Gözyaşı Kadehleri 26.Bölüm
26.BÖLÜM
Salon kapısında
saklı durmaya bir son vermeme ve kendimi koridora atmama sebep olan, Cevahir’in
açtığı kapıdan gelen sesti.
“Ne bok yiyorsun burada?” diyerek nazikçe(!) kapıyı açar açmaz
konuştuğunda beni kimin geldiğiyle ilgili düşünmeye itmişti zaten. İkinci sesi
duyana dek kapıdakinin habersiz gelen Teoman ya da belki küçük bir ihtimalle
Levent olacağını sanmıştım. Bu tepkiyi onlara vereceğini düşünmüştüm çünkü.
“Misafiri böyle
diyerek mi karşılıyorsunuz?” şeklinde konuşan sesi duyduğumda ise salonla dış
kapı arasındaki mesafeyi saniyeler içinde katetmiştim.
Sık sık duyduğum
bir ses değildi ancak bundan önceki duyuşlarımın tümünde beni irrite eden sesi
elbette tanımıştım.
Fulya’nın sesiydi
bana ulaşan ses.
Kapıya doğru
gittiğimde dışarıyı göremiyordum çünkü Cevahir hem kapıyı yarım açmış hem de o yarım
açıklığı bedeniyle kapatmıştı.
“Cevahir?” diye
seslendim kısık bir sesle iki adım arkasındayken. Sesim muhtemelen sadece ona
vardığı anda kapı yüksek bir ses eşliğinde çarparak kapandı.
Gözlerim
irileşmiş halde, kapanan kapıya ve bana doğru dönmüş olan Cevahir’e baktım.
“İçeride kal dememden anladığın bu mu?”
Şaşkınca başımı
iki yana salladım. “Fulya mı geldi?”
Cevahir’in derin
bir nefes almaya çabaladığını gördüm. Ona doğru adımlamama gerek kalmadan o
bana doğru geldi. “Güvenlikler herkesi içeri mi alıyor kafasına göre?” dedim
kaşlarım çatılırken. Cevahir’in kendisini bir nevi dolandıran eski asistanı
için eve giriş bileti çıkarttığını hiç sanmıyordum.
“Tek değil,” dedi
sinirle. “Levent var yanında.”
Bir Pazar akşamı
bu eşsiz çifti kapıya getiren neydi acaba? Yine hangi kaosun eşiğindeydik?
“Kapıyı
suratlarına kapattın,” dedim başımı omuzuma doğru eğerek. Dibime dibime
gelmişti, bana üstten bakmasını sevmiyordum.
Üstüne çıkmasını sevmiş gibiydin az önce ama
üstten bakınca sorun oluyor tabii… Beni zorbalayan sesin hangi tarafıma ait olduğunu bilmiyordum ama umursamaz
olmaya çalıştım.
“Öyle mi olmuş?”
dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan.
“Kapıda mı
bekleyecekler? Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“İçine sıçtıkları
anı kurtarmaya çalışıyorum, isterlerse kapıda beklerler isterlerse defolup
giderler Seray.”
Titrek bir nefes
aldım. “Saçma sapan konuşma,” dedikten sonra düşünmek üzere kendime birkaç
saniyelik zaman tanıdım. Aslında düşünmek istediğim şey başkaydı ama bakışlarım
bir anlığına Cevahir’in çıplaklığına takıldığında duraksadım.
Kasık çizgisinde
duran bir eşofmandan başka hiçbir kumaş değmeyen bedeniyle kapıyı açmıştı.
Yüzüm buruştu. Hoşuma gitmeyenin ne olduğunu kendime sormadım, sorsam cevap
alırdım ve alacağım cevap beni çıldırtırdı; biliyordum.
“Giyin ve git
konuş ne diyeceklerse, boşu boşuna kapıya dayanmış olamazlar.”
Levent’in son
hallerine dayanarak bunu emin bir şekilde söylemiştim. Eğer son birkaç gün
yaşanmamış olsaydı Cevahir’i konuşmaya değil onları güvenlikler eşliğinde zorla
evden kovmaya ikna etmekle uğraşırdım.
“Tişörtüm yok,”
dedi üstümde duran ona ait kumaşı süzerken.
Dudaklarımı
kıvırdım. Ağzına kadar dolu dolapları yok sayarak ellerimi üstümdeki tişörtün
eteklerine doğru kaydırdım. Ani bir hamleyle tişörtü üzerimden çıkartıp elimde
buruşturarak göğsüne çarptım.
“Artık var,” der
demez arkamı dönmüş ve sallanarak salona geri adımlamıştım. Bu süreçte
kalçalarımı çıplak, kasıklarımı yarı örtülü tutan iç çamaşırı dışında bir
giysiye sahip olmamam benim problemim değildi. Tişörtünü geri istemişti ve ben
de vermiştim.
Arkamdan
baktığını, görüş açısından çıkana kadar kapıya dönmediğini adım gibi
biliyordum. Salona girip Cevahir’in koltukta uç noktalara attığı sütyenimi ve
ikiye bölünen elbisemi alıp yukarı yönelirken dış kapının sesini peş peşe
açılır ve kapanır şekilde duymuştum.
Onları içeri
almak yerine kendisi dışarı çıkmıştı. Şaşırtmıyordu beni.
Odaya çıktığımda
ilk yaptığım banyoya dalmak oldu. Ne halde olduğumu görmek için aynaya
ihtiyacım vardı.
“Hayvan,” dedim
boynumdan aşağı doğru uzanan izleri gördüğümde. Beni bugünkü akşam öğünü
yapmıştı resmen.
Tenimde bıraktığı
kızarıklıklar yakası yüksek bir şey giyerek kapatabileceğim yerlerden
başlıyordu. Kapı çalmasaydı boynumun tamamını çürüteceğini öngörmemek mümkün
değildi.
İçimdeki meraklı,
giyinip aşağı inmemi ve konuşulanları dinlememi fısıldıyordu ama aile işlerine
o kadar fazla dahil olmuştum ki bir yeni bilgi daha edinirsem yakın zamanda bir
suikastın kurbanı olacaktım artık.
Cevahir’in
döndüğünde bürüneceği halden ve eğer biraz şanslıysam açacağı ağzından çıkarım
yapardım. Levent ve Fulya ile yüz yüze gelmek istediğim bir günde değildim.
Aşağı inmemek
için irademle savaşmak boş boş dururken daha da zordu. Kendimi duşa atıp oyalarken
bir gözüm banyonun kapısında kalmıştı. Cevahir odaya dönerse, buraya dalardı;
hissediyordum. Doymadan yemeğini yarıda bırakmış, masadan yaka paça
kaldırılmıştı bir nevi.
Bornozuma sarınıp
banyodan çıktığımda ev gayet sessizdi. Girerken baktığım, Cevahir’in makyaj
masama attığı saatine şimdi bir kez daha baktım. Yarım saatten uzun kalmıştım
banyoda.
Konuşmalarının
bitmemiş olması ihtimali kaşlarımın havalanmasına neden oldu. Saçlarımda
padişah kavuğu gibi sarılı havlum ve beni çepeçevre saran bornozum eşliğinde
odanın kapısını açtım. Cevahir’e seslenip evde olup olmadığını anlayacakken
ağzımı açamadan önce beni durduran bir şey oldu.
Yatak odasının
ilerisindeki kapılardan çalışma odasına ait olanın ardından biraz ses gelmişti.
Göz devirdim.
Konuşması çoktan bitmiş, kendisini çalışmaya mı vermişti hemen?
Seslenmeye gerek
duymadan çalışma odasına doğru adımladım. Kapı açık değildi ancak kapalı da
sayılmazdı.
Ufak bir boşluk
gördüğümde hiç kapıyı çalmadan elimi bastırıp kapıyı geri itmek için
hareketlendim.
“Bulamıyorum Zerrin
Hanım,” diyen sesle birlikte ağzım şokla açıldı. “Çekmecelerden biri kilitli,
oradadır belki.”
Üstümü başımı
umursamadan, öfkeyle yaptığım ilk şey kapının geriye doğru gidip duvara
çarpacağı kadar sert şekilde açılmasına sebep olmak oldu.
“Selam, küçük yeni
ajan…” dedim kapıdan çıkan sesle birlikte panikle bakışlarını bana çeviren
Fulya’ya.
Neşe bitmişti,
Fulya mı başlamıştı?
Yüzündeki renk
birkaç ton açılırken kapının önünde öylece beklemeyi sürdürdüm. “Ben…” dedi
yarım yamalak.
“Sen?” dedim
devam etmesine yardımcı olur gibi. “Bu odaya yanlışlıkla girdin, yanlışlıkla
Zerrin’i aradın ve sanırım yanlışlıkla kilitli bir çekmeceyi zorluyorsun… Değil
mi?”
Gözleri doldu
hızla. Bunun pişmanlıktan ya da utançtan değil, sinirden olduğunu ayırt
edebiliyordum.
Levent,
Cevahir’in dediği gibi safın tekiydi. Annesinin gerçekleriyle yeni yüzleşirken
şimdi bir de sevgilisiyle boğuşacaktı. Bu iki kadın, şeytana parmak ısırtacak
gibilerdi ve Levent ikisinin arasında saftirik bir halde oturmakla meşguldü.
“Seray, bi’ dinlersen
beni anlatacağım.”
Dudaklarımı olur
der gibi büktüm. Kollarımı göğsümde kavuştururken dinleme pozisyonumdaydım.
“Başlayabilirsin.”
Dinlemek yerine
kıyamet kopartacağımı düşünüyor olsa gerek ki bir an bocaladı. Ne diyeceğini
bulmak için bekliyordu. Bakışlarımız kesiştiğinde kapıda beni görür görmez
kulağındaki telefonu çekmiş ve kapatmıştı zaten. Zerrin’in ne halde olduğunu
görebilmek için bir dilek hakkı harcayabilirdim şu anda.
“Ne yalanıyla
girdin eve? Tuvalete gitmek içindir kesin…” Alayla konuştuğumda yutkundu. Doğru
bahaneyi bulduğumu anladığımda güldüm sinir bozukluğuyla.
Levent’e diyordum
ama payıma düşen koca da ondan aşağı kalır gibi değildi saflık konusunda. Bu
şam şeytanını eve sokarken ve kendi ortada değilken ne düşünmüştü, sadece
banyoya girip evden geri çıkacağını mı?
Duraksadım.
İçimden uzun uzun düşünmek bana doğru cevabı buldurmuştu.
Eve girmesi
umurunda olmamıştı çünkü aranan şey her neyse, bu odada değildi. Kilitli
çekmecede de olmadığından emindim, o kilit sadece bu böyle sanılsın diyeydi.
“Neşe bulamamış
mıydı aradığınızı?” dedim üzülmüş gibi. “Sen kendini riske atmışsın, bak bir de
yakalandın Fulya. Ne olacak şimdi?”
Onu hiç ciddiye
almamam sonunda basıyor olduğum damarının patlamasına neden olduğunda
Cevahir’in masasının ardında durmayı keserek hızla bana doğru gelmeye başladı.
Ne yapacaktı? Bir
tur da beni evimde dövüp öyle mi çıkacaktı?
Yerimden
kıpırdamadım. Ne ileri ne de geri adımladım, öylece durdum.
“Levent’in haberi
bile yok değil mi?” dedim acır gibi. Ki yalan değildi, az da olsa kalbimde bir
acıma vardı Levent’e karşı. “Senin gerçekten ona aşık olduğunu düşünüyor, sense
Zerrin’in kuklası gibi dolanıyorsun ortalıkta.”
“Kes sesini,”
dedi dişlerinin arasından öfkeyle. Omuz silktim. Başımdaki havlunun
düşmediğinden emin olmak için onu uyuz edecek kadar yavaş hareketlerle elimi
oraya uzatıp havluyu düzelttim.
“Olur,” dedim
umursamazca. “Keserim sesimi. Sen zaten bunları biliyorsun, çenemi yormayayım.
Bilmeyenlere anlatayım.”
Ters bakışlar
attığı sırada yarım ağız güldü. “Ne yapacaksın? Kocana mı şikayet edeceksin?”
Gülüşüne ayna
tutar gibi eşlik ettim, hatta onunkinden daha rahatsız edici olanı bulup
dudaklarıma kondurdum.
“Levent’le
konuşacağım,” dediğimde hiç beklemeden güldü bolca. Gülmesinin sonlanmasını
bekledim. “O da sana inanacak… Aynen, Seray. Belki rüyalarında.”
İç çektim uzun
uzun. “Aranız tahmin ettiğim kadar iyi değil o zaman, Levent sana tam
güvenmiyor herhalde.”
Anlamamıştı
dediklerimi, normaldi. Daha açıklayıcı konuştum ben de.
“Biz buzlarımızı
erittik, Levent biraz sonra bana seve seve inanacaktır Fulya. Tutuşmaya başla
istersen.”
Bakışlarında bir
kırılma gördüm ama yine de blöf yaptığımı düşünen tarafı ağır basıyordu belli
ki.
Aşağıdan gelen
kapı kapanma sesini duyduğumda dudaklarım kıvrıldı. Kapı sesini de kulağımın
artık en aşina olduğunu seslerden biri olan ses takip etti.
“Seray?” diye
seslenmişti Cevahir eve girer girmez.
Fulya’nın uzayan
tuvalet macerası dikkatini çekmişti anlaşılan.
“Canım?” dedim
abartı bir tatlılıkla yükselttiğim sesimi kullanarak. Adımları hızlandı. Ona
durup dururken canım cicim demeyeceğimi bilmek için kâhin olmasına gerek yoktu.
Arkasından
geliyor olan ikinci adım sesini de ayırt ettiğimde heyecanla Fulya’ya baktım.
“Seninki de geliyor, hadi iyisin bak.”
Merdivenlerden
gelen adım sesleri son bulduğunda başımı sağa doğru çevirdiğim anda Cevahir’i
görmüştüm. Doğal olarak onun da ilk gördüğü bendim.
Yüzümde birkaç
saniye oyalanan bakışları afallamış bir halde bedenimde gezindi.
“Neden
buradasın?” diye sordu. Fulya henüz odanın içinde kaldığı için onu göremiyordu
çünkü.
Cevahir’in
arkasında duruyor olan Levent’e doğru baktım. O da şaşkın şaşkın tepemdeki
havlu yığınına bakıyordu.
“Oğlum sen Seray
evde değil demedin mi?”
Cevahir’in beni
sormamaları için salladığı belli olan yalanına sırıttım. Bu yalan sayesinde
Fulya rahatça bu katta geziniyordu demek ki.
“Sana ne lan
Seray evde mi değil mi? Yalan söyledim, var mı bir sorun?”
Cevahir bir
hışımla kuzenine döndü. Aralarındaki gerilimi takip etmeye uğraşmadan elimi
uzatıp Fulya’yı bileğinden tuttum. Odanın dışına, yanıma doğru çekiştirdiğimde
dengesi bozularak yalpalamıştı.
“Görmemişin
karısı olm-…” Levent, Cevahir’e söylenmeye başlayacakken benim görünür kıldığım
sevgilisiyle yüz yüze gelince susmuştu aniden. “Fulya?” demek için yeniden dudakları
aralandı.
Fulya’nın çalışma
odasına gireceğini bilmediğini zaten az çok tahmin ediyordum ama tepkisindeki
gerçeklik bunu tamamen kanıtlamıştı şimdi.
“Sen niye bu
haldesin?” diyerek beni olduğum yerden kendi arkasına doğru çekiştiren
Cevahir’e tutundum son anda. “Konumuz bu mu ya?”
“Sikerim
konusunu, kızım sen giyinik duramıyor musun?”
Adamın odasına
giren çıkan belli değildi ama derdi yine benim bornozlu halim miydi? Aklım
alamıyordu.
“Fulya odada bir
şeyler arıyordu,” dedim Cevahir’in kolunun arkasından başımı uzatarak.
Cevahir’e değil, Levent’e duyuruyordum sesimi aslında. Cevahir onun arkasından
iş çevirecek biri olduğunu zaten biliyordu.
“Ne arıyordu?”
dedi Levent kısık bir sesle. Afallamıştı. Yorgun görünüyordu. Bir süredir
savaşmaya çalıştığı ve annesini kapsayan durumun üstüne şimdi bir de bu denk
gelince iyice omuzları çökmüştü.
Fulya’nın
foyasının çıkması iyiydi ama Levent’in büründüğü hali sevmemiştim. Küçük bir
pişmanlıkla önümde duran Cevahir’in koluna dokundum. Bir şey yapsın, müdahale
etsin diyeydi bu.
Boynunu sağa sola
eğdi hafifçe. Konuşup konuşmamak arasında kalmış gibiydi.
“Yolu biliyorsun
Fulya,” dedi Cevahir. “Yaka paça atılmak istemiyorsan çık ve git o belasını
arayan sahibine selamlarımı ilet.”
“Levent,” dedi
Fulya ağlak bir sesle. Ona doğru yaklaşmak için adımladı. Levent olduğu gibi
duruyor, olan biteni izliyordu. “Sen gelmeyecek misin?”
Levent’e çevirdim
bakışlarımı. Yüzünden yorgunluğu dışında bir şey okunmuyordu.
Cevahir’in yaka
paça atmak ile kastettiği şey gerçekten kelime anlamını karşılıyordu. Öne doğru
atılıp Fulya’ya yöneldiğinde gözlerim irice açılmıştı ki Fulya benden daha
beter bir korkuyla hızla gözden kayboldu.
Merdivenleri
inişi, kapının sertçe açılıp kapanışı peş peşe sesler yarattı evin içinde.
Geriye sadece
üçümüz kalmıştık.
“İçeri geçin,”
dedim kısık sesle Cevahir’e. Önünde durduğumuz çalışma odasında yeterince alan
vardı. Salona inmeye gerek yoktu şu an. Zira Levent’in de uzunca hareket edecek
hali yok gibiydi.
“Yürü Levent,”
dedi Cevahir başıyla odayı işaret ederken. Levent dalgınca bakıyordu. Onay vermediğinde
dudaklarımı birbirine bastırdım. Durum tahmin ettiğimden daha kötüydü.
“Ben giyinip
geliyorum, su verir misin Levent’e sen?”
“Ha giyinmeyi de
biliyorsun yani, aferin sana doktor.”
Gözlerimi
devirdim. Cevahir’in arkasından çıkıp yatak odasına geçtikten sonra hızlıca
üstümü giyinmiştim. Çalışma odasına döndüğümde Levent’i odadaki deri koltukta
otururken buldum. Cevahir yoktu içeride.
“Cevahir nerede?”
dedim girdiğimi fark etsin diye sesimi duyurarak. “Telefonu çaldı,” dedi
sessizce sadece.
Başımı salladım
hafifçe. Oturduğu koltuğun takımı olan, çaprazındaki tekli koltuğa doğru
yürüdüm. Oturduğumda bir süre ne diyeceğimi bilemeyerek sessiz kalmıştım.
Sessizliğimin
beni boğmasına engel olan biraz sonra içeri giren Cevahir oldu. Rahatça
nefeslenerek yerimde geriye doğru yaslandım.
Cevahir içeri
girdiğinde ilk önce bıraktığı yerde duran Levent’e baktı. Bakışları onda hiç
oyalanmadan beni bulduğunda bir süre gözlerimi gözlerinden ayırmadım.
Oturabileceği birden
fazla boş yer vardı. Ne kendi sandalyesine ne de geriye kalan boş koltuklara
oturmadı. Benim oturduğum koltuğa yaklaşıp yanıma yerleşti.
Sağa sola
kaymadım. Oturduğunda bacağıma yaslanan bacağını, yakın temasımızı
garipsemedim.
“En baştan mı
başlayalım?” diye sordu Cevahir. “Sen o baştan beri her şeye kör kaldığın için
başka yolumuz yok gerçi.”
Dirseğimle koluna
vurdum. İnsan gibi yaklaşsa olmuyordu.
“Ne?” dedi bana
dönerek. “Yalan mı söylüyorum? Birkaç ayda sen her şeyi anlamışken bu adam kırk
yıllık kör gibi gezinmiyor muydu ortada?”
“Ben dışarıdan
bakan bir gözdüm,” dedim göz ucuyla Levent’e bakıp. Başını kaldırmıyordu ama
dikkatle dinlediğinin farkındaydım. “Bazen olayların içinde, çok yakınında
olmak ters teper. Levent’e de öyle olmuş demek ki.”
“Olmasaymış,”
dedi kestirip atarken. Levent’e kızgın oluşunu ve bu kızgınlığın onu
körüklediğini anlıyordum. Beril’den dinlediğim ve bir süre önce Cevahir’in de
söylediği ‘çok yakın iki kuzenin’ bu hale gelişi ikisini de mutlu etmiş
değildi, ancak tersine çevirmek için de hareket etmemişlerdi hiç.
“Senin de farkına
varamadığın şeyler olmuş, Cevahir.” dedim ılımlı tutmaya çalıştığım sesimle.
Küs öğrencilerini barıştırmaya çalışan bir anaokulu öğretmeniydim şu an, eksiği
vardı fazlası yoktu. “Çocuk değilsiniz, dün yaptığınız gibi konuşun yine. Dün
Levent konuştu, bugün de sen konuş Cevahir. Birlikte hareket etmedikçe bir yere
varamıyorsunuz belli ki.”
“Fulya’yı
hayatımıza annen soktu,” dedi Cevahir istemeye istemeye. Benim dememle,
dediğimi yapar hale gelmesiyle kaşlarım havalanmıştı ama hiç kendimi
göstermeden oturduğum yere sinip sustum.
“Asistanım olarak
holdinge gelmesi ve sonra annenle tanışması söz konusu değil. Tam tersi oldu.”
Levent’in kendi
ellerine odakladığı bakışları kalktı, bize çevrildi. Başını iki yana salladı.
Reddetmek istediği şey Cevahir’in Vita’ya sinsi bir oyunla yollanması değildi,
bir sonraki adımdı. Anlamıştı.
Anladığını
gördüğünü biliyordum ama Cevahir ona zaman tanımadan devam etti. “Hem beni
aşağı çekecekti hem de seni yukarı, Fulya’yla ilgili ilk planı holdingdeydi.
Ama asıl kısım sendin, Levent.”
Ellerimi
birbirine yaklaştırıp parmaklarımla oynadım. Cevahir’i duydum sonra tekrar.
“Benden önce evlenecek, hem işlerin çoğunu yöneten hem de dedemin istediği
aileyi ilk kuran olacaktın.”
“Tamam,” dedi
Levent sindirmek için çırpınır gibi. “Sus, tamam.”
Cevahir bana
doğru döndü hafifçe. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerimi kapatıp açtım yavaşça,
‘doğru ilerliyorsun’ demek istemiştim.
Onun bacağına
yaslı olan bacağıma uzanan eli dizime kapandı. Dizimi avucuyla kapattığında
parmakları kıpırtısızdı, sadece bana bir şekilde temas etmeye çalışıyor
gibiydi.
“Her şeyi vardı,
annemin zaten her şeyi var. Daha fazlası için delirmesine ne sebep oldu? Para,
statü… Her şey parmaklarının ucundaydı, ne için yapıyor bütün bunları?” Levent
sayıklar gibi konuşurken o bitirene kadar bekledim.
“Cevahir’in ona
acımayacağını biliyor,” dedim dayanamayıp araya girerek. “Söz sahibi olan sen
olmalıydın çünkü günü geldiğinde güç ondan uzakta olmamalıydı, senin
merhametine güveniyordur.”
“Günü
geldiğinde?” diyerek aynı anda bana odaklandıklarında gerilsem de derince
nefeslendim. “İlişkileri ortaya çıkınca… Sonsuza kadar saklanamayacaklarını
hesaplamışlardır.” İkisinin yanında bu ‘ilişki’den bahsetmek riskliydi.
Yüzlerinin aldığı hal iç açıcı olmuyordu bu konuda.
Bunun üzerinde
bir süredir düşünmekteydim. Ulaştığım en akıl alır sebep-sonuç buydu.
Cevahir’in
kasıldığını bana temas eden elinden anladığımda refleksle elim elinin üstüne
kapandı. Elini tutmamıştım ama avucum elinin tersine değiyordu.
“Benim bu
iğrençliği kabulleneceğimi mi düşünüyor? Bu mu yani?”
Levent sinirle
söylenirken başımı omuzuma doğru düşürdüm. “Aranızda bir seçim yapmaları
gerektiyse, sence daha az tehlikeli olan kim gibi duruyor Levent?”
Güldü. Gülerken birden
ayaklandı. Hareketlerinin aniliğiyle birlikte şaşkınca gözlerim açıldı.
“Nereye?” diye
soran Cevahir’di.
“İkisini de yerin
dibine sokmaya!” diye bağırdı Levent. “Dedeme söylemek için ne bekliyoruz lan
biz?”
“Dedem bunu
duyunca kaldırabilir mi amına koyayım? Bu mu dâhiyane planın? Git söyle,
kalbine indir adamın.”
Sıkıntıyla iç
çektim. Gerçekten bahtıma iki sinir hastasıyla sakin kalma çalışmaları yapmak
mı düşmüştü.
“Bağırmayın bi’.”
derken sesim yorgundu. “Birbirinize diklenmeden on saniye duramıyor musunuz siz
ya? Beril’in anlattığı halleriniz yalan mı, ne bu?”
“Ne anlattı?”
diyerek yine aynı anda konuştular. Omuz silktim. “Göt göte dolaşan ve
ayrılamayan iki kuzen olduğunuzu.”
Levent şaşkınca
suratıma baktı. Ardından Cevahir’e beni işaret etti. “Ağzı bozuk senin karının,
geçen gün de karşımda açık açık babana sövdü. Lafı gelmişken…”
Yerimden kalktım.
“Aramızda kalacaktı o!”
“Ağzının bozuk
olduğunu biliyorum, Seray. Tamam güzelim, sakinleş.”
Birbirlerine
horozlanan iki sinir topunun birden benimle uğraşan iki adama dönüşmesine
afallayarak baktım. Beril’in bahsettiği şey bu muydu? Muhtemelen buydu…
“Siz kafayı
yemişsiniz,” dedim kapıya doğru yürürken. “Ben yokken de birbirinizi yiyin
burada, gidiyorum.”
Çalışma odasından
hızla çıkıp kapıyı da arkamdan kapattığımda uzunca bir nefes verdim kapının
önünde.
Konuşmaya devam
etmeleri, hatta bir süre hiç susmamaları gerekiyordu. Buna ihtiyaçları vardı,
çok belliydi. Sürekli diplerinde durup bekleyemezdim.
Beklenmeyen
düşmanlıklar ve beklenmeyen ittifaklar birbiri ardına son haftalarda bizi
buluyorken ilerleyen günlerde karşımıza çıkmak üzere bekleyen daha başka ne
olduğunu merak ediyordum.
Cevahir
heyecansız, monoton hayatıma öyle bir girmişti ki işim dışında tek bir
yoğunluğum bile olmayan ve sıkıntıdan boğulduğum günlerimi mumla arar olmuştum.
Belli ki daha da
çok arayacaktım.
~
“Günaydın Ceylin,
çantamı bırakıp yukarı geçiyorum hemen. Acil bir şeyim var mı?”
Masasından
kalkmadan bakışları beni buldu. Gülümsedi alışkın olduğum gibi pozitif
enerjisiyle. “Günaydın hocam, sabahları sizi görmeyi özlemişim. Hayır, kırk
dakika sonraki randevulu hastanız dışında herhangi bir şey yok.”
Neredeyse bir
haftadır burada değildim. Her şey üst üste gelince sanki geçen hafta mesleğimle
sınanmam çok geride kalmış gibi olmuştu ama öyle değildi, bu günler sonra gelen
bir nevi ilk iş günümdü.
“Volkan çıktı mı
toplantıya?” diye sordum gülümseyerek az önceki söylediklerine tepki verdikten
sonra.
“Bensiz adım
atamaz olmuşsunuz Seray hocam, buradayım gitmedim.”
Sağdan gelen
sesle birlikte Volkan’a baktım hemen. Branşımız aynı olduğundan ister istemez
iki yıldır -Oğuz dışında- en çok iletişim kurduğum doktor oydu hastanede. Bu
iletişimlerin hiçbirinde de bir kez olsun Volkan’ın kötü niyetli olduğunu
düşündüğüm olmamıştı. Şanslı olduğum sayılı konulardan biriydi denk düşüşümüz.
Volkan’ı olduğu
yerde dikili bırakmamak için çantamı Ceylin’in masasına bıraktım. “Kalkınca
odama bırakırsın bunu olur mu?” Ceylin başını sallayarak beni onaylarken ben de
Volkan’a doğru adımladım. Yanına geldiğimde anlaşmış gibi asansöre ilerlemeye
başlamıştık.
İdare katına
çıktığımızda yan yana yürümeyi sürdürüyorduk. Havadan sudan - ve genel olarak
benim geçen hafta üstüne yüklediğim hastalardan - konuşuyorken toplantı odasına
kadar gelmiştik.
Kapı ardına kadar
açıktı. Sevgili yöneticimizin henüz içeri girmemiş olduğu belliydi.
İçeriye önde ben,
hemen arkamda Volkan olacak şekilde girdiğimizde uzun masanın etrafına çoktan
birikmiş olan kalabalıktan birkaç bakış üstümüze çevrilmişti.
Sessizce selam
vermiş olanlara aynı şekilde başımı sallayarak ya da hafifçe gülümseyerek
karşılık verdiğimde oyalanmadan boş bir sandalyeye yerleştim, yanıma oturan
Volkan’a yakın bir yerde olduğum için ona doğru dönüp konuşmaya başlamıştım.
Böylece benimle iletişime geçmeye çalışacak herhangi birini
engelleyebiliyordum.
Biz içeri
girdiğimizde masada olmayan, bir iki dakika geçmeden içeri giren isimle
birlikte anlatmakta olduğum şeyi yarıda kesmemeye çalışarak tamamladım.
Volkan’dan çektiğim bakışlarımı sağ çaprazıma denk gelen sandalyeye doğru
ilerlemekte olan Muhsin Paker’e çevirdiğimde onun bakışları bana uğramamakta
ısrarcıydı.
En son karşı
karşıya geldiğimizde kendisine bir nevi meydan okumuş, üstü yarı kapalı bir
tehditle bundan sonra susmayacağımın altını çizmiştim. O günden bugüne kadar
her gece kâbuslarına girmiş olmayı diliyordum. Benim hangi anda hangi şekilde
ağzımı açacağımı bilmesin, hep bunun korkusuyla yaşasın istiyordum.
Neredeyse iki ay
kadar önce beni yerimden edebilecek güce sahip olan oyken, kartlar yeniden dağıtılmıştı
ve şimdi koltuğundan kalkma korkusuyla yaşayan o olmuştu.
Onun varlığı ve
dikkatsizliği yüzünden başıma sarılan evliliğin meyvesini gözlerinin içine baka
baka yeme işini sevmedim diyemezdim.
“Günaydın,”
diyerek toplantı odasına peşinden Teoman’la birlikte giren Cevahir’i duyduğumda
bakışlarım onu buldu.
Masanın bir
ucundaki, diğer uçta maalesef başhekimimiz oturuyordu, yerine geçtiğinde onun
birkaç adım arkasında ayakta durmaya başlayan Teoman’la bakışlarımız kesişti.
Bana oyuncu bir şekilde göz kırptığında gülmemek için yanaklarımı şişirmem
gerekmişti.
“Keyifli bir
sabah mı Seray Hanım?” diye konuşunca Cevahir’e baktım hemen. Oturur oturmaz
beni mi kesiyordu, başka işi gücü yok muydu bu adamın?
Odadaki herkes
kendisinin kocam olduğunu bilirken bastıra bastıra ‘hanım’ demesi dikkat
çekmişti tabii ki. Gülecek gibi görünen birkaç ifade yakalamıştım.
“Toplantılarınızı
özlemişim,” dedim iç çekerek. “Geçen hafta katılamadım malum…”
Volkan yanımda
başını eğerek gülüşünü saklamaya çalışsa da sırtının sarsıldığını görüyordum.
Benim bu
toplantılarla olan derdimi bilmeyen kişi sayısı azdı. Cevahir, Levent’in yerini
aldığından beri başıma bela olan toplantılardan çok kez yakınmışlığım vardı
çünkü ulu orta.
“Öyleyse bu hafta
toplantı sıklığımızı arttıralım, sizin hatırınıza.”
Evde olsaydık ve
ben suratına laf sokuşturabilsem ne kadar tatlı olurdu mesela şu an… Elimi
kolumu bağlayan patronluğuna dışımdan yapamadığım için içimden bolca göz
devirip önüme döndüm.
Cevahir olağan
toplantı açılışını yaptıktan sonra kısaca bir iki kişi konuşmuş ve toplantının
sonlanmaması için hiçbir sebep kalmamıştı benim açımdan. Birden çok konuda
olduğu gibi bu konuda da kocama ters düşmüştüm tabii ki, kendisinin toplantıyı
bitirmeye niyeti yoktu.
“Son olarak
bahsetmek istediğim bir nokta daha var,” dediğinde önümdeki küçük su şişesini
kavradım. Bu şişeler her seferinde elimin içini çizdiğinden Volkan’a doğru
uzatmıştım açması için. Alışkındı, garipsemeden suyumu açıp bana verdiğinde
içtiğim yudum henüz gitmesi gereken yere varamadan boğazımda kalmıştı.
“Toplantıdan önce
kendisiyle de görüştüm, hazır hepiniz bir aradayken haber vermiş olayım sizlere
de. Geçici bir süre için
başhekimliğimizi vekâleten Aslıhan Hanım devralacak.”
Volkan beni
sırtıma hafifçe vurarak düzeltmeye çalışırken ben gözlerime tırmanan boğulma
kaynaklı yaşlarla savaşıyordum. Herkes fazlasıyla şaşkındı, ben dikkat
çekmiyordum şu anda.
Muhsin’e doğru
baktığımda onu düz bir ifadeyle önüne bakar halde bulmuştum. Kendisine benimle
birlikte dönen tonla bakış vardı ama hiçbirine karşılık vermiyordu.
“Sebebi de
öğrenebilir miyiz Cevahir Bey?” diye soran kişinin kim olduğunu ayırt etmeye
bile uğraşmadım. Cevap önemliydi, soru değil.
“Cuma günkü kurul
meselesinden hepinizin haberi vardı mutlaka, aranızda bu tarz durumların hızla
yayıldığını biliyorum.” derken sakindi Cevahir. “Sorumlu oldukları düşünülen
iki doktorumuz da herhangi bir yaptırım olmaksızın görevlerine devam ediyorlar,
bunu da görüyorsunuz zaten.”
Ben de, o gün
hastayı kontrol etmek üzere ameliyathaneye gelen diğer doktor da bu odadaydık;
evet. Herkes gayet durumun farkındaydı.
“Bu süreçte
tarafsız kalamaması, kurulu bilgilendirmesi gereken şekilde yönlendirmemesi
gibi sebeplerle Muhsin Bey’in başhekimlik görevi, kendisi aksini gösterir
davranışlarda bulunana dek askıda. Aslıhan Hanım’ın gereken özeni göstereceğinden
eminim, kendisiyle iletişimde kalın lütfen.”
Herkes bir şeyler
söyleyecek ama söyleyemiyor gibi sessizleştiğinde bu durum bir dakikayı
aşamadan Cevahir konuştu tekrar. “Başka bir şey kalmadıysa, iyi çalışmalar
herkese.”
Toplantının
bittiğini belli eden kesin tavrıyla birlikte odadan bir bir çıkmaya başlayan
meslektaşlarımın arkasından bir süre bakakaldım. Odadan ilk çıkanlardan biri
Muhsin’di. Gitmeseydi bakışlarımın hedefi muhtemelen o olurdu.
Odada kalan tek
doktor ben olunca, toplantının doktor olmayanlarına çevirdim bakışlarımı hemen.
“Neydi bu?” dedim
Cevahir’e ve tepesinde dikilen Teoman’a bakarak.
Teoman
toplantıdaki duvar suratı ve duruşunu anında bozarak sırıttı. Ellerini iki yana
açtı. “Sürpriz!”
“Teo,” dedim
uyarır gibi.
“Ha sen
beğenmedin pek… Neyse o zaman,” dedi alelacele. “Abim planladı her şeyi, ben
habersiz suçsuz ve masumum. İyi günler.”
Hızla ortadan
kaybolduğunda artık yalnızdık koca odanın ortasında.
Ağzımı açıp bir
şeyler söylemeye başlayacağım sırada beni durdurmak için parmağını kaldırdı.
Bir dakika der gibi işaret ettiğinde zor da olsa sustum.
“Yaptığı, konu sen
olmasan da görevi suistimal etmekti, Seray. Kendisine sunulan raporu yanlış
yansıtmak, o rapora rağmen olumsuz oy kullanmak… Ben bunlara tolerans
gösterecek bir adam değilim.”
O masanın başında
oturuyorken ben ortalarda bir yerdeydim. Aramızdaki boş sandalyeler yüzünden
uzaktan uzağa konuşuyor gibiydik.
Sesimi yüksek
tutmak, buradan dışarıya ses gidebileceğini bildiğim için riskli geldiğinde
ayaklandım. Dışarı çıkmak için değil, ona yaklaşmak için kalktığımı bilir gibi
tepkisizce bekledi adımlarımı atmamı.
Sandalyesinin
yanına doğru ona en yakın sandalyeyi sürükleyeceğim sırada henüz işime
girişemeden bileğimden tutup beni kendisine doğru çekti.
“Cevahir!”
diyerek adını uyarır gibi seslensem de gücü orantısızdı, beni resmen kucağına
düşürmüştü.
Tek bacağına
oturmamı, bacaklarımın bacaklarının arasında kalmasını sağladığında sanki bu
pozisyonu yaratan bir başkasıymış gibi yüzünde rahat bir ifade vardı.
Koyu lacivert
kumaş bir pantolon ve açık renk bir gömlekle evde çıkmıştım, pantolon yerine
etek giymiş olsam şu an o eteğin beni zor duruma düşüreceğinden emindim.
“Hastanedeyiz,”
dedim yüzüne ayıplar gibi tepeden bakarken. “Sen arsız, azgın ve ölçüsüz bir
adam oldun iyice.”
Söylediklerim bir
kulağından girip diğerinden çıkmak bir yana, ona hiç ulaşmıyor gibiydi şu an.
Ağırlığımı ona vermeme gibi bir derdim yoktu, bütün yükümle bacağında
oturuyordum; hatta dirseğimi de omuzuna doğru dayayıp yüklenmiştim tamamen.
“Kimin yüzünden?”
diye sorduğunda burnumdan bir nefes bıraktım uzatarak. “Dün Levent asalağı
gittikten sonra benden kaçtın, doktor.”
Kıkırdadım
dayanamayıp. Öyle yapmıştım, evet.
Kaçmasam beni
tuttuğu gibi azgın bir boğaya dönüşeceğini, ertesi sabaha elim ayağım tutamaz
şekilde uyanacağımı az çok kestirebilmiştim çünkü.
“Gece bana
küstüğün için mi kıçını dönüp uyudun peki?” diye sordum dudaklarımı aşağı doğru
abartıyla eğip.
Ters ters baktı
suratıma. Gülmeye başlarsam asla susamayacaktım, inanılmaz zor duruyordum şu
anda.
“Küslüğün ben
uyuyana kadardı ama, gecenin köründe ağırlığınla uyandım senin yüzünden.
Boynuma kafanı gömüp duruyorsun sürekli.”
Uygulamalı göster
demişim gibi başını uzatıp omuzuma doğru yaslandı hafifçe. Sıcaklığından,
temasından ve aslında saymakla zaman kaybettirecek kadar çok şeyinden etkisi
altına giriyor ve ara ara kilitleniyordum. Bu da o aralardan biriydi.
Ben omuzumdaki
yüzüyle aklımı doldurmuşken belime birden kolunu sardığında bacağına kendimi
daha ağır bastırdım. Adını söyleyerek yeni bir uyarı yapacağım sırada
pantolonumun içine sıkıştırdığım gömleğimin uçlarıyla aynı yere varmaya çalışan
parmakları duraksamama neden oldu.
Bel çizgimde,
karnımın altında duran parmaklarını ne aşağı itiyor ne de oldukları yerden
çekiyordu. Düne dair anımsamalar yaşamaya başladığımda elinin artık benim için
ilginç çağrışımları olduğu kesinleşmişti.
Sesimi yükseltmek
ya da elini tutup çekiştirmek, en kötü ihtimalle dizinden kalkmak için
çırpınmak gibi yollara başvurabilecekken olduğum gibi beklediğim birkaç saniye
birkaç saat gibi uzundu.
“Canın her
istediğinde bana dokunamazsın, nerede olduğumuzun farkında mısın?”
Sorarken
sessizdim çünkü nerede olduğumuzu görmezden gelemiyordum. Her an birinin
dalabileceği, girer girmez de bu halimizi görebileceği toplantı odasındaydık.
Çalıştığım ve sahibi olduğu hastaneye ait toplantı odasında…
“Her istediğimde
sana dokunabiliyor olsaydım elimi teninden hiç ayırmazdım, asıl sen bunun
farkında mısın?”
Her itirafı bir
öncekinin iki katı büyüklükte olan, hiçbir koşulda lafını sakınmayan bir adam
oluşunun bana tam olarak ne hissettirmesi gerektiğini bulamıyordum.
Karnımın altında,
kasıklarıma yakın bir yeri bulan parmaklarıyla olduğu yerde masaj yapar gibi
birkaç hantal hareket yaptıktan sonra eli yavaşça pantolonumun içinden
sıyrıldı. Dağıttığı gömleğim yamuk bir şekilde pantolonun üstüne sarkıyordu
artık.
“Seray,” dedi
omuzumdan başını kaldırıp gözlerini gözlerime dikerken. “Birkaç saniye içinde
bu odadan kaybol.”
Onu durdurmaya
çalışan ben değilmişim gibi diş bileyerek, kaşınarak dudaklarımı araladım.
“Kaybolmazsam…”
“Sırtını bu
masaya yasladığım gibi içinde kaybolan ben olurum,” derken nefesimi tutmama
sebep olacak kadar kaba ve gerçekçiydi.
Erteledikçe
Cevahir’deki canavarı körüklediğimi, onu beklettikçe bir nevi kendime
acımasızlık yaptığımı artık kabullenmiştim.
Peki bu
kabulleniş beni direnmekten alıkoyar mıydı?
Sanmıyordum. Zira
hayal ettirdikleri kadar hayal ettirdiklerini elde edemeyişi de benim için yoğun
bir zevk kaynağıydı.
İkisinden de vazgeçesim yoktu.
~
Randevu saatini
biraz geciktiren, trafikte kaldığını haber veren hastamı beklerken odamdan
çıkmak yerine sandalyemde küçük bir dinlenme arası vermiştim.
Gebeliğini
öğrendiğimizden beri takip ettiğim bir hastaydı, son ayına yakın verdiğim
kontrolü biraz gecikti diye iptal ettirmem etik değildi. Günün son hastası
olması da benim şanssızlığımdı, şu an işimi bitirmiş eve gidiyor olabilirdim çünkü.
Masamda duran
hiçbir şey dağınık değildi ama can sıkıntısından orayı burayı düzeltip
duruyordum. Bir ara yukarı mı çıksam diye düşünmüştüm ancak bugün Cevahir’in
başının kalabalık olduğundan haberim vardı. Öğlen yemek yerken bahsettiği için
odasını basıp onunla uğraşarak can sıkıntımı geçirme seçeneğim elimden
alınmıştı.
Odamın kapısı
çalındığında hastamın söylediğinden erken gelmeyi başardığını zannederek bir an
sevinmiştim. “Girin,” diye seslendiğimde açılan kapı ise erken sevindiğimi
gösterir gibi bir görüntü sunmuştu bana.
Kapıdaki hastam
değildi. Bu saatlerde odama gelme ihtimali olan birkaç kişi vardı. Hastaların
dışında kalan isimler saçmalayıp sinirlerimi hoplatmak üzere Teoman veya Alper
olabiliyor, düşük ihtimalle de Cevahir benden önce işini bitirip eve ne zaman
gideceğimizi yoklamaya geliyordu.
Ceylin erken
çıktığı için geleni bana haber vermesi mümkün değildi. Eğer masasında olsaydı
ve müsait olup olmadığımı sorsaydı sanırım olumsuz yanıt verirdim ona. Çünkü
kapıyı açan bu kişiyi göresim asla yoktu şu an.
“Muhsin Bey,”
dedim kapı henüz açık olduğu için resmi ve sakin kalmaya çalışarak.
Odamda hasta olup
olmadığını kontrol etmek için o da hemen içeri dalmamıştı sanırım. İçerideki
boşluğu gördüğünde odaya girmiş ve kapıyı örtmüştü.
Yüzümdeki
ifadenin bulanıklaşmasına, bedenimin gerilmesine eşlik eder şekilde tüm tadım
kaçmıştı. Sabahki toplantıdan sonra onunla yüz yüze gelmeme konusunda tüm gün
dikkatli olmuştum ancak kendisi belli ki aynı fikirde değildi.
Masamın önündeki
sandalyelerden birine oturdu hiçbir şey söylemeden. Ne yapmaya çalıştığını
bilmemek ve onunla ilgili tahminlerde bulunamayacak kadar yabancısı olmak
durumu olduğundan birkaç kat fazla yorucu hale getiriyordu.
“Rahatladın mı?”
diye sordu sessizliği sonunda bölerek. Bakışlarını yüzüme dikmişti. Ona
baktığımda, aynada gördüğüm özelliklerimden izler bulmak beni boğuyordu. Ben bu
adamın kanını taşıyordum ve bunu unutmaya çalışsam da yüzüne baktığım anda tüm
emeğim çöp oluyordu.
“Anlayamadım,”
dedim ifadesiz kalarak. Gayet iyi anlamıştım gerçi, aptal yoktu karşısında.
“Blöf yaptığını
düşünmüştüm,” dedi soğuk bir şekilde. Üç gün önceki konuşmamdan, ona
‘korkmasını’ söylememden bahsediyordu. Blöf olup olmadığı tartışılırdı aslında
çünkü görevini elinden alan ben değildim.
“Yanılmışsın o
halde,” dedim hiç bozmadan. Cevahir’in kararından kendime pay çıkarıyordum,
sonuçta karı-koca arasında lafı olmazdı değil mi? Üstelik bu ani olayın, dünden
beri patlama noktasında duran Cevahir’in patlamak için Muhsin’e seçmesiyle de
ilgisi vardı.
Patlayacak kadar
dolmasına ben sebepken, patlayamamasına Levent sebep olmuştu. Sonuç olarak da
siniri Muhsin’e sıçramıştı.
“Böyle mi büyüttü
Gülden seni?”
Midemden yukarı
tırmanan acı sıvının bir bulantının başlangıcı olduğunu biliyordum. Onun
ağzından hiçbir şey duymaya zaten tahammülüm yoktu ama annem ya da büyütülmem
konusunda konuşabileceğini mi sanıyordu?
“Haddini bil,”
dedim gözlerime benzeyen gözlerini bakışlarımla hedef alırken. “Kuyruğun
sıkışınca mı aklına geldi bu soru?”
Güldü. Alaycı,
sahte bir gülüştü bu. “Dilediğin kadar güçlen, bana baktığında gözlerinde
beliren o zavallı çocuğu saklayamıyorsun.
Karşıma çıktığında sana kucak açsaydım bugün peşimde dolanan bir kadın olurdun,
Seray.”
Söylediklerinin
göğsümde bir köşeye tonla yük bırakıp canımı acıttığını, kulaklarımın
uğuldamaya başladığını ondan sakladım.
Babam olduğunu
öğrendiğimde, karşısına çıkıp konuştuğumda ondan hiçlik yerine yalandan bile
olsa şefkat görsem ne yapardım diye düşündüm. Buna kavuşur kavuşmaz yelkenlerini
suya indirecek kadar zavallı mıydım gerçekten?
“Karısına ihanet
eden, başka bir kadını kandıran, iyi baba rolü yaptığı kızlarından bi’
öğrenseler yüzüne bakmayacağı gerçekleri saklayan adamdan duyacaklarım umurumda
değil.”
Yaşamını kısaca
özetlediğimde gözlerinde yanmaya başlayan ateş, öfkedendi.
“Başhekimlikten
alındın diye mi bu kadar tutuştun?” dedim omuz silkerek. “Ailenle yüzleştiğinde
tekrar görüşelim Muhsin Paker. Karın ve kızların eminim beni öğrendiklerinde
seni anlayışla sarmalayacak kadar iyi insanlardır. Öyle değil mi?”
“Hele bi’ yaklaş,
onlara hele bi’ yaklaş!” Masanın kenarına elini sertçe vurup bağırarak
konuştuğunda damarına bastığımı anlamamam mümkün değildi. “Mesleğimle ne bok
yediysen yedin ama ailemden uzak duracaksın.”
İfadesizce durdum.
İğrenç bir adam
olmasına rağmen ailesini taptığı mesleğinden ayırıp önde tutması, bahsettiğim
anda başka hiçbir şeyi umursamadan saldırganlaşması yanağımın içini ısırıp
kasılı kalmaya itti beni.
“Defol,” dedim
sesimi bulabildiğim ilk anda. “Odamdan defol, hemen.”
Öfkeden kızarmış
suratı ve stresten titreyen elleri eşliğinde odamdan apar topar çıktığında
kapanan kapının üstünde kalan bakışlarımı bir türlü oradan ayıramadım.
Avuçlarımı masama
yasladım, sıkı sıkıya masaya tutundum. Bıraksam düşecek gibi hissediyordum.
“Ben neden
ikinizin hayatına da sığamadım?” diye mırıldandım. Sorumu ne annem duyabilirdi
ne de az önce fırtına gibi esip odamdan çıkan adam duymuştu.
İkisine de
hatalarını, pişmanlıklarını hatırlatmak mıydı suçum? Bana baktıklarında kanlarından
bir çocuk değil, koca bir hata görüyorlardı.
Kimse koca bir
hatanın yüzüne her an bakıp da ömrünü geçirmek istemezdi.
Odamda durduğum,
kendime gelmek için çabaladığım dakikaların sonunda kapım bir kez daha çalındı.
Bu kez gelen kişi beklediğim hastamdı.
O gelene dek
ruhumu iyileştirmem mümkün değildi ancak en azından dışarıdan normal
görünebilmek için çabalamıştım.
Kontrolü
bittiğinde ve eşiyle birlikte odamdan ayrıldıklarında dört duvar arasında biraz
daha beklersem boğulacağımı hissederek ben de oyalanmadan ayaklandım.
Önlüğümü üstümden
çıkartıp çantamı alarak odadan ayrıldığımda dalgındım. Aklımda uçuşan hiçbir
şeyi tam olarak yakalayamıyordum.
Odadan çıkmadan
önce Cevahir’e haber vermemiştim. Normalde otoparkta buluşup öyle çıkıyorduk
bana arabamı aldırmadığı için sabahları. Ancak bu sabah normalden çok daha
erken gelmişti hastaneye. Yani arabam buradaydı.
Aramadan
gidebilirdim ama bunu yapasım yoktu.
Aşağı indiğimde,
binadan çıkmadan önce telefonumu çıkartıp ismini bulmuş ve aramıştım. Arama, ikinci
çalışın ardından yanıtlandığında sesini duydum.
“Çıkıyor muyuz?”
diye sormuştu direkt. Onu bu saatte arama nedenim hep aynıydı çünkü.
“Aşağıdayım ben,”
dedim kısaca.
Arabamın burada
olduğunu biliyordu. Hiç oyalanmadan konuşmuştu bu yüzden.
“Arabanı aldırırım.
Bekle beni, birlikte gidelim.”
“Tamam,” dedim
durgun bir sesle. Ben susar susmaz konuştu. “Laf dinle bir kere d-…” dedikten
sonra duraksadı. “Tamam mı?”
İnat edip
arabamla dönmeye çalışacağımdan o kadar emindi ki cevabımı dinlemeden ısrara
girişmişti. Başka bir anda beni güldürebilecek olan afallayışına pek tepki
veremedim.
Onaylar bir ses
çıkarttım bu kez konuşmaya hiç girişmeden.
Telefonu
kulağımdan çektim. Kapatıp çantama koydum tekrar.
Otoparka açılan
kapının kenarında, sırtımı duvara yaslamış halde bekliyordum. Bekleyişim ne
kadar sürdü bilmiyordum. Cevahir birden tam önümde belirdiğinde onun
yaklaştığını fark edemediğim için irkilmiştim.
“Geldin mi?” diye
sordum saçma bir şekilde.
“Geldim,” dedi
başını hafif sallayarak. “Geldim de sen burada değil gibisin, baksana bi’ sen
bana.”
İsteğini benim
yerine getirmemi bekleyemezmiş gibi elini uzatıp çenemi nazikçe tuttu. Elinin
büyüklüğüne ve kuvvetine tezat bir incelikle tutmuştu beni. Yüzümü yukarı doğru
kaldırıp görüş açısına aldı.
“Çok mu yorgunsun?”
diye sordu dikkatle beni incelerken. “Arabamla giderim diye ısrar etmemenden
belliydi zaten.”
Kendi kendine
çıkarımlarda bulunmasını, beni analiz etmeye çalışmasını bekledim biraz.
Gözlerim kısılmış, yüzüm parmakları sayesinde ona doğru kalkık duruyorken
bakışlarım onda takılı kalmıştı.
“Eve gidelim,”
dedim uzun uzadıya bir şeyler söylemeden. “Gidelim,” diye onayladı. “Gidelim
tabii eve.”
Arabaya doğru
giderken sessizdim. O da benim sessizliğime eşlik etmekteydi.
Aklına estiğinde
yaptığı, artık şaşırmadığım huylarından olan kapımı açma işiyle meşgul olduktan
sonra ben arabaya binerken de dibimde beklemişti.
Eline tutunarak,
yüksek olduğu için bazen beni bıktıran ancak alışmaya başladığım arabasına bir
nevi tırmandım. Yerime yerleştiğimde kapımı kapatmadan önce içeri doğru eğildi.
“Kemerimi de mi takacaksın?” diye sordum halimin çok kötü olduğunu düşünmesin
diye onun tanıdığı bildiği Seray’a dönüşüp.
Hiç üstüne
alınmadı. Emniyet kemerini çekiştirip göğsümden düzgünce geçirdikten sonra
yuvasına taktı ucunu.
Yola çıkmaya
hazırdım. Üstümden çekilip yerine geçerse ve arabayı çalıştırırsa eve
gidebilirdik artık fakat öyle olmadı.
Geri çekilmeden
önce dudaklarını bir an için alnıma bastırdığında, dopdolu bir bardağı musluğun
altına koymuş ve suyu açmıştı aslında.
Dudaklarımı öpse
tensel çekim safsatalarını, yanağımdan öpse zaafı haline gelen gamzelerimi
bahane ederek tepkisizce dururdum. Ancak o sanki bunu anlamış gibi ne
yanaklarımı ne de dudağımı seçmişti öpmek için.
Dudakları alnımı
bulmuş, kısa bir öpücükle tenimi damgalamıştı.
Bedenim
sarsılmaya başlayarak titrediğinde, kemer takılı olmasa öne doğru düşerdim
belki. Gücüm yoktu kendimi dengede tutmaya.
“Seray?” derken
öyle şaşkındı ki sesini daha önce bu kadar açıkça hislerini yansıtırken duyup
duymadığımı bilememiştim.
Ben gerçekten
zavallı bir çocuk olmaktan öteye gidemiyor muydum?
Alnıma koyulan
anlık bir öpücükten bile şefkat sızıyor sanıp, o sızıntıya muhtaç olduğumdan
sanrılar duyumsayan bir zavallı mıydım?
“Öpme,” dedim
derin nefesler almaya çalışarak. İç çekiyordum bir yandan.
“Tamam,” dedi
şaşkınlığı sesinden silinemeden. “Sakinleş, öpmeyeceğim tamam.”
Olduğum yerde
boğulduğumu anlamış gibi az önce taktığı kemeri çözdü elini uzatıp. Kemer
yukarı doğru hızla kaybolduğunda beni boğanın o olmadığını, kemer yokken de
nefes alamadığımı fark etmiştim.
“Gel,” dedi
koluma dokunurken. “Arabadan çıkaralım seni, nefeslen.”
Bana ne olduğunu
kestiremediği çok belliydi ama sorgulamıyor, sorgulamak yerine bana iyi gelmeye
çalışıyordu sadece.
Başımı iki yana
salladım. “İstemiyorum.”
“Eve mi gidelim?”
diye sordu. Yetmedi, devam etti. “Evimize
mi gidelim güzelim? Ne istediğini söyle bana.”
“Cevahir,” dedim
nefesim tıkanmış gibi yarıda kesilerek. “Beni kimse büyütmedi ama ben kendim
büyüdüm, gerçekten büyüdüm. Çocuk kalmadım ki. Zavallı olmadım ki.”
Kaşlarının
çatıldığını zor bela ayırt edebildim. Yüzüme bakakalmıştı. Ne dediğimin
farkında bile değildim, sayıklıyor gibi konuşmuştum.
“Kim aksini
söyledi sana?” dedi yüzündeki donuk ifadeyle. “Biri sana bir şeyler mi söyledi?”
Dudaklarımı
ıslattım uyuşuk hareketlerle. Konuşmadım.
“Öğlen keyifle
karşımda gülümseyen kadını birkaç saat sonra bu hale kim nasıl getirdi? Söyler
misin bana?”
“Önemli değil,”
diyebildim bakışları gittikçe kararıyorken. “Bir şey yok,” demiştim bir de
hemen sonrasında. İnandırıcılığım sıfıra yakındı ama öyle bir bakıyordu ki
ağzımdan başka bir şey dökememiştim.
Başını iki yana
salladı yavaş yavaş. “Ben kendim mi öğreneyim? Öğleden sonra hastanede
gezindiğin her köşeyi kameralardan mı arayıp tarayayım; yaparım Seray. Erinmem,
tek tek izlerim o kayıtları.”
“Bir şey yok
diyorum!” derken sesimi yükselten aslında sinir değil stresti.
“Tamam,” dedi hiç
uzatmadan. Arabanın içine doğru eğik durmayı keserek doğruldu, ardından
arkasını dönüp adımladı. Hastaneye doğru gideceğini anladığımda kendimi
arabadan öyle hızlı atmıştım ki biraz daha dengesiz çıksaydım yüzüm yerle
buluşabilirdi.
Onun iki adımda
gittiği mesafeyi ben birkaç fazlasında ancak aşabilmiştim. Aştığım anda da elim
koluna tutundu sıkıca. Onu tutup kendime çevirecek gücüm yoktu ama kolunu
tuttuğum anda bedenimi önüne atmıştım dursun diye.
“Dinlesene beni,”
dedim bitkince. “Ben artık tükendim, dinlesenize beni. Yormasanıza…”
“Ben sana bugüne
kadar ağzımdan tek bir tek yalan döktüm mü?” dediğinde göğsüm kuvvetle şişip
söndü.
Başımı iki yana
salladım. Niyeti iyiydi ya da kötüydü; fakat hep açıktı. Saklı değildi, yalan
değildi.
“Sana dedim ki… Gücün kalmazsa arkana dön ve bak, ben orada
olacağım. Birkaç gün geçmeden sildin mi bunu yoksa hiç aklına kazınmayacak
kadar inandırıcılığı az mıydı?”
Sesimi bulamadım.
Bir şey söylemedim.
“Bana yorgunum
diye sızlanma, yorgunsan gel ve güç al benden Seray.”
“Alışırım,” dedim
kendimle dalga geçercesine. “O kadar kolay alışırım ki buna, hiç görmediğim
şeyleri bana sunarken bol keseden dağıtmamalısın.”
Sinirleri
bozulmuş gibi güldü. “Alış o zaman!” dedi başını sallayarak. “Kime ne
söylüyorum ki gerçi. Cesaretin bir tek buna yok, her şeye var o deli cesaretin
ama bir tek alışmaya yok değil mi?”
Ona bağır çağır
karşılık vermek, birikenleri dışarı taşırmak cazipti ama nerede olduğumuzu
biliyordum. Hastanenin otoparkının ortasında bağır çağır kavga etmek gibi bir
gayem yoktu.
Tartışıyor
olmamız garip değildi. Gerçek olsak da olmasak da tartışabilirdik, kimsenin
durumu garipsemeyeceğinden emindim. Birileri bizi izliyor muydu; hiçbir fikrim
de yoktu zaten.
O an kendimi az
sonra yapacağım şeye ikna edişim ise ‘birileri izliyordur belki’ ileydi. Yarı
yarıya olan bir ihtimalden ibaretti.
Avuçlarımı yer
yer sakallarla kaplı olan yanaklarına örtüp kendimi yukarı doğru ittiğim an, ne
kaçabileceği ne de beni destekleyebileceği bir zamana sahip değildi. Öyle
beklenmedikti onun için bu yaptığım…
Yüzünü
kavradıktan hemen sonra aralanan dudaklarına dudaklarımı bastırdığımda, alt dudağını
ağzımın içine hapsetmiştim.
Gözlerimi
kapatışım aceleciydi, bakmazsam yaptığımın sonuçlarıyla hiçbir zaman
yüzleşmeyeceğimi sanacak kadar saçma bir aptallıkla çevrelenmiştim.
Ona bir nevi
saldırır gibi dudaklarımla gitmemi şaşkınlıkla karşılayışı uzun sürmedi. Elinin
yeri önceden beri belliymiş gibi bel boşluğum olurken beni paramparça edecek
şekilde sıkı ama bir o kadar da korurcasına dikkatli tutuyordu.
Ayağımda ortalama
yükseklikte bir topuklu vardı, ona ulaşmak için topuklularımın yetersizliği hem
sinirlerimi bozuyor hem de üstüne tırmanmam için içgüdülerimi
hareketlendiriyordu.
Dudaklarını bana
karşılık vermek için oynattığı anda beklediğim buymuşçasına geri çekildim
aceleyle. Belimdeki eli yüzünden gidebildiğim en uzak nokta burnum burnuna
değecek kadar yakınıydı.
“Canın beni mi
çekti, Avcıoğlu?” diye
mırıldandığında titrek bir nefes verdim. Bana en başında delirmem için başında
bir ‘müstakbel’ yaftası ile böyle seslenmeye başlamıştı. Müstakbel Avcıoğlu’ydum.
Bununla
yetinmeden beni gerçekten bir Avcıoğlu’na çevirdiğinde ise elimi kolumu
bağlamıştı aslında. Yine de bastıra bastıra seslendirdiği her an sinirlerim
oynuyor, geriliyordum.
Bu kez, az önce,
ilk kez sinirlerimi bozmaya çalışır gibi değil; tıpkı o soyada ait oluşum gibi
ona da ait olmaya başlamışım gibi konuşmuştu. Bize ait ortak bir şey,
seslendirdiğinde hem onu hem beni kapsayacak bir sözcükmüş gibi dökmüştü
dudağından.
Neyi hangi
sebeple söylediğini gözüm kapalı ayırt edecek kadar bana tanıdıklaşmasıyla
yüzleştiğimde göğsüm sıkıştı.
“Nefret ediyorum
senden,” diye soludum dudaklarına doğru. Yüzünü bana eğik tuttuğu için ben
çabalamasam da çok yakınımdaydı.
“Nefretini diğer
her şeye tercih edebilirim, bana baktığında nefretten başka bir şey hissettiğin
anda ikimiz için yıkımı getirirsin.”
“Senden, sana ait
her şeyden, seninle birlikte beni bulan tüm bu karmaşadan nefret ediyorum.”
Gözlerindeki
anlık parlamanın, koyulaşan kahvelerinde beliren alevin kaynağı nefretimdi.
“Benden nefret
ettiğini arsızca sızdıran o ağzını tekrar ağzıma çarp o halde,” derken benimle
emir verir gibi konuşması midemin çalkalanmasına neden oldu. Aynı anda birden
fazla ve birbirine zıt hislerle kaplanmama yol açan emrini, sadık bir emir eri
gibi dinlemek istemek kanımı yakıyordu.
“Bir daha da,”
dedi dudaklarını dudaklarıma sertçe sürterken. Öpmüyordu, dudaklarımı esir
almıyordu; sadece dudakları dudaklarımı okşayarak bana sürtünüyordu. “Kendin
hakkında atıp tuttuğuna şahit olmayayım.”
Kaşlarım
havalanırken üst dudağımı dişleriyle sıyırdı. Tutup çeker gibi uğraştığı dudağımı
serbest bıraktığında hissettiğim ince sızı karnıma doğru düşmüştü yavaşça.
“Çocukmuş…
Zavallıymış… Siktiğimin yerinde diz çöküp sana tapınması için bir tabur insan
mı bulmamı istiyorsun? Sen kim olduğunun, nasıl bir kadın olduğunun farkında
mısın?”
“Cevahir,” dedim
söyleyebilecek bir tek adını bulduğum için. Konuşurken dudaklarım dudaklarına
çarpmıştı. Tıpkı benim gibi onun dudakları aralanıp konuştuğunda da
dudaklarımız birbirine dokundu.
“Karım,” dedi
onda adım buymuş gibi.
“Senden şimdi az
öncekinden daha fazla nefret ediyorum,” dedim soluk soluğa. “Tüm kalbimle.”
Dudakları
kıvrıldı. O kıvrımda kaybolup kendimi yok etmek istiyordum.
“Aynısından,”
dedi o kıvrım kaybolmadan. “Sende birse, bende iki. Hep senden bir fazlası, Avcıoğlu.”
“Hep benden bir
fazlası,” dedim kısıkça tekrarlayarak. “Sendeki, bende olanın hep bir fazlası Avcıoğlu.”
Bu bir sözdü ya
da belki daha kuvvetliydi, yeminin ta kendisiydi.
Bende çağlayan ne
varsa onda benden fazla büyüyecek, onu benden daha çok sınayacaktı.
Sessizleşerek
onun burnunun dibinde ne kadar daha beklediğimi kavrayamayacak kadar bulanık
bir zihinleydim. Belimdeki parmaklarının gömleğin üstünden tenime karıştığının
farkındaydım, masaj gibi gelen dokunuşlarının altında gevşeyen bedenim uzağına
gitmek için en ufak bir isteğe dahi sahip değildi.
“Eve gidebiliriz
artık,” dedim sesim bir sarhoşun sesini andırırken. Bulunduğumuz yer hâlâ
hastanenin otoparkıydı, reklam olmak isterken bile bu kadar ulu orta
birbirimize yapışmıyorduk. Şimdi durup dururken yeterince reklam olmuştuk.
“Dışarıda
yiyelim,” dedi belimde olmayan elini kaldırıp yanağımdan tutarken. Beni
kendisinden çok az itmişti. Gözlerime düzgünce bakabilmek için yaptığı
belliydi, bakışları onun tatlı kahvelerini yutacak bir karadelikten farksız
olan siyah irislerimdeydi. “Eve sonra gideriz.”
“Olur,” dedim
direnmeden. “Ama neden?”
“Bana
anlatacakların var,” dedi kendinden emin bir tavırla. “Hım?” dedim burnumu
havaya dikip.
“Dudaklarıma
saldırmanın nedeni ağzın ağzıma kavuşana kadar sadece beni susturmaktı, soru sormayayım
diye öptün beni doktor. Tadımı alınca aklın uçtu tabii, hatırlatıyorum ama
şimdi bak.”
“Arsız,” diye
soludum.
“Sana,” dedi
sadece.
“Bana tabii,”
dedim alayla. “Karım da karım diye tutuşuyorsun, Teo’ya olacak hali yok
herhalde.”
Hiç aldırmadı lafıma.
“Örneği rastgele bir kadından değil, Teo’dan verme sebebini de konuşacak
mıyız?”
“Bilmem,” dedim
dudaklarımı büküp. “Canın kıskanılmak mı istiyor? Bugüne kadar seni hiç kıskanmayarak
ancak hep kıskandığın kadın olarak egonu mu zedeledim?”
“Seray…” dedi düz
bir ifadeyle. “Ben kıskanç bir adam değilim.”
Kıkırdadım.
Başımı salladım hemen. “Ben de sessiz sakin, çok ılımlı bir kadınım Cevo.”
Onunkiyle aynı
oranda yalan olan cümlemi bitirdiğimde kaşlarını çattı. Dalga geçtiğim çok mu
belli olmuştu?
“Başlatmasana
kızım Cevo’sundan,” dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Dalga geçmeme
değil, adını kısaltmama delirmişti.
Delirsin diye
yapıyordum zaten; ilginç bir adamdı. Delirmese, sorun etmese bunu demeyi
keserdim pat diye.
“Ne diyeyim?
İstersen sen de bana Sero diyebilirsin, ben alınmam bak.”
Yüzü buruştu.
“Ben sana uyacağıma, sen bana uy.”
Duraksadım. Ona
nasıl uyabilirdim?
“Kocam?” dedim
sorgular gibi. Durup durup bana söylediği bunun eşiydi çünkü.
“Kocan, evet.”
dedi yüzündeki pis gülümsemeyle. Bu kez yüzü buruşan bendim.
“Sus da arabayı
sür artık, hadi.”
“Olur,” dedi
emrime amadeymiş gibi. “Var mı başka başka isteklerin de?”
Sırıttım. Arasam yeni
bir istek mutlaka bulurdum ama boş verdim.
Arabaya yeniden
bindiğimde bu kez kemerimi takmasına izin vermeden kendim uğraşmıştım. Kapımı
kapatıp kendi yerine geçtiğindeyse araba hiç beklemeden otoparktan çıkmak üzere
hareket etmeye başladı.
“Arabamı Teo mu
alacak buradan?” diye sordum anayola çıktığımız sırada.
“Sence?” diye
konuştuğunda omuz silktim. “Bilmiyorum,” dedim. “Kıskanç bir adam olmadığın
için kokumla dolu arabamı herhangi biri eve getirebilir diye düşündüm.”
“Çok
konuşuyorsun,” dediğinde kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Dinleme o zaman.”
“Bana
konuşuyorsun,” dedi bu kez yine cevabını geciktirmeden. Acaba yollarımız
ayrılmadan önce benim kendisinden altta kalacak bir kadın olmadığımı
öğrenebilecek miydi?
“Tamam,” dedim
uslu uslu. “Sana konuşmam, başkalarına konuşurum.”
Gözlerimi kısarak
yan yan ona baktım ne diyecek diye. Bir şey söylemedi ama araba biraz daha
hızlı yol almaya başladı ve direksiyonu az öncekinden daha sıkı tuttuğunu
görmek için şahin gözlere ihtiyacım yoktu.
“Ne çekiyor
canın?” dediğinde omuz silktim. “Sen seçebilirsin ama n’olur beni sadece mağara
adamlarının beslenme düzenine uyan bir yere götürme.”
Önümüzdeki
araçlar sıklaştığı için artık trafikteydik ve hızımız bir yayayla eşti. Başını
geriye atarak gülerkenki rahatlığı da bundandı.
“Etlerden mi
bahsediyorsun sen?”
“Evet,” dedim
sitemle. “Avcılık-toplayıcılık döneminin biraz da toplayıcılık kısmından
yararlanalım olur mu?”
“Olur,” dedi hâlâ
gülüyorken.
Çaktırmadan
izleme, izlediğime kendimi de pişman etme süreçlerini geride bırakmanın
rahatlığıyla ona doğru çevirdim başımı. Hayatına farklı anlamlarda dahil olana
dek onun sık gülmeyen, gülmeyi hiç sevmeyen bir adam olduğunu düşündüğüm
önyargılarım ya baştan aşağı yanlıştı ya da ben bir şekilde onda bir tuş bulmuş
ve gülüşlerini serbest bırakmasını sağlamıştım.
Araba tam olarak
durana dek ben başka bir şey söylemedim. Cevahir de ağzını açmamış, yola
odaklanmıştı.
Bana bolca
seçenek sunacak bir restorana gelmiştik. İsteğimi geri çevirmemişti kısaca.
Kendisi etobur beslenmeye devam edebilirdi burada ama ben eşlik etmek zorunda
kalmazdım.
İçeriye
girdiğimizde yönlendirildiğimiz masanın restoranın daha sakin ve seçilesi bir
köşesinde olmasına şaşırmamıştım. Cevahir Avcıoğlu, mutfağından emin olmadığı
bir restorana adım atmaz dolayısıyla da belli başlı yerlerde yemek yerdi.
Girdiği her yerde tanınıyor ve özenle hizmet görüyor olması da eşantiyonuydu
bunun.
Siparişlerimizi
verip, uzun sürmeyen bir sürenin sonunda servisi de aldığımızda önümde duran
yemeğe dokunmadan önce bizzat seçtiğim ve az önce kadehlerimize doldurulan
beyaz şaraba uzandım.
Dudaklarımı
kadehe yaslayıp küçük bir yudum aldığımda gözlerimi dikerek Cevahir’e
bakıyordum bir yandan da. Damağıma da bilgime de güveniyordum aslında ama ondan
seçtiğim şaraplarla ilgili iltifatlar duymayı da bekliyordum her seferinde.
Kendi dilindeydi
zaten iltifatları. Evlendiğimizden beri yeni bir dil daha öğrenmiştim
sayesinde, ona ait ilginç bir dildi. Derdimi anlatacak kadar değil, derdini
anlayacak kadar biliyordum bu dili.
Bakışlarımdaki
beklentiyi gördüğünde kadehine uzandı. Hafifçe salladığı kadehin içindeki
şarabı hareketlendirdikten sonra dudaklarına yaklaştırıp yudumladı. Bu sırada
ben kadehi tekrar masaya bırakmıştım.
Bir şey söylemedi
içtikten sonra fakat şarap damağına yayılırken gözlerindeki hafif kısılmayı
görmüştüm. Beğenmişti.
Tabağımdaki
mantar parçalarından birini ağzıma atarken iştahım çok açık olmasa da kendimi
yemek için zorluyordum.
Tabağımın
yarısına varamadan Cevahir’in küçük bir öksürük sesi çıkartmasıyla ona doğru
baktım. Boğuluyor değildi, dikkatimi çekmek için yaptığı belliydi.
“Efendim?” dedim
başımı sallayarak.
“Konuş artık,”
dedi net bir biçimde.
Burnumdan uzun
uzun bir nefes verdim. Pes etmeyecekti. Susmayacaktı. Burada kaçsam evde
soracaktı, evde kaçsam yarın hastanede konuşacaktı.
“Çok belli değil
mi?” diye sordum durumla alay ederek.
Gerginliğini
omuzlarından görebiliyordum. Çatalını ve bıçağını tabağının kenarına bırakmış,
direkt olarak bana bakıyordu.
“Sesli olarak
duyayım, duyayım ki kuvvetli tahminlerle yapamayacaklarımı yapabileyim Seray.”
Beni arabadaki
hale getirenin Muhsin olduğunu anlamıştı. Zor değildi. Sabah görevinden aldığı
adamın diş bileyecek olduğunu bilemeyecek değildi. Bana ne söylediğini
bilmiyordu sadece.
“Başka bir şey
yapmanı istemiyorum.”
“Sebep?” dedi
kaşları havalanırken.
Bir daha bana saldırganlaşmasını kaldıramayacağımı
fark ettim demeliydim
ancak bunun sonu yarın sabaha görevden değil direkt hastaneden atılmış bir
Muhsin’le başlamak olurdu.
“Yüz yüze gelmek
istemiyorum, onunla iletişim kurmama bile gerek olmayan zamanları özlüyorum.
Adını anıp durmak bana iyi gelmiyor.”
“Ne söyledi
sana?” diye sorduğunda omuz silktim. “Bir şey söylediği yok, Cevahir. Onu
görevinden edenin ben olduğumu düşünüyor, kocama onu başhekimlikten attırdığımı
sanıyor.”
“Ee,” dedi
Cevahir umursamazca. “Diyelim ki bunu yaptın, benim aklıma sen girdin ve
attırdın onu. O herif bunların bin katını hak ediyor.”
Bir şey
söylemedim. Kadehime uzanıp dibinde kalan son yudumu ağzıma yuvarladım.
“Başka bir şeyle
üstüne gelmiş, arabadaki halinle bunları birleştirdiğimde aklıma hiç hoş şeyler
gelmiyor. Aklımdakilere inanmaya başlarsam, durmam.”
Aklındakilerin
doğrulara yakın olduğundan emindim. Zeki bir adamdı. Bunun meyvesini yiyerek
sessiz kalmıştım.
İçimde beni
tırnaklayan, derimi sökecek kadar deliren bir ses Muhsin’in cehennemi yaşaması
için çıldırıyordu. O ses Cevahir’in yapabileceklerini düşündükçe kıkırdıyor,
keyifleniyordu.
Başka bir ses ise
sadece huzur dileniyordu benden. Ne Muhsin ne de başka herhangi bir konu için
gerilmemeyi ve sadece huzurla günlerini geçirmeyi istiyordu.
Dirseğimi masaya,
yanağımı da elime yaslayarak gözlerimi kırptım peş peşe. Ona bakıyordum
dikkatle.
“Bitti mi
sorgum?” diye mırıldandığımda birkaç saniye baktı sadece. Sonra dudaklarını
aralamıştı. “Bitmedi desem konuşuyorsun sanki.”
Güldüm hafifçe.
“Canım bu konuyu uzatmak istemiyor,” dedim açıkça. “O, benim aklımı meşgul
etmeme bile değmiyor ama ben bir şekilde hep ondan kaynaklanan dertlerle
boğuşuyorum.”
“O dertlerden en
büyüğü de…” diye başlayıp sesini azaltarak sustuğunda iç çektim.
O dertlerden en büyüğü de bu evlilikti. İkimiz de bunu biliyorduk.
“Cevahir,” dedim
sessizleşmesinin hemen ardından. “Ben bu evliliği sadece senin şantajınla kabul
etmiş gibiyim ya hani…”
Kaşları hızla
çatıldı. Tek bir kadehte dilimin çözülmesini sorgular gibi bakışları kadehime
kaydı, bir yenisini doldurmadığımdan emin olduktan sonra bana baktı yeniden.
“Öyle olmadı mı zaten? Ben sana sırrınla geldim, sen de benden kaçamadın.”
Yutkundum.
Boğazımı rahatlatmaya çalışırken göğsüm sıkışır gibi olmuştu.
Kendimi bile
sadece onun şantajıyla evlendiğime, başka bir motivasyonum olmadığına ikna
etmiştim. Sırrımı açıklar demiştim, evlenirsem bir şekilde onun için işleri
zorlaştırır ve söz sahibi olurum demiştim ama üçüncü gerçeği ne içimden ne
dışımdan seslendirmemiştim.
“Zorla ya da
değil; evlenilebilecek bir kadın olduğumu, birinin hayatına girdiğimde orada
yaşayabileceğimi görmek istedim.”
Onu duraksatmış
oldum söylediklerimle. “Sen beni senden nefret ediyorum diye, elinde bir koz
var diye aldın hayatına ama ben köşede süs diye tuttuğun bir biblo olmadım en başından
beri.”
“Olmadın,” dedi kısık
bir sesle tekrarlayarak. Benim halimi ve söylediklerimi birleştirmeye
çalıştığı, bunda zorlandığı belliydi. “Aşık olduğun, aşkı olduğun insan için yaşamı cennete çevirebilecek bir kadınsın
Seray. Nefretinle bile hayatımı sarsıp doğrulttun, merkezindesin her şeyin.”
Yüzüm hâlâ
avucuma yaslıydı. Yükümü biraz daha elime doğru bıraktım.
Gülümsedim
hafifçe. “Belki de bana yakışan hep nefretti,” dedim. “Yanlış arayışlarla
oyalandım, yolumu kesmesen oyalanmaya da devam ederdim.”
İfadesindeki
karmaşanın kaynağı cümlelerimdi. Daldığım konu derindi, kendimi o yükseklikten
atarken arkamda bir yere otursun ve beni izlesin diye uğraşıyordum.
Bakışlarım
Cevahir’deydi, ondan hiç ayrılmadı; kulağım da az önce ondan duyduklarımla uğuldamaya
devam ediyordu.
Zihnime sızan ise
duymaktan korktuğum, duymamayı çok zor öğrendiğim ancak belli ki kalıcı bir
öğrenme yaşayamadığım sesti.
‘Cehennemsin sen Seray. Bir insanın karşısına
ölmeden çıkabilecek en gerçekçi cehennemsin,
bundan başka bir şey de olamazsın. Kandırma kendini.’
~~~
Ellerine sağlıkk çok güzel bölümdü
YanıtlaSilBurada da seni yalnız bırakmamak için moşarak geldim
YanıtlaSil*Koşarak
YanıtlaSilçok güzeldi gelecek bölümü heyecanla bekliyoruz
YanıtlaSil