Düşten Farksız 33.Bölüm
33.BÖLÜM
Birkaç saniye önce zilini çaldığım kapının
önünde tek başıma olabilmem, amcamın beni henüz tam anlamıyla tanımıyor
olmasından kaynaklanıyordu. Amcamı beni binanın önünde bıraktıktan sonra gitmeye
ikna ederken fazla zorlandığımı söyleyemezdim.
Timur ve Özgür Akdoğan’ı gerçeği
yansıtmayan herhangi bir bahaneyle kandırabilmem artık imkânsıza yakındı ancak
neyse ki bu akşam hedefim Emre Akdoğan olmuştu.
Zili çalışımın ardından kapının açılması çok
gecikmedi. Karşımda gözlerini ovuşturan bir Mayıs bulmuştum. Yataktan kalkmış
halde değil de saçma bir yerde uyuyakalmış gibi acı çekiyordu sanki.
“Despina?” diye mırıldandığında şaşkındı.
“Ben geldim,” diyerek görmüyormuş gibi
konuştuğumda hafifçe güldü. “Gördüm evet, hoş geldin.”
İçeri girmem için kapının arkasına doğru
çekildiğinde kendimi içeri attım. “Nasılsın?” diye sordum o kapıyı
kapatıyorken.
Bu eve son gelişimin üzerinden bir
haftadan fazla zaman geçmişti. O günden sonra Mayıs’la yalnızca hemen ertesi
gün, Pars’ın maç krizi eşliğinde depoya gittiğimizde görüşmüştüm.
Aradan geçen bir haftada ne mesajlaşmış ne
konuşmuş ne de karşılaşmıştık.
Mayıs o gün Pars’ı, haddini fazlasıyla
aştığını düşündüğüm Özgür’ün iğnelerinden korumadığında garipsemiştim. Çok
garipsemiştim hem de.
Aynı senaryonun henüz beş haftadır
hayatımda olan Özgür’e karşı bir başkası tarafından yaşatılması durumunda
delireceğimi biliyordum. Değil sessiz kalmak, onu bir şekilde savunabilmek için
elimden gelenin fazlasını yapardım.
Bütün bunları düşünmek de beni bilmediğim
detayların varlığını ve henüz bu üçlünün geçmişine dair elle tutulur bir şey
bilmediğimi hatırlamaya itiyordu.
Kimseye tam anlamıyla kızamıyor, bir
diğeri haklı bulup aklımdaki soru işaretlerini tamamen silemiyordum.
“İyiyim Despoşum,” dese de Mayıs’ın pek
iyi görünmediği belliydi. Geçtiğimiz haftayı düşünerek, gölgelerde boğularak
geçiren tek isim ben olmamıştım galiba.
“Özgür’ü getirmedim,” diyerek konuyu
değiştirdiğimde gülümsedi. Yorgun bir gülümsemeydi ama yalandan değildi,
Özgür’ü andığım sırada direkt dudakları kıvrılmıştı.
“Olsun,” dedi omuz silkerek. “Habersiz mi
geldin Özgür’den?”
Haberi olsa peşime takılmış olacağını
biliyordu, bu nedenle tahmini doğruydu. Başımı salladım. “Evet, haberi olsa
hoşlanmayacağı bir sebeple geldim de çünkü…”
Bir an duraksadı. Hemen ardından
söylediğimi yeterince algılamış olacak ki kıkırdadı. “Ha sen abime geldin.”
İtiraz etmeye çalışmadım. Bir süre önce
Mayıs’ın imalarına tersleniyor olsam da artık elimde ona karşı kendimi savunmamı
gerektirecek bir sebep yoktu. Pars’la aramda hiçbir şey olmuyormuş gibi bir
tavır almam anlamsızdı.
Sessiz kalışım Mayıs’ı biraz daha
güldürdü. “Çok tatlısın,” dedikten sonra başıyla içeriyi işaret etti. “Abim
duştaydı, muhtemelen çıkmak üzeredir. Odasında bekle sürpriz olması için
istersen…”
Aklıma gelen küçük(!) pürüzü sordum hemen.
“Kedi nerede?”
“Salonda, benimle birlikte. İçeri yollamam
merak etme.”
Derin bir nefes alarak başımı salladım.
“Tamam, yollama evet.”
Mayıs salona doğru gidecekken içim rahat
etmediğinden seslendim hızla. “Mayıs?”
“Efendim?” diyerek bana döndü tekrar. Bir
iki adım kadar uzaklaşabilmişti henüz sadece.
“Konuşmak istediğin bir şey olursa…”
dedikten sonra devamını getirmedim.
Arkadaş olmak ne demek pek tecrübe
edememiştim daha önce. İnsanlardan uzak durmak ve herkesi tehlike kaynağı
olarak görmek zorunda kalmıştım çoğu zaman.
Tanıştığımız andan beri Mayıs’ın bana bu
eksikliğimi kapatıp bilmediğim duyguyu tattırmasına da çok mutluydum. Özgür’ün
ya da Pars’ın dışında gelişen bir karşılaşmaya sahiptik, hatta bu üçlüden ilk
karşılaştığım kişiydi Mayıs.
Şimdi onun ilk tanıdığım zamanlardaki
heyecanlı, hevesli halleri kaybolmuş; yorgun bakışlara sahip çekingen biri
gelmişti yerine.
Bir şekilde yarasına dokunulmuştu ve o
yara kanıyordu, bunu hissediyordum. Ancak yaranın kaynağını bilecek kadar onu
tanımıyordum, sorun buradaydı.
“Sarılayım mı biraz?” diye sordu beni
farklı bir şekilde karşılayıp. Bekletmeden başımı salladım. Kollarımı açmama
kalmadan Mayıs çoktan yanıma gelip bana dolanmıştı bile.
Sıkıca sarıldığında ona aynı şekilde
karşılık vermekten çekinmeden kollarımı sırtında birleştirdim.
“Anlatabileceğim bir şey yok,” derken
yalan söylediğini hissetsem de sorun etmedim. Ben de onun karşısında
çırılçıplak gerçeklerle duruyor değildim.
“Tamam,” dedim. “Olursa buralardayım ama.”
Sarılmayı sonlandıran taraf olmak
istemeyerek bekledim. Mayıs uzun uzun bana sarıldıktan sonra yavaşça geri
çekilirken mayışmış görünüyordu. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Onu
dinleyecek olmama mı yoksa başka bir şeye miydi bu teşekkür bilmiyordum ama
bozmadım.
Gülümsedim.
Salona ilerlemesini ve kapıyı da
kapatmasını izledim ardından. Kedinin dışarıya çıkmaması için sağlıklı bir
yöntemdi.
Mayıs’la az da olsa konuşmak bana iyi
gelmişti. Evde geçirdiğim hafta boyunca bir yandan onu ve abisiyle arasında
olan durumu da düşündüğümü itiraf edebilirdim. İkisi için de endişeliydim.
Pars’ın odasına doğru ilerlerken banyodan
gelen su sesini ve açık olan ışığı fark edince henüz odasına geçmediğini
anlamış oldum.
Odasına girmeme kızmayacak olmasını
varsayıp içeri girdiğimde adımlarımı küçük küçük atıp yatağının kenarına
yavaşça yerleşmiştim.
Pars odaya gelene dek neden burada
olduğumu kendi kendime tartışmakla oyalandım. Yapmak istediğimin ne olduğunu
biliyordum, bu kısımda bir sorun yoktu. Ancak bu isteğime ortak olarak hiç
düşünmeden Pars’ı seçmem ve apar topar yanına koşmam ne ifade ediyordu, tam
anlamıyla bilemiyordum.
İçimden sürdürdüğüm tartışmaya fazla
kapılmış olacağım ki Pars’ın sesini duyana dek odaya girdiğini asla fark
edememiştim.
“Ahu?” derken sesine yansıyan şaşkınlığı
algılamamak mümkün değildi. Başımı aceleyle kaldırdığımda odanın girişinde
sesindekinin benzeri bir şaşkınlığı yüzünde de taşıyor olan adamla göz göze
gelmiştim.
Yatağında oturuyor oluşum ve onun uzağımda
da olsa ayakta olması nedeniyle bakmak istediğim yer her ne kadar yüzü olsa da
bedenini de göz hapsine almak zorunda kalmıştım.
Mayıs’ın duştan çıkınca odasına gelir
demekle kastettiği bunu sadece bir havluyla yapacak olması mıydı? Eğer öyleyse
yine Mayıs Eraslan tarafından tuzağa düşürülmüştüm.
Yutkunarak ne yaptığımı bilmeden
ayaklandım. Bu sırada Pars da gerçekliğimi sorguluyor gibi görünen bakışlarıyla
bana doğru adımlamıştı.
“Konuşacak mısın, yoksa bir hayalden
ibaret olduğunu mu düşünmem gerekiyor?”
Henüz kurumayı başaramamış su damlaları
saçlarından sızıp üst bedenine doğru karmaşık yollar izliyorken fazlasıyla
yakınıma geldiği için bu yolculuğun sonunun nerede gerçekleştiğini göremiyordum.
Belinde duran havlunun çizgisinden ileri gidemediklerini tahmin etmek güç
değildi aslında ama bunu tahminle de olsa aklımda canlandırmamalıydım sanırım.
“Hayal değilim,” diye mırıldanışım
kısıktı. Boynumu hafifçe gerip başımı geriye atarak gözlerine baktım. Yüzündeki
şaşkınlık kaybolmuş, yerine farklı ama çok da parlak bir ifade gelmişti.
“Hayalden farksızsın ama,” dediği sırada
bir kolu sırtıma dolanıp beni kendisine çekecekmiş gibi sardı. Ama çekmedi.
Bedenlerimizi birbirine yaklaştırması tek bir hareketine bakıyordu aslında ama
bunu yapmadı.
Yapmamış olması, yapmış olmasından nasıl
daha öldürücü olabilirdi peki?
Beni içinde bıraktığı beklenti, bedenimi
çıplak göğsüne yaslamasından çok daha yoğun hissettiriyordu.
Bedenlerimizi yakınlaştırmasa da başını
eğip yüzünü yüzüme doğru yanaştırdı. Dudaklarım en son bir hafta önce
sıcaklığını hissettiği dudakları hissedeceklerini sanarak refleksle
aralandığında Pars bunu boşa çıkartarak yalnızca yanağımı öpmekle yetindi.
Kokumu içine çekerek, dudakları kadar burnunun
da yanağıma sürtünmesini sağlayarak bıraktığı öpücükle birlikte gözlerimi
kısmıştım. “Özledim,” diye soludu. “Bir hafta cehennem gibiydi, ben senden önce
nasıl nefes alıp yaşıyormuşum minik tanrıça?”
“O zaman beni tanımıyordun ki…” diye
fısıldadım. Yanağıma belli belirsiz temas ederek kıvırdı dudaklarını. Görmedim,
sadece hissettim. “Ne yazık ki,” dedi beni taklit ederek kısık bir sesle.
Ellerimi ne zaman kaldırıp çıplak
kollarına yasladığımı hatırlamıyordum. Avuçlarımın altında kalın, kaskatı bir his
yaratan kollarını ayakta durabilmek için dayanak olarak kullanıyor gibi
görünsem de aslında beni ayakta tutan sırtımdaki koluydu.
Az önce dudaklarını bastırdığı, yanağımın
tam ortasındaki noktadan başlayarak dudağıma doğru gelecek şekilde bir hizayla
iki küçük öpücük daha bıraktı. Dudağımın kenarına vardığında öpücükleri de
durmuştu.
Bedeninden yoğun bir biçimde ferah bir
koku yayılıyordu. Yeni duş aldığı için kokusunu daha önce olmadığı kadar saf ve
yoğun şekilde ciğerlerime dolduruyordum şu anda.
“Ben şey için geldim,” dedim beni her
anlamda çevreleyip sarmış olan bedenini ve ruhunu bir anlığına da olsa unutmayı
deneyerek.
“Ne için geldin Ahu?” derken başparmağının
sırtıma sürtündüğünü hissettim. Bu, bahsettiğim unutma işini fazlaca engelleyen
bir detaydı.
“Yardım etmen gerekiyor bana,” dedim
kendimi toparlayarak. Cümlemin sonu gelir gelmez elimin altındaki kolları daha
kasılmış bir hale büründü. “İyisin..?” dedi önce sorgular gibi.
Onaylayıcı kısık bir mırıltı çıktı
dudaklarımdan. Verdiği uzun nefes yüzümü okşadı.
“Ederim sana yardım,” dediğinde onay
vermeden önce asla konuyu sormamış olması gözlerimi kaçırmama yol açtı. Pars
daha da etkileyici olamaz diye düşündüğüm her anın üstüne kolayca çıkıyor ve
bir adım öteye taşıyordu kendisini.
Ne
demek daha da etkileyici olamaz? Ne ara düşündük bunu, kim düşündü? Ben
değildim asla… Söylediklerimi Pars’a hakaret kabul
eden ses içimden yükselirken onu umursamadan Pars’la konuşmaya devam etmek
üzere kuruduğunu hissettiğim dudaklarımı ıslattım yavaşça.
Bir nefes uzağımdayken dilimi dudaklarımın
üstünde gezdirmem sağlıklı bir hamle olmamıştı. Aç bir biçimde dudaklarımdan
ani ve sert bir öpücük koparttığında ise hareketimin cezasını çekmiş oldum.
Uzun bir öpücük olmamasına rağmen nefesim
tıkanmış gibi soluk soluğa ona bakıyorken gözleri mavinin en koyusuna doğru
evrilmişti.
“Dudaklarını nemlendirmek istediğinde
benden yardım isteyebilirsin,” dedi söylediklerinin saldırganlığına rağmen
sessiz sakin bir tonda. “Seve seve ıslaklığımı sana taşırırım Afrodit.”
“Teşekkür ederim,” dedim çok büyük bir
jestmiş gibi. Bu tepkim sesli bir biçimde güldürdü onu.
“Kafayı yedirtirsin insana; tek kelimenle,
küçük bir bakışınla yapabilirsin bunu hem de.”
Bu deyime aşina olduğumdan kullandığı ilk
iki kelimeyi sormama gerek kalmamıştı. Nereden aşina olduğumu da söylememe
gerek yoktu sanırım. Bu deyimi her an üzerinde uyguladığım biriyle aynı evde
yaşıyordum.
Pars’ın beni saran kolları ve en az
kolları kadar güçlü enerjisinin altında kaybolmadan önce bu eve gelmemin
sebebini dile getirmem lazımdı.
“Pars,” dedim artık alıştığı şekilde
adını, bacaklarıma çarpıp duran kedileri gibi mırıltıyla seslenerek.
“Söyle güzelim,” diye yanıtladığında bir
elini önüme düşen saç tutamını kulağımın arkasına itmek için kullanmıştı.
“Babamı bulmamız gerekiyor,” dedim
beklemediği anda ve şekilde. Benden ne çeşit bir yardım dileği geleceğini
düşünmüştü bilmiyordum ancak konu bundan ibaretti.
Kaşları çatıldı hızla. “Babanı mı bulmamız
gerekiyor?”
Başımı salladım. “Tek başıma yapamam
bunu,” dedikten sonra bir an duraksadım. “Dışarıda yalnız olduğumda…
Korkuyorum.”
Bir hafta önce yaşanan anın benimle
birlikte en yakın tanığı olduğu için Pars’a neyden korktuğumu açıklamam
gerekmiyordu. Şu an için bu ayrıntı bana koca bir rahatlık tanımıştı.
“Baban nerede?” diye sordu. “Yani bulmamız
gerekiyor dediğine göre bilmiyorsun anladım ama..?”
Neyi sorduğunu algıladığım için onun devam
etmesine izin vermeden ben konuştum.
Babamın nerede olduğunu bilmiyordum dediği
gibi ama nerede olabileceğini, daha doğrusu ne halde olduğunu biliyordum.
Bugün ona anlattıklarım, kendimden bile
sakladıklarım herhangi bir insanın taşıyamayacağı ağırlıktaydı. O yükleri
sırtına yüklediğim adam benim varlığımdan yıllarca habersiz kalmış olan babam
olduğunda ise ağırlıklar o koca adamı ezebilecek kuvvete ulaşmıştı.
“Pars,” dedim yine. Bu kez sesli bir yanıt
vermedi ama dinliyorum seni der gibi çenemi öptü hafifçe. “Babam canı çok
yandıysa nereye gider?”
Timur Akdoğan’ı bu dünyada en iyi tanıyan
kişi olmak isterdim. Ona dair her şeyi ezbere bilmek, başka kimsenin aklında
olmayan detaylara sahip olabilmek…
Ancak böyle bir şansım yoktu. En azından
bugün, karşımdaki adamın babamı benden daha iyi tanıyor oluşu şüphesizdi.
Pars’ın aralanan dudaklarından soruma
cevap gelmeyeceğini bakışlarındaki kıpırdanmalardan anladım. Babamın canının
yanmasından bahsedişimi ve bunu yaparkenki halimi görüyordu, parçaları
birleştirmek zor değildi. Konunun benimle ilgili olduğunu anlamıştı.
Timur Akdoğan’ın son zamanlarda kötü
hissetmesinin tek bir kaynağı vardı; kızından başka başına böyle dolanan bir
derdi yoktu.
“Lütfen,” dedim inatla. “Babama götür
beni.”
Bana sormak istediği soruları engelleyip
isteğimi tekrarladığımda derin bir nefes aldı. Çıplak göğsü şişip öne doğru
yükseldi, hemen ardından eski halini aldı.
“Tamam,” dedi ona başka çare bırakmadığım
için. “Bulalım babanı, Ahu Akdoğan.
Babana kavuşturalım seni.”
Biraz zaman sonra Pars’ın yatağının uç
kısmında bedenimi geriye doğru atmış gözlerim sıkıca kapalıyken zihnimde
yalnızca bana az önce seslendiği şekilde Ahu
Akdoğan ismi yankılanıyordu.
Hazırlanması en fazla beş dakika sürmüş
olmalıydı ancak bu süreyi kapalı gözlerim ve asla susmayan zihnimdeki seslerin
eşliğinde yaladığım için saatlerle karşılaştırabilirdim birçok bakımdan.
Üzerime doğru düşen gölgesini hissettikten
hemen sonra Pars’ın büyük avucu omuzumu kavradı. Gözlerimi istemsizce aralamış
ve uzandığım yerden bana doğru eğilmiş olan adamı dikkatle izlemiştim.
“Çıkabiliriz,” dediğinde gözlerimi ‘tamam’ der gibi kapatıp açtım.
Doğrulmak için hareketlenecekken benden
önce davranıp belimden destek vererek kalkışımı kolaylaştırdı. Ayaklandığımda o
çoktan doğrulduğu için yüzümü göğsüne çarpmıştım farkında olmadan.
Yüzümü hafif acıyla buruşturup geri
çekildiğimde işaret parmağının tersiyle burnumu okşadı. “Üşür müsün böyle?”
Omuz silktim. “Üşümem, hava sıcak.”
“Her neyse,” dedi boş verip. “Hırkam
arabada, üşürsen giyersin. Çıkalım hadi.”
Bahsettiği hırka sanırım günler önce
taşların üzerine serilip bana yumuşak bir alan sunan gri hırkasıydı.
Evden çıkmak için kapıya ulaştığımızda
gözlerim salona takıldı. “Mayıs’a görüşürüz diyeyim mi?”
Bunu haber verir gibi değil de soru
şeklinde dile getirmem aslında Pars’ın şu an Mayıs’a karşı nasıl bir tavır
aldığını bilemememdendi. Aralarındaki buz kütlesi yok olmuş muydu, hiç yerinden
kıpırdamamış mıydı yoksa biraz da olsa erimeye yeni yeni mi başlıyordu;
bilmiyordum.
“De,” diyerek kısaca yanıtladı omuz
silktiği sırada. “Bana niye soruyorsun Ahu?”
Tek kaşımı kaldırdım olabildiğince düzgün
şekilde. “Sence,” dedim. “Sence niye soruyorum acaba?”
Anlamazlıktan gelerek beni sessizlikle
karşıladığında onu zorlamadım. Salonun kapalı kapısına ilerleyip araladığımda
koltukta yarı oturur yarı uzanır halde uyuyakalmış olan Mayıs’ı görmüştüm.
“Uyumuş,” dedim arkama doğru dönüp Pars’a.
Duraksadı. Bir şey diyecek ama diyeceğinden tam da emin olamıyor gibiydi.
Aklına gelen her şeyi direkt dile getirme konusunda hiç zorlandığını
görmemiştim daha önce, bu ilk kez yaşanıyordu.
“Ayakkabılarını giy, geliyorum.” deyince
ona itiraz etmedim. Salona doğru yöneldi. Ayakkabılarımı giyecekmiş gibi bir
izlenim bıraktıysam da umursamadan sessiz adımlarla peşine takıldım.
Salona girmedim, yine kapıdan başımı
sokmakla yetindim. Ancak Pars’ın açık kalan camı kapatışını, diğer koltukta
duran ince örtüyü açıp dikkatle Mayıs’ın üstünü örtüşünü görmeme yetmişti bu
kaçamak bakışım.
Dudaklarımdaki saklamaya gerek duymadığım
gülümsemeyle birlikte daha fazla oyalanmadan kapıya yöneldim.
Mayıs eğer uykunun kollarında olmasaydı bu
sahneye şahit olacak ve yüksek ihtimalle eve geldiğimde gözlerine çökmüş yorgun
bakışların ve hassas ifadesinin değişebilmesi için güç bulacaktı.
Yakın bir zamanda bunun yaşanmasını
diledim. İkisi için de iyi olanın gerçekleşmesini, birbirlerini dinlemelerini…
~
“Ya burada değilse…”
Dudaklarımdan kopan sessiz cümlem aslında
büyük bir endişeyi beraberinde sürüklüyordu.
Evden çıkışımız, Pars’ın arabasına
binişimiz ve devamında başlayan yolculuk sırasında stresle boğuştuğum için
fazlasıyla suskundum. Pars yolda durması gereken bakışlarını sık sık üzerime
çevirse de beni konuşmaya zorlamamıştı.
Paylaştığımız
sessizliğin ilk bölünüşü Pars arabayı nerede olduğumuzu hiç anlayamadığım bir
alanda durdurduğunda sormaya başladığım sorularla gerçekleşti. Yola
çıktığımızda nereye gideceğimize dair herhangi bir şüphesi var gibi
görünmemişti, sanki doğru yere gittiğimizi zaten biliyordu.
“Burada değilse
aramaya devam edeceğiz, öyle sesini endişeyle titretmeni gerektirecek bir şey
yok. İn bakalım arabadan.”
Kısık bir
mırıltıyla onayladım. İçimdeki tüm endişe parçaları tabii ki aniden kaybolmuş
değildi ama Pars’ın söylediklerinin bugüne dek hiç yanlış ya da yalan çıkmamış
olması ona duyduğum güveni fazlasıyla sağlamlaştırıyordu.
Kapıma uzanıp
arabadan çıktığımda etrafı meraklı bakışlarla inceledim. Bolca ışıklı,
hareketli bir sokaktaydık. Buraya gelmeden hemen önce köprüden geçtiğimizi
düşünürsem sanırım İstanbul’un tam ortasında bir yerlerdeydik.
Arabadan indiğimde
hissettiğim iç ürpertisinin bir yaz gecesi esintisindeki o tatlı serinlikten
olduğunu sanarak kendimi avutsam da aslında bu ürpertinin altında yatan
bambaşka sebepler olduğu gerçeğini unutabilmek çok zordu.
İçimdeki titreme
dışıma da yansır halde Pars’ın yanına, kaldırıma doğru adımladım. Bakışları
bana çarptığında kaşları çatılır gibi olmuş ve direkt bagaja yönelmişti. Bunun
bana gri hırkayı getireceğini biliyordum. İtiraz etmeden yerimde etrafı
süzdüğüm meraklı bakışlarımla bekledim.
Pars geri dönüp
benden birkaç tane daha sığabilecek hırkasını bedenime sardığında küçük bir
çocukmuşum gibi beni giydirmesini sakince izledim. “Bana koşmana asla bir
şikâyetim yok ama bir sonraki seferde üstünde bedenini koruyabilecek bir şeyler
olsun Ahu.”
“Tamam,” diye
mırıldandım fermuarı çekerken eğdiği yüzüne dikkatle bakarken. “Elbiselerimi
giyeceğim sonraki seferlerde.”
Yüzü karnıma doğru
eğik kalırken bakışları gözlerimi buldu. Omuzuma doğru eğdiğim başımla ona
baktım. Hırkanın fermuarını çekebileceği kadar yukarı çektiğinde boğuluyormuşum
gibi elimi oraya uzattım. Parmaklarımızın birbirine karışmasını umursamadan
biraz açtığım fermuara tekrar müdahale etmedi.
“Bu sokak neden
çok kalabalık?” diye sordum doğrulduğu sırada. “Saat on buçuk olmak üzere ama
bu sokağa gece olmamış gibi.”
“Bu sokağa genelde
geceyi uykusuz geçirecek olanlar uğruyor, minik tanrıça.”
Anlamadığımı belli
edercesine bakışlar atsam da beni sözlü olarak aydınlatmak yerine sırtımdan
geçirdiği koluyla birlikte yönlendirmeye başladı.
Yürüyüşümüz uzun
sürmedi. Sokak boyunca ışıklarla bezeli, restorana benzettiğim birden fazla
mekân vardı ancak biz o ışıklar arasından en soluk olanın sızdığı yere doğru
gidiyorduk.
Diğer yerlerin
önündeki kısımlarda bulunan oturma alanlarında az ya da çok olarak
karşılaştırılabilse de mutlaka insanlar vardı. Bizim kapısından girmek üzere
olduğumuz yerin ise dışında herhangi bir oturma alanı yoktu.
Dışarıda,
etraftaki insanlardan yükselen uğultular ve kısık da olsa duyulan müzik
seslerinin yarattığı gürültü varken önümüzdeki kapıdan geçtiğimizde o sesler
yok olacak kadar azaldı.
İçeri girdiğimizde
ortama attığım ilk bakış beni ortalama büyüklükteki alana yayılmış masalarla
buluşturmuştu. Yarısından azı dolu diyebileceğim masalarda gözlerim dolaşırken
uçlarda bir masada gördüğüm tanıdık beden beni duraksattı.
“Babam,” diye
mırıldandım istemsizce. Pars’ın benim baktığım yere çoktan gözlerini diktiğini
az önce fark etmiştim. “Sanırım doğru yerdeyiz, değil mi?”
Bir şey
söylemedim. Pars’ın arkamdan geleceğini bilerek babamın oturduğu masaya doğru
adımlamaya başladım. Masanın ucuna kadar vardım hatta; artık babamın oturduğu
dört kişilik masanın onun oturmadığı tarafta kalan kısmındaydım.
Beni daha doğrusu
masasına yaklaşan bir beden olduğunu fark etmeyişinin, önündeki yarısı çoktan
kaybolmuş şişeyle yakından bağlantılı olduğunu anlamak zor değildi.
Su rengindeki
sıvının ne olduğunu da biliyordum. Babamın dış dünyayla olan bağını kesen,
göründüğü gibi suya benzer değil suyun tam aksine etki bırakan bir şişe rakı
duruyordu önünde.
Seslenerek
dikkatini çekmek yerine yanında duran tahta sırtlı sandalyeye uzanıp yavaşça
geriye doğru çektim. Yere sürttüğüm sandalyenin sesiyle değil ama oturduğum
anda yarattığım hareketlilikle ağır bir biçimde elaları soluna doğru döndü.
“Evde seni
beklemek çok yorucuydu,” diye fısıldadım. “Ben seni zaten yeterince bekledim
baba, daha fazla beklemesem olmaz mı?”
Gözlerinin beyaz
kısımlarındaki kızarıklığı ve belirginleşen damarları, gözaltlarındaki saatler
öncesinde var olmayan koyu çukurları görmemişim gibi davrandım.
Buraya onu
delicesine merak ettiğim için değil, nasıl olduğunu görmek için değil, kollarının
arasına girip sıcaklığına sığınmak için değil de öylece oturmaya gelmişim gibi
masaya doğru döndüm.
Masada rakı şişesi
ve biri içki diğeri suyla dolu kadeh dışında bolca farklı renkte yiyeceklerle
dolu tabak da vardı. Ancak tabakların hiçbirine dokunulmamış olduğunu rahatça
söyleyebilirdim. Babam önündeki çatalı dahi kıpırdatmışa benzemiyordu.
Pars’ın hırkası
dışarıdayken biraz titrememi kesmeme yardımcı olmuştu ancak şimdi kapalı bir
alana girmiş olmama rağmen daha çok titriyor, daha çok üşüyordum. Hırkayla
birlikte Pars’ı andığım için nerede olduğunu görme güdüsüyle bakışlarımı sağa
sola kıpırdattım. Yanımızda, burayla belli ölçüde boşluk kalarak
konumlandırılmış masada oturuyordu.
Ondan gizleyecek
bir şeyim yoktu ama yine de sessizce bize alan tanımış olması, ona karşı
adlandıramayacağım kadar karmaşık hislerle dolup taşmama yol açmıştı.
“Gelecektim,” dedi
babam. Onun sesini duyduğumda Pars’a kayan bakışlarımı toparlayarak masaya
döndüm yine. Babama bakamadım, ona doğru dönemedim ama düz bir biçimde önüme
baktım işte.
“Biliyorum,”
dedim. Geleceğini biliyordum. Burada bu halde oturuyor olmam onun hiç
dönmeyeceğinden korktuğum için gerçekleşmiş değildi, benim aklım da fikrim de
nasıl dönecek olduğundaydı. Eve ne halde ve hangi düşüncelerle döneceğinde…
Önümde duran
peçete parçasını uzun tırnağımla kesecekmiş gibi çizdim. Bakışlarım da
oradaydı. “Dedemler geldi,” diyerek haber verdim.
Duraksadığını
hissettim. Bunu haber verişim ve üstüne yanına gelişim arasında bağ kurmaya
çalışıyordu, tahmin ediyordum. Ancak bunu düzgünce yapamayacak kadar puslu bir
bilince sahip olduğunun da farkındaydım. Sarhoş değilse de olmasına çok az kala
yetişmiştim belli ki.
“Bir şey mi oldu?”
diye sorarken sesi sorgulayıcıydı.
Oldu, baba. Annen bana senin için koca bir bela
olduğumu bakışlarıyla bile öylesine iyi hatırlatıyor ki yanına gelebilmek ve
iyi olduğunu görebilmek için aklıma ne gelirse delirmiş gibi yaptım. Kız
kardeşini buna ortak ettim, erkek kardeşin ise yarım yamalak anladığı plana
yalanımla dahil oldu. Sana neler yaptığımı doğru düzgün bilmeyen bir adamı,
beni anlayacak tek kişi olduğuna inandığım için yanımda getirdim hatta…
Susmadan konuşsam
babama bunları söylerdim. Hepsini içimden söküp atar ve ona anlatırdım ama
anlatmak ne beni hafifletecek ne de babama bir şey kazandıracaktı. Bu yüzden
öylece bekledim.
Sessizliğim babama
ne düşündürdü bilmiyorum ama çeneme uzattığı parmaklarıyla yüzümü aceleci bir
biçimde kendisine doğru çevirdi. “Bir şey olmuş,” dedi başını iki yana
sallayarak.
Onu taklit ederek
ben de başımı iki yana salladım. “Olmadı,” dedim. Bir şey olmamıştı, çok şey
olmuştu. Kimi yıllar önce, kimi birkaç hafta önce ve kimi de bugün…
Çenemden kavradığı
yüzümü geriye doğru çekilip elinden kopardım. Masada duran beyaz sıvıyla dolu
kadehine uzandığımda hareketlerim hızlı ve onun için beklenmedik olduğundan
hiçbir şekilde bana engel olamadı. “Çok mu iyi geliyor bu sana?” dedim
bakışlarım elimdeki çeyreği kalmış kadehte gezinirken. “Her şey bununla geçiyor
mu?”
Cevabın hayır
olduğunu biliyordum. Aksini söylese de inanmazdım ama yine de yanıt vermesini
bekledim. Beklediğim cevap gelmedi. Sustu sadece.
Tok bir ses
çıkmasını umursamadan kadehi masaya geri bıraktım sertçe. “Ben canım çok
yandığında sana saklanmak istiyorum artık,” dedim omuzlarım aşağıya doğru hareketlenip
düşerken. “Bugün senin karşında en büyük yaramı açıp bekledim ben baba; senin
ısrarınla değil sana duyduğum güvenle yaptım bunu.”
Yutkundu.
Boğazındaki hareketlilik yavaş ama sertti. “Ahu…” diyerek konuştuğunda nasıl
devam edeceğini ya da edip edemeyeceğini düşünmeden dudaklarımı araladım
yeniden.
“Aynısını sen de
yapamaz mısın? Çok güçsüzüm diye mi yanımda kalmadın, sana iyi gelemem diye
m-…”
Enseme yasladığı
avucuyla beni boynuna düşürdüğünde ona direnecek bir damla dahi güce sahip
değildim. Yarıda kesilen cümlemi umursamadan yüzümü yaslı olduğu teninde
dinlendirdim. Burnuma acı bir koku, alışkın olmadığım yoğun bir aroma
doluyordu; kokusunu başka kokularla örtmesinden nefret ettiğimi biliyordu. Bile
bile yapmıştı, küsecektim.
İç çektim. Bütün
bedenimde yankılanan, her zerremi tüketen bir iç çekişti. O iç çekişin ardından
kollarının arasında kuş gibi titremeye başlamıştım.
Ağlayacak gibi
duruyordum ama gözlerim bile dolmamıştı. Sadece ağlamadan önce boğaza çöken o
sert parçayı hissediyordum.
“Bu hikâyede
güçsüz biri varsa eğer, bu senden başka herkes olabilir ama sen olamazsın.”
Sırtımın tam
ortasına yaslanan avucu da en az ensemdeki eli kadar kaskatı kesilmiş ve beni
sıkıca tutuyor haldeydi. Konuşurken sesi kısıktı ama kulağıma çok yakın bir yerde
seslendirdiği sözcükler bana kolaylıkla ulaşıyorlardı. Ulaşmaları kolaydı ama
onun dudaklarından dökülüşleri de benim duyup sindirmem de asla o kadar kolay
olmuyordu.
“Baba,” dedim
çaresizce. “Ben hangi hikâyenin içinde yaşadığımı bile bilmiyorum, içinde nefes
almaktan başka bir çarem olmadığı için dahil oldum o hikâyeye ama her şey o
kadar eksik ki.”
Onun kokusunu
alamayacağımı bilsem de pes etmeden olduğum yerde derin bir nefes aldım. En
azından hissettiğim sıcaklık ona aitti, bundan emindim.
“Bana anlat,
yalvarırım.” derken fısıltım gerçekten bir yalvarış, yoğun bir yakarıştı. “Sizi
anlat, sizi parçalayanı anlat, beni sensiz büyümek zorunda bırakanı anlat.”
İstediğim her şey
babamın zihninde bulunmuyordu, bunu biliyordum. Yine de en azından onda olan kadarına
ihtiyacım vardı. En ufak bir aydınlığa bile muhtaçtım, hem de yıllardır.
“Seni benden ayrı
bırakanın ne olduğunu bilsem… Ahu ben bunu bilsem böyle eli kolu bağlı bekler
miyim babam? Nasıl öldürüyor bu beni, nasıl sızlatıyor içimi görmüyor musun hiç?”
Geri çekildim
aceleyle. Daha doğrusu bunu denedim, çırpındım kolları arasında. Boynundan
kalkmama izin verdi ama bedeninden öyle çok da uzaklaşamadım.
“Siz…” diyebildim
sesim titrerken. “Neden ayrıldınız?”
Bu kadarını
bildiğini biliyordum. Bunu bilmiyor olamazdı.
Gözlerini yumdu
sıkıca. Yüzünün gerildiğini, her yanının acıyla kasıldığını gördüm. Ona sıkıca
sarılıp ‘kötü hissedeceksen anlatma’ demek içimden geçiyordu elbette ama
alacağı cevaplara yıllardır açlık duyan tarafım ağır basıyordu.
Bir kez de bencil
olan taraf ben olmak istedim.
Annem için
susmuştum, bu beni içten içe çürütmüştü. Şimdi aynı şeyi babam için yaparsam
artık çürüyecek yanım kalmadığından yanıp kül olacakmış gibiydim.
“Haklıydı beni
terk edip gitmekte,” dedi tek nefeste. Böyle bir itirafı beklemediğim için
gerildim. Gözlerini aralayıp kızarık elalarını görebilmeme izin verdiğinde
dikkatle yüzüne bakıyordum. “Haklıydı ama senin varlığını bile bile gittiyse ya
da bunu öğrendiği anda dönmediyse… Ben ona daha fazla hak veremiyorum artık.”
Kaşlarım belli
belirsiz çatıldı. “Neden gitti?”
“Annem,” dedi birden. Elektrik akımına
kapılmış gibi sarsılmama sebep olan o iki heceyle boğulduğumu hissettim.
Bu hikâyenin bir
kenarında izi olmasına şaşırmamalıydım belki Canan Akdoğan’ın, ama en büyük
parçanın o olmasını da beklemiyordum işte.
“Annen..?” dedim
devam etmesi için mırıldanarak.
Derin bir nefes
aldı, en azından denedi ama sanki o nefes ciğerlerine ulaşamamış gibi hırıltılı
bir ses çıkmıştı dudaklarından. Zorlandığını, her şeyin bana olduğu gibi ona da
ağır geldiğini anlayabiliyordum. Yine de vicdanımı susturup merakımla
karşısında hareketsiz kaldım.
“O dönemler
babamla aram kötüydü, daha doğrusu yoktu böyle bir bağ aramızda. Hayatını
mesleğine adamış, gözü beni görmeyen bir adamdı ve aynı şeyi benden de
bekliyordu.” Bir açma kapama tuşu varmış gibi birden babam her şeyi dökmeye
başladığında nefeslerimi bile sessizce alıyordum. Bir anda susar, anlatmaktan
vazgeçer diye telaşlıydım.
Normal bir günün
gecesinde belki ondan bu söylediklerinin yarısını bile dinlemem mümkün olmazdı
ama bugün ikimiz için de hiç normal ilerlememişti. Üstelik daha önce görmediğim
kadar fazla alkollüydü.
“Beklediğini
bulamadı, ona olan öfkemle kızacağı ne varsa onu yapmaya başladım. Yolum ringe
düşene dek süründüm, bir kere çıktıktan sonra da bir daha inmedim oradan
zaten.” Dedemin babamın boksör oluşuna çok sevinmediğini tahmin etmek zor
değildi ama bu konunun uzayacağı yer beni biraz endişelendiriyordu.
Gülümsedi birden.
Ama buruktu, yarımdı o gülümseme. “Eğer durmazsam eve giremeyeceğime dair
yeminler etti beni döndürmek için. Yeminini bozdurmadım ona, dönmedim eve.
İkizler küçüktü, bir şeyleri fark ediyorlardı ama küçüklerdi işte… Annemle
iletişimdeydim sadece. Aylar geçti, zaman akıp gitti ve ben sadece annemle
konuşmayı sürdürdüm. Onun üstümden çekmediği desteği olmasa bir köşede… Yok
olup giderdim.”
Son kısımda
kastettiği şeyin ölüm olduğunu kavradığımda korkuyla nefeslendim. Benimle
eşzamanda o da nefes aldı ve devam etti. Bakışlarını yüzümde tutuyordu ama
muhtemelen asla nasıl baktığımı düşünmüyordu. Düşünürse susacağını ikimiz de
biliyorduk.
“Sonra…” dedi bu
kez gerçek bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Yolum Helen’e çıktı işte,
babama olan öfkemi etrafa kusuyorken birden bu hislerden arınmış bir adama
dönüştüm. Aşkı onunla öğrendim, bir daha da unutamadım; aşk unutulabilen bir
şey değilmiş.”
Anlatırken
zorlandığını o kadar belli ediyordu ki… Bir yandan anlattığı anlara gidiyor bir
yandan da o anların bir daha yaşanamayacağının bilinciyle acı çekiyor gibiydi.
“Şimdi yaşadığım
son bir ay hariç, ömrümün en güzel zamanlarını yaşadım. Koca bir yılı onunla
bitirdim, gözümü onunla açtım onunla kapadım.” Birlikte yaşadığımız son ayı her
şeyden ayrı tutmasına dudaklarımı güçlükle de olsa kıvırdım. “Tanıştığımızda
ikimiz de senin şu anki yaşındaydık, yirmili yaşlarımıza da birlikte
başlamıştık. Ama erkeni de geçi de umurumda değildi, benden hiç ayrılmasın
istiyordum; evlenmeye ikna ettim onu.”
Bir masalı dinler
gibiydim. Tek fark bu masalın anne ve babamın sonu mutlu bitmeyen aşkını
içeriyor olmasıydı.
“Sonra,” diye
mırıldandım. Çünkü babam susmuştu. Buradan sonra anlatmayı bırakacağını
düşünerek korktum. “Sonra ne oldu? Neden evlenemediniz?”
Bir an düşündüm.
Evlenseler ve ben o evliliğin kucağına doğsam ne olurdu, bugün hangi halde
olurduk diye birkaç saniye derince düşündüm.
“Annemle
tanışmalarını istedim, çok istedim hem de. Evleneceğim kadını, hayatımda var
olan diğer kadınla tanıştırmak istedim. Öyle de yaptım, aynı evde olmalarını
sağladım.”
Buradan sonrası için
aklımda canlanan şeyler pek çeşitli değildi. Canan Hanım’ın anneme karşı nasıl
bir tavır aldığını doğru tahmin etmek beni zorlamıyordu.
Yanak içimi
ısırdım. Bugünlerde beni sızlatan Canan Akdoğan’ın o gün onu nasıl acıttığını
düşündüm.
“Her şey iyi gibiydi,
başta öyleydi yani… Konuştular, gülüştüler. Annem yanımızdan ayrıldıktan sonra
Helen’in bütün tavrı değiştiğinde bunun nelere yol açacağını bilseydim daha
dikkatli olurdum, yemin ederim öyle olurdum.”
Beni değil kendini
inandırıyor gibiydi aslında.
“Yalnız kaldıkları
çok an olmadı o gün ama Helen annemin kendisini pek sevmediğini ima edip durdu.
Bana hiç öyle hissettirmediği için heyecanlı olmasına yordum bunu, üstünde
durmayıp sakinleştirdim. Birkaç gün sonra haberim olmadan yeniden buluşmuşlar,
annem çağırmış Helen’i. Bana haber vermemesini de o söylemiş.”
“Annemin senin
hayatından çıkmasını mı istemiş?” diye sordum dilimi tutamayıp öylece.
Babam bir an
durdu. Sonra ağır ağır başını salladı. “Öyle yapmış, Helen bana bunu anlatmak
istediğinde inanmayan aklım kahrolsun ki böyle olmuş. Ona inanamayıp anneme
güvendiğim, annemi arayıp olayı sorduğumda böyle bir şey yapmadığını söyleyince
sorgulamayı bıraktığım için belamı buldum ben belli ki.”
Annemi babamdan
koparan Canan Akdoğan’dı. Hayır aslında
bu, Timur Akdoğan’ın kendisiydi. Anneme inanmayı seçebilirken seçmemiş,
annesine duyduğu güvene yenik düşmüştü.
“Sonra…” dedi
babam zorlukla. “Çok sonra annem itiraf etti bunu bir şekilde ama yıllar
geçmişti, babama zorla da olsa yaptırdığım araştırmadan da Helen’in evli
olduğunu öğrendim o dönem.”
Gözlerimi sıkıca
kapadım. “Eğer babasının yanında olduğunu düşünseydim, gerekirse tüm
Yunanistan’ı dolanır onu bulurdum. Ondan kaçıp Türkiye’ye gelmişken yanına
dönmüş olmasına geç de olsa müdahale ederdim.”
Annemin babası,
annemin liseden sonra neden ilk fırsatta ülkeden kaçtığını anlamayı
kolaylaştıran bir adamdı. Hayatımın ilk sekiz yılını onun yanında annemle
birlikte sığıntı halinde yaşamıştım. Belki de bizi Nikolos’a mecbur bırakan da
buydu. Annemin daha fazla babasının baskısıyla, hissettirdiği aşağılamayla
yaşayacak gücü kalmamıştı. İlk bulduğu ve güvenli sandığı limana da sıkıca
bağlamıştı kendini benimle birlikte.
Dinlediklerimin
ağırlığı üstüme soğuk bir kova su dökülmüş gibi irkilmeme sebep olmuştu. Kime
hak vermem gerektiğini, kimi haksız bulup suçlamam gerektiğini düşünürken
boğuluyordum o suyun içinde.
Babam sırtımdaki
elini çekmedi ama ensemdeki eli oradan ayrılıp masaya uzandı. Benim en son
masaya sertçe vurduğum kadehi kaldırıp dudaklarına dayadığı kalın camdan
susuzluktan kurumuş gibi büyük bir yudum aldı.
“Bir şey
söylemeyecek misin?” diye sordu bir süre sonra dayanamayıp. Sessizliğimin uzun
sürdüğünü böylece fark etmiş oldum ama yine de dudaklarım aralanmadı.
Dinlediğim aşk
masalı olarak başlayıp kıyametle sonlanan hikâyenin etkisinden öyle hemen
çıkabilmem mümkün değildi.
“Eve gitmek
istiyorum,” dedim zar zor bulabildiğim sesimle. “Eve gideceğim ben.”
Sandalyeden
ayaklanmak için kıvrandım. Babam beni sıkıca tutsa da bunu umursamadan kendimi
zorladım ve bu küçük bir arbede yaşayıp masaya kolumu çarpmama sebep oldu.
Dirseğimi masanın
kenarına çarpmıştım.
Dirseğim acıyordu.
Dirseğim çok acıyordu.
Aynı anda
gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. Boğuluyormuşum gibi iç çekerek, bedenim
sarsılarak ağladım.
Öne doğru eğilmeye
meyilliydim ama babam sırtımdan beni tuttuğu için bunu yapamıyordum. Olduğum
konumda delirmiş gibi ağlıyordum.
“Ahu!” derken en
az benim ağlayışım kadar delirmiş bir halde sesi yükseldi. Etrafımızda başka
insanlar olmasını, kimin neyi duyduğunu ve ne düşüneceğini umursamadan
hıçkırdım.
“Kolum,” diye
sızlandım. Nefes nefeseydim, hıçkırmaktan zar zor devam ettim konuşmaya. “Çok
acıyor.”
Koluma bakmaya
çalıştı. Beni böyle içli içli ağlatan acının kolumdaki ince sızı olmadığını
ikimiz de bilsek bile inatla koluma baktı. Dirseğimi avucuyla kapatıp sakladı.
“Bir şey yok,”
dedi. “N’olursun dur, n’olur yavrum!”
Hiçliğe ağlıyordum.
Bir hiç uğruna
mahrum kaldığım hayata, bir hiç uğruna yaşadığım onca acıya ağlıyordum.
Babamın benden
daha beter bir halde olduğunu, ağlayışımın onu nasıl çaresiz bıraktığını
görüyordum. Çıldırmış halini algılıyordum ama kendimi durdurabilmem imkânsızdı.
Bu sabah babam
bana ‘taşsın artık için’ demişti. O an kastettiği başkaydı aslında ve biraz da
olsa gerçekleşmişti ama asıl taşma şimdiydi.
Şimdi taşıyordum
ve nasıl ya da ne zaman durulabileceğimi ise asla bilmiyordum.
~
Hiç durulmayacakmış gibi devam eden, kulaklarına
çarptıkça en az hıçkırıkların yükseldiği bedenin sarsıldığı kadar içini sarsan ağlayışı
öylece seyretmek zordu.
Pars bir haftadır göremediği, bunun özlemiyle
tutuştuğu kadını yine o son gördüğü günde olduğu gibi yoğun bir krizin eşiğinde
gördüğü için kaskatıydı. Oturduğu masadan Despina’nın sırtını, ona dönük olan
Timur’un ise yüzünü görebiliyordu. Seslerine dair ise böyle bir ayrım yoktu.
İkisini de duyuyordu dakikalardır.
Etraftaki masalara dağılmış tek tük insanların birçoğu
çoktan algılarının yarısından fazlasını kaybedecek kadar içtiklerinin etkisine
kapılmıştı. Bu nedenle Pars konuşuyor olan ikiliyi buradan çıkmak için rahatsız
etmek yerine olduğu sandalyede beklemişti.
Pars, Timur’un içinde yara olan bir ilk aşka sahip
olduğunu biliyordu. Yıllardır yanındaydı, çok kez buna benzer masalarda
karşısında oturmuşluğu vardı. Helen’in adını bilmese de varlığından haberdardı.
Ancak Despina’nın o aşkın bebeği olduğunu az önce kavrayabilmişti. Üstelik
algısına yerleşen tek şey bu da değildi, taşımakta zorlanacağı kadar çok şey
duymuştu.
Sızlanarak, büyük hıçkırıklarla ağlamayı sürdüren bedenin
kül olup kaybolacak gibi görünmesine daha fazla seyirci kalamadığında ayaklandı
Pars.
Timur’un sarhoşluğu öyle hareketlerini çok
kısıtlayacak yere ulaşmazdı ancak düşündükleri ve yaptıkları arasında uçurum
olurdu. İkisinin yalnız olmamasına, yanlarında olduğuna şükretti.
Önce adımlarını kasaya yönlendirdi, sonra oyalanmamak
için hesabı halletmişti hızla.
Masaya vardığında ise ikilinin dikkatini çekebilmiş
değildi.
Çenesini kasarak kulağına dolan Despina’ya ait
hıçkırıkları zorlukla da olsa yok saydı ve Timur’a baktı.
“Abi, hadi.” dedi sakince. “Çıkalım buradan, ikinizin
de temiz havaya ihtiyacı var.”
Timur’un odağını şaşırmış bakışları konuşur konuşmaz
Pars’ı bulmuştu. Sıkıca kızının dirseğini sarıyor, kolları arasında boğulur
gibi titreyen kızını tutuyordu.
“Tamam,” dedi Timur. Şu anda doğru düşünecek olan
kişinin kendisi olmadığını kabullenmişti. Bunun sebebi damarlarında gezinen
alkoldense, anlatıp içine çekildiği geçmişiydi aslında.
Pars masada duran peçetelikten bir parça aldıktan
sonra yavaşça öne eğilerek Despina’nın yüzünü görebilir hale geldi. O günkü
kadar bakışları soluk, andan kopmuş halde değildi bunu ayırt edebiliyordu.
Sadece çok ağlıyordu.
“Silelim mi yüzünü?” diye sordu olabildiğince yavaş ve
tane tane. Üzerinden uzanıp ona doğru eğilmişti, bir anlığına bu şekilde onu
korkutma ihtimali olduğunu düşünmüştü aslında ama Despina için üstüne düşen bu
gölge hiç korkutucu değildi. Tam aksine o gölgenin altında güvende
hissediyordu.
“Canım acıyor,” diyerek sanki boşuna ağlamadığını
kanıtlamak ister gibi soluk soluğa konuştu.
Pars dişlerini sıka sıka, elinin hareketlerini ince
bir camı kırmamaya çalışır gibi hafif tutarak peçeteyi gözaltlarından
yanaklarına doğru sürttü. Gözyaşlarıyla birlikte peçete hızla nemlenmiş,
büzüşmüştü.
Timur’un aniden sandalyesini geriye iterek
ayaklanmasıyla Despina geriye doğru gelerek Pars’ın bedenine doğru yaslamış
oldu sırtını.
Timur bir hışımla kapıya yönelirken Pars arkasından
şaşkınlıkla bakıyor oluşuna birkaç saniyeden fazla devam edemedi. Önündeki
beden sarsak bir biçimde doğrulmaya çalıştığında dikkati direkt ona
çevrilmişti.
“Nereye gidiyor?” diye panikle konuştuğunda Pars’ın
Despina’ya verecek bir cevabı yoktu. “Bilmiyorum, yavaş Ahu. Yavaş güzelim.”
Despina onu duysa da dinleyemedi. Babasının ardından
kapıya yönelirken Pars da bir nefes arkasında kalacak şekilde peşine
takılmıştı.
Despina dışarı çıkar çıkmaz gözlerini aceleyle etrafta
gezdirdi. Sol tarafa takılan henüz kuruyamamış ıslak bakışları tanıdık bedeni
görebilmesini sağladığında arkasındaki Pars’ı kolundan tutup çekti gücü
yettiğince. “Arabaya biniyor,” dedi. Aynı anda da oraya doğru koşar adım
ilerlemişti.
Sürücü kapısının önünde duran babasına ulaşır ulaşmaz
Despina avuçlarındaki tüm gücü toplamış ve karşısındaki koca bedeni göğsünden
sertçe itmişti.
“Yeter!” diye bağırdı sertçe. “Yeter artık, nereye?”
Timur geldiğini anladığında yüzünü döndüğü kızı
tarafından itilmesiyle, bunu beklemediğinden geriye doğru bir adım giderek
arabasına çarptı sırtını.
“O hasta orospu çocuğunu bulmaya,” dedi Timur. Söylediklerinin
tam tersi biçimde sesi düzdü. “Hangi yolla olursa olsun bulup, bu şehrin en
kuytusuna gömmeye…”
Despina dondu öylece. Gözbebekleri bir an
kıpırdamadan, soğuk bir şekilde söyledikleri öylesine ani yüklenmişti ki
üzerine; ne diyeceğini bilemedi.
Timur dayanamadı. “Nasıl kıyabilir?” dedi sesi
titrerken. “Ahu… O şerefsiz nasıl benim bebeğime o siktiğimin elleriyle
dokunabilir?”
Despina kontrolsüzce titreyen alt dudağını acıtma
pahasına sertçe ısırdı. “Yoktun çünkü,” diye haykırıştan farksız bir biçimde
fısıldadı. “O yalnız kaldığım her anı değerlendirip yanımda belirirken, ben
daha o dokunuşların sebebini anlayamayacak kadar küçükken sen yoktun!”
Timur’un sol gözünden iri bir damla aşağıya doğru
kaydı. Sakallarına karışıp kaybolan damlanın bin katı içine akıyordu o sırada.
“Yoktum,” dedi sadece dudaklarını kıpırdatarak.
Kimseye ulaşmamıştı sesi.
Despina boğuluyormuş gibi hissederek önce üstündeki
hırkanın fermuarına uzanıp tamamen açtı. Ardından parmakları saçlarını buldu.
Saç diplerinden kavradığı tutamları sıkıca çekip olduğu yerde arkasını döndü.
Babasının yıkılmış, acıdan kıvranıyor gibi görünen ifadesiyle daha fazla karşı
karşıya kalmak istemiyordu.
Arkasına dönüşü, parmaklarının saçlarında kaskatı
kesilip donakalmasına sebep olacak bir farkındalık sundu ona.
İçeriden çıktığında tam arkasında olan, babasına
koşmadan hemen önce koluna tutunduğu adamın az önceki konuşmalar sırasında
nerede olduğunu hiç düşünmemişti Despina.
Pars’ın aradaki mesafe iki adım bile sayılamayacak
kadar yakında, her şeyi duyabilecek kadar onlarla olduğunu gördüğünde başını
iki yana salladı itiraz etmek ister gibi.
Yavaşça salladı başına rağmen bakışları kopamayacak
bir biçimde karşısındaki adamın koyu mavi irislerine tutunmuş, herhangi bir
hareketle ayrılamayacak kadar odaklanmıştı.
Yıllardır sakladığı, hayatındaki tek varlığı olan
annesine dahi söyleyemediği sırrı aynı gün içinde şu anda tam aralarında
durduğu iki adama da hiç silinemeyecek kadar derin şekilde kazınmıştı.
Sıcak bir demirle göğüs kafeslerine işlenen bu gerçekliğin acısının geçmeyeceği belliydi; olur da bir mucize olup acı dinse bile izi hep aynı yerde bekleyecekti.
Yorumlar
Yorum Gönder