Düşten Farksız 34.Bölüm

 34.BÖLÜM



İnsan bir şeyler anlatabildiğinde, sesini kendinden başkasına duyurmayı başardığında rahatlardı.

Ayrıntılara inmeden, istisnalarda kaybolmadan düşünüldüğünde doğruydu; insan anlattıkça rahatlardı. Bense bugün o istisnalardan birinin tam ortasındaydım.

Belki de hayatım boyunca en çok sesimi çıkartabildiğim gün bugündü, yıllarca içimden bile hiç dile getiremediklerimi iki ayrı kişiye duyurmuştum. Bile isteye mi olmuştu bu duyuruş, emin değildim ama günün sonunda elimde kalan gerçeklik bundan ibaretti.

Konuştuğumda yüklerim benden gidecek, tamamen kaybolmasa da en azından hafifleyecek umudum çok geç olmadan sönüp yok olmuştu. Kendimden bir şeyler eksiltememiştim, yüklerimin aynısını onlara da uzatıp sırtlanmalarını seyretmiştim.

Son bir saati buğulu bir camın ardından izliyor gibiydim. Bu bir saat başlamadan önce dinlediklerim, yani babamın ilk kez kendini geri çekmeden geçmişle ilgili benimle paylaştıkları henüz zihnimde düzgünce yerlerini bulabilmiş değildi. Dakikalar geçtikçe durulmak yerine tüm düşünceler çok daha hızlı bir biçimde zihnimde koşturup duruyorlardı.

Pars’ın arabasının arka koltuğunda, az önce boşalan öndeki iki koltuğu bakışlarımla öyle anlamsızca süzüyorken baktığım yeri aslında görebiliyor değildim. Tek yaptığım gözlerimi kapatmak yerine açık tutarak düşüncelerimde boğulmaktı.

Arka koltuğun ortasına doğru, her iki kapıya da eşit mesafedeydim. Sağımdaki kapı aniden açıldığında kendimi biraz sola doğru ittim panikle.

Pars arabayı kilitlemişti, o dönmeden kapının rahatça açılamayacağını biliyordum. Açılan kapının ardında onu göreceğimi düşünerek başımı çevirişim de bu nedenleydi. Sert şekilde açtığı kapıya sebebini anlamak ister gibi baktığımda karşımda Pars’ı göremedim.

Kapıyı açtığı gibi içeriye doğru eğilen, hızla yanıma yerleşen kişi Özgür’dü.

“Despina?” derken sesi hem merak doluydu hem de gergin gibiydi.

Güvende olduğumu anladığım için az önce fazlasıyla kasılan bedenim gevşedi. Özgür’ün soru dolu sesini yanıtsız bırakarak küçük bir çocuk gibi kollarımı uzattım ona doğru.

Hiçbir şey söylemedi. Beni kendisine doğru çektiğinde yüzümü omuzuna gömdüm. “Şşşt, tamam.” dedi kısık bir sesle. “Ne oldu abim?”

Omuz silktim. Hiçbir şey olmadı der gibi yaptım bunu ama aslında o kadar çok şey olmuştu ki…

“Amcanı ayartıp evden Eraslan’a kaçtığını kısa sürede anladık, halan ve amcanın birbirleriyle uğraşırken senin kaçışını ortaya atabileceklerini hesaba katmamışsın hiç.”

Gülmek istedim ama olmadı, sadece onu dinlemeye devam edebildim. Sanki benim bir şeylerle savaştığımı anlamış, konuyu en hafif yerinden tutup başlatmıştı.

“Mayıs’ı aradım sonra, öğrendim ki kız kardeşim gerçekten oraya kaçmış; oraya kaçması yetmemiş bir de evde de durmamış dışarıya çıkmış.”

“Kızdın mı?” diye fısıldadım.

“Kızmadım,” dedi duraksamadan. “Ama eve geldiğinde küs bir abi bulacaktın çığırtkan; eninde sonunda eve geleceksin diye zorlamadım seni arayıp, bulunduğun yer beni delirtse de güvende olduğunu biliyordum sonuçta. Ta ki kapımda yıkılmış bir Timur Akdoğan ve onu omuzlayan bir Pars bulana kadar…”

Az önce arabadan indiklerini söylediğim babam ve Pars’ın halini görmüş olduğumdan Özgür’ün söylediklerine herhangi bir tepki vermedim.

Babam öğlen ben ağzımı açtığımdan beri yıkılmış haldeydi zaten. Sonra ben gidip o masaya, zihnini bulandırmak için içkiye sarıldığı masaya yerleşmiş ve onu haftalardır beklediğim konuşmayı gerçekleştirmek zorunda bırakmıştım.

Üçüncü doz ise Pars’ın duyduğunu bile fark etmeden konuştuktan sonra aklımı yitirecek gibi olduğum anda gerçekleşti. Boğuluyormuş gibi hissettiğimi söylemem hafif kalıyordu çünkü gibisi yoktu; gerçekten boğulmuştum.

Babamın ‘eve gideceğiz’ diyerek beni sakinleştirmeye çalışışı, kollarını bana sararak beni kendimden korumak ister gibi tutması sonuçsuzdu.

Eve gitmek istemiyordum.

Babamın yıkılmış halini görmek, günü sürekli baştan tekrar tekrar yaşamak istemiyordum. Bunu sesli olarak dile getirecek gücüm yoktu. Bencilliğim sadece içimden isteyecek kadardı, seslendirdiğimde babama ne hissettireceğimi düşünmek kafayı yiyecek gibi olmama yol açıyordu.

Bencilliğim bana yetemediğinde, dilimden dökemediğimi benim yerime seslendiren ise ‘beni en çok o anlıyor’ diyerek bugün yanına koşturduğum adamdı. Bu konuda yanılmadığımı, gerçekten beni tahmin edebileceğimden daha fazla anladığını bir kez daha kanıtlamıştı.

Babama ‘Despina benimle gelsin isterse,’ dediğinde babamın ilk tepkisi elbette Pars’a dünyanın en saçma fikrini sunmuş gibi bakmaktı. Elaları biraz kayıp beni bulduğunda ise tir tir titreyen bedenimin durulduğunu, dile getiremediğim için kıvrandığımı Pars’ın dile getirmesiyle nasıl sakinleştiğimi görmüştü.

Başka hiçbir şey söylemedi. Kendimi arka koltukta buldum, tüm tol boyunca da gözlerimi yumup üçümüz arasında doğup büyüyen sessizliği dinledim.

Şimdi Özgür’ün omuzunda yatıyor, onun benden beklediği cevapları nasıl törpüleyip düzgünce önüne sunmam gerektiğini düşünüyordum.

“Despina,” dedi ben konuşmamaya devam ettiğimde. “Arkamdaki ahlaksız adam bir şeyler saçmaladı ama ben inanmadım, almaya geldim seni. Hadi abicim.”

Bakışlarımı bahsettiği yere doğru kaydırdığımda açık duran kapının yarattığı boşluktan kaldırımda bekleyen bedeni yarım yamalak da olsa görebildim.

Pars oradaydı.

Özgür’e onu onaylayacak, içini rahatlatacak bir şeyler söylememeyi sürdürdüğüm saniyeler uzadıkça bedenimi saran kolları yavaşça gevşedi. Yüzümü görebilmek istercesine beni geriye doğru çektiğinde ona direnmedim.

“Babanı buna engel olmak için uğraşmamaya iten ne, bilmiyorum. Ama üçünüz de… Üçünüz de hiç iyi görünmüyorsunuz ve ben şimdilik sessiz kalacağım.”

Teşekkür eder gibi baktım gözlerine. Bu gece babamdan bir şeyler duyacak mıydı bilmiyordum ama şimdi ona durumu anlatabilecek halde asla değildim.

Alnıma küçük bir öpücük bıraktı. “Gecenin ortasında da olsa, sabahın başlangıcında da olsa eve gelmek istediğinde araman yeterli; hatta sadece aramak istediğin için bile arayabilirsin. Tamam mı?”

“Tamam,” diye mırıldandım. Alnımdan çektiği dudaklarının ardından hafifçe geri çekildi. “İyi geceler abi,” diyerek onu gülümsetebilmeyi umdum çaresizce. Abi dediğimde dudaklarının kıvrılmasına, yüzünün aydınlanmasına hayrandım.

Bu kez o gülümseme yüzünü aydınlatacak kadar büyük değildi ancak yine de dudaklarını kıvırdı. Bunu çabamı fark ettiğinden, belki de beni çaresiz bırakmak istemediğinden yaptığını bilmek içimi daha da ısıttı ona karşı.

Özgür arabadan indiğinde kısa bir an, Pars’ın sürücü koltuğuna yerleşmesine kadar süren belki de otuz saniyeden kısa bir an boyunca sanki evi terk ediyormuşum gibi bir hisle doldum. Kalbimi zonklatan, beynimde alarmlar çaldıran bu durumu durdurabilmek için bunu yalnızca bir geceliğine gerçekleştirdiğimi kendime hatırlattım.

Sadece bu geceyi o dört duvardan farklı bir yerde geçirmeye ihtiyacım vardı. Yanımda uzanırken ya da belki yan odamda dururken acı çeken Timur Akdoğan’dan bir gecelik uzak kalmaya; kendi acımla bir köşede kıvranmaya ihtiyacım vardı.

Pars arabayı çalıştırmadan önce başını geriye doğru çevirerek koltukların arasında kalan boşluktan bana baktı. Koyu mavilerin yüzümdeki gezintisini boş bakışlarla, daha doğrusu boş tutmaya çalıştığım bakışlarla karşılamayı denedim.

Bir şey söyleyecek gibi olduğunda ani bir biçimde yerimde kıpırdandım. Onu afallatan hareketimin ardından ben konuştum önce. “Gidelim,” dedim sadece.

Pars’ı duyduklarından sonra bana yönelik bir şey söylerken hiç duymamıştım henüz. Babama benim içimi okumuş gibi teklif sunduğu an dışında zaten konuştuğu da söylenemezdi.

Bütün geceyi bu sessizlikle geçirebilir miydik? Bir fikrim yoktu. Ancak bunu içtenlikle diliyordum.

Gözlerinde göreceğim en ufak bir acıma, sözcüklerinde duyacağım en ufak bir sarsıntı beni daha önce hiç bulunmadığım kadar yüksek bir uçurumun ucuna çekebilirdi.

Onaylamadı. İnatla konuşmaya da çalışmadı. Birkaç saniye daha bakışları yüzümde gezindi. Ardından önüne döndü ve arabayı çalıştırdı.

Uzun sürmeyeceğini bildiğim yolculuğun başlamasıyla kendimi gizlemek ister gibi oturduğu koltuğun arkasına, soluma doğru çektim. Kapıya değene kadar kaydıktan sonra olduğum yerde küçülerek avuçlarımı kucağımda birbirlerine yaslamıştım.

Araba durduğunda uykuya dalmak üzereymişim gibi görünmeye çalışmalı ve eve çıktığımızda direkt uyumak için ondan kaçmalı mıyım diye kendi kendime düşünüyorken karar vermek için çok geç kaldığımı Pars kendi kapısını açıp indikten sonra direkt benim kapımın önünde belirdiğinde kabullendim.

Sakince doğrulurken Pars kapımı benden önce davranıp açtı. Arabanın içindeki sıcağa alışan bedenim dışarı çıkma fikrinden memnun değildi. Üstümdeki askılının örtüsü Pars’ın hırkasıydı, ancak bacaklarım şortumun kapladığı küçük alanın dışında çıplaktı.

Arabadan iner inmez ürpertiyle titrediğimde halimi açıkça Pars’a da belli etmiştim. Kapıyı arkamdan kapattıktan hemen sonra ilerlemem için bana başıyla apartmanı gösterdiğinde aceleci tavrının nedeni üşümemdi.

Belime dolayacağı koluyla ya da elime uzanacak eli ile yönlendirmesine öyle binlerce kez şahit olmuş değildim ancak birkaç kez yaşanmış olsa da bedenim bunun eksikliğiyle sızladı.

Dokunuşlarını üstümde hissetmemem duyduklarından mıydı?

Kısık bir iç çekişle havadan kendime oksijen kopartmaya ve ciğerlerimi rahatlatmaya çalıştığımda durduğum noktada oyalanışım birkaç saniyeyi aştı.

İlk iki adımım yeni yürümeyi öğrenen bir bebekten hallice olsa da birkaç adım sonra toparlanmış ve kapıya doğru ilerleyişimi sağlamlaştırmıştım. Ne arkamda ne de yanımda sayılamayacak kadar arada kalan konumuyla beni yakın bir mesafeden takip ettiğini hissediyordum.

Kapının önüne vardığımızda parmakları yüzümün yanından uzanıp kapının yanındaki ekranda dört basamaklı şifreyi tuşladı. Kapı tiz bir ses eşliğinde kilidini açtığını belli ederken onu beklemeden önümdeki kapıya uzanıp iten ben oldum.

Asansörün giriş katta oluşuyla beşinci kata çıkışımız olabildiğince hızlı gerçekleşti. Cebinden çıkarttığı anahtarla dairenin kapısını açtığında içeri girdiğim sırada birkaç saat önce bu kapıdan yine onunla çıktığımda bulunduğumuz hali ve şimdiyi karşılaştırdım istemsizce.

Her şey aynı demek, büyük bir yalan olurdu.

Evde az önce Pars’ın açtığı, hole ait spot ışıklar dışında hiçbir ışık yoktu. Mayıs biz çıkarken salonda uyuyordu ancak Özgür’ün onu aradığını söylediğini düşünürsem tahminimce artık aynı yerde değildi. Salonun sonuna kadar aralı duran kapısı da bu tahminimi güçlendiriyordu.

“Odasına geçmiş, uyuyordur kapıyı açtığımızda çıkmadığına göre.”

Pars başını salona doğru uzattıktan sonra bana dönüp konuşmuştu. Başımı sallayarak onu onaylayacağım sırada küçük tıkırtılarla birlikte salondan koştur koştur çıkan uzun tüylü kediyi gördüğümde gerildim. Pars kediyi yarı yolda tek eliyle kucaklayarak havalandırdığında derin bir nefes almıştım.

“Sen neden uyumadın?” diye mırıldandığında ellerinde kaybolan, bedeninin yanında ufacık kalan kediye ve ona birkaç saniye kaçamak bakışlarla takılı kaldım.

Kedi, Pars’ı anlıyormuş gibi hırıldamaktayken koyu maviler yüzüme çevrildi. “Odama gir, geliyorum. Mamasını ve suyunu kontrol edeceğim.”

Bir şey söylemeye gerek duymadım. Adımlarımı Pars’ın odasına doğru yönlendirdim. Kedi Pars’tan kaçacak ve buraya gelecekmiş gibi kapıyı da arkamdan kapatmıştım.

İki dakika bile geçmeden, ben henüz yatağın kenarına yeni ilişmişken odanın kapısı açıldı. Pars içeri girince benim yaptığım gibi kapıyı kapattı.

“Ahu,” diyerek konuştuğunda devamında gelebilecek onlarca seçenekten hangisiyle karşı karşıya kalacağımı bilemediğim için hislerim karmaşıktı.

“Hım?” diye kısık sesle yanıtladım tüm karmaşama rağmen.

“İstemediğin hiçbir şeyi duymayacaksın benden, sana dilediğin şey üzerine yemin edebilirim. Bana öyle çekinerek bakma.”

Düşündüğüm seçeneklerden biri elbette bu duyduğumu kapsamıyordu. Duraksayarak oturduğum yerden ona bakakaldım. Birkaç adım attı ve artık tam önümdeydi.

Ben oturuyorken o ayaktaydı ve bu ona bakmayı denediğimde boynumdaki her kasın çok acıması demekti. Başımı geriye doğru atıp yüzüne bakmak için zorladım kendimi.

“Konuş benimle,” dedi gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan. İsteğini yanlış anlamama izin vermeden devam etti. “Birkaç saat ya da gün önce ne konuşuyorduysan, onlardan bahset. Sadece sesini ver bana, minik tanrıça.”

Söyledikleri kolayca dudaklarından dökülüyordu ancak gözlerim öylesine gözlerine kenetlenmişti ki irislerinde yanan ateşi görememem mümkün değildi. Orada bir şeyler kaynıyordu, bir şeyler yanıyordu ve ateşin içinde kendisine parçalar da vardı; emindim.

“Yorgunum,” dedim sessizce. “Uyusam olur mu?”

“Ne istersen o olur,” dedi beklemeden. “İsteklerini soruya çevirme benim yanımdayken, buna gerek yok.”

Bu andan yaklaşık on dakika kadar sonra Mayıs’ın odasına girmek onu uyandırmak demek olacağından pijamalarım Pars’a ait koca bir tişört oluvermiş, giyindikten sonra banyoda bolca ayna karşısında oyalanmış ve sonunda yeniden odasına dönmüştüm.

Üst bacağımı büyük ölçüde kapattığı için tişörtüne bir gecelik gibi davranmış ve ne kendi şortumu ne de verdiği beli lastikli şortu giymeye çabalamamıştım.

Sessiz adımlarla odaya girip kapıyı kapattığımda Pars’ı ayakta, kapının karşısındaki duvara yaslanmış halde buldum. Kolları göğsünde çaprazlanmış, bakışları yere doğru çevrilmişti. Dalgın görünüyordu, kapıyı açtığımda kıpırdamamış olması da dalgınlığının azımsanamayacak ölçüde olduğunu haykırıyordu zaten.

“Ben geldim,” diye seslendim çok yükselmeden. Bakışlarını yerden kaldırıp bana çevirmesi sağlamıştım böylece.

Üstümdeki tişörtünü, tek izleyicisi o olan bir defilede göz alıcı bir elbiseyle önünde belirmişim gibi dikkatle süzdü. Yüzünde az önce ağırlıklı olarak bulunan ifadesizlik yavaşça kaybolurken yüz hatları yumuşadı.

“Çiçekli bir tişörtüm olsaydı onu verirdim,” dediğinde gülümsedim istemsizce. Çiçekli elbiselerimi rahat bırakacak mıydı?

“Bu yakışmamış mı?” diyerek olabildiğince tersinden tutup cümlesini ona geri uzattım.

Kaşları hareketlendi. Aynı anda kendisi de bana doğru adımlamaya başladı. Dudakları, yanıma henüz varmadan çoktan aralanmıştı.

“Üstünde durup sana yakışmayacak hiçbir kumaş parçası bulunduğunu sanmıyorum, çeneni böyle sorularla yorma Afrodit.”

Normal şartlarda şımarıkça kıkırdamama ve belki kızarmama yol açacak iltifatına normalle yakından uzaktan alakası olmayan halimiz nedeniyle yalnızca dudaklarımı kıvırdım.

Artık aramızda mesafe kalmayacak kadar yakınımdaydı.

Arabadan indiğimde düşündüğüm, o andan beri de zihnimin bir köşesini acımasızca işgal eden düşüncenin aksini kanıtlayabilmek için çaresizce dudaklarımı ıslattım.

Bunun Pars için sınırı aşan, yaptığım anda dudaklarını dudaklarıma bastırmasına sebep olan refleksim olduğunu biliyordum.

Bakışları dudaklarıma çevrildi. Bekledim. Yanılıyor olmak için, bana temas etmekten kaçmadığını ve bunun benim uydurmam olduğunu anlamak için bekledim.

Beklediğimi bulamadım.

Bakışları yeniden gözlerime tırmandığında dudaklarımdan bir sızlanış koptu.

Bir avucumu sertçe göğsüne çarptım. Benden gelecek bir darbeye hazır olmadığı için bedenini az da olsa sarsmıştım fakat geriye doğru bir santim bile gitmemişti.

“Neden duydun?” diye haykırdım. Sesimi yükseltip bağıramayacak kadar tükenmiştim ama fısıltım bile haykırıştı artık, dilimden dökülen her şey yakarıştı.

“Ahu-…” diyecek oldu ama izin vermedim. Aynı yere vurdum tekrar. Solunu, kalbinin üstünü seçmem tesadüf müydü; emin olamıyordum. “Niye duydun, Pars?”

“Duymadım bir şey,” diye fısıldadı. Kendini de beni de inandıramayacağını biliyordu. Sesinin fısıltıdan öteye gidemeyişi bundandı belki de.

“Duydun,” dedim omuzlarım yorgunlukla çökerken. “Önce babam duydu, sonra sen duydun. Kendimden sakladıklarımı duydunuz, ne olacak şimdi?”

Gözlerimden akacak pek bir şey kalmamıştı; hoş, kalsa da şişip kızardığını aynada bolca izlediğim gözlerimde artık tek bir damlayı bile akıtacak güç yoktu.

“Bir şey olmayacak,” dedi başını iki yana sallarken.

“Babamı görmemişsin gibi yapma,” dedim sertçe. “Damarlarında alkol gezinmiyor olsaydı o da senin yaptığın gibi gözlerinden başka bir yere taşırmayacaktı hissettiklerini. Yalan söyleme bana.”

Babam ve Pars’ın tepkilerini birbirinden ayıran birinin sarhoş ve diğerinin de ayık oluşuydu. Babam kontrolsüzce hareket etmişti ve bunun tek sebebi içmiş olmasıydı. Yarın sabah, Pars’ın şu anda olduğu halinden farklı görünmeyecekti.

“Yalan söylemiyorum.”

Güldüm. Gerçek olmaktan uzak, kahkaha olamayacak kadar soğuk bir sesli gülüşten ibaretti bu.

“Parmaklarının ucu bile bana değemiyor, benden kaçıyorsun.”

Dondu. Abarttığımdan değil, gerçekten yüzü kaskatı kesilerek donakaldı.

“Bu mu?” diyebildi biraz sonra. “Böyle mi düşündün sen gerçekten?”

“Bu,” dedim umursamadan. “Ne düşünmemi isterd-…”

Son sözcüğüm henüz bitmemişken, az önce ıslattığım ve onun dudaklarıyla buna rağmen kavuşamadığı için delirdiğim dudaklarım ağzının içinde kayboldu. Bu kayboluş, son hecemi de aynı yerde kaybetmişti.

Dudaklarımı sertçe, ağzının içinde eriteceği bir parça şekermiş gibi emip sızlattığında gözlerim istemsizce kapandı.

Dudaklarımı serbest bıraktığı an biraz sonra gelse de gözlerimi aralamadım. Yüzünü bana doğru eğdiği için nefesleri nemlendirdiği dudaklarımın üstünü okşuyor, sıcak bir his bırakıyordu.

“Benden kaçma diye sınırlarımla savaşırken, senin düşündüğün bu saçmalık mı oldu minik tanrıça? En ufak bir dokunuşun bile seni ürkütüp, benden de uzak kalmak istemene sebep olabileceğini düşündüğüm için deliriyorken; aklın bunu mu üretti?”

Babam beni sarmak istediğinde, kolları bana dolandığında sonucu ondan uzakta geçirmek istediğim bir gece olmuştu. Yani Pars’ın görüşüne göre bu böyleydi belli ki, az önce söyledikleri buna işaretti. Oysa benim babamdan kaçışım bana sarılmasın, kolları bedenimi sıkıca kaplamasın diye değil; geçmişi birbirimize anımsatmayalım diyeydi.

“Vlákas,” diye mırıldandım gözlerimi aralamadan önce sessizce.

*(Aptal, budala)

Gözlerimi açtığımda karşımda Yunanca mırıldanışıma anlam vermeye çalışan, öte yandan da biraz önce homurdandığı ve yanlış anlayışıma kızdığı anın kaş çatıklığıyla duran bir adam buldum.

“Yine boyuma mı laf atıyorsun?” diye sorduğunda burnumdan kısa bir nefes verdim. Yunancanın kelime içeriği gerodeménos ve türevleriyle sınırlı mı sanıyordu?

“Aptal,” dedim çevirisini de yaparak. “Aptal diyorum.”

Kaşları derin bir biçimde çatıldı. “Ben miyim aptal?”

“Sensin evet!” dedim sinirle. “Beni öptün diye yanından kaçacağımı sandığına göre koca bir aptalsın sen.”

Bel boşluğumu sertçe kavradığında on ait tişörtün bana bol gelen kumaşı avucunda buruşarak yukarı doğru çekildi. “Ahu,” dedi sakin kalmak için kendini zorluyormuş gibi. Sesli bir yanıt yerine gözlerimi kırpıştırarak beklentiyle yüzüne bakmakla yetindim.

“Seni öpersem benden kaçmazsın.” dedi bu kısmı halletmişiz gibi. “Peki, ellerimle bir adamın canını almayı arzuladığımı bilmek kaçırır mı seni benden?”

Boğazımı acıta acıta yutkundum.

Mavilerinin koyulaşmasına aşinaydım. Ancak bu kez o karanlık beni öptüğünden, onu sözcüklerimle bile isteye kızdırdığımdan ya da başka tatlı bir sebepten değil; gerçek bir karanlığın gözlerinde hakimiyet kurmasındandı.

“Sadece bir hafta,” dedi zorlukla. “Bir hafta önce duyabilseydim bu gece duyduklarımı, gördüğü son yüz bana ait olurdu; bunu senin için nasıl daha az ürkütücü kılabilirim bilmiyorum ama o arabanın yanımdan geçip gitmesine izin vermezdim. Anlıyor musun beni?”

Nikolos ile karşı karşıya gelen, en yakın temasta bulunan kişi oydu. Arabadan indiğinde ve beni panikle babamı aramaya mecbur bıraktığında yaşanan anı görebilmiş değildim ancak uzun sürmediğini ve Nikolos’un kaçtığını biliyordum.

Midemden boğazıma yükselen acı sıvı, Pars’ın zannettiği gibi ürkmüşlük nedeniyle değildi. Dudaklarından hiçbir şeymiş gibi döktükleri elbette benim için sindirilemeyecek kadar fazlaydı ama midemdeki çalkalanma sadece o ismi anmaktandı. O ismi, o isme ait her şeyi ve artık ‘her şeyi’ az ya da çok bilen iki adamı sürüklediğim derin çukurda ben de vardım.

Dizlerim titredi. Ayakta duramayacağımı kendim hissediyordum ancak bu titremeyle Pars’a da duyurmuştum. Bel boşluğumdaki eli aynada yansıma bulur gibi karşı tarafa da diğer eli gelecek şekilde yerleşti.

En ufak bir zorlanma belirtisi olmadan ayaklarımı yerden kestiğinde, bacaklarımı kalçasının üzerine gevşekçe doladım. Kollarımı kaldırıp omuzlarına koymaya güç bulamadığımda kendimi zorlamak yerine bedenlerimiz arasında sıkışmalarını umursamadan yanağımı omuzuna, boynuna en yakın yere yasladım.

Kucağındaki bedenimle birlikte attığı iki koca adımın sonunda pencerenin önündeki sandalye benzeri koltuğa vardı. Oturduğunda beni hiç kıpırdatmamıştı, ayırdığı bacaklarının arasında boşlukta kalan kalçamın rahatsızlığını umursamadan göğsüne ve omuzuna yaslı olmayı sürdürdüm.

Ayaktayken beni tutmak için belimde ve bacaklarımda duran elleri oturduğumuz anda sırtımı ve ensemi kavradı.

Enseme bastırdığı avucu ve sırtımı hantal hareketlerle sıvazlayan eli ile birlikte sıcak suyun altındaymışım gibi kaslarım bir bir gevşemeye başladı.

“İçine içine kanayan ne varsa, yalvarırım dışarı akmalarını sağla. Kaldıramazsın; ufacıksın, kollarımda kaybolacak kadar küçücüksün, yapamazsın Ahu.”

Yıllardır yaptığımı, içimden başka bir yere tek damla kan akıtmadığımı söylemek yerine sessizce iç çektim. Kokusunu ve sıcaklığını daha derince hissedebilmek için yüzümü boynuna doğru yaklaştırdım. Burnum belli belirsiz tenine sürtünürken sırtımı daha da bastırarak okşadı.

Belki birkaç dakika, belki de çok daha fazlasını sessizce ve kıpırdamadan geçirdikten sonra bunu dağıtan ben oldum.

“Pars,” dedim pürüzlü bir sesle. “Söyle güzelim,” diye yanıtlaması bir saniye bile sürmedi.

“Sen aşık mısın bana?”

Sorumu bekliyor olması imkânsızdı. Onlarca şey bekliyor olabilirdi ama bunu bekliyor olamazdı.

Sorumun beklenmez oluşu yanıtın geliş süresini de şeklini de pek etkilemedi.

“Aşığım ben sana.”

Bunu ilk kez duyuyor oluşum, daha önce Afrodit-Ares benzetmesinden başka bir yerde anmadığımız ‘aşk’ın kolayca dudaklarından dökülmesi gibi detayları düşünmedim. Neden sorduğumu unutamazdım, sırtımdaki elinin beni mayıştırmasına ve bunun getireceği uykuya yenik düşmeden önce konuşmam gerekiyordu.

“Ne kadar garip bir tesadüf,” dedim mırıldanarak. “Ben de aşığım sana.”

Gücünü devirebilecek pek bir varlık olmadığını uzaktan bir kez bakanın anlayabileceği koca bedeni sözcüklerimle irkiltip, hafifçe titretmek içimdeki deliyi güldürdü.

“Sen de aşıksın bana…” diyerek benim söylediğimi tekrarladı kendi kendine. “Hı hım,” gibi bir sesle kısıkça onayladım burnumu boynuna bastırırken.

Bugüne dek hiç aklımdan ‘aşık olduğumuzu nasıl anlarız’ sorusu geçmemişti. Geçse de muhtemelen cevabı bulamazdım, bu cevaba ulaşabilmek için aşık olmak ve bunu kalbin tam ortasından hissetmekten başka bir yol yoktu.

Aşk bir deneyimdi ve biz iki aptal henüz deneyimsizken birbirimize çarpmıştık.

O çarpışmanın ilklere, ilklerin de evrilip büyüyen hislere dönüşeceğinden kimse erkenden haberdar olamıyordu.

Bazı anlar, bazı olaylar yaşanmadan ilerlenmiyor; sonuca ulaşırken kestirme yollar bulunamıyordu.

 

~

 

Gözlerimi araladığımda tatlı bir uykudan uyandığımı söylemeyi isterdim. Ancak bunu söylemem mümkün değildi.

Uzandığım yerden hızla doğrulup oturur hale geldiğimde göğsüm sık ve düzensiz nefeslerle şişip duruyor, aldığım nefesler yetmiyormuş gibi seslerle kendime gelmeye çalışıyordum.

Bilincimi tamamen buğudan ayırmadan önce afallamış bir şekilde bulunduğum yeri inceledim.

Bir kâbusla uyandığım ilk gecem değildi ama kâbusların sonunda ya yalnız ya da -son haftalarda gelişen alışkanlığımla- babamın yanında uyanmaya aşinaydım.

Başımı yattığım yere çevirmeden önce bulunduğum odanın neresi olduğunu az çok anladığım için yanımda uzanan bedeni gördüğümde çok büyük bir şok yaşamadım. Belki de gördüğüm kâbusun etkisiyle gerçekliğe dönüp bir şeyler düşünecek gücüm kalmamıştı.

Elimin üst kısmıyla yüzümü özensizce silmeye çalıştım. Hafifçe terlemiştim, ısınan yüzümle ateşlenmiş gibi sıcaktım.

Gördüklerim zihnime daha belirgin bir biçimde yerleşirken dudaklarım istemsizce büküldü. Kâbusların benim saldırıya uğradığım, istemediğim bir şeylere zorlandığım korkunç yerler olmasına alışkındım ancak bu kez hedef ben değildim.

Pars’ın dokunuşlarıyla uykuya dalışım erkenden, ona aklını durduracak bir şeyler mırıldanmamın hemen ardından gerçekleşmişti. Bu olmasaydı öyle hemen uyuyabileceğimi zannetmiyordum. Gerçi uyuyabilmiş olmak sabaha kadar her şeyi yoluna sokmuşum demek de değildi belli ki.

Odanın karanlığa yakın oluşu saatin öyle çok sabaha yakın olmadığını gösteriyordu.

Gözümü açık tuttuğum halde kâbusum devam ediyormuş gibi görüş açımda babam belirirken dudaklarımı ısırdım sertçe. Yanından ayrıldığım sırada iyi değildi, bilinçaltıma böyle kodlanması ve aynı şekilde uykuma konuk olması da şaşırtıcı değildi.

Gördüklerimin gerçek olmadığını kendi kendime tekrarlayarak doğrulduğum yerde sakince geriye doğru yaslanmaya çalıştım. Başım yeniden yastığa çarptığında bedenim de fazlasıyla Pars’a temas ediyordu. Çift kişilik bir yatakta olmamıza rağmen benim yastığımın sınırında olduğu için bana kalan alan azdı.

Ona çarpmam mı yoksa yatakta çok fazla çırpınmam mı sebep oldu bilemiyordum ancak Pars gözlerini hızla araladığında ben artık yastığa geri bırakmıştım başımı.

“Ahu?” dedi boğuk bir sesle. Bedenini bana doğru çevirmiş ve aynı anda da dirseğinden güç alarak yükselmişti.

“Hım?” dedim sessizce.

“Ne oldu?” diye sordu. “Neden uyanıksın?”

“Bilmem,” dedim sadece. “Uyandım.”

Kaşları yavaş yavaş çatık hale gelirken uykusunun saniyeler ilerledikçe daha az önünü kapattığının farkındaydım. Yüzüme baktıkça sertleşen ifadesi bunun en büyük kanıtıydı.

“Rahat mı edemedin? Yanına uzandım diye-…”

Ben gözlerimi kapatmadan önce onun kucağındaydım. Bu nedenle yatağa geçişimiz asla zihnimde yer bulamıyordu. Yine de saçmalamasına engel olarak elimi dudaklarına doğru uzatıp kapattım.

“Kâbus gördüm,” dedim uzatmadan. Pes etmeyecek, doğru olmayan tahminleriyle beni delirtecekti yoksa.

Yüzü gevşemedi. Dirseğinin üzerinde doğrulmayı bırakarak yastığına geri yattıktan sonra beni kendisine doğru çekti. O bana doğru dönükken kolları arasına girebilmem için benim de ona dönük olmam gerekiyordu. Beklemeden kolumun üzerinde döndüm.

Yüzümü boğazındaki çıkıntıya doğru yasladığımda çenesi saçlarımın üzerinde baskısını hissettiriyordu.

“Anlatmak ister misin?”

Olumsuz bir ses çıkarttım. İstemiyordum.

Israr etmedi. Sırtıma sardığı koluyla beni sıkıca kendine bastırıyorken ona bakamıyor olsam da yüzü gözlerimin önündeydi. Bakmadığınız halde birinin yüzünü tüm küçük detaylarıyla birlikte gözlerinizin önünde bulabilmek ne demekti?

“Güvendesin,” dedi biraz sonra. “Yanındayım, kâbuslarında seni korkutan hiçbir şey yanına yaklaşamaz.”

Güvende olduğumun farkındaydım. Kâbusumun beni değil, yanında olmadığım babamı kurban belirlemesi de bundan kaynaklanıyordu sanırım.

“Biliyorum,” derken sesim titremedi. “Babam da iyidir, değil mi?” diye sorarken ise sesim hiç olmadığı kadar titrekti.

Pars derin bir nefes aldı. Sorumla birlikte derdimi de anlamıştı tabii.

“Özgür seni sormak için yazdı sen yeni uykuya dalmışken, baban da uyumuş eve girdikten sonra öyle söyledi. Her şey yolunda.”

“Uyuyamamıştır ki, odasına bakmış mı?” diye sordum. Konuştukça dudaklarım boğazında bir yerlere temas ediyordu, fazla yakınındaydım buna engel olamıyordum. Geri çekilmek gibi bir niyetim de yoktu.

“Fazla içmişti, hemen uyumadıysa da bir şekilde sızıp kalmıştır güzelim. Uyumamış olsa Özgür gibi o da mutlaka bana ulaşırdı seni sormak için.”

Söyledikleri mantıklı geldiği için sakinleşmeye zorladım kendimi.

“Pars,” dedim sessizce. Yanıt vermek yerine saç dibime dudaklarını bastırdı dinliyorum der gibi.

“Babam bana küsmüş müdür?”

Göğsü aldığı nefesle şişip bana doğru yaslandı. “Sen babana küs müsün?” diyerek soruma soruyla cevap verdi.

“Değilim,” dedim düşünmeden. Duyduklarım, düşündüklerim ya da herhangi başka bir şey babama küstürmemişti beni. Gözlerindeki pişmanlığa böyle yakından şahitken, bana sarılırken bile sarılamadığı yıllar için özlem duyduğunu bazen bakışları bazen sözcükleri haykırırken ona küs olabilmem imkânsızın kıyısındaydı.

“O zaman o da sana küs değildir.”

Pars’ın söyledikleri benim için aksi mümkün olmayan gerçeklermiş gibi güven vericiydi. Bugüne dek bana yalan söylediği hiçbir an yaşanmadığından ve aynı zamanda da gerçekleri hiç seyreltmeden sunduğunu bildiğimden kaynaklanıyordu bu.

“Sabah olunca yanına gidebilir miyiz?” diye sordum bu kez.

Pars ensemden destekleyerek başımı geriye doğru çekti, böylece yüz yüz gelmiş olduk. “Benden gitmek için biraz fazla heveslisin sanki minik tanrıça.”

Gülümsedim. Beni yanlış anlamadığını gözlerinden yakaladığım için cümlesini öylesine söylediğini biliyordum.

Biraz daha rahat ve daha az endişeli olduğum için bulunduğumuz konuma olan farkındalığım arttığında bedenimi saran sıcaklığı hissettim.

“Neden çıplak yatıyorsun sen?” diye sorduğumda üstündeki kumaş eksikliğini kastediyordum.

“Tişörtümü sana verdim,” dedi umursamazca. Tek bir tişörte sahipmiş gibi konuşmasına ve bu bahaneyi sunmak için birkaç saniye bile duraksamaya gerek duymamasına sessizce güldüm.

Gülüşüm sessiz de olsa az önce yine boynunun tam ortasına yasladığım yüzüm nedeniyle onun teninde titreşimler bıraktığımı biliyordum. Gülüşümle eşzamanlı olarak boğazındaki şişkin sertlik hareketlendi. Yutkunduğunu ve bunu sertçe yaptığını anlamama yol açan hareketiyle birlikte yüzüne bakabilme güdüsüyle sarmalandım.

Başımı geri iterek yüzünü görebilmek için çabaladığımda ensemde duran avucu bana engel olmadı.

Gözlerine derince bakabilir hale geldiğimde odadaki yetersiz aydınlık yüzünden pek bir şey göremeyeceğimi düşünüyordum. Düşündüklerimde yanıldığımı, tamamen karanlık bir yerde olsak da görebileceğim kadar derin bir parlamaya sahip mavilerine bakakaldığımda fark ettim.

Hipnoz edilmişim gibi gözlerimi gözlerinden çekemiyorken onu taklit ederek ben de yutkundum.

Onun çıplak üst bedenine dikkat çekmiş olsam da benim alt bedenimin durumu farklı sayılmazdı. Pars uyandığından beri tek bir an bile bakışlarını yüzümden başka bir yere çekmemişti ama tişörtü kalçama doğru tırmanıp ayaktayken kapatabildiğinden çok daha az yeri örtebilmeye başlamıştı. Oda çok sıcaktı, üstümüze örtülü herhangi bir örtü bulunmaması garip değildi bu nedenle ama şu an çırılçıplak hissediyordum.

“Uyumadan önce bana neler söylediğini hatırlıyor musun, minik tanrıça?” diye sorduğunda daldığım gözlerinden ayrılmadan onaylar bir mırıltı çıkarttım.

Karşımda benden asla -bir başkasının sevgilisi olduğumu sandığı anlar sonlandığından beri- kaçmayan, tek bir an bile hissettiklerini göstermekten çekinmeyen bir adam duruyordu. Ona saklanarak, söyleyeceklerimi kırpıp durarak yaklaşmak anlamsızdı.

“Güzel,” dedi dudaklarını hafifçe kıpırdatan bir fısıltıyla. Bir sonraki sözcüğünün ne olacağını beklerken meraklıydım. Dudaklarının aralanışını buna yorduğum için kulaklarımı dikkatle açmış, onu dinliyordum.

Dudaklarını aralayışının artık saymayı bıraktığım öpücüklerden bir yenisini gerçekleştirmek üzere olduğunu anlamam ise dili ağzımın içine sızdığında ancak gerçekleşebildi.

Boğuk bir ses çıkarttığımda bu tepkiyi veren ben değildim, içimde bir başka varlık kontrolü eline almış ve benim müdahale etmeme asla fırsat bırakmıyordu.

Yatakta uzanıyor olmama rağmen düşüp yaralanacakmış gibi hissettiğimde ilk yaptığım elimi kaldırıp omuzuna sıkıca tutunmak oldu. Parmaklarımı sapladığım kasla kaplı sert dokuya tutunurken ağzımın içinde aynı anda her yere dokunuyormuş gibi onu hissedebiliyordum.

Beni ilk kez öpmüyordu. Ancak yeminler edebilirdim ki beni ilk kez böyle öpüyordu.

Öpüşünün sertliği ve ağzımı tüketir gibi her köşede hakimiyet kurmaya çalışması az önce sorduğu sorudan, ona uyumadan önce söylediklerimden miydi yoksa aynı yatağın içinde yarı çıplak uzanıyor oluşumuzdan mıydı seçemiyordum. Belki de her ikisinin ağırlığı aynı anda bastırıyor ve onu daha da çıldırtıyordu.

Belime uzanan eli ve oradaki boşluğa yapboz parçası gibi oturup sertçe bulunduğu yeri sıkması, dudaklarımı iç çekme ihtiyacıyla aralamaya çalışmama sebep oldu. Dudaklarımız arasında hiçbir boşluk bulunmadığı için tek yapabildiğim ağzımın içindeki dilini istemsizce emmek olduğunda Pars’ın bacağımı hangi aralıkta hızla kaldırıp bedeninin üstüne attığını takip edememiştim.

Dudaklarımız gibi bedenlerimiz arasında da boşluk bırakmayan ve tişörtün artık belime doğru sıyrılmasını sağlayan hareketle birlikte kapalı gözlerimi sıktım.

Her yanımda onu hissediyordum. Çepeçevre onunla sarılmış olmak başımı döndürüyordu.

Tırnaklarımı omuzuna batırmamın altında yatan sebebi düşünmedim. Tıpkı her tarafımda nabız gibi atan yoğun baskıyı umursamayışım gibi bunu da umursamadım.

Dudaklarımızı çok fazla mesafe bırakmayarak da olsa ayırdığında gözlerim refleksle açıldı. Kısıkça baktığım için onu doğru düzgün göremiyordum ama tüm dikkatiyle yüzüme baktığının farkındaydım.

“Beni bu kadar doyumsuz bir adam dönüştüreceğini bilseydim…” diye homurdandığında nefes nefese olmamı umursamadan konuştum. “Bilseydin…” dedim devam etsin diye.

“Bilseydim de bir halt edemezdim,” dedi yoğun bir kabullenişle. “Yolumun senden başka bir yere çıkmasını sağlayamazdım.”

Dudaklarım kıvrıldı. Bana karşı savunmasız oluşu içimde bekleyen, varlığını daha önce onun da fark ettiği kadını besliyordu.

“Sikeyim,” diye soludu. “Öperek şişirdiğim dudaklarını öylece kıvırıp karşımda parlak mavilerinle bekleyemezsin, adil oynamıyorsun Afrodit.”

“Adil oynanmamasına alışkın değilmişsin gibi konuşuyorsun,” dedim alayla. Ucunda ölüm olan maçlara çıkmakta sakınca görmeyen bir adama göre fazla çelişkiliydi.

“Doğru,” dedi başını hafifçe kıpırdatıp. “Sadece rakibimin benden güçlü oluşuna daha önce denk gelmemiştim.”

Aynı anda kendisini övmesine ve bunu yaparken beni kendinden üstün konuma çıkartmasına şımararak burnumu çenesine sürttüm. Uzun tutmadığı ama hep yüzünde yer bulan sakalların sert dokusuyla çizilen tenim huylanarak yüzümü buruşturmama sebep olduğunda güldü.

Üzerine doğru atılı duran, belinin biraz altından sarkan çıplak bacağımı avucuyla öldürücü bir yavaşlık eşliğinde okşadı. Bacağımın arkasında sıcak avucunu hissettiğimde gözlerimi kırpmıştım peş peşe.

“Yani ben seni ringde de devirebilir miyim o zaman?” diye mırıldandım.

Kısık bir kahkaha attı. “Tabii,” dedi gülüşü gözlerinin içine kadar taşmışken. “Tek vuruşta devirirsin hem de.”

“Evet,” dedim kendimden emin bir biçimde. “Çok güçlüyüm ben.”

“Çok,” derken bu kez sesi alaycı ya da başka herhangi bir gerçeklik dışı his barındırmıyordu. “Çok güçlüsün Ahu.”

Bacağımdan kopup yeniden sırtıma yol alan elleri ve düzenli okşayışlarıyla birlikte kendimi boynuna doğru gömdüm.

“Uyu güzelim,” diye fısıldadı gezindiğim ipte beni uykuya ait tarafa doğru itip düşürürken. “Buradayım, kâbuslarınla ben savaşacağım. Kapa gözlerini.”

Bana Afrodit dediği, Ares olmayı kabullendiği anda benim için savaşacak olduğunu zaten dile getirmişti. Ancak şimdi dudaklarından dökülenler benim için yeminken her şey çok daha net ve çok daha güven vericiydi.

 

~

 

“Koklayıp durmak yerine bir parça kopar ve at ağzına artık.”

Kucağımda duran ve sabahın gerçek anlamda köründe aldığımız için sıcacık olan poğaçaları burnumu yaklaştırıp koklamam artık Pars’ı delirtmişti.

“Ama hep birlikte yiyeceğiz,” dedim hüzünle.

Arka koltuktan benim hüznüme kıkırdayan Mayıs’ı duyduğumda geriye doğru dönüp ona yalandan çattığım kaşlarımla baktım. “Ne gülüyorsun sen ya?”

“Hiç,” dedi uzatarak. Gülümsememek için kendimi zorlayıp önüme döndüm.

Sabah güneşin doğuşuyla yakın zamanda uyanmış, yerimde kıpırdanıp durarak Pars’ı da uyanmaya mecbur bırakmıştım. Aklım babamdan kopamadığı için bir an önce eve gitmek istemem Pars’tan söylenmeler duymama neden olsa da pes etmemiş ve ikna edebilmiştim.

Mayıs’ın dün biz evden çıkarken başlayan erken uyku macerası onu benden de beter erken uyandırdığı için sabah onu da uyandırmakla uğraşmam gerekmemişti. Kurguladığım kahvaltıda tabii ki o da bulunacaktı. Uyuyor olsa da bir şekilde sürüklerdim.

Arka koltuktaki kıkırdayan hali ve dün onlara ilk vardığımdaki yorgun bakışları arasındaki farkın en büyük nedeni ise sabah benim kırdığım pottu. Mayıs salonda uyuyakaldığında üzerini örtüp camı kapatanın ben olduğumu sanarak bana teşekkür ettiğinde ben olumsuz yanıt verince gözleri hevesle parıldamıştı.

Sanırım yanlışlıkla da olsa amacıma ulaşmış ve Eraslan kardeşler arasındaki birbirlerine atamadıkları adımlar konusunda cesaret iğnesini Mayıs’a batırmıştım.

Pars’a sıkıca sarılması, ben duyamasam da kulağına uzun bir süre bir şeyler mırıldanması ve en sonunda Pars’ın kardeşinin saçlarına kocaman bir öpücük armağan etmesiyle birlikte aralarındaki her şey çözülmemişti tabii ama hiç yol kat edememekten iyiydi sonuçta.

Ben poğaçalara olan direnişimi sürdürürken yolumuz uzun olmadığı için kısa bir süre sonra araba yavaşlayarak durdu. Poşeti de beraberimde alıp arabadan indiğimde çok ağırmış gibi poşeti Pars’a uzattım.

“Sen taşı.”

“Doğru söylüyor abi, damatsın çünkü. Evdekilerin gözüne de girebilirsin böyle belki.”

Mayıs’la peş peşe konuştuğumuzda Pars sabır diler gibi görünse de itiraz etmeden poşeti elimden aldı.

Önden o ve arkasında yan yana Mayıs ben olacak şekilde ilerlerken Mayıs bana doğru yaklaştı. “Abimi aşık halde izlemek çok tatlıymış, daha önce bu kadar uysal olduğu bir dönem hatırlamıyorum.”

Gülümseyerek, sadece sırtını görebiliyor olsam da önümüzden ilerleyen adama baktım dikkatle.

İçeri girişimiz, asansöre binişimiz ve pek kısa süremeyen on altı katlık yolculuğumuzun ardından evin önündeydik.

Bu kadar erken gelmemi beklediklerini düşünmüyordum. Erken gelmekte hevesli olmamın bir etkeni de buydu, arayıp ne zaman geleceğimi sormalarına kalmadan ben evime dönmüştüm.

Anahtarım yanımda değildi. Bu nedenle zile basmaktan başka çaremiz yoktu. Zile uzanıp birkaç kez çalmasını sağladığımda Özgür’ün bu sese uyanmayacağından emindim, yani muhtemelen kapı babam tarafından açılacaktı.

Çok sürmeden kapı aralandı. Beklediğim şekilde karşımda babamı buldum. Açmadan önce delikten bakmadığını beni görür görmez titreten gözbebeklerinden görebildiğimde bebek gibi sızlanarak ağlamaya başlayabilirdim.

“Ben geldim,” diye mırıldandım.

Tek bir kelime bile etmeden beni öyle sıkı, öyle kuvvetli bir biçimde kendisine doğru çekti ki evin içine hangi ara girdiğimi anlayamamıştım.

Kollarımı kaldırıp ona doladım. Burnunu şakağıma, saçlarımla kesişen yere yaslayıp nefeslendi.

O benim kokumu almaya çabalarken ben de artık alkolle ya da başka herhangi bir örtüyle gizlenmeyen, yeni duş aldığını belli eden yoğun mentollü kokuyu soludum.

“Ben de seni çok özledim baba,” dedim sarılışının sözcüklerle çevirisini yaparken.

“Bir daha iki adım öteme gitmek bile yok,” dedi sertçe. “Aklımı kullanamayacak kadar içmeyeceğim asla, ben seni nasıl bıraktım Ahu’m?”

Bu tatlı haberin muhtemelen arkamda bekleyen iri bedeni yıktığını, küçük boyunu ise gülümsettiğini tahmin ediyordum.

“İçeri girelim mi?” diye sordum. Kapıda bekleyen ikiliyi daha fazla orada dikmek istememiştim. Babam da benim sorumla birlikte bunun farkına vararak beni bırakmadan da olsa kapıdan kenara doğru kaydı.

“Günaydın Mayıs,” diyerek konuştuğunda Mayıs da ona karşılık vermişti. Aynı şeyi Pars’a da yapması için bekledim. Babam sessizlik yemini etmiş gibi sustuğunda ise kıkırdadım.

“Pars’a da günaydın desene baba.”

“Ona aymıştır gün yeterince,” dedi babam beni hafifçe bedeninden ayırıp önünde tutmaya devam ederken.

“Öyle oldu,” demekte gecikmedi Pars. Sırtım babama dönüktü şu anda, bu nedenle Pars’ı görüyor ama babama bakamıyordum. Benim anlam veremeyen bakışlarımı gördüğünde dudaklarını araladı. “Seninle güne başladım diye söylüyor, Ahu.”

Ben babamın neyi kastettiğini bu sayede anlamaktayken, aynı anda eğer Mayıs kapıyı kapatmış olmasaydı binadaki herkesi uyandıracak kadar sert bir ses duyuldu.

“Lan ne Ahu’su?”

Babamın haykırışı kulaklarıma çarptığında gözlerimi sıkıca kapattım.

Bana kendisi hariç kimsenin Ahu demiyor olduğunu düşündüğünden olsa gerek biraz(!) gerilmişti. Ya da gerginliğinin sebebi tamamen Ahu diye kişinin Pars olmasındandı.

Yardım edebilecekmiş gibi Mayıs’a baktım. Şaşkın şaşkın bir babama bir abisine bakıyordu bu sırada. Ondan umudumu kestiğimde başımı geriye doğru atıp babama diktim gözlerimi.

“Baba,” dedim uzata uzata.

“Babasının bebeği?” dedi bakışlarıma ve sesime ektiğim yalvarışa kıyamayarak.

Pekâlâ, buraya kadar iyi ilerlemiştim. Şimdi konuyu dağıtacak, beni bu andan kurtaracak bir şeye ihtiyacım vardı.

“Poğaçalarım!” dedim panikle. “Poğaçalar soğuyor, Mayıs git Özgür’ü uyandır.”

Babam bana delirmişim gibi bakarken göz ucuyla Pars’a bakış attığımda onu gayet keyifli, dudaklarındaki gülümsemeye evrilen kıvrımla bana bakarken bulmuştum.

Babam onun dün içtiğini benim sabah içmiş olmamdan şüpheli görünüyordu. Yanağımdan kavrayıp beni tamamen kendisine çevirdiğinde iyi olduğumu anlayabilmesi için kocaman gülümsedim.

“Acıktım biraz,” dedim sessizce. Ani çıkışımdan nedense utanmıştım şu an.

“Kurban olurum sana,” derken beni içi gidiyormuş gibi izliyordu. Utancım az öncekinin birkaç katı kadar arttığında göğsüne saklandım.

Beni iki çift bakışın keyifle izlediğinden, farklı açılar ama benzer hislerle beni seyrettiklerinden habersiz sayılırdım. Yine de artık ikisinin de göz hapsinde olmaya aşina olduğumdan içten içe elalar ve koyu mavilerle boyanan benliğimin farkındaydım.

Mayıs’ın Özgür’ü uyandırabilmek için en az on beş dakikaya ihtiyacı olduğundan bunu kahvaltı hazırlamak için kullanmayı mantıklı bularak hareketlendiğimde henüz babamdan kopamadan zil sesi holü doldurdu.

Kaşlarım çatıldı istemsizce. Bu saatte eve kim gelebilirdi?

Gerildiğimi saklayamadığım için babam hızla konuştu. “Ben birini çağırmıştım, korkacak bir şey yok. İrkilme babam.”

Biz geldiğimizde deliğe dahi bakmadan kapıyı açışı demek ki başka birini beklediğindendi.

“Kim?” diye sordum merakla.

Babam bana bakmak yerine bakışlarını kapıya yakın bekliyor olan Pars’a doğru çevirdi. “Özgün geldi, aç kapıyı.”

Bana hiçbir şey çağrıştırmayan isim Pars’ın yüzünde allak bullak bir ifade yarattığında nasıl hissetmem gerektiğini kestiremiyordum.

Özgün kimdi? Babam neden sabahın bu saatinde eve çağırmıştı? Pars neden bu ismi duyduğuna aklı bulanmış gibi bakıyordu?

Sorularım bitmek bilemeyecek kadar çoktu.

Kapı bir kez daha çaldığında Pars hafif yan dönerek uzandı ve kapıyı araladı.

Göreceğim kişiyle birlikte sorularımın en azından bir kısmını cevaba ulaştırabilmeyi umuyordum.

Umduğunu genelde ya hiç bulamayan ya da umduğunun bin katını beklemediği anda bulan biri olarak hangi senaryonun yaşanacağını merakla bekliyordum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm