Düşten Farksız 5.Bölüm
5.BÖLÜM
“Görmek istediğin bir yer yok mu
gerçekten?”
Yoldan ayırdığı bakışları anlık olarak
üzerime çevrilirken, başımı iki yana salladım. Sesli olarak daha önce
yanıtlamıştım, bu kez baş hareketim yeterli olurdu.
Kahvaltıdaki konuşmalarımız, konu annemi
bulduktan hemen sonra ikimizin de sessizliğe gömülmesiyle sonlanmıştı.
Birbirimize ne sorarsak soralım; kilit nokta benim varlığımdan haberi olmayışı,
annemin bunu ona duyurmayışıydı. Bu kısmı aydınlatamadıktan sonra diğer
cevaplar önemini yitiriyordu.
Restorandan ayrılmadan önce bana
İstanbul’da görmeyi istediğim bir yer olup olmadığını sormuştu. Aklımda birden
çok yer olsa da, olumsuz yanıt vermiştim. Zaman zaman garipleşen bir elektriğe
sahiptik. İstanbul gezisi yapmak için riskli bir ikiliydik bana kalırsa.
Arabaya bindiğimizde bir süre sonra
sorusunu tekrarladığında ise cevabım aynıydı. Eve gitmek istiyordum.
“Sen bilirsin, günler torbaya girmedi.”
Yola diktiğim mavilerimi ayırıp ona
döndüm. “Özellikle mi garip deyimler kullanıp duruyorsun?”
Hafifçe güldü. Bir eli direksiyonda,
diğeri ise kendi tarafındaki cama yaslı halde duruyordu. Klima, onun
ifadesiyle, üzerimdeki büyük açıklıktan beni çarpabileceğinden dönüş
yolumuzdaki serinlik ihtiyacını camları açarak karşılamaya çalışıyorduk.
“Anlayamadığın ilk anda yüzünde şaşkın bir
ifade beliriyor. İzlemesi keyifli.”
“Yaşaması keyifsiz,” dedim direkt ekleyip.
Gülüşünü söndürmeden, kırmızı ışıkta durduğumuz için rahatça bana baktı.
“Günler torbaya girmedi, aceleye getirmeye gerek yok önümüzde bolca zaman var
demek.”
“O zaman öyle deseydin,” diyerek ağzımın
içinde homurdandım. Göz kırptıktan sonra yeşil ışık yanar yanmaz arabayı
hareket ettirdi. “Sayemde kelime kutun genişliyor, güzel bir şey değil mi bu?”
Cevapsız bıraktım. Ilık da olsa esinti
serinlememe yardımcı olurken yüzümü sağıma doğru çevirmiştim. Birkaç dakika
sonra arabayı bir melodi doldurdu. Ön konsoldaki yerine takılı bıraktığı
telefonu, başımı o henüz uzanmadan çevirdiğim için görebilmiş ve ekranda yazan
ismi okuyabilmiştim.
Arayan Canan Hanım’dı.
Telefonu açıp kulağına yasladı. “Efendim
anne?”
Canan Hanım’ın sesini duyamıyordum.
Yalnızca onun söylediklerini duyabilmem mümkündü.
“Günaydın sana da, arabadayım evet.”
dedikten sonra ne duyduysa bakışları beni buldu kısacık bir an. “Evde değil,
yanımda.”
Canan Hanım’ın beni sorduğunu anlamıştım
böylece.
“Hayır,” diyerek kısa bir cevap verdiğinde
acaba bu seferki soru neydi düşünerek kendi içimde bir sorgulama anı yaşasam da
tabii ki bir yere varamadım. “Sorarım anne, ama isteyeceğini düşünmüyorum.”
Bana mı bir şey soracaktı?
“Tamam, haber vereceğim. Görüşürüz.”
Telefonu kapatıp az önceki yere geri bıraktı.
Meraklı bakışlarımın üzerinde gezindiğini
görmüştü. Beni yormadan konuşmaya başladığında mutluydum. “Annemler seni davet
ediyorlar. İstemeyeceğini düşündüm.”
İstanbul turuna karşı çıkmam, eve kapanma
isteğim olduğunu düşündürtmüştü ona doğal olarak. Ama özellikle Mirza Bey’i
görmeyi isterdim. Onun teklifini reddedip, aynı akşam oğlunun peşinden gitmiş
olmama kızmış olabilir miydi acaba diye meraktaydım.
“Gidebiliriz,” dedim omuz silkerken.
“Neden istemeyeyim?”
Şaşırdığını görebilmek mümkündü. “Benden
kaçmak için eve dönmek istiyorsun sanıyordum. Ailemle görüşmek isteyeceğine
ihtimal vermedim.”
Yanak içimi ısırdım. Amacımı direkt olarak
anlamış olması garip hissettirmişti. “Mirza Bey otele kadar gelip beni davet
etmişti, bugün kabul edebilirim.”
“Nasıl istersen,” dedi sadece.
Kaçamak bakışlarla onu ve kalan zamanlarda
da akıp giden yolu izlediğim yolculuğumuz, havaalanından gelip taksiden indiğim
noktada sonlandığında, üç gün önce bambaşka bir halde bulunduğum yerde bugün
apayrı bir konumdaydım.
Babamı bulmak için doğru olup olmadığını
bile bilmediğim adrese gelmişken, bugün yanımda aradığım adam vardı.
Kapımı açıp indiğimde o da çoktan inmişti.
Demir kapıdan geçmeden önce onu bekledim. Kapıyı itip açtıktan sonra geçmem
için biraz alan açtı. Bahçeye adımladığımda artık yan yanaydık.
Evin girişine yaklaşırken refleksle
sürekli bakışlarım onu buluyordu. Sanki bir anda yanımdan kaybolacak, bana
Türkiye’ye geldiğim günü yeniden yaşatacak gibi hissediyordum.
Zile dokunacağı sırada kapı birden açıldı.
Aniden geliştiği için hafifçe irkilmeme sebep olmuştu bu.
“Hoş geldiniz! Araba sesi duyunca hemen
geldim.”
Karşımda otuzlu yaşlarda bir kadın vardı.
Kahverengi dalgalı saçları omuzlarından aşağıya dökülüyor, bu evdeki kişilerde
görmeye alıştığım ela gözleri parıldıyordu.
“Hoş bulduk Cemre, biraz sakin ol istersen
abim.”
Canan’la
Cemre’nin deyimiyle huysuz bir adamımdır diyen
Mirza Bey’in sesi aklımda yankılanırken karşımdaki kadının onun kızı olduğunu
tamamen kesinleştirmiştim.
“Bu sakin halim abicim, Despina’yı
ürkütmemek için biraz yavaş ilerliyorum. Halasını yanlış tanımasın diye
tutuyorum kendimi.”
Kadın o kadar hızlı ve heyecanlı
konuşuyordu ki Türkçemin bir noktada bana yetmeyeceğini düşünmeye başlamıştım.
Abisine yeterli açıklamayı yaptığından emin olunca bana döndü. “İçeri gelin,
annem sizi burada beklettiğimi anlarsa peşime düşebilir.”
Peşine düşse dünyanın sonu gelecek gibi
abartarak konuşmasına gülümsedim. Eve adımladığımda, arkamdan kapı kapandı.
“Düzgünce tanıtamadım kendimi kuzum, Cemre ben. Babanın kız kardeşiyim.”
“Memnun oldum Cemre Hanım,” dediğimde
hakaret etmişim gibi yüzü buruştu. “Bebeğim halanım ben senin, hanımı beyi boş
versene.”
Ne yapacağımı bilemeyerek yardım ister
gibi arkama döndüm. Elalarını dikkatle üzerime gezdiriyordu zaten. “Cemre boğma
ilk dakikadan, canı nasıl isterse öyle seslensin. Şimdilik…” Son kelimesi oldukça kısıktı ama duymuştum. Dudaklarının
kıpırtısını takip etmiştim daha doğrusu.
Tek konu ‘hala’ konusu değil gibiydi. Beni
delicesine dürten, aklıma sokmaya çalıştıklarını dilimden dökmem için yalvaran
tarafımın derdi derindi. Dayanamayarak dudaklarımı araladım.
“Hala diyebilirim, istiyorsa. Halammış
çünkü.”
“Ay, bal gibi bir kız bu abi. Sevimli
sevimli konuşuyor, suratına sesine bak ya.”
Cemre halam bana saldıracakmış gibi
dişlerini sıka sıka konuşurken, abisinin tüm odağı bendim. Ne yapmaya
çalıştığımı anlayacak kadar zeki bir adamdı, bunu biliyordum.
Herkesi benimsesem de onu benimsemeye hep
son adım kala duracaktım. Benden bunu kendisi dilemişti. Dileğini
gerçekleştirecektim.
Halam elimi tutup beni içeriye doğru
çektiğinde bakışmamız bölünse de ben uzaklaşırken sırtıma saplanan bakışlarının
ağırlığını hissedebiliyordum.
“Elbisen çok güzel, beyaz senin rengin
sanırım.”
Birkaç adım sonra bana hafif dönerek
konuştuğunda gülümsedim. Onun üzerinde de bileklerine doğru efil efil uzanan askılı
ince çiçekli bir elbise vardı.
“Senin elbisen de çok güzel, çok
yakışmış.” Bana iltifat ettiği için değil, gerçekten yakıştırdığım için
söylemiştim.
“Elbiseler güzel şeyler genel olarak
halacım, mis gibi olmuşuz.”
Gözlerim kısılırken salon kapısından
geçmeden önce durdurdum onu. “Elbise giymeyi çok mu seversin?”
Beni taklit ederek gözlerini kıstı. “Çok
severim, neden sordun?”
Kıkırdadım. “Ben de çok severim, yılın her
günü elbise giysem hiç sıkılmam.”
Yanağını yanağıma doğru yapıştırdı. “Kız
halaya çekermiş aşkım, ondan.”
“Hı?” dedim ne demeye çalıştığını tam
anlamayarak. Gülerken geri çekildi. “Kızlar halalarına benzermiş derler bizde,
benzememiz çok doğal yani.”
Henüz elbise sevmemiz dışında başka bir
benzerlik bulunmuyor olsa da hevesine, ondan aşağı kalır yanı olmayan kendi
hevesimi ekleyerek başımı salladım anladım der gibi.
“İçeri girince Emre’ye çok yaklaşma tamam
mı, benim yanımda dur hep.” Ne demeye çalıştığını anlayamadan zaten salona
girmiş bulundum. Dudaklarımdan sadece “Emre?” gibi bir şey dökülmüştü, o kim
dercesine.
“Salona adımı mırıldanarak mı girdi o?”
diye ayaklanan bedeni gördüğümde bir an için halama dönme ihtiyacı
hissetmiştim. Birbirlerinin kopyası gibi görünüyorlardı. Eğer ayaktaki adamın
erkeksi yüz hatları yumuşatılsaydı, ikisini ayırt etmek oldukça güç olurdu.
İkiz olduklarını söylemelerine gerek
kalmadan anlayabilmiştim. Bana doğru adımlıyor olan adam, amcamdı.
“Bu ne güzellik? Babana benzeyip biraz
eciş bücüş bir şey olamadın mı kız sen?”
Herkes inadına mı benim anlayamayacağım
kadar garip kalıplar kullanıyordu? Kafa karışıklığıyla yüzüne bakarken bize
bayağı yaklaşmıştı.
“Emre, bir adım arkada ben varım. Eciş
bücüş neymiş öğrenmen için her sabah aynada görebileceğin bir manzara mı
yaratayım sana illaki?”
“Anne,” diyerek önümdeki adam, koltuklarda
oturuyor olan Canan Hanım’a döndü. “Oğlun eve gelir gelmez, diğer ve en tatlı
oğluna tehditler savuruyor. Bir şey demeyecek misin?”
“Boş boş konuşmayın da açılın kızın
etrafından, geldiğine pişman ettiniz ilk dakikadan.” Canan Hanım kaşlarını
çatıp konuşmuş olsa da yüzü o kadar sevimliydi ki sinirli görünemiyordu.
“Boncuk?” diye seslenen sesi duyduğumda
başımı hızlıca çevirerek tekli koltukta oturuyor olan Mirza Bey’e baktım.
Bakışlarımın önümdeki adamdan ayrılışı Mirza Bey’i gülümsetmişti biraz. “Gel
otur, bunların dili yorulmaz. Şaşkın şaşkın bakma koca gözlerinle.”
Ondan bu teklifi bekliyormuşum gibi minik
adımlarla yanına ilerledim. Elimi tutan halam ve önümde dikilen Emre amca pek
memnun olmuş görünmüyorlardı.
“Baba bi’ tanışsaydım ben, sen yeterince
tanışmışsın zaten.” Emre amca söylense de ben çoktan Mirza Bey’in oturduğu
koltuğa az mesafede duran uzun kanepenin ucuna doğru yerleşmiştim. “Uzaktan
tanıt kendini, Despina’ya yeter. Seni tanımak hayatına pek bir katkı
sağlamayacak sonuçta.”
Halam kıkırdadı. İkizinin -tahminimden
fazlasıyla emindim, kanıtlanana kadar beklemeyecektim- babasından laf
yemesinden memnun görünüyordu.
“Sırıtma Cemre, sırıtma canım ikizim
benim. Sanki babam sana farklı davranacak.” Bahsettiğim kanıt gelmişti. Timur
Akdoğan, ikiz kardeşlere sahipti.
“Babam istediğini yapsın, Despina bana
hala diyor. Halasıymışım çünkü.” Ellerini birleştirip heyecanla konuştuktan
sonra kendisini annesinin yanında kalan boşluğa bıraktı. Canan Hanım’ın diğer
yanına da büyük oğlu yerleşmişti. Yalnızca Emre amca ayaktaydı.
“Ne diyor ne diyor?” Kulakları duymuyormuş
gibi bağıra bağıra sorarken beni buldu bakışları. “Sen bu ruh hastasına hemen
hala dedin öyle mi? Bana ne diyeceksin o zaman?”
Sabah yaptığım ensemde duran topuzdan
fırlayan birkaç tutamı kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Amca dememi isterseniz,
derim. Çok hızlı benimsediniz beni ama nasıl isterseniz öyle olabilir.”
İlk gelişimde Mirza ve Timur Akdoğan
ikilisi yerine, ikizlerle tanışsaydım belki her şey daha farklı olabilirdi diye
düşünmekten alıkoyamamıştım kendimi o an. Her ikisi de kısa sürede o günkü
tavırlarının bir nevi özrünü dilemiş olsalar da, bir anda unutabilmem kolay
değildi. Daha az önyargılı ve duvar ifadeleri birileriyle tanışabilsem canım
daha az yanabilirdi. Halam ve amcam bana bunu göstermişlerdi.
“Benimseyeceğiz tabii, neden
benimsemeyelim? Amca de bana da, mümkünse Cemre’ye seslenişinden daha içli içli
söyle ama tamam mı?”
Neye onay verdiğimi anlayamadan kafa
salladım. İfademdeki karmaşa birkaç gülüş sesi duymama yol açtı. Kimlerin
güldüğüne bakamadan, Mirza Bey konuşunca ona dönmüştüm. “İçinden gelerek
yapıyorsun değil mi, boncuk? Bunların deliliğine bakıp aceleci olmana gerek
yok.” Kısık sesle bana doğru konuşmuştu.
“Zorla yapmadım, yani öyle hissetmiyorum.”
dediğimde gözlerini kapatıp açtı onaylar gibi. Buraya gelişimin asıl amacını
dile getirmek isteyerek yerimde kıpırdandım. İkizler birbirleriyle laf dalaşına
girmişken, Canan Hanım sessizce onları izliyordu. Geriye kalan ismin ise beni
duyabildiğinin farkındaydım.
“Mirza Bey,” dedim mırıltıyla. Kaşları
derince çatılarak bana bakmasını beklemediğimden biraz gerilmiştim devam
edemeden önce.
“Bu iki kafası gidik amca ve hala oldular
ama ben Mirza Bey miyim?”
Gözlerimi kırpıştırdım. Konuşmamızın
üçüncü ama sessiz üyesine baktım göz ucuyla. Ne yapacağımı bilemeyip ikinci kez
ondan yardım istiyordum. Dakikalar önce aynısını halamla konuşurken yaşamıştık.
“Susadım dememiş miydin sen arabada
Despina, Cemre mutfağı göstersin sana.”
Kurtarıcım olmasına alışabilirdim. Alışmam
için bir iki kez gerçekleşmesi yeterliydi çünkü uzun sayılamayacak ömrümde bir
kahramana her an ihtiyaç duyarak zaman geçirmiştim.
“Söyleseydin ya hemen kuzum, gel benimle.”
Halam ayaklandığında ben de yüzümdeki hafif çekingen gülümsemeyle kalktım.
“Unutmuşum.”
Halamla birlikte mutfağa yol alırken,
Mirza Bey’e doğru yaklaşarak bir şeyler söylediğini gördüğüm adamın nasıl bir
yol izlediğini merak etmiyor değildim. Mirza Bey, su yalanını yiyecek bir adam
değildi. Oğlu da bunu elbette biliyordu. Sanırım beni uzaklaştırıp babasına
açıkça, benim duymayacağımdan emin olduğu bir şeyler söylemek istemişti.
Ne söylediğini ise hiçbir zaman
bilemeyecektim.
~
“Hiçbir şey yemedin ama güzel kızım,
beğenmedin mi?”
Canan Hanım üzgünce masadaki tabaklar ve
benim aramda gezdirdiği bakışlarını en son gözlerimde tutarken sormuştu. “Yedim
ki,” dedim itiraz ederek. “Karnım bile çıktı, aç değildim hiç yine de yedim.”
Kahvaltı yaptığımızı öğrendiklerinde,
onlar henüz yapmamış olduklarından biz bir kenarda otururken onlar yemek
yiyecek diye düşünmüştüm. Düşüncelerimin gerçeği yansıtmadığını Canan Hanım
küçük bir kediyi andıran, çocuklarının tümüne hediye ettiği elalarıyla yüzüme
bakınca anlamıştım. Halam ve amcamın arasında oturuyorken, kahvaltıda
yediğimden belki de fazlasını yemiştim ısrarları sonucunda.
“Anne patlayacak kız, ısrar etmesen mi
artık?” Amcamın beni savunmasıyla teşekkür edercesine ona baktım. Bana göz
kırpmıştı.
Akdoğan erkeklerinde bolca bulunan
çekicilikten o da edinmişti. Yemek sırasında en çok o ve halam konuştuğundan
ikisi hakkında bilgiler öğrenirken amcamın bir polis olduğunu da öğrenmiştim.
Mirza Bey ve onun seçtiği meslekler büyük bir ortak paydada buluşuyorken, Timur
Akdoğan bambaşka bir yoldaydı.
Halamın okul öncesi öğretmeni olduğunu
öğrendiğimde de başka bir meslekle düşünülemeyeceğini fark etmiştim. Bu
enerjisini ancak o yaş grubu kaldırabiliyor olmalıydı.
“Annem Despina’yı Özgür’le karıştırıyor
muhtemelen, canım küçük kaplanım benim. Ona da hala dedirtebilseydim keşke…”
Dudaklarımdaki olası yemek lekelerini
silmek için ağzıma yaklaştırdığım peçete dudağıma değmeden havada kalırken
sırtıma biri sertçe vurmuş gibi öne doğru eğildim hafifçe.
Ona
da hala dedirtebilseydim keşke… demişti az önce. Özgür
neden ona hala desindi? Amcamla aralarında on yaştan fazlası olmadığına yemin
edebilirdim. Onun oğlu olamazdı. Mirza Bey üç çocuğu olduğunun altını geçen
dakikalarda çizmişken, geriye oğlu olabileceği tek bir seçenek kalıyordu.
Beynim bir an için Özgür’ün, ona Timur abi
diye sesleniyor olmasını umursamadan oğlu olduğunu benimseyerek dondu.
Halam söylediklerinin bende nasıl bir etki
yarattığını gördüğünde aceleyle susmuştu. Kimse de konuşmaya niyetlenmiş değildi.
“Özgür…” derken tam karşımda oturuyor olan
adama baktım yorgunlukla. “Oğlun mu senin?”
Ben bir babanın çocuğu olmanın ne
hissettirdiğini bilmiyordum. O, baba olmanın ne demek olduğunu biliyor muydu?
Beni karşısında bulduğunda neden afallamıştı o zaman? Özgür’e kadar mıydı
babalığı, bana hiç kalmamış mıydı?
Masadaki sessizlikte cevabımı beklemek,
normal bir anda beklemekten çok daha garipti. Dört çift bakış bizi izliyordu.
Çoğunlukla benim üzerimde duran bakışlarından dolayı yerimde iğneler varmış
gibi rahatsızdım.
“Oğlum,” dediğinde burnum sızlamıştı. Dün
geceyi ve sabahı düşününce kendimi fazlalık gibi hissetmiştim. Madem oğluydu,
neden abi deyip duruyordu ona? Özgür’ün delinin teki olduğu kesindi ama bu
kadarı fazla değil miydi, aralarında bir şaka mıydı? “Özgür benim manevi oğlum, Despina.”
İstemsizce burnumu çektim biraz. Neden
dolduğunu anlayamamıştım bile.
“O ne? Canım oğlum gibi bir şey demek mi?”
diye mırıldandığımda halam yanağını omuzuma yasladı birden.
“Eve dönerken arabada konuşalım mı ne demek
olduğunu?” dediğinde neden cevap vermediğini anlayamadığım için kaşlarım
çatıldı. “Ama neden?”
“Konuşurken anlayacaksın nedenini.”
“Gidelim o zaman,” dedim sandalyemi geriye
iterken. Halamın başı omuzumdan düşer gibi olmuştu ama algılarım düşüncelerim
dışındaki diğer her şeye kapalıydı.
“Odaya geçseydiniz, gitmenize gerek var
mı?” Canan Hanım araya girip fikir sunduğunda bekledim ayağa kalkmadan. “Gitsek
daha iyi anne, yine geliriz Despina istediğinde.”
Vedalaşamadığıma daha sonra üzüleceğimi
bilsem de şu an sarhoş gibiydim. Kapıya doğru ilerlerken kulaklarımda garip bir
uğultu vardı. Derdim neydi? Özgür onun oğluysa, oğluydu. Ben de kızıydım işte.
Aramızdaki en belirgin fark ise, onun
babasıyla yan yana oluşu; benimse yıllarca adını ve yaşıyor olup olmadığını
bile yalanla aklıma kazımış olmamdı.
Kapıya kadar bizi Canan Hanım uğurladı.
Dışarı çıktığımızda kapı bahçede birkaç adım atmamızın ardından kapandı.
Arabaya doğru yürürken yerdeki yeşillikleri inceleyerek sordum. “Ben manevi
kızın değil miyim?”
İçeride reddetmediği için ‘manevi’ derken
kastedilenin bir çeşit sevgi sözcüğü olduğunu aklımda onaylamıştım. Manevi,
duyguyla ilgili şeyler için kullanılıyordu sonuçta.
“Değilsin, Despina.” derken hiç
duraksamamıştı. Elimin tersiyle yanağımı ovuşturdum. “İyi ki değilim!”
“İyi ki değilsin,” dedi başını sallarken.
Yine ilk tanıştığım, beni kelimeleriyle yaralamayı umursamayan adam mı olmuştu?
Beni önemsiyor gibi yapan adam birkaç saatlik bir yanılsamadan ibaret miydi?
Arabanın yanına ulaştığımızda kapıya
uzanmadan önce o yanımdan gitmeden, avuçlarımı göğsüne bastırıp ittirdim. “Sen
de benim canım babam değilsin, hiçbir zaman da olamayacaksın. İyi ki!” dedim
onun yaptığı gibi.
Yüzümde hissettiğim sıcaklığın, beyaz
tenime kızarıklık olarak yansıdığını biliyordum. Tenimle birlikte gözlerim de
kızarmaya başlamıştı hatta, hissediyordum. Başımı geriye atarak ona bakarken
yüzümü de gözlerimi de görmesinden çekinmedim hiç.
Avuçlarımla onu itişim, hayatında aldığı
en acısız darbelerden biriydi tahminlerime göre. Bir boksöre cılız bileklerimle
en fazla ne yapabilirdim? Ama canını yakmışım gibi bakmıştı bir an için.
“Manevi çocuk ne demek biliyor musun,
Despina?”
Omuz silktim. “Bana ne!”
Canım ne kadar çok yanarsa o kadar
fevrileşirdim. O anlardan birindeydik. Bu halimi daha önce görmemişti. “Evlat
edinmenin ne demek olduğunu biliyor musun peki?”
Burnumu sertçe çekerek duraksadım.
Tepkimden olumlu yanıt veriyor olduğumu anladığında bedeni biraz gevşedi.
Kasılı olduğunu avuçlarım hâlâ göğsünde olduğu için şu ana dek hissedebilmiştim.
“Evlat edinilen çocuklar, manevi çocuk
olarak isimlendirilir. Bu yüzden Özgür benim manevi oğlum ama sen manevi kızım
değilsin.”
“Manevi çocuğum demek, canım çocuğum demek
değil…” dedim mırıltıyla, duyduklarımı kendi aklımda düzeltmeye çabalarken.
“Değil,” dedi başını iki yana sallarken.
“Boşu boşuna doldurdun mavilerini, sabırsız mısın sen biraz?”
Sessiz kaldım. Aklım bulanmıştı. Üst üste
gelen bilgilerin ortasında kaybolmuş gibiydim.
Özgür’ün onunla bağının yalnızca bokstan
kaynaklandığına inanmışken, halamın söyledikleriyle yaşadığım şaşkınlık kontrol
edemeyeceğim kadar büyümüştü.
“Sözlerini geri alacak mısın şimdi?” diye
sorunca eğdiğim başımı ona bakmak için kaldırdım. çenem yanlışlıkla tişörtüne
sürtünmüştü. “Hangisini?”
“Hiçbir zaman olamayacağım bir şeyi
haykırdın ya az önce yüzüme, onu diyorum.” Canım
babam değilsin, hiçbir zaman da olamayacaksın.
Dudaklarımı birbirlerine bastırdım. O an
konuşan kişiyle aynı kişi gibi hissedemiyordum. Öfkem birden parlıyor, sözleri
ağzımdan çıkıyordu ama çoğu seferde olduğu gibi yine dakikalar geçmeden o ana
yabancılaşmıştım.
“Manevi demek, canım demek olsaydı…” diye
dudakları yeniden aralandığında gözlerimi kısmış halde ona bakıyordum alttan
alttan. “Sen de manevi kızım ol isterdim.”
“Seni ittirmeyeyim diye söylüyorsun
bence,” derken aslında ifadesinden akan ‘hissettiklerimi söylüyorum’
frekanslarını görüyordum. Sadece içinde kaybolmaya fazlasıyla müsait olduğum
duygusal boşluğa çekilmeme sebep olabilecek imasından kaçmaya çalışmıştım.
Başını oynattı hafifçe. “Beklediğimden
daha kuvvetlisin, uçuracaktın beni.”
Benden on tane daha olsa uçuramazdık onu.
Yine de burnumu havaya diktim. “Güçlü birisiyim, kaslıyım da bayağı.”
Her yerimi sıkı sıkı sarmış, çelik
yelekler ve kalkanlarla örtmüştüm. Gelebilecek hiçbir kurşun kalbime çarpamazdı
o an. Yani en azından ben öyle sanmıştım birkaç saniyeliğine.
“Babana
çekmişsin demek ki, Despina.”
On kat korumaya da alsam, bu kurşundan
kaçamazdım; kaçamamıştım.
Basit bir cümlesine, bazen refleksle
yaptığı bir harekete dalıp gidebilecek kadar hassastım.
Daha önce kimseye bu denli hassas olmamış,
ağzından çıkanları hatta bakışlarını dahi tek işim onlarmış gibi dikkatle
izlememiştim. Bu yüzden sonunda nereye varacağımı, doğrusu bir sona ulaşıp
ulaşamayacağımı bile bilmiyordum.
~
“Gece uyumuş olduğundan emin misin?” diye
sorduğunda başımı salladım. Uyumuştum. Yani defalarca kez uyanmış olsam da
uyku, uykuydu işte.
Arabada gözlerimi kontrol edemem, otoparka
varıp arabadan inmem gerektiğinde sarsaklamama yol açmıştı. Asansöre ilerleyene
kadar birkaç kez sendelemiştim.
Asansör on altıncı kata doğru olan
yolculuğundayken, en arka kısma yaslanmıştım ve onun bakışlarının hapsindeydim.
“Şimdi biraz daha uyursun istersen,
gözlerin küçüldü uyku isteğinden.”
Arabanın sarsıntısı uykumu getirmişti
biraz ama uyumayı düşünmüyordum. Bebek gibi öğle uykusuna yatacak halim yoktu.
Asansör sonunda durduğunda önden onun
gitmesine izin verip peşine takıldım. Ben kapıya varana kadar kilidi açması
işime gelirdi.
Kilide taktığı anahtarı çevirmesine gerek
kalmadan kapı hemen açılınca kaşlarımı çattım. “Yine mi hırsız girmiş?” diye
uyuyamadığım uykunun sarhoşluğunda mırıldanırken kapı geriye açılınca Özgür
belirmişti birden.
“Hırsız muhabbeti bitmedi mi kızım, adım
var benim adım.”
Aslında onu kastetmemiştim ama üstüne
alınması komik gelince kıkırdadım.
“Abi keş falan mı bu? Bir baktırsa mıydık
aynı evde yaşamadan?”
“Keş ne?” diyerek içeri girmeye çalışırken
kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. “Küfür mü ediyorsun bana?” dedikten sonra
ayakkabılarımdan yarım yamalak kurtulmuşken arkama dönüp onu buldum
bakışlarımla. “Küfür ediyor bana.”
Şikâyet etmem etki yaratmamış, aksine
ikisini de güldürmüştü. Bana gülmelerinden hoşlanmadığımı belli ederek yüzümü
limon yemiş gibi buruşturdum. “İnternetten bakacağım, eğer küfür ettiğini
anlarsam; kaç.”
Özgür’e ters ters baktıktan sonra çıplak
kalmalarını sonunda sağlayabildiğim ayaklarımı yere çarparak banyoya doğru yol
adım. Uykumdan sıyrılmak için soğuk suya sığınacaktım.
“Elbisen yırtılmış, borç ister misin
yenisi için?” Özgür sırtımı döner dönmez konuştuğunda omuzlarımı düşürüp ona
döndüm. “Elbisemin modeli o, vizyonsuz seni.”
“Keş nedir bilmiyor ama vizyonsuz
diyebiliyor… İşine gelince sözlük oluverdin, çığırtkan seni.”
Oflayıp hızlı hızlı banyoya adımladım.
Çenesi durmayan oydu, çığırtkan ben miydim? Anlamını araştırınca çığırtkanın ne
olduğunu öğrenmiştim bugün. Öğrenmesem de olurdu gerçi…
Banyoya ilerleyip yüzüme bir dolu su
yapıştırdıktan sonra arabadaki mayışıklığım çoğunlukla kaybolmuştu. Salondan
konuşma sesleri geliyorken oraya doğru ilerledim odaya gitmeden önce.
“Rakiplerinin maçlarını hiç kaçırmadan
izleyen sen değil misin, aynısını ben de yapacağım işte. Maç sırasında değil,
maçtan önce rakip gözlemlemiş olacağım abi.”
İçeri girdiğimde Özgür hırsla bir şeyler
anlatıyordu. Karşılıklı koltuklarda oturuyorlardı. İkisinin yanına da geçmeden,
köşede duran berjere yerleştim.
“Bahsettiğin kişi sadece rakibin mi Özgür?
Cin oldun adam mı çarpıyorsun oğlum sen? Ne için gitmeye çalıştığını bilmiyor
muyum?”
Tenis maçı izler gibi bir oraya bir diğer
tarafa bakıp konuşan kişiye başımı çevirirken boynum bu işten rahatsızdı.
“Neyse ne işte, yarın akşam orada
olacağım. Engellesen de gideceğim, bağlasan da gideceğim. Yormayalım
birbirimizi.”
Gece karşısında kedi gibi miyavlamadığı
kalan adamın konu değişince aslan da olabileceğini gözlemlemek ilginç gelmişti.
Asla Timur abisine karşı gelebileceğine ihtimal vermemiştim, yanılmıştım demek
ki.
“Ben seni bir yoracağım Özgür, değil yarın
seneye de maça gidemeyeceksin koçum.”
Sırıttım. Özgür’le uğraşılması Türkiye’ye
geldiğimden beri en eğlendiğim anlardı sanırım. “Sen de gel o zaman, olay
çıkaracağımı düşünüyorsun madem. Birlikte gidelim.”
Özgür’ün sunduğu teklif, onun bakışlarının
kısa bir an bana çevrilmesine yol açtı. “Gelemem ben, gece Despina tedirgin
olur.”
“O zaman ben de geleyim,” dedim yüzyılın
buluşuna imza atmış gibi. Derdim evde tek kalamayacak olmak değildi elbette.
Sadece boks maçı izlemek ilgimi çekmişti. Sağ ve sol tarafımda iki boksör
varken, daha önce hiç izlemediğim ve bir fikrimin olmadığı bu branşa hızlı bir
giriş yapmak zorunda hissediyordum.
Özgür şaşkınca bana dönerken, ben de ona
baktım ama kısacık sürmüştü bu bakışma. Çünkü Timur Akdoğan odayı dolduran bir
kahkaha atmıştı. Bu da hem beni hem Özgür’ü hızla ona döndürmüştü.
“İnanılmaz şakalar yapıyor, gecenin
köründe resmi bile olmayan bir maça geleceksin öyle mi?”
Bana bir şeyi yapamayacağım söylendiğinde
hücrelerimin ayaklandığını ve o şeyi yapmak için her yola gireceğimi henüz
bilmiyordu.
“Şaka yapmıyorum, ben de izlemek istiyorum
maçı.” dedim kollarımı göğsümde kavuştururken. Özgür’e baktım sonra. “O
gelmezse de sen beni yanında götürürsün değil mi?”
Çenesini sıvazladı. Bir bana, bir ona
baktı. “Hayır henüz yirmi dört yaşındayım, bile bile ölüme yürümeyeceğim
Despina. Çok erken.”
Dalga geçmesine göz devirdim. “Tanıdığım
en korkak boksörsün,” dedim gaza gelmesini umarak. Direkt kaşları çatılmıştı.
İçten içe sırıtıyor olsam da dışarıya yansıtmadım.
“Kaç boksör tanıyorsun ki zaten?”
İki
demek yerine bir elimi açıp parmaklarımı düşünüyormuş
gibi yaparak indirmeye başladım. Diğer elime geçtiğimde henüz sekizinci
parmağımı yeni indiriyorken Özgür homurdandı. “Yunanistan’daki tüm boksörleri
tanıyor muydun kızım, tamam anladık.”
Özgür gerilse de asıl hedefim soğukkanlı
bir biçimde yerinde oturuyordu. Gözlerim hafifçe kısılarak ona baktım.
Adım Despina’ysa, yarın akşam
bahsettikleri maçı izliyor olan kişilerden biri ben olacaktım.
Timur Akdoğan, kızının gerektiğinde bir ikna ustası olabildiğinden haberdar değildi. Olmasına seve seve yardım edecektim.
Yorumlar
Yorum Gönder