçkıra hıçkıra
ağlamak üzereydim, çok zor direniyordum.
“Duygu?” dedim gözlerinin içine bakarken.
Aramızda çok mesafe yoktu ama artık sarılmıyorduk. Ellerimiz birleşmiş,
ortamızda duruyordu.
“Efendim?”
“Gittiğime inanmış,” dedim acıyla fısıldarken.
“Önce ondan kendi isteğimle gittiğime inanmış, sonra bebeğimi ölüme terk edip
gittiğime… Ben bunu aklımdan nasıl sileceğim?”
İki gündür aklımda dönüp duranlar aynıydı.
Hissettiğim ağrı azalmıyordu, kalbim ağrıyı hissedemeyecek kadar uyuşmuyordu.
Aynı dirilikte ve yükseklikte hissediyordum sızımı.
Duygu benim yaptığım gibi yanaklarını elinin
tersiyle sildikten sonra birkaç kez gözlerini kapatıp açtı. “Küçük bir melek
doğurmuşsun,” diyerek konuyu benim sorumdan uzaklaştırdığında burukça
gülümsedim. Ne diyeceğimi bilmiyorum demeye çalışıyordu. Sorduğum soruya verecek
cevabı yoktu.
“Tanışmışsınız,” dedim ona ayak uydurup.
“Saçlarını toplamışsın, anlattı.”
Başını salladı abartılı bir ifadeyle. “Evet,
sen üşenip tek bir palmiye yapıyormuşsun saçlarını. Ben uğraşıp iki tane
yapmıştım ama yine de mırıl mırıl seni anlattı tabii…” Kaşla göz arasında
kendisini övmesine kıkırdadım hafifçe.
Ağladığımız için ikimizin de sesleri garipti.
Islak gözlerle, yarı kuru yanaklarla ve boğuk seslerle karşı karşıya
duruyorduk.
“Bir sürü şey konuşmamız gerekiyor,” dediğinde
kıkırdayışım sessiz ve belirsiz bir gülümsemeye dönüşmüştü. “İster gece boyu
konuşuruz ister uyuruz ve sabah uyandığımızda konuşuruz ama ben yirmi dört saat
içinde senden her şeyi dinlemek istiyorum.”
Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Bu bir
onaydı.
Dört gündür az konuşmuş ve konuştuklarımın
içine de hiç detay eklememiştim. Anlattıklarımın yaratabileceği fırtınayı
bildiğim için o fırtınanın kimseye zarar vermemesi adına sessizdim. Duygu’nun
sadece dinleyici kalacağını bilmek beni daha fazla şey söyleyebilmek için
cesaret bulmaya itebilirdi.
Hamile olduğumu öğrendiğimde ilk koştuğum kişi
doğal olarak Ateş olmuştu. Eğer o akşamın ertesi sabahına evimde uyanabilseydim
gideceğim yer de şüphesiz Duygu’nun yanı olacaktı. Duygu ile konuşabilseydim…
Ona aklımdaki her şeyi anlatma fırsatı bulabilseydim kimse benim Ateş’i de
Umay’ı da terk edeceğime ihtimal vermezdi. Düşüncelerim de benimle birlikte
kayıplara karıştığında Duygu’nun Ateş’in karşısında beni savunabileceği hiçbir
şey kalmamıştı.
Savunulmaya
ihtiyacın olmamalıydı diye yakınan sesi duymazlıktan
geldim. Zira kulaklarımı kapatmasam o sesi haksız bulabilmem çok zordu.
Duygu benim koluma girip yanağını omuzuma
yaslamış haldeyken salona doğru yürümeye başladığımızda ben de başımı onun
başının üstüne doğru bıraktım. Boyumun ondan uzun olması bunu yapabilmemi
kolaylaştırıyordu.
Salonun kapısından geçtiğimizde aynı anda
içerideki tüm bakışlar bize çevrildi. İkizler bu akşam evde değillerdi, nerede
olduklarını bilmiyordum ancak akşam yemeğinde de yoklardı. En son kahvaltıda
görmüştüm onları. Dolayısıyla üstümüze çevrildiğini dile getirdiğim bakışlar
iki yetişkinden ve iki çocuktan ibaretti.
Umay, babasının dibinde; Kuzey ise Erdem’in
yakınındaydı. Ben Kuzey’i elbette hatırlıyordum ancak onun beni hatırlamadığı
kesindi. Onu son görüşümde iki yaşına bile basmamıştı henüz. Beni analiz etmek
ister gibi süzüyordu, ona sakince gülümsediğimde çekinmeden bakmaya devam etti
ama yüzü aynıydı.
“Bana da sarılabileceğim kadar Esila bıraktın
mı, güzelim?” Erdem ayaklanırken göz ucuyla Duygu’ya bakmış ve cevap vermeye
bile tenezzül etmediği bir lafı araya sokuşturmuştu.
Hastanede Erdem’in de bulunduğunu biliyordum
ancak görüntüsünü sadece hayal meyal anımsayabiliyordum. O sıralarda aklım öyle
bulanıktı ki etrafımda yaşananlardan birçoğu şu an benim için silikti.
Erdem bir kolunu omuzlarımın üzerinden geçirip
bana yavaşça sarıldığında ben de avucumu sırtına birkaç kez dokundurarak
karşılık vermiştim.
“Hoş geldin ait olduğun yere,” diyerek sadece
ikimizin duyabileceği şekilde konuştuğunda sessiz kaldım. Ne aksini iddia ettim
ne de onayladım.
Erdem’den ayrıldıktan sonra oturacağım yeri
seçmek için bir an duraksamış, koltuklara doğru göz atarken Umay bir
mıknatısmış gibi ona doğru çekilmiştim. Umay’ın sırtını koltuk yerine Ateş’in
koluna yaslamayı seçtiği için yayılmış olan bedenini izlemek yetmediğinde
parmaklarımı yüzüne doğru uzatıp alnına dökülen sarı buklelerini geriye tarar
gibi okşadım.
Önceki gece yükselen ateşi sanki benim
yüzleşmem gerekenlerle yüzleşmem için gerçekleşen bir oyundan ibaretmiş gibi
ertesi sabah hastalığa dair hiçbir belirtisi olmamıştı. Tüm enerjisi yerindeydi.
“Ney yapıyoydunuz siz?”
“Konuşuyorduk annecim,” dedim ellerimi
saçlarından çektikten sonra.
“Ney konuşuyoydunuz?”
“Duygu teyzeni çok uzun zamandır görmüyordum,
bana bir şeyler anlattı.”
Umay gözlerini kırpıştırdı. “Teyse?”
“Aynen öyle bebişim,” dedi Duygu hemen. “Umay
bana gayet güzel sesleniyor Duygu diye, ne aklını bulandırıyorsun Esila? Şunun
şurasında aramızda kaç yaş var canım?”
Ben cevap veremeden Kuzey konuştu. “Otuz,”
diyerek annesinin cevap beklemeyen sorusunu yanıtladıktan hemen sonra babasına
döndü. “Doğru yaptım mı?”
Kaşlarım havalanır gibi oldu. Hızlı bir
şekilde zihninden işlem yapabilmesini beklemiyordum. Bakışlarından ve
duruşundan biraz ipucu edinmiştim ancak şimdi taşlar daha belirgin şekilde
yerine oturmuştu. Beş altı yaşlarında bir çocuktan biraz daha büyük
hissettiriyordu.
“Yaptın oğlum,” dedi Erdem, Kuzey’in omuzunu
hafifçe patpatlarken. “Annen de çok sevindi, bak.”
Duygu omuzlarını düşürmüş şekilde dursa da
oğlunu tebrik etmekten geri kalmadı. “Aferin oğluşum, doğru yaptın. Dört işlem
becerini benim yaşım dışındaki problemlerde kullansan daha iyi olurdu gerçi.”
Kuzey annesinin kendisine doğru çevrilen
yüzünü süzdükten sonra kaşlarını çattı. “Neden ağladın ki?”
Dudaklarımı birbirine bastırarak oturduğum
yerde geriye doğru yaslandım. Yaslandığım gibi göz ucuyla sağımda kalan Ateş’in
kıpırdamadan beni izliyor olduğunu görmüştüm. Konuşulanlardan ve olanlardan
soyutlanmış gibi beni seyrediyordu.
Ona sımsıkı tutunmak isteyen parçalarım,
bakışlarımı bile ona çevirmemem gerektiğini söyleyen parçalarla savaşıyordu. Bu
savaştan yara almadan çıkabilecek hiçbir taraf olmadığını hissettiğim için
mutsuzdum.
Duygu’nun Kuzey’e verdiği cevabı duymamıştım.
Odağım Ateş’e ve sırtını babasına bacaklarını bana doğru çevirip aramızda köprü
kurmuş olan Umay’a kadardı.
Sabah dolabından birlikte seçtiğimiz peluş ev
terlikleri, yanından ayırmadığı ve şu anda da bizimle oturmakta olan kuzusunu
andırıyordu. Bacağıma yaslı duran ayaklarının rahat edebilmesi için terlikleri
ayaklarından çıkartıp çoraplarıyla kalmasını sağladıktan sonra ellerimle
ayaklarının ısısını kontrol ettim. Sıcaktı.
“Sıcak mı hissediyorsun soğuk mu?” diye
sorduğumda Umay ayaklarını sallayıp bacağımın üstünde oynattı. “Aynısını
soyuyosun anne,” dediğinde anlamayarak yüzüne baktım. “Babama söyledim ki sıcak
diye.”
İç çeker gibi nefes aldım. Birinin benden önce
Umay’ın rahatını kontrol ediyor olması alışık olduğum bir şey değildi. Ateş’in
benden önce onun üşüyüp üşümediğini sormasını tahmin edebilmem de mümkün
olmamıştı tabii.
İstemsizce bakışlarımı biraz kaldırdığımda
Ateş’in bana dönük duran yüzüyle karşı karşıya gelmiştim. “Yalnız değilsiniz,”
dediğini sesli olarak duymamıştım ama dudaklarını yavaşça kıpırdattığı için her
heceyi rahatça okuyabilmiştim.
Gözlerimi ‘doğru’ der gibi kapatıp açtım. Biz hiçbir zaman yalnız olmamıştık zaten,
sorun hiçbir zaman yalnız olmak değildi. Sorun kiminle olduğumuzdu.
~
- Ateş
“Göslerimisi kapatmak lajım,” diyerek beni
uyarır görünse de kendisini ikna etmeye çalışan Umay’ı uzandığım yerden
izliyordum.
Uykuya direnen bir çocuk değildi aslında. Bir
yere uzandığında sızması pek zaman almıyordu. Fakat bu geceye özel yattığı
yerde gözleri açık şekilde dönüp duruyordu.
“Annem sonya gelicek, ben şimdi uyucam. Di
mi?”
“Evet, bebeğim.” dedim yanağını başparmağımla
okşarken.
Kısa kısa nefeslendikten sonra burnunu havaya
dikip bana baktı. “Kusey de uyuyoy mu?”
“Kuzey de uyuyor, onun annesi de o uyuyunca
yanına gidecek. Şimdi babasının yanında.”
Umay gülümser gibi olduğunda şaşırmıştım. Neye
güldüğünü anlamak için aklımı zorlarken küçük bedenini öne doğru sürükleyip
göğsüme yaklaştı. “Umay da,” dedi mırıl mırıl.
“Hım?” dedim başımı eğip. Yüzünü yarım yamalak
görüyordum, dudaklarımı fırsattan istifade saçlarının üstüne bastırmıştım.
“Umay da babasının yanında, di mi?”
“Umay da babasının yanında, kızım.” dedim
çırpınır gibi çarpmaya başlayan kalbime yaslı duran bedenini daha sıkı
sararken. “Buradayım, yanındayım.”
Annesini ve odaya çıkmadan hemen önce bu gece
burada kalacaklarını öğrendiği Kuzey’i sormaya devam edeceğini, uykuya dalmadan
beni bir süre daha onu ikna etmeye uğraştıracağını düşünüyordum. Gidişat buydu.
Öyle olmamıştı.
Göğsüme yaslandıktan sonra, ona yanında
olduğumu söyledikten kısa bir süre sonra nefesleri giderek yavaşlamış ve
hareketleri azalmıştı. Huzurlu nefeslerle uykunun kollarına çekildiğinde saçlarına
yaslı duran yüzümü kaldırmadan ona sarılmaya devam etmiştim.
Sahip olduğu şeylerle övünen bir adam
değildim. Ama şimdi hiç durmadan onun babası olduğum için göğüs kabartmak,
herkese bunu anlatmak ve tüm dünyaya duyurmak istiyordum. Bana gözleri
parlayarak baktığı herhangi bir anda, güvenle kendisini bana yasladığında,
dudaklarından bana dair bir şeyler döküldüğünde…
Uykuya dalamayacağımdan emindim. Esila
gelmeden gözlerim kapanmayacaktı ki aslında Esila geldiğinde de gözlerimi
yumuyor olmam uyuyabildiğim anlamına gelmiyordu.
Umay’a söylediğimin aksine Esila’nın biraz
sonra gelmeyeceğini biliyordum. Duygu ile birliktelerdi. Belki susmadan
konuşacaklardı ve belki de hiçbir şey konuşmayacaklardı ama saatlerce yan yana
kalacakları kesindi.
Beni kısa bir süre sonra yataktan kaldıran,
Umay’ın kuzusunu odaya çıkartmadığımızı fark edişim olmuştu.
Pekâlâ, kimi kandırıyordum?
Umay kuzusunu istemedikçe onu tutup yanına
getirecek son kişi bendim ama yataktan kalkmam ve odadan çıkmam için bir
bahaneye ihtiyacım vardı. Kendimi böyle kandırıp cesaretlendirmiş ve bu şekilde
odadan sessizce çıkmıştım.
Üzerini sıkıca örttüğüm ve kendi tarafımdaki
gece lambasını açık bırakarak tamamen karanlık olmasına engel olduğum odada yalnız
bıraktığım Umay’dan uzaklaşırken bir hayalet kadar sessizdim.
Misafir odalarından birinde Erdem ve Kuzey
vardı, ikizler bu gece evde değillerdi. Üst katta bulunacak başka kimse de
yoktu.
Esila’nın da Duygu’nun da sesini duymuyordum.
Bağır çağır konuşma ihtimalleri yoktu zaten, olabildiğince kısık iletişim
kuruyorlardı muhtemelen.
Adımlarım beni önce merdivenlere, oradan da
mutfağın girişine doğru taşıdığında yaptığımın koca bir aptallık olduğunu
biliyordum.
Hata üstüne hata eklemekti bu. Esila’ya yeniden
kavuştuğumdan beri ona karşı yapmamam gereken her ne varsa hepsini bir bir
yapmıştım. Duygu’nun sesini duyar duymaz önünde bulunduğum duvarın dibine
çöküşüme bakılırsa yapmayı bırakacak gibi de görünmüyordum.
“Türk kahvemi özlemiş misin peki çok?” diye
sormuştu Duygu. Sesin uzaklığından anlıyordum ki mutfağın diğer ucundaki,
bahçeye doğru bakan masayı mesken edinmişlerdi. Olduğum yerden birkaç adım
uzağa gitsem onları artık duyamazdım, seçtikleri nokta bu yüzden böyle kuytu
olmalıydı. Benim korkunç bir cesaretle buraya sızacağımı bilemezlerdi.
“En çok bunu özlemişim,” diyen Esila’nın
sesinden taşan yorgunluk omuzlarıma birkaç tonluk yükmüş gibi bindiğinde tek
dizimi kendime doğru çekip büktüm.
Esila’nın Duygu’yla filtresiz konuşacağı ve
bizim de her şeyi Duygu’dan öğrenebilme şansımızın olduğu plan Duygu bunu
duyduğu anda beni öldürecek gibi olduğunda rafa kalkmıştı. Duygu, Esila’nın ona
anlattıklarını ağzından yanlışlıkla bile kaçırmayacağını öyle net belirtmişti
ki hiçbirimiz üsteleyememiştik.
Polislerden de ses seda yoktu. Bizimle
iletişime geçmemişlerdi. Doğan onlar aramasa da her gün en az bir kez onlara
ulaşıyordu ancak bir gelişme olursa haberiniz olur demekten başka bir cevapları
yoktu.
“Ateş’e hiçbir şey anlatmamışsın.”
Duygu beni ortaya atarak bir süre boyunca
etrafı kaplamış olan sessizliği bozduğunda elim yumruk halini alarak kapandı.
“Anlatmam ona iyi gelmeyecek çünkü.” Esila’nın
cevabını duyduğumda başımı sertçe duvara vurmak istedim ancak ses
çıkartamazdım.
“Yıllar hiçbir şey değiştirmemiş o halde,
Esila Yıldırım. Hâlâ önceliğin kendinin değil onun iyiliği, öyle mi?” Duygu
biraz sinirli biraz da şaşkın bir sesle konuşmuştu.
Hiçbir şey duyamadım bir süre. Daha da kısık
konuşmaya başladıklarını düşünüp yerimde doğrulur gibi olduğum anda Esila’nın
yumuşak sesi kulaklarıma ulaştı. “Yılların hiçbir şey değiştirmemiş olmasını
çok isterdim. Ama sandığımdan çok daha fazlası değişmiş, Duygu. Ben… Ben bir
gün gelip de bu çatının altında bu kadar yabancı hissedeceğimi asla
düşünmezdim.”
Gözlerimi sertçe kapattım. Biraz daha
zorlarsam gözlerimi bir daha açamayacakmışım gibi kendimi sıktım.
“Sana böyle hissettiren bu ev mi yoksa Ateş
mi? Kendine dürüst olmak zorundasın.”
Zorunda mıydı? Eğer doğru cevap ikincisiyse…
Dürüst olmasa daha iyi olurdu belki de. Zira bunu duymaya hazır değildim. Hazır
olabileceğim bir an da hiçbir zaman gelmeyecekti.
“Neredeyse dört yıl boyunca her gün aynı adamı
gördüm. Sürekli, zamansız ve çaresizce aynı adamı gördüm. Birine yabancı
olmamak onu çok sık görmekle gerçekleşseydi onun aklında kurduğu planlar
gerçekten işe yarardı. Bu kadar zamanın sonunda kalbim olmasa dahi en azından
aklım ona açılırdı. Oysa bana hâlâ en büyük yabancı oymuş gibi geliyor.”
Gözlerim kapalı haldeyken öylesine
duyduklarıma dikkat kesilmiştim ki kaskatıydım. Buraya bile isteye,
duyacaklarımı tam olarak bilmesem de konuyu bilerek gelmiştim ama şimdi
irademle savaşıyordum. Hiçbir şey duymamak için kalkıp gitmek isteyen korkak
bir parçaya sahiptim.
“Kim bu adam, Esila?” diye zorlukla konuştu
Duygu. “Tanıdığın biri miydi?”
“Değildi. Onu ilk gördüğüm an, sizi son
gördüğüm anı getirdi.” dedikten sonra biraz bekledi. “Ama o beni yeterince iyi
tanıyormuş. Aylarca, hatta açıkça yıllarca etrafımdaymış. Uzaktan uzağa…”
Gözlerim birden açıldı. Aylarca, yıllarca…
Esila benimle birlikteyken hep etrafta olan, onu takip eden biri mi vardı? Asla
fark etmediğimiz, harekete geçmek için an kollayan biri mi vardı?
O anı ona ben hediye etmiştim. Yalnız
bırakmadığım, asla uzaklaşmadığım kadını en savunmasız olacağı anda kırıp
dökmüş ve onun evine dönmesine neden olmuştum. O herife aradığı fırsatı altın
tepside mi sunmuştum?
“Soyadını bile bilmiyorum. Sadece adını
biliyorum, Kerem. Beni neredeyse ilk
yaptığım işlerden birinde tesadüfen görmüş. Sonrası… Sonrası delilikten ibaret
Duygu. Psikopat mı, sosyopat mı ya da başka bir tanısı mı olmalı bilmiyorum ama
sağlıklı bir zihinde olması gereken hiçbir işleyiş onda yok. Hisleri
okuyamıyor, kendisi de dahil hiçbir varlığın değeri yok onun için. Sadece ben.
Sanki zihninde küçücük bir yer var ve orası da benimle dolu. Ama zerre iyi bir
anlamda söylemiyorum bunu.”
“Aşk gibi bir şey değil…”
“Değil,” dedi Esila hızla. İlk kez sesi
hafifçe yükseldi. “Duygu ben aşkı biliyorum, ayırt edebilecek kadar tanıyorum.
Dört yıl boyunca maruz kaldığım şey aşk değildi, hoşlantı bile olamazdı.
Takıntıdan ibaretti.”
Derin bir sessizlik oldu. Yerimden kalkıp
içeriye girmek ve Esila’yı sıkıca sararak kendime yaslamak istedim. Bu
sessizliğin sonu böyle tamamlansın istedim.
“Tek başıma olsaydım oradan ölüm de çıkacak
olsa kaçardım, gözümü bile kırpmadan yapardım bunu. Ama hamileydim, ilk aylarda
hamileydim ve sonra da geride bırakamayacağım bir bebeğin tek koruyucusuydum.
Kendi isteğimle oradaymış gibi davranmak zorundaydım, Umay için. Umay’ı gözünün
görmemesi için onun aklını böyle çelmek zorundaydım. Aklımı yitirmeye
yaklaştığım çok fazla an yaşadım. Fiziksel tek bir zarar görmedim ama… Ruhum
bunu taşıyamıyordu artık.”
“Sadece o mu vardı yanınızda?” diye soran
Duygu’nun sesi ağlamayla karışıktı. Esila’yı dinlerken çoktan ağlamaya
başladığı belli oluyordu.
“Ayça diye bir kadın vardı bir de. Bizimle
kalmıyordu aslında. Ara sıra beliriyordu, o geldiğinde Kerem beni evden bir
süre uzaklaştırırdı. Sanki… Sanki Ayça bir nevi Umay için bakıcı gibiydi.
Umay’ı yalnız bırakmamak için direndiğimde Kerem daha çok öfkelendiği için
Umay’ı korumamın tek yolu ona ayak uydurmaktı. Eve geri döndüğümüzde Umay’ı
sağlam bulduğuma, bir yerinde bir iz bulmadığıma sevinecek kadar acizdim. Başka
yolum yoktu.”
Üstünkörü anlatıyordu. Bir şeyler söylüyordu
ama bunların altında çok daha fazlası olduğunu ve günlerce anlatsa da dört
yıllık sürecin tamamını tüm ayrıntılarıyla bitiremeyeceğini anlıyordum. Bunun
imkânı yoktu. Ne olursa olsun onu onun kadar iyi bilemeyecektim.
“Ben… Ben bütün bunlar olurken burada benim
için bambaşka tahminleriniz olduğunu hiç aklıma getirmemişim Duygu. Bana
yabancı hissettiren ne bu ev ne de Ateş. Her şeye yabancılaşan benim. Bunca
zaman sonra her şeyi aynı bulmayı bekleyen aptal benim. Aklımı tamamen
yitirmedim belki ama çoğunu o evde bırakmış olmalıyım ki ne zaman dönersem döneyim bana yıllar öncesinde olduğu gibi davranan
insanların yanına geleceğimi sanıyordum.”
Sandığı her şey yanlışmış, umduğu her şey
yalandan ibaretmiş gibi hissetmesine neden olan bendim.
Yaşanan uzun sessizliğin nedenini kendi
zihnimdeki sesler nedeniyle onları duyamayışım zannederken, kulağıma küçük adım
sesleri dolmaya başladı ve nefesim boğazımda tıkanır gibi oldu.
Başımı ağır çekimdeymişim gibi yavaşça
kaldırıp boynumu gerdiğimde yanı başımda ayakta duran bedeni de görebilmiştim.
Dudaklarım aralansa da bir şey söylemeden
yeniden ağzımı kapatmak zorunda kalmıştım. Esila hiçbir şey okuyamadığım bir
ifadeyle bana bakıyordu.
“Ateş,” dediğinde suçlulukla gözlerimi
kaçırmaya çalıştım. Ayağa kalkmaya çalışacak gücü kendimde bulamadığım için
çöküp kaldığım yerden kıpırdamıyordum.
“Ben…” dedikten sonra devamını getiremeden
sertçe yutkundum. Gözlerini ağırca kapatıp açtı. “Sen, biraz aptal bir
adamsın.”
“Çok,” dedim itirazımı farklı yönde ederek.
“Çok aptal bir adamım.”
“Adım seslerini duydum,” dedi başını omuzuna
doğru hafifçe eğip. “Ne kadar süredir burada bekliyor olduğunu biliyorum,
gerçekten duymanı istemeseydim kapısı bile kapalı olmayan bir yeri seçmezdim.”
Aptallığımdan kastı bu muydu? Ben çok daha
geniş bir aptallıktan bahsetmekteydim aslında.
Birden mutfak kapısında Duygu göründü.
“Meraktan ölüyor olsam da ben Ateş gibi gizli dinleyicilik yapmayacağım, odaya
geçiyorum. Size her anlamda başarılar.”
Bizim bir şey söylememize kalmadan Duygu
merdivenlere doğru hızla yürümüş ve adım sesleri gittikçe azalarak kaybolmuştu.
“Üzgünüm,” dedim.
“Gizlice beni dinlemiş olduğun için mi?”
Başımı yavaşça iki yana salladım. Bunun dışında
kalan her şey içindi.
Dudaklarını birbirine bastırdı. “Ben de
üzgünüm Ateş ve sanırım bu eşitlik hiçbir şeye yaramıyor.”
“İşe yarayacak olan ne olurdu?” diye
fısıldadım.
Sinirleri yıpranmış gibi güldü. Bir an için
dönüp gideceğinden şüphelenerek elimi refleksle uzatmış ve bileğine
tutunmuştum. “Lütfen,” dedim yalvarır gibi.
Tutuşumdan kaçmaya çalışmadı, aksine sanki ona
temas bile etmemişim gibi kıpırdamadan durdu. “Tüm şeffaflığımla, tüm
çıplaklığımla kendimi açık ettiğim tek kişiydin Ateş. Tereddüt bile etmedim,
pişman olmadım, vazgeçmedim. Uzağındayken bile bendeki yerini bir milim olsun
değiştirmedim. Aynısını yapabilmen çok mu zordu? Yemin ederim, her şeyim
üzerine yemin ederim ki dört yıl boyunca hiçbir an seni aynı şekilde
sevebilmekte zorlanmadım. Sen yoktun ama ben sana âşıktım ve her şeyin
ezberimdeydi. Zorlansaydım… Zorlansaydım belki de senin bu yaptığına hak
verebilirdim ama yapamıyorum.”
Gözlerimdeki yanma saniyeler içinde tüm
bedenime yayıldığında zihnimde çalmaya başlayan alarmların etkisiyle
ayaklanacak güce bir anlığına da olsa sahip olabilmiştim. Tam karşısında ayakta
duruyor hale geldiğimde bakışlarım yüzündeydi.
“Sana âşık olmayı kestim mi sanıyorsun?” diye
sordum bakışlarımı gözlerinden ayırmadan. “Ne yaptığını düşünürsem düşüneyim
bunu başarabilir miydim? Dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünecek kadar
aklımı yitirsem bile senin aşkını silip atabilir miydim?”
Onun beni terk edip gittiğine, bana olan
kızgınlığı nedeniyle başka birine dönüşmüş gibi davranıp Umay’ı
bırakabileceğine inanmıştım belki ama bunlar onu unutmama yeter miydi? Asla.
Göğsüme aynı anda iki eliyle sertçe vurarak
beni sarstığında duvar gibi karşısında kalmayı sürdürdüm. “Silseydin!” derken
neredeyse bağırıyordu. “Aşkımı silip atsaydın ama beni olmadığım biri gibi
suçlamasaydın Ateş. Bana yeniden aşık olurdun ya da olmazdın, boş ver. Ama
şimdi… Şimdi sen beni kendine en başından mı tanıtacaksın? Başka bir yanlış
anlaşılma olduğunda aynı şeyleri yaşamayacağımızın güvencesini nasıl
vereceksin?”
“Bana bir daha asla güvenmeyeceksin,” dedim
korkunç bir gerçeği dilimden akıtarak.
Göğsüme az önceki gibi vurduktan sonra kendisi
bir adım geriledi. Bir eliyle alnını tutup gözlerini kapattı. “Güvenmeyi
bilmeyen sensin,” dedi gözlerini açmadan hemen önce. Kahverengi irisleri
görebileceğim şekilde aralandığında ise devam etti. “Bana güvenmeyen sensin
aptal! Ben sana hep güvendim, gelmeni
beklediğim ama gelmediğin her günün ertesi ben sana güvenmeye devam ettim.”
Buz kesmiş gibi bekledim. Bir şey
söyleyemeden, hiçbir şey yapmadan bekledim.
“Sana en son ne zaman güvendim öğrenmek ister
misin?” dedikten sonra rahatsızca güler gibi oldu. “O haberi gördüğümde,
Umay’ın senin yanında olduğunu anladığımda sana güvendim. Aldırmamı istediğin,
seni son gördüğümde yüzüme hakkında öfkeyle haykırdığın bebeğimizin senin
yanında olduğunu öğrendiğimde onun iyi olduğunu anladım ve sana güvendim. O
evden ölüm pahasına çıkmak için yol aramaya o gün başladım. Kerem’in Umay’a
senin yanındayken ulaşamayacağına güvendim ve kendime kaçmak için ilk kez izin
verdim Ateş!”
Sesi gittikçe yükselirken hareketleri de daha
fevri bir hal almaya başlamıştı. İçini döküyorken onu tutup durdurmak gibi bir
delilik yapmayacaktım ama bir yanım da uzanıp bedenini sarmak ve burada
olduğumu bu şekilde haykırmak istiyordu.
“Sen bana nasıl hiç güvenmezsin?” diye
mırıldandı gücü bitmiş gibi sesi kısılırken. “Sen beni nasıl… unutursun?”
Sol gözümden tek bir damla süzülüp yanağıma
doğru inerken elimi uzatıp o damlayı saklamaya çalışmadım. Devamı gelmeyen, tek
bir damladan ibaret olan ağlayışım içimde sürüyordu aslında.
Esila sanki bu damlayı bekliyormuş gibi
yanağımda asılı kalan gözyaşımı gördüğü anda omuzları sarsılarak ağlamaya
başladı. Çocuk gibi ellerinin tersiyle, kollarıyla yaşları yüzünden kaba
hareketlerle temizlemeye çalışırken iç çekiyordu.
“Umay uyanacak,” dedi nefesi kesik kesikken.
“İkimiz de buradayız.” Konuyu aniden dağıtmış ve odaya fırlayacakmış gibi
birden yönünü değiştirip adımlamıştı.
Yanımdan geçip gidemeden dirseğinin biraz
üstünden kolunu yakaladıktan sonra ona doğru yaklaştım. Başımı biraz eğdim ve
yüz yüze gelmemize yol açtım.
“Seni unutmadım,” dedim yemin eder gibi.
Unutmak için çabalamıştım. Kimseye adını andırmamak, ona dair her şeyi saklamak
unutmaya yeter sanmıştım ama ben onu unutmamıştım.
Dudaklarını kıvırdı. Ağlayan bir yüzle bunu
yaptığında gerilerek omuzlarımı kastım. “O zaman şimdi unutmaya başlasan iyi olur, Ateş.”
Pişmanlıklarımın, suçluluk hissinin arkasından
kendisini gösterebilen kuvvette başka bir duygum yoktu. Bir süredir bunların ablukasındaydım.
Kurduğu cümle ve o cümlenin içindeki tehdit,
hislerim arasında bir kırılma yaşanmasına neden olduğunda ise tam anlamıyla
nevrim dönmüştü.
“Sakın,” dedim alnımı alnına dayayacak gibi
başımı eğip. “Bana her yoldan saldır ama sakın beni kendinle tehdit etmeye
kalkma Esila. Sakın bebeğim.”
“Madem değişme ihtimalime bu denli inandınız,
ben de size olduğumu sandığınız o kadın gibi yaklaşacağım. Olmaz mı? Kalpsizin
teki olmam hoşuna gitmez mi?”
Bunu ciddi bir şekilde değil, sinirleri bozuk
halde söylüyordu. Yıpranmış ve yorulmuş bakışlarıyla yüzümü süzerken
umursamazca konuşuyor görünse de aslında acısının üstünü örtmeye çabalamaktan
başka bir şey yapmıyordu.
Gözlerimin önünde beliren perdenin ardı
karanlıktı. O karanlığa çekilip kontrolümü bir an için yitirdiğimde ise kendimi
öne atılmış ve onun alayla bir şeyler mırıldanan dudaklarını kapatmış halde
bulmuştum.
Dudaklarım dudaklarının üstündeydi.
Bir elim başının arkasına uzanmış ve onu
sıkıca tutmuşken dudaklarım dudaklarını hapsetmişti.
Boşta kalan elimi göğsünün soluna, onsuzmuş
gibi davranacağını söylediği yere usulca bastırdım. Kalbi avucumun içinde
çırpınıyordu. Tıpkı kendi göğsümde hissediyor olduğum vuruşlar gibi onun
kalbinin vuruşları da hoyrattı.
Onu öpmeyi -ona dair her şeyi özlediğim gibi-
delice özlemiştim. Dudaklarımın altında hareketsizce duran dudaklarını talan
etmeyi, onu yıllarca öpemediğim anların telafisi gibi öpmeyi ve hiç bırakmamayı
diliyordum.
Sadece altdudağını usulca öpüp geri çekilecek
iradeyi nasıl toparladığımı bilmiyordum. İçimde kalan son güç kırıntısını buna
harcamış olabilirdim. Nefesim ona çarpacak kadar yakında durmaya devam etsem de
artık dudaklarımız temas etmiyordu.
Hızla inip kalkan göğsü bana belli aralıklarla
çarpıp dururken onu sırtından kendime doğru bastıracak oldum. Ensesine yakın
bir yerde duran elimi aşağıya kaydıracağım anda kendisini sağa atıp benden
uzaklaştı.
“Bir daha beni-…” dedikten sonra ‘öpme’ gibi
bir şey ekleyeceğini sanarak boğuk bir nefes aldım. Sustuğu o yerin devamını
bekledim ama devamı gelmedi. Esila başka hiçbir şey söylemeden koşar adım görüş
açımdan çıktı.
Bir an bile durmadım. Afallamak için kendime
zaman tanımadım. Arkasından onu takip ettim.
Merdivenleri bir bir aşıp odaya girmişti.
Odamıza girmişti.
Umay’ın yatağın ortasında denizyıldızı gibi
bir görüntü çizerek yatıyor olduğu odaya girişi stratejikti. Burada çıtımı
çıkartmayacaktım, biliyordu. Umay’ı uykusundan etmeyi göze almayacağımı
anlıyordu.
Odaya peş peşe girişimiz hızlıydı ama
sessizdi. Bu nedenle Umay’ın uyanmayacağından da emindim.
Erken konuşmuştum.
Aramızdaki birden fazla anlamda gergin
elektrik odayı ansızın doldurduğunda Umay önce kıpırdamaya başlamış ve
saniyeler içinde de bir şeyler mırıldanarak gözlerini aralamıştı.
Başı Esila’nın yastığının olduğu tarafa
dönüktü. Gözleri aralandığında boş yastığı görmüştü. “Anne?” diye kısıkça
seslendiğinde Esila konuşacak mı diye beklemiştim ben de. Esila hareket
edemeden Umay yatakta kendisini döndürmeden güç bela başını çevirip bu kez
benim yastığımın olduğu kısma bakındı. Altdudağı büküldü. Yastıktaki boşluğu
görmesine rağmen vazgeçmedi. “Baba..?” dedi bu kez.
Esila’ya hayran olduğum çok fazla konu vardı.
Ama tek bir hakkım olduğu söylenseydi ona ruhumdaki büyük boşluğun ilacının ne
olduğunu anlayabildiği için hayran kalmaya devam ederdim.
İlaç Umay’dı, ilaç işin aslında baba olmaktı.
Her anlamıyla korktuğum bu sıfat belki de aradığım tek şeydi.
Yatağa doğru yürüyüp Umay’ın görüş açısına
girerken sessizdim. Kısık bakışlarıyla beni fark edip uyku sarhoşu bir ifadeyle
gülümsediğinde de sessizdim. Yanına tüm gücümü kaybetmiş gibi devrilip
uzandığımda dudaklarımı kıpırdatabildim.
“Güzelim,” dedim burnumu şakağına sürterken.
“Güzel kızım, bebeğim.”
“Güselim,” diyerek beni mırıl mırıl tekrar
ettikten sonra iç çekti. “Annemin uykusu yokmuş mu?”
Umay’ın sorusu henüz bitemeden yatakta
hareketlilik olmuştu zaten. Esila da tıpkı benim gibi sessizce yerine
uzanmıştı. Umay bunu hissettiğinde yerinde devrilir gibi döndü aceleyle.
“Ben seni çok ösledim.”
Esila titrer gibi oldu. Bir şey söylemeden önce
hafifçe eğilip dudaklarını Umay’ın alnına bastırdı. “Ben de seni çok özledim
annecim.”
Bu gecelik bir özlemden bahsediyor gibi
dursalar da kalplerindeki özlemin bir geceden çok daha uzun olduğunu
biliyordum, hissediyordum.
Umay annesinden aldığı öpücükten sonra yeniden
sırtüstü döndüğünde gözleri beklentiyle bana döndü. “Sen de ösledin mi?”
Boğazımdaki yumruyu yok sayarak avucumu
karnına yasladım. Pijamasının üstünden usulca karnını sıvazlamaya başladıktan
sonra cevapladım. “Ben de özledim, bebeğim.” dedim ona bakarken. Bir an sonra
ise bakışlarım dalgınca kızımızı ve beni izliyor olan Esila’daydı. “Çok özledim.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder