Düşten Farksız 14.Bölüm

 14.BÖLÜM



Hareketli bir hayatım yoktu. En azından İstanbul’a ayak basana dek bu böyleydi. Ki aslında geleli on günü yeni geçiyordu ancak bu on günüm on ay kadar yoğun geçmişti.

Bugünün de önceki günleri aratmayacak olduğundan aslında habersizdim. Sakince başlayan, devamının da öyle süreceğini umduğum günüm; önce babamın ‘Korel sana eşlik etsin’ ısrarıyla hafiften karışmaya başlamışken, ikinci darbeyi de evde tek olduğu konusunda resmen beni kandıran Mayıs ile iyice çorbaya dönmüştü.

“Mayıs?” dediği sırada, kapıya ulaştığında karşısına denk geldiğim için çarpışan bakışlarımızı ayırmaya gerek duymadığından sanki adım Mayıs’mış ve onu ben yanıtlamalıymışım gibi garip bir duraksama yaşadım. Kız kardeşine sesleniyorken bakışları benim gözlerimdeydi ve eğer sezgilerim beni yanıltmıyorsa seslenişinin altındaki tek mesaj benim burada ne aradığımdı.

Mayıs, abisinin tam önünde sırtı ona dönük halde duruyor olsa da bedeni Pars’ın bedeninin yanında hacim olarak yetersiz kaldığından çıplak üst bedenini pek gizleyebiliyor değildi. Oluşan garip sessizlik uzun sürmemişti ama bu kadarı bile beni boğduğundan küçük bir öksürükle Korel’e doğru döndüm.

Arabada ona bulunacağım yerde yalnızca bir arkadaşımın olacağını söylemiştim. Kalabalık bir ortamda olup olmayacağımı sorduğunda duraksamadan onu böyle yanıtlamıştım ancak tam yanımızdan ayrılacakken Pars’ın salına salına kapıda belirmesi muhtemelen onu yalan söylediğimi düşünmeye itmişti. Kaşları hafifçe havalanmış halde, abi-kardeşte olan bakışları bana döndüğünde bu kadarını anlayabilmiştim.

“Dönmeme yakın bir zamanda haber vereceğim, başka bir işin varsa bu sürede-…” diye başladığımda ben uzatamadan başını hafifçe iki yana salladı. “Aşağıda, arabada olacağım Despina. Telefonum açık.”

Son iki kelimeyi söylemeden önce göz ucuyla kapıya doğru dönmüştü. Tehlike olarak algıladığı kişinin kim olduğunu sorgulama gereği duymadım. Pars gelmeden önce, yakınlarda olurum demiş ve yanımızdan ayrılmak üzere hareketlenmişti çünkü.

Mayıs’ın abisine doğru bir şeyler fısıldadığını görmüştüm ancak duyabileceğim kadar yüksek tutmamıştı sesini. Bakışlarımı Korel’den çekmedim. “Ama-,” dememe kalmadan henüz bulunduğumuz kattan başka kata çağrılmamış olan asansörün tuşuna dokunduğu anda kapı açılmıştı. Binip, kapıların yeniden kapanmasını sağlaması ise birkaç saniyeden daha kısa sürmüştü.

Ağzım biraz açık kalmış halde Korel’i görüş açımdan kaçırmış olan asansör kapısına bakıyorken gözlerimi kırpıştırdım. Son birkaç dakikadır ne yaşıyordum ben tam olarak?

“Despina…” derken hafif çekinerek konuşmuştu Mayıs. Çekinmeliydi de. Ne karıştırıyordu, bana neden evde tek olduğunu söylemişti bilmiyordum ancak resmen Korel’in karşısında yalancı konumuna düşmüştüm.

Derin bir nefes alarak onlara doğru döndüm yeniden. Az önceki konumları pek değişmemişti. Sadece Pars biraz sağa kaymış, artık Mayıs’ın arkasından tamamen çekilmişti. “Efendim?” dedim biraz düz bir sesle.

“Eve girelim istersen artık, gel.”

“Girelim tabii,” dedim abartılı bir hevesle. Gözlerim yavaş yavaş Pars’a dönerken devam ettim. “Senden başka kimsenin olmadığı evini çok merak ediyordum ben de Mayıs.”

Pars’ın onun burada olduğunu bilerek gelmiş olduğumu sanması, son isteğim bile değildi şu an için. Benden haz etmediğinin farkındaydım ve bu, beni sevgilisi olarak bildiği Özgür’e olan tavrına bayağı benziyordu.

Mayıs ellerini kaldırdı hemen ‘dur’ der gibi. “Kimse olmayacak zaten, abim birazdan çıkacak işi var.”

Bu detayı mesajla ya da telefonla verebilseydi geliş saatimi ona göre ayarlardım. Aksine beni acele ettirip durmuştu. Korel’le gelmemiş olsaydım daha da erken burada bulacaktım muhtemelen kendimi.

“Abin çıktığında gelsem daha iyi olurmuş o zaman.” dediğimde Mayıs’tan tepki bekliyorken duyduğum ses Pars’a aitti. “İnsan yemiyorum, korkma.”

“Pek öyle durmuyorsun.” demekte gecikmedim. Yüzündeki ifadeye ve aynı anda tek koluyla beni de Mayıs’ı da tutup fırlatacak gibi görünen bedenine laf atarak. Bunu yaparken önce yüzüne bakmış, ardından bakışlarımı baştan ayağa bedeninde kısa bir tur için hareketlendirmiştim.

Boynuna vardığımda göğsüne doğru sarkan yeşil taşa gözüm takılır gibi olsa da orada oyalanmadım. Siyah orta kalınlıkta bir ipin ucunda asimetrik kesim, yeşil bir taş vardı. Kolyenin ucundaki taş zaten küçüktü, göğsündeki koca alanda kaybolup daha da küçük görünmüştü gözüme.

“Korkuyorsun yani…” derken keyifliydi. “Sevgilinle bayağı ortak noktaya sahipsiniz gibi görünüyor.”

Pars toplam beş dakikadan fazla süre Özgür’e laf atamadığında yoksunluk çekiyordu anladığım kadarıyla. Ki aynısı Özgür için de geçerliydi. O da dilinden Pars’ı -Özgür’ün deyimiyle ‘ruhsuz’u- düşüremiyordu.

“Özgür’e âşık mısın?” diye sordum dümdüz bir ifadeyle. Eğer elimde bir kutu kurabiyeyi taşıdığım poşet olmasaydı kesinlikle kollarımı göğsümde birleştirirdim bu sırada.

Mayıs’ın önce afalladığını hemen ardından da yanaklarını havayla doldurarak gülmemeye çalıştığını görmüştüm. Ona tamamen dönmedim. Pars’ın tepkisi şu an için daha eğlenceliydi.

Kaşları ani bir baş ağrısına sebep olabileceğinden şüpheleneceğim kadar derinden ve ani şekilde çatıldı. “Ne?” gibi bir şey çıktı dudaklarından.

“Özgür’ü elinden almışım gibi saldırgansın, Mayıs bile sakinken sen neden yerinde duramıyorsun?”

Asla böyle bir şeyler sormamı beklemediği, geri atak yapma süresinin uzunluğundan belliyken keyiflendim. Pars’ın kalakalması ve yıkılmaz duran ifadesinde yarattığım karmaşa, varlığından haberimin bile olmadığı egomu şişirmişti.

Mayıs’a döndüm kısa bir an. “Cevap da veremiyor,” deyişim Mayıs’ın bardağındaki son damla olmuş olacak ki aniden fazlasıyla sesli bir gülüş dudaklarından kaçmış ve hızla elini ağzına kapamak zorunda kalmıştı.

“Sen ne zaman bu kadar geniş(!) gönüllü biri oldun da benim haberim yok, Mayıs? Eve çağırdığın kişinin kim olduğunun farkındasın değil mi?”

Geniş gönüllü derken ne anlatmak istediğini tam bilmiyordum ancak ana temayı anlamak zor olmamıştı biraz düşününce. Eski sevgilisinin yeni sevgilisiydim Mayıs’ın… Özgür’le sevgili olduğumu sanmaya devam eden tek isim Pars’tı ve belli ki bu konuda aklı fazlasıyla karışıktı.

“Abi…” dedi Mayıs sesi ‘sus’ der gibi çıkarken. “Sen hazırlanmana dönüp, evden çık bir an önce istersen.” Ardından bana döndü. Elime doğru uzanıp poşet tutmadığım elime yavaşça dokundu. “Sen de içeri gelir misin artık, akşam oldu biz kapıda beklerken.”

Elimi tutmakla yetinmeyip beni bir nevi içeri çekiştirdiği için kendimi aniden eşikten atlamış, evin sınırları içine girmiş halde bulmuştum. Mayıs beni çekerken yolda bir engele takılabileceğimi umursamış görünmüyordu. Pars’ın koluna pat diye çarpıp geçmem onun için normal miydi?

“Pardon,” dedim insanlığımı kaybetmemek için. Gelen cevapla pişman olmuştum hemen zaten. “Hissetmedim.”

‘Hissiz bir ayı olduğun içindir’ demek yerine derin bir nefes alıp sakin kaldım. Mayıs’ın yönlendirmesiyle sağda kalan kısma doğru ilerlemeye başladım. Birkaç dakika içerisinde Pars’ın evi terk etmesi tek isteğimdi, yoksa giden ben olacaktım.

“Kızdın mı bana çok?” diye fısıltıyla sorup bana doğru yaklaşan Mayıs’a gözlerimi kısarak baktım. “Sence-…” diye başladığım cümlemin bitmesine engel olan, gözlerimin çarptığı köşede yani salonun karşı duvarının dibinde bulunan tüylü varlıktı.

Kedi fobimin ne zaman, hangi olayla başladığını ya da bir olay olmaksızın mı oluştuğunu asla bilmiyordum. Tek bildiğim eğer açık havada değilsem ve bulunduğum yerde bir kedi varsa aklımı yitirecek kadar çok korktuğumdu.

Elimdeki poşeti en yakındaki koltuğa fırlatır gibi attığım ve Mayıs’ın kolumdaki belli belirsiz tutuşundan kurtulup az önce girdiğim kapıdan koşarcasına geri çıktığım anlar peş peşeydi. Dudaklarımdan korkuyla çıkan ses yüksek değildi ama kesinlikle tizdi. Özgür duyuyor olsaydı ‘çığırtkan’ diye söyleneceğinden emindim.

Salondan kaçışımın dış kapıya doğru ya da en azından başka bir odanın içinde sonlanacağını düşünmüştüm. Fakat nereye ilerlediğime hiç bakmadan hızlanmak, henüz holden ayrılmamış olan Pars’ın bedenine çarpmama sebep olmuştu.

Hızımı kontrol edemeden ona çarptığım için göğsüne sertçe kafa atmış, yetmemiş gibi bütün bedenimle de ona çarpmıştım. Kalbim ağzımda attığı için şu an bir yabancıya temas ediyor olmak da, Pars’ın ne düşüneceği de önemini yitirmişti.

“Kedi…” dedim dakikalardır koşmuş da nefes nefese kalmış gibi. “Kedi var orada!” Başımı nereden bahsettiğimi anlatmak istercesine salona doğru çevirdiğimde Mayıs’ı kucağında oyuncak gibi tuttuğu tüy yumağı kedi ile birlikte görmüştüm. Hem şaşkın hem de keyifli görünüyordu.

Kedinin ayakları yerden kesildiği için biraz daha az tedirgindim. “Bırakma sakın,” dedim Mayıs’a telaşla.

“Bırakmam.” dedi başını sallarken.

Pars’ın kısa öksürüğüyle kendime gelirken hızla geriye adımladım. Bedenim bedeninden ayrıldığında yanağıma dökülen saçları kulağımın arkasına itip, elbisemin askılarıyla uğraştım amaçsızca. Gerilmiştim. Gerginliğim tek sebebi ters ters bana bakan kedi miydi, emin değildim.

Beni sinir edecek ya da utanmama sebep olacak bir şeyler söylemesini bekledim bir süre. Süre çok uzamadan, Pars hiçbir şey söylemeye gerek duymamış bir şekilde arkasını dönüp salonun olmadığı tarafa doğru yönelmişti.

Arkasından bakarken fazlasıyla aklım karışmıştı. Mayıs’a döndüm. “Farkında olmadan temas ettim, çok mu rahatsız oldu?” dedim kendime kızarak.

Mayıs yanağını kedinin kulaklarının arasına doğru yasladı. “Bayağı rahatsız oldu.” dedi dudaklarını birbirine bastırmadan hemen önce. Birkaç saniye sonra da ekledi. “Ama rahatsız edici olan neydi… Tartışılır.”

Bu andan sonraki on beş dakika içinde evdeki birçok varlığın konumu değişmişti.

Öncelikle Mayıs kediyi kendi odasına bırakmış, kapıyı da kapatarak beni yanımıza gelemeyeceğine ikna etmişti. Bu evde kalmaya devam edebilmek için buna ihtiyacım vardı. Kedinin özgürlük alanını kısıtladığımız için üzgündüm ama uzun süreli değildi zaten. Biz kedi sorununa çözüm bulurken, hangi ara hazırlandığını anlayamadığım Pars göz açıp kapayana dek evden çıkmıştı. Evden çıkarken bir şey söylemeye gerek de duymamıştı.

Şimdi salondaki koltukların en büyüğünde, Mayıs’la tamamen birbirimize dönük halde bacaklarımız tamamen koltukta kalacak şekilde oturuyorduk. Evdeki varlıklarıyla beni tedirgin eden Pars ve kedi ikilisinin salona gelme ihtimalleri olmaması kan akışımı normal hızda tutmama yardımcıydı.

Mayıs’ın buraya yerleşmeden önce getirdiği bardaklardan kendime ait olana uzanıp koca bir yudum aldım. Ekşiliği ağzıma yayılıp boğazıma kadar inen limonatayı yuttuğum anda bardağı yeniden koltuğun önündeki masaya bıraktım.

“Dinliyorum,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturup. Koltuğa oturduğumuzdan beri sessiz sessiz bekliyor olan Mayıs’ı harekete geçirmek içindi çabam.

“Neyi dinliyorsun canım?” diyerek beni anlamazlıktan gelmesine kaşlarımı hafifçe çattım.

“Limonata içirmeye mi çağırdın beni?”

“Evet,” dedi gülümserken. “Çok güzel değil mi, ev yapımı gibi. Sokağın sonundaki pastane-…”

Dizine dokundum avucumla. “Mayıs… Birbirimize açık olalım olur mu?”

Yüzündeki gülüş aniden yerini tamamen üzgün bir ifadeye bıraktığında, isteğimden biraz pişman olmuştum sanırım. Yüzünde böyle bir ifade görmek hoşuma gitmemişti.

“Konunun Özgür olduğunu anlamak zor değil, bilmediğim bir sorun mu var?” dedim ılımlı bir sesle. Alışveriş merkezindeki tesadüf(!) karşılaşmanın ardından görüşmediklerinden emindim ama mesajla falan iletişim kurmuş olabilirlerdi.

“Umutsuz olmak, küçücük bir umut ışığıyla koşturmaktan daha kolaymış aslında.” dediğinde söylediklerini düzgünce anlayabilmek için aklımdan tekrarlayacakken ifademden durumu anlayarak daha az mecazlı bir anlatıma geçti.

“Sen gelmeden önce, Özgür’le bir daha asla bir araya gelmeyeceğimden o kadar emindim ki umut etmeyi kesmiştim. Şimdi ise sürekli ‘acaba olacak mı’ diyerek kendimi sorgulayıp duruyorum. Ara vermeden kendimi gelecek günlerde ne yaşanacağını hayal ederken buluyorum.”

Dudaklarımın aşağıya doğru eğilmesine engel olmayı denemedim. Söylediklerinden sonra hissettiklerimin yüzüme yansımasına izin verdim. “Olacak zaten.”

“Ne zaman?” diye sorarken küçük bir çocuk gibiydi. Yanağını koltuğun sırt kısmına yaslamak üzere kendini soluna doğru bıraktı. “On gün sonra Özgür’ün doğum günü, biliyorsun. O zamana kadar olmayacaksa çok kötü…”

Gülümsemeye çalıştım. On gün sonra Özgür’ün doğum günü olduğundan asla haberim yoktu. Mayıs bizi arkadaş sandığından bunu bildiğimi varsayması doğaldı tabii.

Etrafımdaki insanlara ne kadar çok yalan söylüyor olduğumla yüzleştiğimde omuzlarım aşağıya doğru çökmüştü. “Bilmiyordum,” dedim sessizce. Mayıs kaşları şaşkınlıkla çatılarak bana döndü. “Ben evlerinde kalacak kadar yakınsınız diye… Yanlış anladım galiba.”

Türkiye’deyken onunla kalıyor olmamı çok yakın arkadaş olmamıza bağlamıştı. Ben olsam ben de öyle yapardım ancak durum bundan bayağı farklıydı.

Mayıs’ı taklit edip yanağımı koltuğa yasladım. Kendime kısa bir düşünme süresi verip sessizleştim. Mayıs’a günler önce ‘Özgür’ün sevgilisi değilim’ dediğimde zaten en büyük yalanı ortadan kaldırmıştım. Her şeyi tamamen açığa çıkartmak bana bir şey kaybettirecek gibi görünmüyordu. Aksine hem daha az yük altında ezilecek hem de belki tıpkı benim ona yardımcı olduğum gibi Mayıs da bana yardımcı olabilecekti.

 

~

 

“Gerçekten hiç ayrılmadın mı buradan?” diye sorarken kafam karışık halde başım sola doğru dönüktü.

Korel arabayı çalıştırmadan önce, eli direksiyondayken bana baktı. “Görevim bu, Despina. Güvenliğinden şüphe duymamam gerekiyor, başta amcana ve devamında da dedene ve babana karşı sorumluyum bu konuda.”

Amcam, dedem ve babam… Birkaç hafta önce benim güvenliğim için çabalayan birilerinin var olması başlı başına imkânsız gelirken, şimdi bunun gerçekliğiyle karşı karşıyaydım.

“Güvendeydim ki orada.”

“Ben aşağı indikten on dakika sonra evdeki adam da çıktı binadan. Bir sorun oldu mu?” Benim ‘güvendeyim’ açıklamamı umursamadan kendisi soru sorduğunda göz devirmek üzereydim. İlk izlenimde kibarlıktan kırılacak gibi görünse de Korel’in de sorularına cevap ararken diğerlerinden bir farkı yoktu.

“Evet,” dedim. “Tartıştık ve kovdum evden.”

Kaşları çatıldı. “Aramanı söyledim sorun ol-…”

“Dalga geçiyorum,” dedim başımı iki yana sallarken. “Arkadaşımın abisiydi, evde olacağından haberim yoktu sadece.” Ona neden geldiğimizde doğru bilgi vermediğimi bilsin istemiştim. Aksi olursa saklayacak bir şeyim varmış gibi görünürdüm. Korel’in bunu az önce bahsettiği üçlüden herhangi birine mutlaka yetiştirecek olması yüksek ihtimalliydi.

“Mizah anlayışın ilginçmiş.” dediğinde yine irislerimde soru işaretleri belirdiğinden emindim. “Mizah?”

O benden daha afallamış duruyordu. “Yani komiklik gibi…”

Anladım dercesine başımı salladığımda artık arabayı hareket ettirmek üzere önüne döndü. Ben de kendi önüme dönüp yola odaklandım.

Mayıs’la üç saate yakın zaman geçirmiştik. Farkında olmadan ben ona fazlasıyla açık olunca, o da aynı şekilde karşılık vermişti ve üç saatimiz birçok açıdan terapi seansına dönüşmüştü. Babamla aniden bir bağ kurmaya başlamış olmama bile şaşkınken, kan bağı gibi bir etkenin olmadığı Mayıs’la da farksız halde olmam iyice garipti. Ama çok da iyi gelmişti.

Korel’in daha fazla dayanamayıp bir süre sonra buradan uzaklaştığını düşünerek, kalkmaya niyetlenmeye başladığımda ona mesaj atmıştım. Tek kelimelik ‘aşağıdayım’ mesajının ardından ise apar topar Mayıs’la vedalaşıp evden çıkmıştım zaten. Cidden bekliyor olduğunu bilseydim, diken üstünde olur ve muhtemelen kısa süre sonra ona daha fazla işkence olmasın diye eve gitmek için hareketlenirdim.

“Trafik var biraz, gelişimiz kadar hızlı dönemeyebiliriz.” On dakika geçmeden Korel konuşunca bir an ona bakmıştım. “Önemli değil.”

“Bu arada sormadım ama eve dönüyorsun değil mi? Başka bir yere uğrayacaksan…”

“Yok,” dedim başımı iki yana sallayıp. Yeterince yoğun bir gündü. Başka bir yere uğramalık halim kalmamıştı. “Eve gideceğim.”

Korel’in bahsettiği trafik yoğunluğuna karıştığımızda yürüme hızından daha yavaş ilerlemeye başlamıştık artık. Sanırım bu akşam saatlerine kalmış olmamızla ilgiliydi. İnsanların işten eve döndükleri bir saatte olduğumuz kesindi.

“Klimayı kapatıp camı açsak olur mu?”

Güneş batmaya yaklaştıkça hava serinlediğinden, artık yapay bir soğuk kaynağına ihtiyacımız kalmamıştı bence. Camdan gelecek ılık esintiyi, klimaya tercih ediyordum. Sesli olarak onaylamadı ama klimayı kapatıp ikimizin camını da tamamen araladı. Yavaş -hatta hiçe yakın- şekilde hareket ettiğimiz için rahatsız edici bir gürültü de esinti de yoktu.

Başımı camıma doğru çevirip temiz hava alırken bir yandan da etraftaki araçları ve binaları inceleme işine giriştim. Bir süre devam ettiğim etkinliğim, bana ait olmadığından emin olduğum telefon zil sesiyle bölündüğünde istemsizce Korel’e doğru dönmüştüm. Vites kolunun yanında duran telefonunu alıp ekrana bakar bakmaz açıp kulağına yasladı.

“Alo?” dedikten sonra kısa bir süre karşı tarafı dinledi. “Şu anda mı?” derken yüzüne dikkatle bakmamın ayıp olacağını düşünerek yeniden camıma döndüm. “Mümkün değil, bir saatten hayli hayli fazla sürer gelebilmem. Bekletemez misiniz?”

Yine karşı tarafı dinledikten biraz sonra kısıkça iç çekti. “Sağ ol haber verdiğin için, yetişemem ama olur da savcının oradaki işi uzarsa belki şansım döner. Haberleşiriz.”

Telefonu kapatıp yeniden vitesin yanındaki boşluğa bıraktığında, benim duyacağımı biliyor olsa da sanki onu gizlice dinlemiş gibi hissediyordum. Ona bakmadan dudaklarımı araladım. “Bir işin çıktı sanırım.”

“Önemli bir şey yok.” dedi duraksamadan. Ama sesinden tam aksi anlaşılıyordu. “Öyle değil gibiydi, bir yere yetişmen gerektiğini anlayacak kadar Türkçem var.” derken yavaşça ona döndüm. “Seni üç saat boyunca bir evin önünde beklettiğim için yeterince rahatsızım Korel, bir de benim yüzümden gitmen gereken bir yere gidemezsen daha da rahatsız olmaya başlayacağım.”

“Rahatsızlık duymana gerek olmadığını neden kabul edemiyorsun?”

“Gitmen gereken yerde işin uzun mu?” dedim sorusunu takmadan. “Beni eve bırakıp döndüğünde yetişemeyeceğini anladım konuşmandan, seni arabada bekleyebileceğim bir yerse eğer birlikte gidelim lütfen. Benim başka bir işim yok.”

Duraksadı. Hafif açılan trafik yüzünden bana pek dönemiyordu ama ben ona bakıyordum. “Teşekkürler ama gerek yok.”

“Gizli bir işin mi var?” dedim abartıyla. “Sır tutabilirim.” Abartım onu güldürür gibi oldu. İfadesini toparladığında bakışları birkaç saniye beni bulmuştu. “Karak-…” diye başlamışken birden beni görünce kelimeyi değiştirdi. “Polis merkezine gitmem gerekiyor.” Sanırım anlayabileceğim şekle sokmuştu ifadeyi.

“Gidelim o zaman.” dedim omzumu silkerken. Bir dolu polis varken evden daha güvende olacağımdan emindim. “Beni beklettiğin için kendini borçlu hissediyorsan-…” diye konuşmaya girişmişken ofladım. “Biraz daha uzatırsan atarım kendimi arabadan.”

Ellerini teslim oluyormuş gibi kısacık bir an göğüs hizasında havaya kaldırdı. “Tamam, sakin olalım. Gidelim o zaman. Çıkmadan yetişirsek eğer seni amcanın yanına bırakırım, ben işimi halledene kadar.”

En son manevi çocuk kaosunu yaşadığımız gün, dedemlerdeyken görmüştüm amcamı -ve evde olan herkesi-. “Olur.” dedim itiraz etmeden. O gün asla vedalaşamadan, gözümün önü kararmış halde babamla evden çıktığım için biraz pişmandım zaten.

Yirmi dakika dolmadan, gideceğimiz yer trafikli kısmın tersinde kaldığı için rahatlıkla ulaştığımız yerde Korel arabayı durdurduğunda inmek için acele etmedim. Soğuk bir renge boyalı binanın önünde, kapının girişinde birkaç polisin beklediğini görüyordum uzaktan. Binanın bahçesi gibi görünen kısım çok kalabalık değildi ama boş da denemezdi.

“Daha önce bulundun mu hiç böyle bir yerde?” diye soran Korel’e baktım. Henüz o da inmemişti arabadan. “Buradayken hayır ama Yunanistan’dayken evet.”

“Ortak noktalar ve farklarla ilgili inceleme yapabilirsin o zaman, inelim mi?”

“Amcam burada değilse, arabada beklemeyecek miyim?”

“Unuttum onu, sorayım şimdi.”

Telefonuyla saniyeler süren kısa bir konuşma yapıp kim olduğunu bilmediğim birine amcamın adını söylemiş, burada olup olmadığını sormuş ve hemen sonra da telefonu kapatmıştı. “İn bakalım, Emre Akdoğan odasında ve müsaitmiş. Senin şansına… Odasında bulmak zordur amcanı.”

Dudaklarımın çok az kıvrılacağı minik bir gülümsemeyle tepki verdikten sonra kapıma uzandım. Ben inene kadar Korel çoktan arabadan çıkmıştı.

Lila, çiçekli bir elbiseyle buranın enerjisine pek uyumlu görünmediğimden emindim ama yapacak bir şey yoktu. Dışı bile soğukluk kusan binaya, olabildiğince renk saçabilirdim belki.

Korel’in tam yanında yürümeye başladım. Birkaç merdiven çıktığımızda kapıya hemen varmıştık. Güvenlik kontrolünden sonra artık tamamen binanın içindeydik.

“Buradan,” diyerek asansörlerin olduğu kısmı işaret etti. İçerisi biraz kalabalık olduğundan Korel’i dikkatle dinliyor ve gözlerimi pek ayırmıyordum. Birkaç dakika içinde asansör macerası sonlanmış, ineceğimiz kata gelmiştik.

Korel beni yine bir tarafa doğru yönlendirdi, gözlerimi etrafta çok gezdirmemeyi deniyordum bu sırada. Gördüğüm kişilerin suçlu olma olasılıkları neydi acaba?

Bir kapının önüne geldiğimizde Korel tek bir kez ama tok bir ses çıkacak kadar sert bir şekilde kapıyı çaldı. İçeriden ‘gir’ sesi yükseldiğinde kapıyı aralamıştı. Kapıyı açan Korel olsa da ben onun önünde durduğum için kapıya bakıldığında ilk görünen ben olacaktım. Ki öyle de oldu.

Direkt kapıya dönük olan masada oturan Emre amcam beni görür görmez kaşları çatılarak ayaklanmıştı. “Despina?” diyerek burada olmamı sorgularken aklındaki ihtimallerin pek iyi olmadığı ifadesinden belliydi.

Elimi göğüs hizamda kaldırıp selamlar gibi salladım hafifçe. İşi varsa burada olmamdan rahatsız olur muydu acaba?

Yarı çekinir halde ona el salladığımı gördüğünde aklındaki kötü ihtimalleri elemiş olmalıydı. Bana doğru gelmeye devam etse de yüzündeki çatık kaşlı ifade ortadan kayboluşundan anlamıştım bunu.

“Hoş geldin,” dedikten hemen sonra bakışları benim arkamda kalan Korel’e doğru çevrildi. Yüzündeki ifade, evlerinde tanıştığımız günkü adama ait olamayacak kadar ciddi görünüyordu. Ailesiyleyken -özellikle babama ve dedeme kıyasla- eğlenceli, daha enerjik bir tarzı vardı. Yani ben ilk izlenimimde böyle bir sahne ile karşı karşıyaydım.

Başını yavaşça yana doğru hareket ettirdi. Korel’e ağzını bile açmadan ‘ne oluyor’ diyebilmişti bu sayede.

“Geçen hafta görüşmem için ısrarcı olduğunuz savcı buradaymış, komiserim. Kısa süreliğine bir iş için gelmiş, arkadaşlardan biri haber verince…”

“Yeğenimi kendi işlerini görmek için peşinde gezdirmen konusunda anlaştığımızı hatırlamıyorum, doğru mu?”

Amcamın laf dokundurarak konuşmasıyla saygısızlık olup olmayacağı üzerinde çok düşünmeden dudaklarımı aralayıp konuşmalarının ortasına daldım. “Ben istedim gelmeyi, istemem tek başına yetmeyince ısrar da ettim.”

Amcamın bakışları yeniden beni buldu konuştuğumda. “Koruma görevi Korel’in ama daha çok sen üstlenmişe benziyorsun Despina.” Gözlerimi kırpıştırdım başımı omuzuma doğru eğerken. “Yanına geldiğim için mutlu olmadın mı?”

“Oldum,” dedi beklemeden. Beni en son gördüğünde yanlış anladığım bir durum yüzünden yıkık bir haldeydim. Şimdi benzer bir sahne yaşanma ihtimali onu ürkütmüş gibiydi. “Oldum tabii canım benim.” dedikten sonra Korel’e göz ucuyla bakıp dışarıyı işaret etti başıyla. “Çık hallet işini. Buraya dönmene gerek yok, Despina benimle kalacak.”

Korel itiraz etmeden küçük bir baş selamı verdi. Çıkmadan önce saniyelik bir süreyle bakışları beni bulduğunda amcamın göremeyeceği bir açıdan ona el salladım. Dudakları artık onunla özdeşleştirmeye başladığım kibar bir gülümsemeyle kıvrılırken geriye adımlamış, şu ana dek aralı duran kapıyı da üzerimize kapatmıştı.

“Gel bakalım, misafirimi ayakta bekletmeyeyim daha fazla. Ne içersin?”

Beni odadaki masanın önünde duran kumaş kaplı sandalyelere doğru yönlendirdi. Yerleştiğimde kendi yerine geçmektense yanımda oturmayı seçmişti. “Bir şey içmeyeyim, sen işlerini yap ben sessizce bekleyebilirim burada. Dikkatini dağıtmayayım.”

Dişlerini göstererek güldü. “Isırırım ha seni, ne bu sevimlilik? Baban Timur Akdoğan olamayacak kadar tatlısın, amcana çekmişsin belli ki.”

“Ama babam ki o…” dedim kaşlarım havalanırken.

“Olmuş öyle bir şeyler ama Türkçede ne derler biliyor musun bu konuda?” Merakla ona doğru döndüm. “Ne derler?”

“Amca, babanın iki katıdır derler. Türk kültüründe babayı amcanın yarısı gibi görüyoruz biz.”

Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. “Neden ki?” Amca bu kadar önemli bir şey miydi?

Uzunca bir nefes verdi. Kolunu omuzuma doğru atıp başını başıma doğru yasladığında kasılışımı ona belli etmemeyi denedim. Ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı.

“Saf saf bakıyorsun suratıma, kandırmaya beş saniyeden fazla devam edersem şeytan gibi hissedeceğim.”

“Ben seni anlayamıyorum, kendi kendine bir sürü şey söylüyorsun.” dedim sitemle. Omuzlarım aşağı doğru çöktüğünde kolu da bana eşlik etmişti. “Trip atmayı da mı öğrendin kız sen bir iki haftada? Abim mi Özgür mü örnek oldu acaba? Gerçi halan uzaktan bile etkiliyor olabilir seni…”

“Trip atmak ne ki?” dedim ona bakıp. “Küsmek mi?” Durumdan çıkarım yapmaya çalışmıştım.

“Aynen, ama kültürel olarak değişime uğruyor buralarda küsmek. Trip oluveriyor.”

Ciddi bir şekilde anlatışına kıkırdadım. “Anladım.” dedikten sonra masada duran kâğıt yığınını işaret ettim. “İşlerini yapman gerekmiyor mu?”

“Çıkış saatim geçti bile, yarının işlerini toparlamakla uğraşıyordum. Gidebiliriz istediğinde.”

“Amca?” dedim birden heveslenerek. Bir yaşımı yeni geçmişim ve ilk kelimem ‘amca’ olmuş gibi gururla yüzüme baktı. “Söyle canım benim?”

“Gitmeden önce camlı yerden sorgu izleyelim mi?”

Amcamın gözleri irileşti. Elaları bir süre benim ciddi olup olmadığımı anlamak ister gibi üzerimde gezindi. Devamında ise kulaklarımı çınlatan tok bir sesle kahkaha atmıştı. Omuzlarıma sarılı kolu sıkılaşırken gülüşüyle sarsılan bedeni beni de sarsıyordu.

Ama ben… Ben şaka yapmıyordum ki!

 

~

 

“…sonra tamam deyip odasından çıkarıp asansöre bindirdi beni. Böyle çok heyecanlandım, filmlerdeki gibi şeyler olacak mı diye…”

Özgür’ün asla benim anlatmaya olduğum kadar dinlemeye istekli olmadığı hikâyemi anlatırken kısa bir ara verip kaşlarımı çattım. “Dinlesene beni!”

“Dinliyorum kızım ne cırlıyorsun yine sen, katil civciv bakışlarını da çek üzerimden.”

Koltuktaki yastığı alıp kafasına doğru attım. Refleksleri benim hızımın on katı hızlı olduğundan yüzünü eliyle korumuş, hatta yastığın bana doğru geri sekmesine sebep olmuştu. Yüzüme çarpan yastıkla geriye doğru yaslandım sertçe. Saldırısı başarısız sonuçlanan olmakla kalmamış bir de saldırıya uğrayan olmuştum.

“Anlat hadi tamam, daha güzel dinleyeceğim. Küsme hemen.”

Kolumu işaret parmağıyla delecek gibi dürterken konuştuğunda omuz silktim. “Anlatmıyorum, hak etmiyorsun sen.”

“Yanlışın var çığırtkan, her şeyin en iyisini hak ediyorum ben. Ayıp oluyor bak!” Dalga geçmesine yüzümü buruşturdum. “Sonra ne oldu, Emre abi seni asansöre bindirip sorgu odasına götürüyormuş gibi yaparken aslında otoparka indirmiştir belki…”

Boynumu acıtacak bir hızda ona döndüm. “Nereden bildin ki?” Büyük bir şaşkınlıkla konuştuğumda sırıttı. “Bir sonraki karşılaşmanızda halana sor, aynı deneyimi ona da yaşattı. Aklın alıyor mu kızım Emre abinin manyağın tekinin yakınına sizi yaklaştıracak olması?”

Ofladım uzun uzun. “Arada cam olacak, biz oraya bakacağız ama onlar bize bakamayacak işte.”

“Çok mu film izliyorsun sen acaba?”

Bilmem der gibi dudaklarımı sarkıttım. “Çok merak ediyordum ama.”

“Amcam senin kadar saftirik değilmiş, maça gitmem konusunda da çok serttiniz ama seni ikna etmiştim.”

Bana söylediği ve tekrarladıkça öğrendiğim ‘saftirik’ sıfatını ona yapıştırdığımda gözleri kısıldı. Cümlem bitmeden üzerime doğru gelecek gibi hareketlendiğinde çığlık attım.

“Evde bizden başka kimse yok, bakalım babana şikâyet edemiyorken nasıl kaçacaksın elimden…”

“Ben tek başıma yeterince korurum kend-…” Kolumu tutacağı anda cümlem yarıda kesilirken ayaklandım. Koşmaya başlarken sonumun pek parlak olmadığı belliydi aslında.

İkinci saniyede bana yetişebileceği acı bir gerçek olsa da ondan kaçmamla eğlenerek -uzun- bir süre kaçmama fırsat verdi.

“Akşam yediklerini yaktın koşarken, akşam sporu oldu sana bak.”

Ben nefeslerimi artık ağzım ve burnum dışındaki bazı yerlerden de almaya başlamışken Özgür parkta keyifle yürüyormuş gibi düzenli nefesler alıyordu.

“Sence,” dedim nefes nefese. “Sence ne zaman kapı açılır ve bana destek gelir acaba?”

Babamın gelişinin tek kurtuluşum olacağını kabullenmem pis pis sırıtmasına yol açtı. “İşi uzundur onun, bir arkadaşıylaymış.”

Tekli koltuklardan birinin arkasındaydım bunu söylediğinde. Kaçmayı sürdürmek yerine olduğum yerde durup avuçlarımı koltuğa yasladım. Yüzümde meraklı bir ifade belirdiğinden emindim.

“Arkadaşının adı ne?” dedim düzene sokmaya çalıştığım nefeslerimle.

Özgür benim bir anda durmama ve değişen ifademe karşılık şaşkın duruyordu. “Bilmiyorum ki, neden sordun?”

Omuz silktim. “Öylesine sordum.” dedikten sonra kapıya doğru adımlamaya başladım. “Susadım ben, su içeceğim.”

“Despina?” diyerek seslenen Özgür’e dönmedim. Cevap da vermedim. Aklım tamamıyla babamdaydı. İki gün önce gece boyu onu beklediğim anları anımsamakta gecikmemiştim mutfağa yürürken. Meltem’in yanında mıydı yine?

Bulabildiğim en büyük bardağa bir damla yer kalmayacak kadar su doldurup tüm suyu nefessizce içmeye başladım. Damarlarımda dolanan, içimi sıkan şeyin ne olduğunu kesin olarak anlamlandıramıyordum ama hiç sevmemiştim böyle hissetmeyi.

O gece eğer bir ceylan belgeseline denk gelmemiş olsaydım, konu beni keşkelere boğacak bir hal almazdı. Ahu ne demek öğrenmezdim, babamın ‘sahip olmadığı’ kız çocuğu ile ilgili hayallerini duymaz ve böylece saatlerce neden eve gelmediği konusunda az da olsa soru sorabilirdim ona.

Öğrendiklerimden pişman değildim, ancak öğrenemediklerime kesinlikle pişmandım.

“Bir bardak suyla kendini boğmaya çalışman çok canice, başka yollar dene istersen.” Burnuma doğru dayadığım bardağı çekiştiren Özgür’e engel olmadım. Zaten suyum bitmişti.

“Özgür,” dedim dikkatle onun kahve irislerine bakarken. “Söyle çığırtkan?”

“Yine Meltem’in yanındadır değil mi?” derken sesim ismi andığım anda çatlamıştı. Özgür’ün duraksayışı uzun sürmedi ama gözümden kaçması mümkün değildi. Bakışlarım ondan ayrılmamıştı çünkü hiç.

“Bilmiyorum,” dedi demin yaptığı gibi. “Kendisine soralım, aray-…”

Başımı hızla iki yana salladım. “Gerek yok. İstemiyorum ki öğrenmeyi.”

“Öyle durmuyor pek Despina,” diye mırıldanırken sesi bana karşı kullanmasına alışkın olduğum alaycı halinden uzakta, anlayışla kesişen bir noktadaydı. “Babandan cevaplar almadan, kendi aklındakilerle bir sonuca varma bana kalırsa.”

Kendi aklımdakiler beni bir sonuca ulaştırabilecek yeterlilikte değildi ki zaten.

“Tamam,” dedim başımla onaylayıp. “Telefonunu al ve kimle olduğunu soran bir mesaj at ona.”

Alt dudağını hafifçe ağzının içine doğru çekip geri bıraktı. “Atayım,” dedi birkaç saniye sonra. Telefonunu genelde mutfaktaki prizde şarj ediyor olması şu an bir kolaylık yaratmıştı. Solda kalan tezgâhtaki telefonuna uzandı. Kilidi açıp babama mesaj atmak için onunla olan sohbet ekranına girmesi kısacık bir süreyi kaplamıştı.

‘Abi kiminlesin, işin çok uzayacak mı?’ sorularını sıraladığı mesajı gönder tuşuna bastığında artık babamın telefonuna doğru yoldaydı.

“Hemen cevap vermez belki, salona geçelim bi’ oturup nefeslen sen de olur mu?”

Sesli olarak yanıtlamadan söylediğine uyum sağlayıp önden salona doğru adımladım. Bunu yapmadan önce köşedeki kâseden kahveli şekerlerimden bir tanesini almıştım yanıma. Özgür’ün de telefonunu şarjdan çıkarıp arkamdan geldiğinin farkındaydım.

Salona girince koltuğa gömülüp bacaklarımı kendime doğru çektim. Paketini açmak için gereğinden fazla uzun süre harcadığım şekeri ağzıma attıktan sonra salondaki duvar saatine göre beş dakika geçmemişti ki Özgür’ün artık ayırt edebildiğim bildirim sesi duyuldu. Yanıma oturduğu ve telefonu elinde bir şeylerle uğraştığı için ses fazla yakınımdaydı.

“Cevap mı geldi?” diye sordum başka bir bildirim olabileceği ihtimalini unutmadan.

Özgür ekrandaki bakışlarını bana çevirdi. Bir an, kısa bir an ne diyeceğini bilememiş gibi durdu. Sonra telefonu bana doğru uzattı. “Çok küsme sakın, yoksa elimde patlayan ‘babana soralım’ planı için kendimi atacağım balkondan.”

Telefonundaki yazıları okuyabilir hale geldiğimde yüzümdeki ifadede hiçbir değişiklik olmadı. Emerek bitirmeye çalıştığım şekerime dişlerimi geçirip paramparça olmasını sağlarken dişimi sızlatmıştım biraz sadece.

Özgür’ün sorduğu sorular, babamdan yanıt alabilmişti.

‘Meltem ileyim Özgür. Bilmiyorum tam kaç gibi geleceğimi ama geç kalmam.’ İki ayrı ileti halinde gelen mesajları okuduktan sonra günlük bir haber okumuşum gibi bakışlarımı telefondan çekip karşımda duran -kapalı olan- televizyona diktim.

Babam bu akşam geç kalmayacaktı. Ama belli ki geç kalınan bambaşka şeyler vardı.

İlk karşılaşmamızdaki mesafeli tavrı, sevgilisine olan kızgınlığının bir yansımasından ibaret gerçekleşmişe benziyordu. Aralarındaki sorun her neydiyse çözülmüş ya da belki çözülmek üzereydi ki babam iki gün arayla ikinci kez onun yanındaydı.

Suçu atacak kişiyi seçmekte kolaya kaçıp, yine içimden sessizce anneme yakınıp durdum.

Babamın hayatına dahil oluş sırası konusunda Meltem benden hayli öndeydi. Bu öncelikleri konusunda onu seçim yaparken rahat ettirirdi. Oranlandığında, çoğu insan hayatına damdan düşüp geleni değil; uzun zamandır var olanı seçerdi.

Kızı olduğumu öğrendiğindeki tavrı, Meltem’in beni babamın hayatında istemeyeceğine dair şüphe olamayacak kadar net düşüncelerle dolmama yol açıyordu.

Meltem’in beni istememesi, babamı da bunu yapmaya iter miydi? İhtimalinin aklından geçecek olması bile kalbimi kırmışken yutkundum. Az önce yarım litre su içmemişim gibi boğazım kupkuruydu.

Ben bu gidişle İstanbul Boğazı’nda su bırakmasam da acı acı yutkunmaya mecbur kalacaktım.

Her zamanki gibi hayat bana bir veriyor gözükürken, üç geri almakta pek gecikmiyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm