Düşten Farksız 13.Bölüm

 13.BÖLÜM



“Hatırlat bana, Emre’yi bir ara tebrik edeceğim.”

Babam bir eli direksiyonda, diğeri açık tuttuğu camının kenarındayken konuştuğunda tebrikten farklı bir şeyler planlıyor gibiydi.

“Neden ki?” diye sordum ona doğru dönerek. Amcam neden tebrik olmayan bir tebrik kazanmıştı?

“Sabah o kadar nettin ki, ne olursa olsun koruma işini kabul etmeyeceğini düşünmüştüm. Ama o kafasız amcan öyle birini bulup seçmiş ki, sesin çıkmadı hiç.”

Gözlerimi kıstım. “Kabul etmememi mi istiyordun?”

“Konumuz bu mu?”

“Öyle görünüyor.”

“Fikrini neyin değiştirdiğini merak ettim sadece.” derken önümüzdeki araç kırmızı ışık sebebiyle durduğunda arabayı yavaşlatarak durdurdu.

Fikrim değişmemişti. Sadece onun ve Mirza Bey’in çabasını reddederek benim için uğraşıyor olmalarını boşa çıkarmak istememiştim. Küçük bir deneme sürecinden kimseye zarar gelmezdi.

Babamın asıl derdinin farklı olduğunu son birkaç dakikadır fark edebildiğim için, aklımdakileri biraz saptırdım. “Korel çok tatlıydı.” dedim yanağımı koltuğa yaslayıp ona doğru dönmüşken. “Kabul etmemde yardımcı oldu.”

Kırmızı ışığın henüz yeşile dönmemiş olmasını umursamadan sertçe kornaya bastığında çıkan ses kulaklarımı çınlatmıştı. Sanırım bu, sessizce mırıldandığı sözcüklere uyguladığı bir çeşit sansürdü. Onun kural tanımaz kornasına tepki olarak etrafımızdaki araçlardan da korna sesi yükselince koltukta aşağı kayarak yok olmak istemiştim.

“Başka birini bulurum ben, birkaç gün içinde. El kadar çocuk mu koruyacak seni zaten, yaşına bakmadan…”

“Yirmi altı yaşında sadece…” diye başladığımda önümüzdeki aracın hareketlenmesiyle birlikte biz de hareket etmeye başladık. Babam birkaç saniyeliğine bakışlarını bana çevirip yeniden yola döndü. Bu arada konuşmuştu. “Nereden biliyorsun?” derken yüzü gerilmişti.

“On dakika önce söyledi ya masada, sen de duydun.”

“Duymadım ben bir şey.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Sanırım oyun oynamak için hiç doğru bir konu değildi bu. “Tamam,” dedim. “Ama başka birini bulmana gerek yok. Daha büyük birindense genç biriyle daha rahat olurum gibi.”

“Rahat olma Despina.”

Kendimi tutamayıp kıkırdadım. Gülüş sesimle bakışları yine kısa süreli beni bulmuştu. “Biraz fazla mı kıskançsın sanki?”

“Ben mi?” dediğinde cevap vermedim. Zaman kazanmak için sorduğunu düşünüyordum. “Kıskançlık değildi.”

“Neydi peki?” dedim gözlerimi kısarak. “Tanımadan etmeden eli yüzü düzgün diye kanma böyle tiplere diye uyarı yapıp önlem alıyorum.”

Açıklamasının hızına şaşırsam da belli etmedim. “Biraz tanıdıktan sonra olur o zaman, değil mi?”

Kendi silahıyla vurulmayı beklemediğinden olsa gerek yutkundu sertçe. Gözleri tam karşıya, yola odaklıydı. Bense yan dönmüş ona bakıyordum. Kot pantolonumun rahatlığıyla bir bacağımı hafifçe büküp tamamen ona dönmüş haldeydim. “Despina,”

“Efendim?”

“Az önce yaptığım şey kıskançlık olsaydı rahatsız olur muydun?” Konu hem değişmiş hem de değişmemişti aslında. Buna takılmadan, çok da duraksamadan cevapladım. “Olmazdım.” dedim dürüstlükle.

Omuzları gevşedi, kısa bir nefes üfledikten sonra mırıldandı. “Kıskançlıktı. Kıskandım, kıskanmaya da devam edeceğim. Korel’i de herhangi başka bir kişiyi de, deli gibi kıskanabilirim.”

“Niye ki?” dedim şansımı zorlayarak. Yola baktığı için biraz dudaklarımı kıvırmakta sakınca görmemiştim. Beni görmüyordu nasıl olsa.

“Bir nedeni yok, öyle hissediyorum.”

“Belki babam olduğun içindir.” derken sesimde önleyemediğim bir heyecan vardı. Bunu seslendirmeye ve üstüne bir de ondan onay almaya bayılıyordum. Çok mu belli ediyordum acaba?

Camdaki elini direksiyona bırakıp, sağ elini boşa çıkarttı. Ne yapmaya çalıştığını anlamak için zamanım kalmadan yanağım işaret ve orta parmakları arasında sıkışıp çekiştirilmişti. Hissettiğim belli belirsiz acıyla şaşkın şaşkın ona bakakalsam da o yola bakmakla meşguldü.

“Ne yaptın?”

“Makas aldım.”

“Hım?” dedim anlamsızca. Yanağımı kopartmaya çalışmasının açıklaması, durumun kendisinden daha garipti. Sesli bir biçimde gülerken, şaşkınlığımla fazlasıyla eğleniyordu.

‘Makas alma’ terimini bana açıklamayı bitirdiğinde artık bunu anlamlı bulmaya başlamış değildim. Birinin yanağını çekiştirmek hiç mantıklı değildi.

“Çok saçma,” dedim homurdanarak. Ardından sorgulamadan, sonuçlarını düşünmeden onun bana yaptığı gibi yanağını parmaklarımın arasına alıp çekiştirdim. “Bak, çok garip bir şey.”

Sakalları parmaklarımı çizmişti. Elimi geri çektiğimde, babam benim az önceki halimden daha şaşkın görünüyordu. “Ne yaptın sen bana?”

“Ben de makas aldım.” dedim gururla. Başını geriye atarak koca bir kahkaha attı. Çok sık denk geldiğim tepkilerinden biri değildi bu. Üstelik öylesine yakışıyordu ki, denk gelemiyor olduğum için mutsuzdum da biraz.

“Bir sonraki kırmızı ışıkta hatırlat bana,” dediğinde merakla kaşlarım havalandı. “Neyi?”

“Öpeceğim seni, makas almanın cezası olarak.”

“Önce sen aldın!” dedim kendimi hızla savunarak. Bu tepkimi bekliyormuş gibi sakin kaldı. “O zaman önce sen ceza verirsin, öpersin beni.”

Babamın yanındayken bazen -neredeyse her an- onun platonik aşığıymışım gibi hissediyordum. Güzel şeyler söylediğinde ya da ufacık bir temasta kalbim patlayacak gibi atıyor, yanaklarım ısınıyordu. Yine öyle olmuştu. Sıcaklık çöken yanaklarımın kızarmaya da başladığından emindim, yola bakıyor olsa da başımı çevirip kendi camımdan dışarı bakmaya başladım her ihtimale karşı.

Nedense benim bu kaçışıma, az önceki kahkahasının sessize alınmış haliyle tepki verdiğine dair hiç şüphem yoktu.

Evin olduğu sokağa girene dek hiç kırmızı ışığa takılmamış olmamız bir şans mıydı ya da şanssızlık mıydı kararsızdım. Gerçekleşseydi, cidden beni öpecek miydi diye düşünüp durmuştum ancak olmamıştı.

Hem babamda hem Özgür’de bulunan küçük kumandaların açtığı garaj kapısına yaklaştığımızda kapıya varan küçük yokuşu inmeye başlamadan önce, gözüme güvenlik kulübesinin olduğu girişin biraz dışında bekleyen tanıdık yüz çarptı.

Tanıdıktan kastım, o yüzü ikinci kez görüyor oluşumdu. Yoksa tanıyorum diyebileceğim kişiler listesinde bir yeri yoktu tabii.

“Bekle,” dedim direksiyonu çevirmek üzereyken. Bakışları beni buldu. “Ne oldu?”

Bir şey söylemek yerine başımla camdan sağda kalan tarafı işaret ettim. Bakarsa görecekti. Öyle de oldu. Elaları işaret ettiğim yere döner dönmez, binanın bulunduğu araziyi sınırlayan duvarlara sırtını yaslayan bedeni gördü.

Dört gün önce, kapıyı çaldığında karşımıza çıkan kadındı. Meltem…

Siyah saçları sıkıca toplanmış, gözünde kocaman bir güneş gözlüğü varken yüzünün büyük bir kısmı gizlenmişti. Kolları göğsünde kavuşmuş, karşıya bakıyor gibi görünüyordu.

“Ben ana girişten eve girerim, sen konuş istersen.” diye bir öneri sundum içimden her ne kadar gelmemiş olsa da. Babamın dün bana verdiği, gösterince güvenliğin kimseye haber vermesine gerek kalmadan eve çıkabildiğim kartı çantamda tutuyordum.

“Beş dakikaya geleceğim, arabada bekle. Birlikte çıkarız.” Benim bir şey daha söylememe fırsat vermeden arabadan indi. Sağa doğru yanaşıp arabayı kaldırıma yakın bir şekilde durdurduğu için yolu kesmemiştik.

Arabanın önünden dolanıp Meltem’in olduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Adımları ne hızlı ne de yavaştı. Bakışlarımı bir araya gelecekleri noktaya dikmekte bir sakınca görmedim. Sonuçta eve çıkmamı istememişti, burada boş boş durursam çok sıkılırdım.

Seslerini duyabilmem mümkün değildi. Sadece görüş açımdaydılar.

Babamın yanına ulaşmasına bir iki adım kala, Meltem’in başı bu yöne yani babama doğru çevrildi. Hiç beklemeden gözlüğünü saçlarının üzerine çıkarttı. Aralarında biraz mesafe kala babam durmuştu ancak Meltem, mesafeyi hiçe indirmek için bir an bile beklemedi. Kolları hızla babamın boynuna dolandığında biri bedenimi tutup sertçe sarsıyor gibi hissetmiştim.

Sanırım bu, benim ona ufacık bir temasımda dahi on kere düşünüyor oluşuma karşın bir başkasının sıkıca sarılabilmesine olan sıkıntımdandı. Dakikalar önce beni kıskandığını söylemişti bana. Karşılıksız değildi, ben de onu kıskanıyordum. Ancak onunki ortada bile olmayan bir sebeple doğmuşken ben kıskançlığımın kaynağını gözlerimle görüyordum.

Başımı yukarı doğru kaldırdım. Arabanın tepesindeki geniş camlı kısımdan gökyüzüne bakarken fısıldadım. “Mamá?” diye sorar gibi konuştum önce; sanki cevap alabilirmişim, annem bana bir şeyler diyebilirmiş gibi.

(*Anne?)

Gözlerim kapanacakmış gibi kısılırken devam ettim annemle konuşmaya. Aslında ona sesimi duyurduğumu ummaya… “Pós tha boroúses na afíseis ton patéra mou se állous?”

(*Babamı başkalarına nasıl bırakırsın?)

 

~

 

“Bu ne dalgınlık çığırtkan?”

Özgür elini gözlerimin önünde salladığında, sesini de duyabilir hale gelmiştim.

“Efendim?” dedim tekrarlamasını ister gibi.

“Sesleniyorum sesleniyorum duymuyorsun. Kahve yapıyorum, içecek misin diyorum.”

Gözlerim salondaki saate çarptı teklifini duyunca. On olmak üzereydi. Şimdi içersem uyuyamayabilirdim. “İçmeyeceğim, teşekkür ederim.”

“Rica ederim de ne bu suratın senin?”

“Ne?” dedim ellerimle yanaklarıma dokunup. Bir şey mi vardı yüzümde?

“Eve geldiğinden beri sessizsin, bir şey mi oldu akşamki yemeğinizde?”

Özgür, babamın bildiği kadar konudan haberdar mıydı bilmiyordum ancak bence öyleydi. Onun aksine, ben hayatıma dair bir şeyler öğrendiği için gergin hissetmemiştim hiç. Nikolos’la ilgili birbirlerine eş oranda bilgiye sahip isimler eğer yanılmıyorsam, babam, amcam, Özgür ve dedemle sınırlıydı. Evet, bu akşamı Mirza Bey’i ‘dede’ olarak anmaya başlayarak sonlandırmak istemiştim.

Kısacık bir zaman içinde benim için beklediğimden çok daha fazla çaba gösteren bir adama bey deyip durmam mantıklı olmuyordu. Sesli olarak dede demem hemen gerçekleşmeyecekti belki ancak içimden tekrarlayarak kendimi buna alıştırabilirdim.

Başımı iki yana salladım. “Korumamla tanıştım.” dedim kurduğum cümleye kendim de şaşırarak. Hayatımın bir döneminde korumaya sahip olacağımı hiç düşünmemiştim. Ancak İstanbul bana olmaz dediklerimi oldurtma konusunda hiç acımıyordu.

Eve geldiğimde Özgür henüz evde değildi. Babam ve Meltem’in konuşması benim arabada bekleyebileceğim süreyi aşınca daha fazla dayanamamış ve yanlarından onlara bakmamaya çalışarak geçip güvenlikten geçerek içeri girmiştim. Eve çıktıktan bir süre sonra babamın da geleceğini düşünüyorken telefonuma babamdan gelen ‘biraz gecikebilirim, Özgür yarım saat içinde evde olacak’ mesajı bugüne dair olumlu ne hissim varsa yok etmişti.

Özgür gerçekten yarım saat olmadan eve gelmişti. Ancak benim derdim evde yalnız kalmak değildi. Babamın burada olmayışı, daha doğrusu bulunduğu yerdi.

Özgür eve geldiğinde bana bir şeyler sorabileceğini bildiğim için önce duşa kaçmış, devamında da bugün aldığımız kıyafetleri yıkamam gerektiğini söyleyerek bayağı bir süre çamaşırlarla uğraşmıştım. Israr etmeden beni yalnız bırakmıştı.

Yapabileceğim her şey bitince salona geçmiştim. Özgür’ün az önce önümde salladığı eline kadar koltuktan pek kıpırdamamıştım zaten.

“Memnun oldun mu tanıştığına?” derken alaycıydı. Koruma konusuna sıcak bakmadığımı biliyordu. “Oldum,” dedim modumun düşüklüğüne rağmen Özgür’le uğraşma fırsatını çöpe atamazdım. “Çok yakışıklıydı, böyle birini beklemiyordum hiç.”

Yüzü limon yemiş gibi buruştu. “Baban yaşında insanları mı beğeniyorsun kızım sen?”

Koltukta yan döndüm bacaklarımı kendime çekip. “Yirmi altı yaşındaydı.”

“Bula bula bunu mu bulmuşlar?” derken kaşları çatıktı. “Beğenemedin mi?” dedim hiçbir art niyet belirtisi göstermeden.

“Beğendim, tanıştırırsın benimle değil mi?”

Kıkırdadım istemsizce. “Olur.” Son heceyi uzatarak yanıtladığımda Özgür bana ters ters bakıyordu.

“Ben olurum senin koruman, yedi yirmi dört aynı yerdeyiz zaten. Başlarım korumasına.”

“Sabah böyle demiyordunuz ama… Hani her an yanımda olamazdınız, güvende olmam gerekirdi?”

“O sabahtı, bu akşam çığırtkan.”

“Bir dediğin bir dediğini tutmuyor yani…”

“İsteyince atasözleri ve deyimler sözlüğü gibi oluyorsun, maşallah. Biz iki kelime edince ‘o ne demek’ demeyi biliyorsun ama!”

Gülüşüm arttı. Resmen kendi kendine sinirle dolup taşmıştı. “Özgür?” dedim sakince.

“He?” diyerek kibarca(!) yanıtladı.

“Bugüne bir kıskançlık yetti de arttı sana, bunu da ekleyip kendi sınırlarını zorlama bence.”

Kafası karışmış gibi baktı bana. “Başka neyini kıskandım? Göt kadar elbiseleri kabine götürmene enegel oldum diye-…”

Aklımdan çıkan, ancak mağazalardayken beni krize sürükleyen detayı hatırlattığında göz devirdim. “Beni kıskanmadın ilkinde,” dedim. “Mayıs’ın da çakma makma bir sevgilisi olsa dediğimde biraz şey oldun ya hani…”

Duraksadı. Mayıs’la ilgili bir konuya da, karşısında Mayıs’ın olmasına da benzer tepkiler veriyordu. Duruyor, tüm tavrını baştan aşağı değiştiriyordu.

“Boş boş konuşuyorsun, kahve yapıp geleceğim otur burada bekle.” dedikten sonra direkt kalkıp salondan çıkmak için hareketlendiğinde arkasını döndüğü anda sırıttım. Biri Özgür’e asla inandırıcı olmadığını söyleyebilir miydi?

Peşinden koştur koştur ilerledim. “Konuşmamız bitmedi ki!” diye bağıra bağıra mutfağa daldığımda beni gördüğüne bin pişmandı.

Tezgâhtaki herhangi bir boşluğa tırmanıp ayaklarımı sallarken çenemi kapatmamak üzere açtım.

Özgür’le uğraşmak, özellikle de bunu Mayıs konusunda yapmak eğlenceliydi; evet. Ancak kendime itiraf etmem gereken bir gerçek vardı ki, şu an aklımın savunma mekanizması sadece babamın nerede olduğunu unutmak üzerine çalışıyordu. Özgür’le atışmak da bunun en basit yollarından biriydi.

Saat gece yarısına yaklaşırken, Özgür tavuk gibi erkenden uyuma bahanesiyle odasına kaçmıştı. Bu galiba benim hiç susmadan onunla son iki saattir uğraşıyor olmamla yakından ilgiliydi.

Tek başıma evde yapacak bir şey bulamadığımdan tüm uyuma hazırlığımı yapıp, yani üstüme geceliğimi geçirip banyodaki işlerimin hepsini halletmiş halde, salona dönüp televizyona sığınmıştım.

Saçma sapan şeylerle dolu kanallarda gezinirken hiçbir programa ya da diziye tanıdık olmadığım için en az beş dakika kadar izliyor ve sonuç olarak yüzümü buruşturup diğer kanala geçiyordum. Televizyon insanı değildim, ancak şu an başka çarem yoktu.

En son Türkçesini az önce öğrendiğim ceylanların bulunduğu bir kanalda durdum. Belgeselde yavru bir ceylanla ilgili bir şeyler anlatılıyordu. Bir yerlerden yırtıcı çıkması ve ceylanı birkaç lokmada yutması ihtimaline karşı kumandayı elimden bırakmadan gözlerimi ekrana diktim.

Kaç dakika kadar ceylanları izlediğimin farkına varmamıştım ancak dış kapıdan gelen tıkırtıyı duyduğumda saate bakınca neredeyse bir buçuk olduğunu görebildim. Bir saatten fazla süredir televizyonun karşısındaydım ve sanırım yarım saattir de ceylanları izliyordum.

Özgür odasında olduğuna göre anahtarla içeri giren kişinin kim olduğuna dair bir merakım yoktu. Babam gelmişti. Ben geleceğine dair umudumu keseli bayağı zaman olmuştu aslında. Bu geceyi başka bir yerde geçireceğine kendimi inandırmıştım.

Salonun ışığı sönüktü, televizyonun ışığıyla aydınlanmak bana yetmişti. Başımı omuzumun üzerinden kapıya doğru çevirdiğimde babamı bir gölge gibi görüşüm de bu yüzdendi.

“Uyumadın mı sen?” diye sordu şaşkınca. Buraya geldiğimden beri erkenden uyuyup duruyordum, şaşırmasını garipsemedim. Başımı iki yana salladım sadece. Uyumadığım belli oluyordu zaten, bir de sesli olarak dile getirmeme gerek var mıydı?

Ceylanların bir sonraki adımını kaçırmamak için yeniden televizyona döndüm. Su içiyorlardı, önemli bir sahnedeydim.

Kapıda durmaya devam etmediğini, bana yaklaşan adım sesleriyle birlikte anlamıştım.

Salondaki klimayı açmış, serinliğinde donmamak için üzerime koltukta duran ince örtüyü örtmüştüm. Klima kapalıyken çıplak otursam bile sıcaklıyordum çünkü. Örtünün rahatlığıyla geceliğimi umursamadan bacaklarımı koltuğa çıkartıp garip bir biçimde oturabilmiştim. Televizyonun karşısındaki koltukta bu oturuş şeklime rağmen kaplayabildiğim alan kısıtlıydı. Yanımda kalan geniş boşluğa bacaklarını genişçe açıp rahat rahat oturması da kolay olmuştu bu yüzden.

“Ne izliyorsun gece gece?” diye sorduğunda ilk sorusu gibi bunu da cevaplamak için dudaklarımı aralamadım. Bu kez başımla da cevap veremezdim, zaten ekranda ne olduğunu o da görebiliyordu.

Ceylanlar su içmeyi bırakıp yaşam alanlarında amaçsızca gezinmeye başlamışken bir filmin en heyecan verici sahnesiymiş gibi dikkatim tamamen televizyondaydı. Göz ucuyla bile yanımdaki bedene bakmamıştım. Ancak onun bakışlarının benim üzerimde olduğunu görmesem de hissedebiliyordum.

“Sanki biliyormuşsun gibi açıp izlediğin şeye bak… Nasıl tesadüfler bunlar aklım almıyor?”

Ağzının içinde yarı anlaşılır yarı boğuk şekilde bir şeyler söylediğinde dayanamayıp başımı hafifçe ona çevirdim. İlgimi çekebildiği için omuzları gevşer gibi oldu. “Ceylanlara başka hangi isimle seslenildiğini biliyor musun buralarda?”

Başımı iki yana salladım. Nkazélla olarak bildiğim hayvanın Türkçesini kısacık bir süre önce öğrenmiştim. İkinci bir adı olduğunu tabii ki bilmiyordum.

Ona döndüğümde bakışlarında belirgin bir yorgunluk görmüştüm. Sırtı tamamen koltuğa yaslıydı. Biraz kayık şekilde oturduğu için ensesi de koltuğun yumuşak yüzeyindeydi. Biraz yan dönmüş, benim ona baktığım şekilde o da bana bakıyordu. Televizyon tam karşımızdan ışığıyla bizi aydınlatırken elalarını gözlerimi hiç kaçırmadan izledim.

“Ahu…” dedi çok sevdiği bir şarkıyı mırıldanıyormuş gibi yüzünde huzura benzer izler belirirken. “Ahu da ceylan demek.”

Kısacık bir kelimeydi ama kulağa gelişi hoştu. Ya da Timur Akdoğan dilinden döktüğü her ismi kulağa hoş kılan bir büyücüydü.

Bir şeyler daha söyleyeceğinden emindim. Bu nedenle konuşmadım, sadece dikkatle ona bakmaya devam ettim. “Yıllarca kendimi bir kızım olursa adının Ahu olacağına dair bir hayale kaptırıp durdum. Yaş aldıkça bunun gerçekleşmeyeceğine, hayalden öteye geçmeyeceğine inanmaya başladım hatta.”

Belki de hayatım boyunca hissettiğim en bencil iyi ki geçti içimden o anda. İyi ki gerçekleşmedi, dedim. Onu bulmak için buraya geldiğimde bir Ahu’ya sahip olmuş olduğunu görüp öğrenseydim; arkama bile bakmadan kaçacağımı biliyordum. Hayal ettiği o kız çocuğuna sahip olmuş olsaydı, ne kendime ne de ona bir şans vermezdim. Hiçbir zaman onunla büyümüş olan o kız çocuğuyla aynı konuma ulaşamayacağımı bile bile yanında olamazdım.

“Neden olmadı?” diye mırıldandım kuruyan dudaklarımı yavaşça ıslatmaya çalışırken. Önünde nasıl bir engel vardı da, hayal ediyor olduğu halde baba olmamıştı?

“Bilmiyorum,” dediğinde sesi de bakışları da gerçekten bilmiyor olduğunu açık ediyordu. “Küçük bir şüphem bile olmamasına rağmen, belki de içten içe zaten baba olduğumu anlamışımdır. Bir kız çocuğuna sahip olmak hayalim değil, sadece özlemimdi yıllarca demek ki.”

“Anneme çok kızgın mısın?” diye mırıldandım söylediklerinin ağırlığı içime baskı yaparken.

“Kızgın değilim,” dedi beklemeden. Üşümediğinden emindim ama kucağıma serili örtümün ucundan tutup kendi bacaklarına doğru çekiştirdi. Örtü ona kadar uzanmadığında bedenini koltukta bana doğru yaklaştırmıştı. Örtüme uzanma sebebinin bana yaklaşmak için kendince bir bahane bulmak olduğu anlamıştım ama sesimi çıkartmadım. O yapmasaydı ben de benzer açıklıkta bir bahane ile ona yaklaşırdım birazdan. “Ama çok kırgınım.”

“Ben de,” dedim sessizce. Kendince sebepleri olduğunu düşünsem de anneme duyduğum kırgınlığım dinmiyordu, dinemiyordu.

Onun cesareti yine benimkinden hızlı büyüyüp güçlendiğinde bir kolunu koltukla sırtım arasında kalan boşluktan geçirip beni yavaşça kendine doğru çekti. Bedenime olan karşı cins temaslarının tümüne verdiğim tepkiler, özellikle son birkaç günün ardından babam söz konusu olduğunda istisna yaratmakta sıkıntı görmüyorlardı.

Ondan da, dokunuşlarından da hiç korkmuyor; bana zarar vermeyeceğini rahatlıkla kabullenebiliyordum.

Yanağımı omuzuna doğru yaslarken gözlerimi sıkıca kapattım. Aklımda ise sadece merak dolu bir ‘acaba’ vardı. Acaba bir gün Timur Akdoğan’ın Ahu’su ben olur muydum?

 

~

 

“Çok geç kalma olur mu? Biraz heyecanlandım, zor bekliyorum.”

Mayıs’ın abartısına göz devirsem de aynı anda güldüm. “Bir daha ararsan gelmekten vazgeçeceğim, çok istersen kalkıp kendin gelirsin buraya.”

Sınıftaki istisnasız herkesle birkaç kelime edebilecek kadar sosyalliğe sahip ancak hiçbiriyle ‘arkadaş’ sıfatı kazanamayacak kadar içine kapanık kişi olmuştum hep. İlkokuldan beri aynı devam eden düzenim liseye kadar bozulmamıştı. Lisenin ilk yılında bu zinciri kırmaya başlamışken, kısa bir süre sonra annemin hastalığı hayatımın en büyük gerçeği haline geldiğinde ise değil arkadaşlarımı okulu bile yarım yamalak görerek mezun olmuştum.

Şimdi ise, bir hafta kadar önce bir anda bedenime pat diye çarpıp önce fiziksel; ardından karşıma Özgür’ün eski sevgilisi olarak çıkıp mental bir sarsıntı yaratan Mayıs’la arkadaş olmanın eşiğindeydim.

Bana attığı kadar çok mesajı Özgür’e atıyor olsaydı eminim birkaç güne yeniden sevgili olurlardı. Garipsediğim ama bir yandan da sanki olması gerekenmiş gibi hissettiğim kısım ise, benim de ona yanıt verirken hiç çekinmemem ve sıkılmamamdı.

İstanbul’un havasından ya da suyundan mı kaynaklanıyordu bilmiyordum ancak buraya geldikten sonra tanıştığım herkese, daha önce tanıştığım kişilere kıyasla çok daha ılımlıydım.

“Söz verdin, vazgeçemezsin.” diyerek kendinden emin bir tavırla konuştu.

“Ne ara söz verdim ya?”

“Verdin işte, unutmuşsun bak. Ben hatırlıyorum.” Beni kandırıyor olmasına takılmadım pek. “Birazdan çıkıyorum, istediğin bir şey var mı?”

“Sen…” dedi abartılı bir nazlanmayla. Kıkırdadım. “Bu romantiklikleri sakla, kısa bir süre sonra başka birine yaparsın.”

“Kapat Despina ya!” diye cırladıktan sonra telefonu bana kalmadan kendisi kapatmıştı zaten.

Üzerimdeki lila elbisenin sağına soluna aynadan bakıp nasıl durduğunu anlamaya çalışırken elimi kumaşta gezdirdim. İki gün önceki alışverişte aldığım elbiselerden biriydi. Özgür ‘böğrün üşür’ diyerek beynimi yaktıktan sonra böğrün diyerek neyi kastettiğini açıklamış ve ardından benden kocaman bir oflama kazanmıştı. Sonuç olarak elbise üzerimdeydi işte.

Mayıs’ın sabırsızlanması beni de acele ettirdiğinden, henüz mesajıma dönmemiş olan babamı direkt olarak aramaya karar verdim. Telefon iki kez çaldı, üçüncüde de açıldı.

“Efendim?”

“Meşgul müsün?” diye sordum dudağımın kenarını ısırırken.

“Önemli değil, bir şey mi oldu? Dinliyorum seni.” Sakince yanıtladığında çocuk gibi eteğimin ucuyla uğraşmaya başlamıştım aynanın önünde. “Dışarı çıkarsan haber verirsin demiştin ya, mesaj attım sana. Ama görmeyince…”

“Özgür’le mi çıkıyorsunuz?”

“Yok,” dedim görebiliyormuş gibi başımı sallarken. “Özgür evde değil zaten, ben tek çıkacağım.”

“Despina…” dedi devamında sıkıntıyla iç çekerek. “Tek çıkmaman konusunda anlaşmadık mı güzelim? Korel’i arıyorum, nereye gideceksen o gelsin seninle.”

Dünden önceki akşam tanıştığımız Korel ile, dün bir iletişimimiz olmamıştı. Bunda, babamın ve Özgür’ün başka birini -daha yaşlı birini- bulmaya bir süre çabalamış olmaları da etkiliydi. Ancak polis güvenilirliğinde birine ulaşmaları elbette mümkün olmamıştı.

“Aramasak,” dedim sessizce mırıldanıp. “Gerçekten garip geliyor öylece bana eşlik edecek olması. Çok dikkatli olurum ki ben.”

Her ne kadar onları sinir etmek eğlenceli olduğundan ilk akşam Korel’in korumalığını kabul etmiş görünsem de dün ve bugün fark etmiştim ki bu durum benim açımdan çok garipti.

“Bir kez deneyecektin hani, rahatsız hissedersen başka bir çözüm yolu bulacaktık birlikte.” Yatağımın ucuna doğru oturup dudaklarım bükülmüş halde bekledim. Bu sırada babam pes etmeden beni ikna edebilecek kuvvetteki konuşmasına devam ediyordu. “Anlaştık mı? En ufak bir sorunda beni ara, en kısa sürede yanında olurum. Güveniyor musun bu konuda bana?”

“Güveniyorum,” dedim kısıkça.

“Aferin sana,” diyerek tebrik ettiğinde güldüm. Bebek miydim?

Babam Korel’i arayacağını, ayrıca bana ulaşabilmesi için numaramı ona vereceğini söyledikten sonra telefonu kapattık.

Beş dakikadan kısa bir süre sonra elimden henüz bırakmadığım telefonum çalmaya başladı. Kayıtlı olmayan numaranın Korel’e ait olduğu belliydi. Derin bir nefes alıp açtım. Açtığımda ben henüz konuşmadan karşı taraftan onun sesi gelmişti.

“İyi günler Despina Hanım,” İki günde değişen bir şey olmamıştı. Sesinde de sözcüklerinde de kibarlık hakimdi.

“İyi günler,” dedim biraz çekinerek. Ona yük oluyormuşum gibiydi. Bana eşlik etmesi için amcamın onun kafasına silah dayadığını sanmıyordum ama yine de hiç tanımadığım birine sorumluluk yükleme fikri ilginçti.

“Babanızla konuştum az önce, yirmi dakikaya adreste olurum. Ulaştığımda mesaj atarım evden çıkarsınız.”

“Tamam,” dedikten sonra bir nefeslik süre bekledim. Ardından dudaklarımı yeniden araladım. “Başka bir işiniz var mıydı? Son anda haber verildiği için üzgünüm.”

“Görevim size eşlik etmek, başka bir işim olup olmaması önemli değil. Görüşmek üzere.”

Net bir açıklamanın ardından konuyu direkt kapattığında biraz şaşırsam da son iki kelimesini tekrar ettikten sonra telefonu kapattım.

Dakiklik konusunda tahmin ettiğimden çok daha sıkıydı. Tam olarak on dokuz dakika sonra telefonuma aşağıya inebileceğimi belirten bir mesaj almıştım az önce kaydettiğim numarasından.

Oyalanmadan ayakkabılarımı giyip evden çıktığımda güvenlikten geçene dek beş dakikadan fazlasını geçirdiğimden emindim. On altı kat inmek, özellikle asansör bulunduğunuz kata yakın bir konumda değilse işkenceden beterdi.

Nasıl bir arabada olacağını, daha doğrusu bir arabada mı olacağını dahi bilmiyordum. Ancak demir kapıdan çıktığımda hemen sağda, gri bir arabanın ön tarafında yarı oturur biçimde beklediğini gördüğümde soruma cevap almıştım.

Beni gördüğünde ölçülü bir gülümsemeyle doğruldu. Normalde durup dururken gülümseyen biri değildim ancak sanki karşılıksız bırakırsam da Özgür’e söyleyip durduğum ‘ayı’ ben olacaktım. Hafifçe dudaklarımı hareketlendirdim.

Ön yolcu koltuğuna ait kapıyı açtığında binmem için fazla beklemesin diye geçip oturmuş olsam da şaşkındım. Böyle bir jeste gerek yoktu. Kapımı açabilirdim. Sürekli gülümseyip, böyle davranmayı sürdürecek olursa bir randevuda olduğumuzu düşünmeye başlayacaktım.

“Teşekkür ederim,” dedim gözlerimi yukarıya doğru kaldırıp ona bakarken. Kapıyı yavaşça kapatmadan önce rica etmişti.

Sürücü koltuğuna geçtiğinde arabayı çalıştırmadan önce bana baktı. “Nereye doğru gideceğiz?”

Mayıs’ın attığı konum dışında hiçbir yön bilgisine sahip değildim. “Konumu atıyorum size şimdi.” Çantama attığım telefonu çıkartmak için hareketlendim. “Daha az diken üstünde hissettirecekse, sizli bizli konuşmanıza gerek yok. Benim için sorun olmaz.”

Diken üstünde hissetmenin ne demek olduğunu cümlenin gidişatından anlayabilmiştim. “Fark etmez,” dedim omuz silkip. Bu sırada konumu ona iletmiştim. “Attım konumu, gidebiliriz.”

Siz deme konusunu sanırım onun beklediğinden daha hızlı kestirip atmıştım. Küçücük bir an bunun afallamasını yüzünde gördüm ama toparlanması uzun sürmedi. Ön paneldeki tutacağa asılı telefonundan attığım konumu açtığında kemerimi takıp arkama yaslanmıştım.

Sessiz bir yolculuk olacağını düşünüyordum. Telefon ekranında görünen yarım saatlik sürenin ilk yarısı geçene dek öyle de olmuştu. Sadece henüz ana caddeye çıkmadan, evin yakınındaki bir tatlıcıdan Mayıs’a götürmek üzere kurabiyeler aldığım sırada küçük bir diyalog yaşamıştık.

Varış noktasına az kala, gözleri birkaç saniyeliğine beni buldu. Devamında yeniden yola dönmüştü. “Kaç yaşındaydın?”

Aniden sormasını biraz garipsesem de yanıt vermekte sakınca görmedim. “On dokuz.”

Kaşları kısa bir an havalandı. Yeniden ifadesi normalleştiğinde neden yaşıma böyle bir tepki verdiğini, bir sonraki cümlesinden anlamıştım. “Daha büyük görünüyorsun.”

Bana sunduğu ‘siz diye hitap etmeme’ teklifini kendisi çok hızlı uygulamaya koymuş görünüyordu. Biri yaşından büyük görünüyorsun dediğinde nasıl tepki verilirdi? Teşekkür mü edecektim yoksa ret mi?

Ne tepki vereceğimi düşünürken sessiz kalma sürem uzayınca, tepkim sessizlik olmuştu. Bu boğazını hafifçe temizler gibi öksürüp yeniden konuşmasına yol açtı. “Pardon,” dedi göz ucuyla bana bakıp. “Saçma oldu böyle bir şey söylemem.”

“Sorun yok,” dedim sadece. Biraz garip hissetmiştim ama verdiği zararsız enerji dolayısıyla bunu sorun etmemiştim gerçekten.

Kısa bir süre sonra araba yavaşladı. “Burası konumdaki adres.”

“Teşekkür ederim,” dedikten sonra kapı koluna uzandım. Aynı hareketi o da yapınca bakışlarım onu buldu. O da mı geliyordu? Bakışlarımdan soru işaretlerimi anlamış olacak ki konuşmaya başladı. “Güvenli bir yerde olacağından tamamen emin olmak zorundayım. Şoförlüğünü yapmaktan daha fazlasını yapacağıma dair sözüm var, Emre komiserime.”

Bu sözün kapsamında benimle birlikte arkadaşımın evine girmek var sanıyorsa, yanılıyordu. Duyduğum en saçma şeydi. “Arkadaşımla oturuyorken evde bizimle mi bekleyeceksin?”

Gülecek gibi oldu. “Hayır, sadece içeri girdiğin ana dek eşlik edeceğim. Evde seni ne bekliyor, görmem gerekiyor.”

İtiraz edebilirdim. Belki de etmeliydim ancak ne pes edecekti ne de zaman kaybetmek bana bir şey kazandıracaktı. İçeri girmediği sürece kapıya kadar gelmesinin bir zararı yoktu sonuçta.

Arabadan indiğimde ben kapıyı kapatana dek o da arabanın önünden dolanıp yanıma gelmişti. Bakışlarının etrafta gezindiğini görüyordum. Bana İstanbul’da olmadığı söylenen Nikolos’un bir yerlerden çıkabilme riski nasıl olabilirdi?

Ya Korel fazla şüpheciydi ya da babam ve dedem benim daha az stres altında olmam için bir yalana birlikte imza atmışlardı. İlk seçeneği kesinlikle tercih ederdim ancak ikinci seçeneğin yüzdesi de düşük değildi.

Mayıs’ın attığı konum bizi en yükseği 4-5 katlı görünen lüks binaların bulunduğu bir caddeye getirmişti. Birbirinden bağımsız binalar vardı ancak ortak özellikleri dışarıdan belirgin olan görkemleriydi. Bina numarasını, hatta kat ve daireyi de mesajda belirttiği için zorlanmadan gideceğim yönü bulabildim.

Korel arkamda ya da önümde değil, tam yanımda ilerliyordu. Girişine ulaştığımız binada, daire numarasını tuşlayıp zili çaldıktan sonra Mayıs’ın kapıyı açması için beklemeye başladım. Kapıdan kulak çınlatan bir ses gelmiş ve açılmıştı. Korel ben uğraşmadan tek eliyle kapıyı itip rahatlıkla açtığında önden geçmem için bekledi.

“Yukarı da gelecek misin, binaya girdik?” dedim son kez şansımı deneyerek. Mayıs’a ilginç bir sürpriz olacaktı yoksa.

“Geleceğim.” demekle yetindi. Giriş katta olan asansöre bindiğimizde en üst kat olduğu panelden anlaşılan, beş yazılı tuşa bastım.

Asansörün genişliği sayesinde arkaya doğru kaçarak Korel’e fazla yakın durmama konusunda sorun yaşamamıştım. Babama ya da Özgür’e yakınken artık neredeyse hiç tedirgin olmuyor olmam herkes için aynı şeyin geçerli olmaya başladığı anlamına gelmiyordu.

Asansörün kapısı açıldığında ben inemeden Korel indiği için, çıkıp sağa doğru baktığımda Mayıs’ı şok içinde bulmuştum. Şaşırmakta sonuna kadar haklıydı. Yalnız kaldığımızda bir şekilde açıklayacaktım durumu ama şu an sırası değildi.

“Despina?” dedi sorar gibi. Kaşlarımı anlamasını umarak olabildiğince yukarı kaldırdım. Daha ayrıntılı bir soru sormaması gerekiyordu. Dudaklarını birbirine bastırdı, konuşmadı. İfademle anlaşabilmiş olmamız iyiye işaretti.

“Tamam değil mi artık? Her şey yolunda Korel.”

Mayıs’a doğru yaklaşıp, Korel’e baktım. Artık gidebilirdi sanki.

“Öyle görünüyor,” dedi başını sallayarak. “Ben yakınlarda olacağım, döneceğinde ya da öncesinde herhangi bir sorun olursa telefonla ulaşırsın.”

Başımı salladım hızlıca. Korel arkasını dönmek üzereyken birden kulağıma tok bir ses doldu. Evin içinden, belli ki çok da yakın olmayan bir noktadan geliyordu.

“Mayıs!” diye seslenen hafif boğuk sesin sahibini tanıyorum denemezdi ama kim olduğunu anlayabilecek kadar da bilgim vardı.

Evde yalnız olduğunu söyleyip beni gelmeye ikna eden Mayıs’a gözlerimi kısarak baktım. Sevimlice sırıttı. Eğer ses çıkartsaydı ‘ehehe’ diye güleceğinden emindim.

Mayıs’a seslenen isim, Pars’tı. Cevap alamadığı için adım sesleri gittikçe yaklaşıyor olan da, sesini duyduğumuz kişi de oydu.

Korel’i asansör tuşuna basıp kapıyı açmaktan alıkoyan da o olmuştu hatta. İçerideki kişinin kim olduğunu anlamadan gitmeyeceği açıkça belliydi. Pars’ın da kapısında tanımadığı etmediği birini bulunca çok keyifleneceğini sanmıyordum.

Kurabiye kutumu da alıp burayı terk etmek, biraz sonra oluşacak muhtemel karmaşadan kaçmak istiyordum.

Saniyeler içinde Mayıs’ın arkasında beliren yarı çıplak koca bedene ait açık mavi irisler, benim mavilerimle çarpıştığında ise kaçış planı için biraz geç kaldığım kesinleşmişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm