Gözyaşı Kadehleri 8.Bölüm

 8.BÖLÜM



“Sapağı kaçırdın,” diye mırıldandım. “İleriden dönersin.”

Yaklaşık yirmi dakikası geride kalan araba yolculuğu sanırım bugüne kadarki en hevesli olduğum yolculuklarımdan biriydi. Beni Avcıoğluların evinden kurtaran, kendi evime ulaştıracak olan araba her ne kadar Cevahir’e ait olsa da buna bir yarım saat daha katlanabilirdim.

Merdiven boşluğunda yaşananların ardından -Cevahir benim dudaklarıyla sarsılmayan tavrıma düşman kesildikten hemen sonra- aşağıya döndüğümüzde ben uzun bir süre daha bu işkencenin süreceğini düşünmüştüm. Fakat hiç yerleşmeden küçük bir vedanın ardından Cevahir tarafından arabasına yönlendirilmek benim için tatlı bir şaşkınlık olmuştu.

“Hangi sapak?” diye sorduğunda başımı omuzuma doğru yatırıp ona baktım. “Evime gidiyor olan yola bağlanan sapak, yolu bilmiyorsan telefondan yardım almaya ne dersin?”

Duraksadı. Gözleri yoldan ayrılmamıştı ama küçük bir afallama yaşadığını fark edebildim.

Yolu karıştırdığının farkında değildi. Dalgınlığının sebebini sorgulamadım. Son bir iki saat içinde yaşananların benim kadar onu da sarsmış olması öyle çok olağanüstü sayılmazdı. Sadece o, bana oranla bu sarsılmışlığını sözcüklere ya da ifadelere dökmek yerine içine gömüyordu.

Bir hafta kadar önce biri karşıma geçip ‘Cevahir Avcıoğlu’nun ailesiyle tanışacaksın ve bu seni o adama daha farklı bakmaya itecek’ demeye niyetlenseydi cümlesinin yarısında boş konuştuğunu düşünerek yanından ayrılırdım. Oysa bu akşam tam olarak bunu gerçekleştirmiştim.

“Yolu biliyorum,” dediğinde bir şey söylemedim. Kaçırdığı sapağın bize fazladan birkaç dakika kaybettirmekten başka zararı yoktu zaten.

Saat neredeyse on biri bulmuşken hava tamamen karanlık, yollar ise akşama oranla biraz daha boştu. Akıp giden yolu izlerken dirseğimi sağımdaki cama doğru yaslamış, yanağımı da avuç içime yapıştırmıştım.

“Pazartesi nikâh için gereken testler için kan vermen gerekiyor. Sabah odana çıkmadan halledersin.”

Sabah gelirken iki simit alırsın demiş gibi rahat oluşuna karşı dişlerimi birbirine bastırdım sertçe.

“Bu iki haftadan kısa sürme konusu bir şakadan ibaret değil mi? Benim sinirlerimi daha fazla bozmak için yapıyorsun.”

“Gayet ciddiyim. En geç Nisan’ın ilk haftasına gün almış olurum. Detaylarla ilgilenmesi için bir organizasyon şirketi ile anlaştım, istediğin bir şey olursa-…”

“İstediğim tek şey bu saçma kâbustan uyanmak, Cevahir. İnan bana bir köpek kulübesinde düğün yapmaya çalışman dahi umurumda olmaz.”

Bugün Mart’ın 19’u sonlanıyordu. Bahsettiği tarih o kadar yakındı ki…

Sessiz kaldı. Sesim nasıl çıkmıştı bilmiyordum ama üstelemedi. Sanırım bu akşam sabrımın tüketilebilecek tüm zerresini bitirdiğini anlamıştı.

Araba artık daha tanıdık yerlerden geçmeye başladığında eve yaklaştığım için biraz da olsa huzurluydum. Bu huzur Cevahir yeniden dudaklarını aralayana dek sürebilmişti.

“Annenle konuştun mu?” diye sordu aniden.

Üstümdeki elbisenin göğüs kısmı açıktı. Derin bir açıklıktı bu ve kalbimin tökezlediğini görebilecekmiş gibi ödüm kopmuştu.

Haberlerin yayılmasının bana birden çok geri dönüşü olmuştu. Rahatça etrafta dolanamıyor, hastanede tüm bakışları üstüme çekiyor ve her an yanımda olan yakın arkadaşımla tek kelime edemiyordum. Bütün bunların yanında, sanki diğer kısımlar yetmiyormuş gibi, hayatımda hiç olmadığı kadar çok kez annemin iletişim kurma isteğiyle karşı karşıya kalmıştım.

Ayda yılda bir kez, belki bir şey söylemesi gerekirse telefonunda adımı bulan Gülden Öcal’ı beni aramaya ve aramaların neredeyse tamamını yanıtsız bıraktığım için ‘konuşabilir miyiz’ içerikli mesajlar atmaya iten bir sevgilim olmasıydı.

Yayılan haberlerin içeriğinde çoğunlukla ‘evlilik’ fikrinin geçmesinin altında Cevahir’in imzası olduğundan emindim. İstese o haberlerin h’sinin kalmayacağını bildiğim gibi içeriklerini de düzeltebileceğini biliyordum tabii. Ama işine gelen buydu. Medyanın yakın bir zamanda gelecek olan evlilik haberine şokla değil, çoktan alışmış olarak tepki vermesini istiyordu.

“Neden soruyorsun?” diyebildim sadece.

“Benimle tanışmak isterse-…” diye başladığında devamını getirmesine izin vermedim. “İstemez.”

Bir an kendi kendime koca bir düşünce balonunun içinde kayboldum. Eğer gerçek bir evlilik yapıyor olsaydım, annemin hayatımı birleştireceğim adamla tanışmasını ister miydim?

“Peki,” dedi. “Düğünde tanışmamız sorun olmayacaksa, benim için problem yok.”

“Düğüne onu çağırmam gerekiyor,” diye mırıldandım kendi kendime. Bu, şu ana dek aklıma gelmeyen ve gelmemeye devam etmesini dilediğim bir gereklilikti.

“Ne?” gibi bir ses çıkarttı. Ağzımın içinde yuvarladığım sözcükleri duyamamıştı.

“Yok bir şey,” dedikten sonra koltukta aşağı doğru kaydım. Olduğum yerde küçülmek ve bu şekilde kaybolabilmek istiyordum.

Bu akşam Cevahir Avcıoğlu’nun annesi ile tanışmıştım. Ona olan bakış açımı yerinden sarsmıştı bu tanışma. Şartlar tersine dönse ve o benim annemle tanışsa ne yaşanırdı?

Cevahir de bana bambaşka bir noktadan mı bakmaya başlardı?

Kendime olan sorularımın sonu gelmek bilmedi ama yolun sonu bir şekilde geldi ve araba evimin önündeki kaldırıma yakın bir konumda durdu. Sık araba geçen bir yol değildi ancak yolun ortasında durup inmemi beklemek yerine bulduğu bir boşluğa arabayı düzgünce park etmişti.

“İyi geceler,” diye mırıldandım kapıya uzanırken. Ona dönme gereği duymamıştım. “Seray?” diye seslendiğinde henüz yere basmadığım ayaklarım arabadan sallanıyorken omuzumun üzerinden geriye baktım. “Hım?”

“Geçen geceki şaraba benzer bir şaraba ihtiyacım var. Zihnimi boşaltacak kadar kuvvetli güzellikte bir tada…”

Gülümsedim. “Bu yolu takip et, sonra sağa döndüğünde bir tekel bayii ile karş-…”

“Ne istiyorsun?” diye sordu. “Karşılığında istediğin neyse yapacağım.” der demez koltukta hızla ona dönüp dudaklarımı aralayacakken devam etti. “Hayır evliliğin iptalini istemen buna dahil değil.”

Omuzlarım üzgünce düştü. “Ama…”

“Aması yok, doktor.”

Ters ters baktım. “O zaman zıkkımın kökünü bul ve iç Avcıoğlu. Evimden de şaraplarımdan da uzak dur.”

“Güzel,” dedi sakince. “İnsan gibi öneri sunduğumda beni tırmalamaktan başka bir şey yapmıyorsun. Zordan anlıyorsun değil mi? İçten içe istediğin bu.”

Kapısına uzanıp açtı ve arabadan indi. Kapıyı kapattığında ben şaşkınlıkla kapanan kapının camına bakmaktaydım. Arabanın önünden dolandığını göz ucuyla gördüm, hemen ardından benim açık bıraktığım kapıma vardı.

Bedenimi sağa doğru çevirdim. “Ne yapıyorsun?”

“Davetsiz misafirin oluyorum, davet edecek kadar ince bir kadın değilsin.”

“Sen sıyırmışsın,” dedim başımı iki yana sallayarak.

“Her ne haltsa, in hadi. O çivilerin üzerinde nasıl duruyorsun bilmiyorum ama ayak bileklerin arabamdan inerken ikiye kırılacak kadar ince.”

Bana uzattığı eline bakarken topuklularımın ve bileklerimin fazla ince olduklarına dair aynı anda söylenmesini umursamadım.

“Senin gibi insan irisi olmamı mı beklerdin?” diye sordum.

“Hayır,” dedi sakince. “Öyle olsa da umurumda olmazdı gerçi ama böyle yanımda çeyreğim kadar kalman keyif verici.”

“Keyfin batsın,” diye mırıldandım. Arabadan inerken gerçekten bileğimi burkabileceğim için direnmeden tırnaklarımı avucuna geçirerek elinden destek aldım.

Arabadan indiğimde elimi ondan direkt çekmiştim. Çantamı tek elimle taşıyamıyormuş gibi iki elimle birden tutup karnıma doğru bastırırken bina kapısına doğru ilerledim. Benim küçük adımlarıma arabayı kilitleyip yetişmesi en fazla birkaç saniyesini almıştı.

Kapıyı itip içeri girdiğimde asansöre yönelmeden önce zihnimin ışıklarını kapattım. Düşünmeye ara vermeli, belki de uzun bir süre bu yetiyi hiç kullanmamalıydım. Böylece şu an tok adımlarla arkamdan gelen ve az sonra evime girecek olan yabancının varlığını unutabilir, buna daha az dertlenebilirdim.

Asansörün çok geniş olmaması, kendi kokuma aşina olan burnumun bana lavanta yerine onun kokusuyla dolu nefesler aldırmasına yol açmıştı.

Kokusunu, daha önce de yapamadığım gibi, net bir şeyle tarif etmek çok zordu. Sadece güzeldi işte. Ne ağır ne de fazla hafif sayılamazdı. Adını bilmediğim baharatlar ve ateş birbiriyle karışıyormuş gibi kokuyordu. Parfümünün adını sormak ve notalarını araştırmak bir seçenekti ancak henüz o kadar çıldırmamıştım.

Asansörün kapıları açılmaktayken ben de çantamdan anahtarımı bulup çıkarmakla oyalanmıştım. Geride durmama rağmen asansörden önce benim inebilmem için bekledi. Önünden adımladığımda onun arkamdaki varlığını buram buram hissedebiliyordum.

Anahtarı kilide takıp çevireceğim sırada koridorun karşısından anahtar sesleri geldiğinde içimden bolca saydırmıştım.

Leman Hanım gerçekten sapık gibi kapının önünde koridoru dikizliyor olabilir miydi?

Cevahir’le aynı anda sese refleksle döndüğümüz için Leman Hanım kapıyı açtığında basılmış gibi duruyorduk.

Bu saatte nereye gittiği hakkında bir fikrim yoktu ama elinde çantasıyla evden çıkıyor gibi görünüyordu. “Ay iyi akşamlar,” diye hevesle konuştuğunda dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. “İyi geceler Leman Hanım,” dedim bastırarak.

Akşam mı kalmıştı? Gecenin körüydü.

“Çok şıksın Seraycığım, önemli bir akşamdı herhalde.”

Omuzlarım gerildi. Ağzımı ters bir şeyle açacağımı hissederek mi yoksa tesadüfen mi bilmiyorum ama Cevahir bir avucu bel boşluğuma yaslanacak şekilde beni tutup kapıya çevirdi. “Açsana artık kilidi bebeğim, yorgunsun ayakta kalma daha fazla.”

Leman Hanım’a ‘sussanız da eve girsek’ mesajı veren cümlesinin ardından hızla kilidi açtım. Kapıyı geriye doğru ittiğimde Cevahir kendini babasının eviymiş gibi içeri atmıştı. Ben de içeriye doğru adımlayıp kapıyı kapatmak için mecburen geriye doğru dönmüş oldum.

Leman Hanım’ı sinirli ya da küskün bulacağımı düşünmüştüm ama otuz iki diş gülüyordu. Benim döndüğümü fark ettiğinde gülüşünü hızla sakladı. “Ben tutmayayım sizi tabii, kusura bakmayın.” Apar topar asansöre yönelip tuşa bastı. Bizim gelişimizden sonra henüz kattan ayrılmayan asansör kapısını direkt aralamıştı. Kapılar kapanıp kadın gözden kaybolurken ben de sabır dilenerek evin kapısını sertçe kapattım.

“Rahatına bak ya, kendi evin gibi!” diye alayla seslendim çoktan banyoma dalmış olan Cevahir’e.

Şaka gibi bir adamdı. Tek sorun şaka yapacak bir adam olmamasıydı. Şakadan farksız ama gerçekti…

Söylene söylene odama ilerledim. Çantamı bir kenara fırlattıktan sonra ilk uzandığım yer makyaj masam oldu. Yüzümdeki makyaj çok ağır değildi, çok uzun saatlerdir yüzümde de kalmamıştı ama sanki şu an her şey beni irrite edebilecek kadar sinir bozucuydu ve makyajım da bu şeylerden biriydi.

En sona bıraktığım gözlerime iki ayrı ıslak pamuk parçasını bastırıp bekledim. Gözümü çekiştirmek yerine böyle beklemek daha akıl kârıydı benim için.

Etrafı göremesem de odama ulaşan adım seslerini duyabiliyordum. Bu nedenle kapımda dikiliyor olan Cevahir’in farkındaydım.

“Bir şey mi lazım?” diye sordum. Banyoda ihtiyacı olabilecek ıvır zıvır her şey vardı aslında.

“Ne yapıyorsun?” diyerek soruma soruyla yanıt verdi. “Sence?”

“Gözlerini kör etmeye çalışıyorsun,” derken sesi hayret içeriyordu.

Dayanamayıp güldüm. Yeterince pamukları gözümde tuttuğuma karar verip bastırarak pamukları gözümden çektim. Kendime gelmek için gözlerimi kırpıştırdığımda gözüme kaçan temizleme suyu canımı yakmıştı. Yüzüm acıyla buruşmuş halde ona doğru döndüm. “Makyajımı çıkarıyorum, daha önce buna şahit olmamış olamazsın.”

“Nerede şahit olacağım?” diye sordu. “Her akşam eve gidince gözlerimden siyah sıvılar çıkarttığımı mı düşünüyorsun?”

Oturduğum puftan kalktım. Banyoya doğru gidecektim ama bunu yapabilmek için kapıda duran bedenini aşmam gerekiyordu.

“Hayatına almak için genelde makyaj yapmayan kadınlar mı arayıp buluyordun?” diye sordum amaçsızca. Cevahir’in adının kimseyle anılmadığı konusuna gerek medyanın abartısı gerek Ceylin’in anlatımlarıyla aşinaydım. Ancak bu otuzu aşmış bir adamın daha önce ilişkisi olmadığına inanmamı gerektirmiyordu.

“Hayatıma girip çıkan kadınların ne yapıp yapmadığıyla aklımı hiç yormadım,” derken rahattı.

“Sığ bir adamım diyorsun yani?” dedim abartılı bir sevinçle. “Ne kadar tatlıymış.” İfademi hızla normale çevirip yeterince ruh hastası göründüğümden emin olmuştum.

“Önüme çıkan her kadına tüm derinliğimi göstermek yerine sığ adam olmayı tercih ediyorum, önyargılarınla savaşmayı öğren doktor.”

Son birkaç sözcüğü daha kısık ve daha boğuk şekilde söylemesinden haz etmemiştim. Bunun beni rahatsız hissettirmesini şu an fazla yakınında olmama bağlayarak omuzumu koluna sürterek de olsa yanından hızla geçtim.

Banyoya doğru ilerleyip yüzümü yıkamakla uğraşırken birkaç dakika geride kalmıştı. Kalın peçeteyi yüzüme bastırırken aynadan kendimi izliyordum. Aniden gözlerim şimdiye dek hiç ağırlığını hissetmediğim parlayan yüzüğe takıldı. Eve gelir gelmez elimden çıkarmam, hatta arabaya bindiğimde ilk aklıma gelenin bu olması gerekirdi.

Yüzüğü estetik olarak beğendim diye benimsemeye mi başlamıştım? Aptallığıma doyum olmuyordu.

Yarı kuru yarı nemli yüzümü umursamadan peçeteyi buruşturup çöpe attıktan sonra yeniden odama yöneldim. Cevahir geri döneceğimden emin bir biçimde olduğu yerden kıpırdamamış, omuzu kapıya yaslı şekilde odamın girişinde beklemeyi tercih etmişti.

“Salonun yerini bildiğini düşünüyorum, burada dikilecek misin böyle?”

Yanından bu kez daha kolay -ona sürtünmeden- geçebildiğim için rahat bir nefes aldıktan sonra masama yaklaştım. Kulağımdaki küpeleri çıkartırken aynadan kendimi izliyor görünsem de kapıyı da görebildiğim için göz ucuyla Cevahir’e bakıyor olduğumu inkâr edemezdim.

Küpeleri masadaki küçük porselen tabağa bıraktığımda çıkan sesle birlikte Cevahir’in sesi de kulağıma doldu.

“Sevdim burayı.”

Verdiği cevabın böyle bir şey olmasını hiç beklemediğim için duraksadım. Bunu uzun tutmadan bu kez elimi kolyemin klipsine doğru uzattım. Takarken bana sorun çıkartmayan uzun altın kolye açarken direniş gösterdiğinde dudaklarımdan sıkkın bir nefes döküldü.

Kendimi delirtmek yerine Cevahir’e doğru gittim. “Burada durman bir işe yarasın o zaman, kolyemi açar mısın?”

Sırtımı ona doğru çevirip saçlarımı tek omuzumdan önüme doğru çekerken dümdüz karşıya bakıyordum.

“Eve gelince üstündeki takıların tümünü çıkartıyor musun?”

Parmakları enseme sürtünürken sesi kulağıma yakın bir yerde doğduğu için irkilir gibi oldum. Kolyenin zincirini kavradığında kolyeden çok tenime dokunuyordu.

“Evet,” dedim. “Genelde öyle yapıyorum.”

“Yüzüğü de çıkartacak mısın?”

Klipsi açtığını hissettim. Ancak ne ben hareket ettim ne de o işinin bittiğini dile getirdi. Sırtım ona dönük, göğsünün biraz önünde durmaya devam ederken kendimi fazla ısınmış hissettim.

Sağ elimi istemsizce hafifçe kaldırdım. Elim ikimiz için de görünür hale geldiğinde onu göremesem de kahve irislerinin parmağıma çevrildiğinden emindim.

“Çıkartmamı mı istiyorsun?” diye sordum sakin kalmaya çalışarak.

“Çıkartmamanı istediğimi biliyorsun, benim neyi isteyip istemediğimi bilecek kadar beni okuyabiliyorsun. Sadece bu yeteneğini reddetmek işine geliyor Seray.”

Kolyenin göğsüme doğru sarkan ucunu sol avucumla sıkıca kavrayıp öne doğru çektim. Onun sıkı tutmadığını elime direkt gelen zincir sayesinde anlamıştım. Kolyeyi avucumda sıkarak ona döndüm.

Başımı geriye atarak yüzüne baktığımda banyoya gitmeden önce çıkarttığım topukluların yokluğuyla boyum doğal haline döndüğünden önümde bir gökdelen varmış gibiydi.

“Kimse yokken bu yüzüğü takmam neden umurunda olsun?” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. “Evimde kimse yokken yüzüğünü parmağımda taşımamdan ne kazanacaksın?”

“O kopkoyu kahveye boyalı badem gözler parmaklarını her bulduğunda beni hatırlayacak olmandan büyük bir zevk alacağım, inan bana bundan daha büyük bir kazanç edinebileceğimi düşünmüyorum.”

İrislerimi tarif etme şekline dalmamaya çalıştım. Göz renklerimiz aynıydı temelde ama benim gözlerim çok koyu bir kahveyken onun irisleri en ufak ışıkta apaçık bir kahve olabilecek kadar hassastı.

“Manipülasyonlarınla beni avucunun arasında tutmaya çalışıyorsun sadece.” dedim toparlanarak. Yakınımdayken ve sesini bu tonda tutarken ikna gücünün bilmem kaç kat fazla olduğunu ona haykırmayacaktım elbette ama en azından beni kandırmaya çalıştığının farkında olduğumu bilsindi.

“Avucumun içindesin zaten. Benden kaçabileceğin tek bir çıkış kapısı bile bırakmadım sana. Neden daha fazlası için çabalayayım?”

Gözlerimi olabildiğince yavaş şekilde birkaç kez kapatıp açtım. Bu süre boyunca dudaklarımdan hiçbir şey dökülmedi. Bakışları gözlerimdeki hareketliliği takip ederken keskindi.

“Neden?” diye mırıldandım. “Benimle ilgili tahmin ettiğimden daha çok şey bildiğinden eminim, buna rağmen neden ben? Bana karşı bu kadar acımasız bir adam olmayı seçmenin nedeni ne?”

Beni kapana kıstıran sırrı bilişi, arabadayken annemi soruşu ve aldığı cevabı sorgulamaması… Hepsi birleşip tek bir yola çıkıyordu. Cevahir beni, benim sandığımdan daha fazla tanıyordu.

“Çünkü bu evcilik oyunu öyle çocukların kurduğu pembe, süslü, kaygısız olanlardan biri olmayacak.” derken çok gecikmemişti. Cevabın onda hazır olmasına sevinmeli mi yoksa endişelenmeli miydim bilmiyordum. Her adımının planlı oluşu bazen gözümü korkutuyordu. “Ve küçük bir rüzgârla sarsılacak bir kadına değil, fırtınadan tek başına kurtulabileceğini çoktan kanıtlamış bir kadına karım demekte kararlıyım Seray.”

Fırtınadan tek başına kurtulabileceğini çoktan kanıtlamış bir kadın… Ben miydim?

Nelerin pençesinde kıvrandığımı, bahsettiği fırtınada nasıl yaralar aldığımı ve yaraların hiç geçmeyecek izlerle içime kazındığını bilmiyordu.

Onu düzeltmedim.

“Bir şey söylemeyecek misin?” diye sorduğunda yüzünün ne zaman daha eğik bir hal alıp yüzüme yaklaştığından habersizdim. Bir ayağımı geriye doğru atıp ondan bir adım uzaklaştım. “Söylemeyeceğim.”

Net bir biçimde ‘söylemeyeceğim’ dememi beklemiyordu, bunu ifadesinden okuyabildim.

“Üstümü değiştireceğim, odamdan çık.”

Üstümdeki elbise umurumda değildi. Değiştirmeyi de aslında düşünmemiştim ama birkaç dakika bile olsa yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Tam şu an, olduğum yerde kendimden başka kimseyi görmeden nefeslenmem gerekiyordu.

Evden gitmesini istersem direteceğini ve bunun bir atışmaya döneceğini biliyorken kendimi zorlamadan en azından odadan çıkmasını istemiştim.

Sesimden bir şey anlaşılmaması için çabalamıştım ama yüzüm ne haldeydi bilmiyordum. Bakışları yüzümde birkaç saniye oyalandıktan sonra sessizce odamdan çıktı.

Kapıyı büyük bir ses yaratmadan ama olabildiğince hızlı şekilde kapattığımda aynı anda gözlerimi de yumdum. Dudaklarımın yavaşça kıpırdayacağı şekilde, sessizce saymaya başladım. Bir sonraki sayıya geçerken bir noktada rahatlamam gerekiyordu ama bir türlü o noktaya varamamıştım.

Dudaklarım kontrolsüzce titrediğinde avucumu ağzıma kapadım.

Lise ve üniversite yıllarımın tamamı yurtlarda geçmişti. Kendimi en çok zamanlarda susturmuştum böyle. Bulunduğum odada tek olduğum anlar bir elin parmağını geçmezdi, kimse benim sızlanmalarımı dinlemesin diye sayılara sığınmıştım ben de. Aklımı dağıtmak, ses çıkartmamak için bir yandan sayı sayar bir yandan da ağzımı sıkıca kapatırdım.

Şimdi yalnız yaşadığım bir eve, kimseyi rahatsız etmekten korkmayacağım dört duvara sahiptim ama bazı alışkanlıklar insanın yakasını öyle kolay bırakmıyordu.

Birkaç dakika daha kıpırdamadan aynı yerde ve halde kaldım. En sonunda kendimi biraz olsun normale çevirebildiğimde küçük adımlarla dolabıma ilerlemiştim. Odaksızca raflardan elime gelen ilk iki parçayı alıp üstüme geçirirken zihnim pusluydu.

Dizlerimin üstünde bitecek kısalıkta siyah bol şort ve bedenime fazlasıyla bol gelen kısa kollu soluk mavi bir tişört giymiştim. Tişörtün içinde kaybolacak gibi görünüyordum, bana ait değilmiş gibi görünse de rahat etmek için aldığım bir erkek giyim ürünüydü sadece.

Odamdan çıkmadan önce saçlarımın beni yaktığını hissederek gelişigüzel bir şekilde topladım. Saçlarımı toplarken parmaklarım birbirine dolanmış ve elimden çıkarmadığım yüzüğü hissetmeme sebep olmuştu.

Yüzüğü çıkartmadım. Odadan çıkarken parmağımda kalmasına izin verdim ve bu konuda iç mahkememde bir hesaplaşma yaşanmasını da şimdilik erteledim.

Salonun ışığının açıldığını koridora çıktığımda görmüştüm. Adımlarımı oraya çevirmeden önce küçük odaya uğrayıp şarap şişelerinin arasında kısa bir an duraksadım. Hangi şişeyi kavrayacağımı düşünürken fazla vakit harcadığımı adım sesleri duyduğumda fark edebildim.

Giyineceğim demiş ve uzun süre ortadan kaybolmuştum. Cevahir’i koridora geri döndüren muhtemelen buydu.

Kiler bozması odanın kapısını girdiğimde kapatmamıştım ve bu onu direkt olarak bulunduğum odanın önüne getirmişti.

“Bundan sonraki tüm şarap seçimlerini gerçekten sen yapabilirsin, izin veriyorum.” Odaya sakince göz atarken çıktığımız yemekteki konuşmaya atıfta bulunmasına tabii ki sakin bir tepki vermedim. “İzin istediğimi hatırlamıyorum Avcıoğlu.”

Cümlemin sonu gelmeden üst raflardan birinde duran şişenin varlığını hatırlayınca köşedeki küçük merdivene uzandım. Ancak ben merdiveni açamadan elim havada yakalandı. “Hangisini istiyorsun?”

Yanımda merdivenin beni yükselteceği yerden daha yükseğe eliyle uzanabilecek bir adam varken basamaklarla uğraşmam anlamsızdı, doğru.

“Şuradaki, sarı kapaklı olan.” diyerek hem elimle hem sözcüklerimle tarif ettim. Uzanacağı rafın önündeydim. Çekilerek ona alan açmak için kıpırdayacakken benim varlığımı boş vermiş ve göğsünü sırtıma bastıracak olmayı umursamadan kastettiğim şişeye uzanmıştı.

Gerilerek yukarı uzanan ve bunu yaparken bedenime yaslanan iriliğini göz ardı edebildiğim ölçüde kenara itip indirdiği şişeyi elinden aldım. Üstündeki küçük etikete bakarak doğru şişeyi aldığımdan emin olduktan sonra ona geri uzatmıştım.

“Tamam,” dedim. “Salona dönebilirsin, özel alan ihlali konusunda sınır tanımıyorsun.”

“Alanlarının tümünü kendi sınırlarıma dahil etmek üzereyim, inan hiçbir sınır umurumda bile değil doktor.”

Göz devirdim. Köşedeki vitrine uzanıp iki kadeh kavradıktan sonra başımla kapıyı işaret ettim. “Şansını zorluyorsun. Bu evde tek yudum su içmene dahi izin vermemem gerekirdi aslında.”

Onun ilerlememesinden sıkılarak salona yönelen ilk ben oldum. İkinci adımımda onun da peşime takıldığını algılayabildim.

“İzin istediğimi hatırlamıyorum Avcıoğlu.” Az önce ona kurduğum cümleyi bire bir tekrarladığında uzun ve derin bir nefes aldım.

Tanıştıktan sonraki ilk bir aya dönmek istiyordum. O zamanlarda tek laf atan ve üste çıkan taraf olmanın nasıl bir lütuf olduğunu fark edememiştim. Patron kabuğundan sıyrılınca Cevahir’in en az benim kadar iğneleme eğiliminde olduğunu öğrenmek zevkli olmamıştı.

 

~

 

“Bitmedi bu daha,” diyerek boş kadehi inatla parmaklarının arasında sıkıca tutmaya çabalayan kadını fiziksel olarak zorlamadı Cevahir.

“İçi boş, neresi bitmedi?” diye sordu belki bir şekilde kadını kendisine getirebilmeyi umuyorken.

“Bitmedi işte!” diye bir anda parladığında Cevahir hafifçe geriye çekilmişti. Kadehin kafasında parçalanması bu geceki istek listesinde bulunmuyordu.

“Tamam, bitmedi.” dedi pes ederek. Masada duran iki şarap şişesi de, Seray’ın elindeki kadeh de boştu aslında.

Cevahir akşamın gerginliğini üzerinden atabilmek için kurduğu planın kendi zihnini değil, kadının zihnini bulandıran bir plana dönüşmesini müdahale etmeden seyretmişti son iki saat boyunca.

İlk şişenin sonuna kadar her şey normaldi. Cevahir kendi üçüncü kadehiyle eş, üçüncü seferini içiyor olan Seray’ın hafiften çakırkeyif olmaya başladığını fark etmişti ancak bunun bir zararı olmadığından sakince kendi düşüncelerine odaklanmıştı.

Fazlasıyla sessiz, neredeyse hiç diyalogsuz ilk şişenin sonu geldiğinde ayaklanan kadının yeni bir şişeyle salona dönüşü ise Cevahir’de hafiften alarmlar çaldırmaya başlamıştı. Araba kullanacağı için abartamazdı, ikinci şişeye hiç dokunmamıştı bu nedenle. Ancak Seray onun yerine de şişede boğulmuştu.

“Madem bitmedi, biraz ara ver. Masaya bırakalım kadehi.” Çocuk ikna eder gibi sakince konuşmasının kadına yeterli gelebilmesini umuyordu.

“Tamam,” diye mırıldanan Seray’ın kadehi masaya değil yere bırakmak üzere olduğunu görerek son anda engel olmuş ve ince camın parçalara ayrılmamasını sağlamıştı.

“Aferin sana,” dedi Cevahir. “Söz de dinleyebiliyorsun yani arada, büyük bir yetenek bu doktor.”

Seray ne konuda tebrik edildiğini, daha doğrusu bunun bir tebrik olmadığını çözemediği için gülümsedi. “Teşekkür ederim.”

Cevahir tırnaklarını çıkartmasını beklediği kadının yalnızca gülümsemekle yetinmesine birkaç saniye bakakaldı. Çoğu kez kendisine alayla ya da sinirle gülümsediği anlar gelip geçmişti ancak böyle sakin ve içten bir şekilde gülümsediğine şahit olmuşluğu yoktu.

“Etme,” dediğinde Seray anlamsızca yüzüne bakmıştı. “Hım?”

Cevahir omuzlarını ne zaman ve neden bu denli gergin tuttuğunu bilemeyerek kendini gevşetmeye çalıştı. Karşılıklı oturdukları koltuklarda bayağıdır uzun bir mesafeye sahiplerdi ancak az önce kalkıp kadının yanına oturup kadehine uzandığı için artık o mesafe hiç olmuştu.

“Uyumak ister misin artık? Seni yatağına yatıralım ve ben de gideyim, zihnin bulanık olmasa en az dört kez kovulmuştum zaten.”

Seray uzun uzun konuşan adamın ne dediğini anlayamasa da kendini anlamak için çok yormadı. “Uykum gelmedi,” dedi omuz silkerek. “Ama sen evine git, evet. Seni bekliyorlardır.”

“Kim bekliyordur?” Cevahir kaşları şaşkınca çatılarak sormuştu bu soruyu. Bu akşam ailesinin evinden ayrıldıklarında Cevahir, Seray’a o evde yaşamıyor olduğunu laf arasında söylemişti. Bu nedenle şu an kadının neyi kastettiğini bilemiyordu.

“Bilmem,” dedi Seray. “Kimse yok mu evinde?”

Sözcüklerin, soruların, hatta hareketlerinin hiçbiri şu an Seray’ın mantık süzgecinden geçmiyordu. Pat diye konuşmasının, normalde asla uzatmayacağı konuyu uzatmasının sebebi buydu.

“Yok,” demekte gecikmedi Cevahir. “Yalnız yaşadığımı söylemiştim sana.”

“Ben de yalnızım.”

Seray’ın söylemeye çalıştığı yalnız yaşıyor oluşu gibi görünse de içkinin etkisiyle serbest kalan bir parçası aslında bambaşka bir şey haykırmaya çalışıyordu.

Cevahir duraksadı. “Bir iki hafta sonra ev arkadaşım olacaksın, son yalnız günlerinin tadını çıkart.” Ne diyeceğini bilememiş ve böyle bir şey çıkmıştı dudaklarından. Ayık bir Seray buna sinir krizi geçirip kendisini evden kovardı, bunu biliyordu. Ancak sarhoş Seray’ın ne yapacağını öğrenme dürtüsü galip gelmişti o an.

Seray’ın dudakları düşünceli bir biçimde büküldü. Ne düşündüğünü kendisi de dahil olmak üzere kimse bilmiyordu ama düşünüyordu işte.

Cevahir’in bakışları refleksle kadının gözlerinden kayıp hareketlenen dudaklarına takıldı. Şarabın kırmızı izler bıraktığı dudakların, normalde de göz alıcı bir renge sahip olduğunu biliyordu. Şimdi o detayın altı parlak kalemlerle çizilmiş gibiydi.

Kızarık, ıslak görünen dolgunlukların saatler önce dudaklarının arasında hapsolduğunu anımsamamaya çalıştı. Merdiven boşluğunda, kulağına adım sesleri erkenden çalındığında başvurabileceğini birden fazla yol vardı ancak o an ilk yanaştığı liman dudaklarını dudaklarına esir etmek olmuştu.

“Uykun,” diyebildi bir anda. “Uykun ne zaman gelecek Seray?”

Seray bilmediğini gösterir gibi omuzlarını oynattı. Bununla aynı anda ağzı küçük bir esnemeyle aralandığı için aslında iki farklı cevap vermişti karşısındaki adama.

Cevahir, uykusunun varlığını dahi fark edemeyecek kadar kendinden habersiz olan kadını daha fazla darlatmadı. Oturduğu yerde geriye doğru yaslandı. En fazla on dakika içinde uykuya yenik düşeceğini gözlerinden ve esnerken gerilen yanaklarından görebilmek mümkündü.

Başının tepesindeki saç yumağından kaçan iri bir tutam yüzüne doğru düştüğünde Seray huysuzlanarak o tutamı kulağının ardına doğru itmeye çalıştı. Cevahir bu hareketlilikle birlikte sağ eli havalanan kadının parmağındaki parıldamayla haşır neşir olmak zorunda kalmıştı.

Yüzüğü çıkartmamış olması ne demekti? Seray’ın sözünü dinlemeyecek, eğer ortada onu zorunda bırakan bir şey yoksa asla dize getirilemeyecek bir kadın olduğunu biliyordu. Evdeyken yüzüğünü takmanı istiyorum dedi diye o yüzüğü camdan aşağı fırlatacak kadar fevri bir kadındı aksine.

“Yüzüğünü çıkartmayı mı unuttun?” diye sordu aklına gelen seçeneği doğrulayabilmek için. Şu an Seray’ın yalan söyleyemeyecek kadar puslu bir zihne sahip oluşundan faydalanıyor muydu; evet… Ancak pişman değildi.

Bir yanıt gelmedi. Cevahir kadının uyumuş olabileceğini düşünerek yana doğru düşen başına daha dikkatle bakmak üzere doğruldu ve üstüne doğru eğildi. “Seray?”

Gözlerini kırpıştırarak başını çeviren Seray, Cevahir’i dibinde bulduğunda bu çok normalmiş gibi herhangi bir tepki vermemişti. “Hı?”

“Soru sordum sana, duymadın mı?”

“Duydum,” dedi Seray omuz silkip. “Cevaplamak istemedim.”

Cevahir bu denli dürüst oluşuna ne tepki vereceğini bilememişti. “Tamam, cevaplama o zaman.”

Seray başını salladı sakince. Ancak yavaş yapmış olsa bile başını sarhoşken bu şekilde sallamak bütün dengesini sarsmıştı. Yüzü hızla buruşurken gözlerini kıstı.

“Ne oldu?” diye soran Cevahir’e bakamadı. “Miden mi bulandı?”

Sessiz kalıp derin nefesler almaya çalıştı Seray. “Uzanmak istiyorum”.

Cevahir ayaklandı. Koltuktan kalktığında kadının bunu koltuğa yayılmak için fırsat belleyeceğini tahmin ederek kolunu tuttuğu gibi engel olmuştu. “Odana geç, burada sızacaksın gözünü kapatır kapatmaz.”

Seray ağlak bir sesle mızmızlandı. “Çok uzak orası,” dedi dertli dertli. Cevahir gülecek gibi olduysa da kendini tuttu. “Ben yardım edeceğim, ağlama tamam. Kalk bakalım.”

Elini sıkıca tutarak bedenini önce doğrulttu, ardından yavaşça koltuktan kaldırdı. Seray bütün ağırlığını karşısındaki bedene emanet etmekte bir sakınca görmeyerek rahatına baktığında dizlerindeki gücü boşalttığı için düşecek gibi sarsılmıştı.

Cevahir düşmesine engel olarak sırtından sardığı koluyla kadını göğsüne doğru çekti. “Yardım edeceğim dedim, doktor. Baygınlık geçir demedim aslında.” Söyleniyor olsa da ikinci hamlesi dizlerinin altından ve belinden kavradığı kadını kucaklamaktı.

Varlığı yokluğu bir ağırlığıyla kendisine pek zorluk çıkartmayan bedeni salondan çıkartırken aslında hızlı olabilirdi. Adımlarının yavaşlaması gerekecek kadar zorlanmıyordu, hatta hiçbir zorluk çekmiyordu. Ancak garip bir güdüyle odaya ilerlerken olabildiğince küçük ve yavaş adımlar attı.

Seray başını omuz çıkıntısına yaslamış gözlerini yatağına çoktan varmış gibi kapatmıştı. Cevahir burnuna fazla yakından doluyor olan lavanta ve şarap kokularını fazla derin koklamamaya çalışıyordu. İki kokunun birleşiminin böyle tatlı olmasını beklemiyordu. Beklemediği yerden vurulmak Cevahir Avcıoğlu için sık başa gelir bir durum değildi.

Bir sonraki adımını, önümüzdeki ay yapacağı işleri, hatta birkaç yıl sonraki gezilerini dahi planlayan bir adam için ‘beklenilmez’ durumlarda bulunmak kabul edilemeyecek kadar uzaktı.

Odaya öyle ya da böyle vardığında ışığı kolunun arkasıyla açmış ve içeriyi aydınlatmıştı önce. Örtüsü kapalı olan yatağın bir tarafına dikkatlice kucağındaki bedeni bıraktıktan sonra diğer taraftan örtüyü açması ve yeniden Seray’ı kucaklaması gerekiyordu.

Bir dakikadan kısa zamanını alan bu iş yükünün ardından kadını yastığına bırakmayı ve beline doğru örtüyü kapatmayı başarmıştı.

Örtüyü daha da yukarı çekip çekmemeyi düşünürken bakışları yuvarlak yakası sola doğru kayan, kadının bir koluna doğru biriken tişörte takıldı. Bu akşam üzerinde olan elbisenin sahadan çekilmesinin ardından sahaya bu mavi tişört çıkmıştı.

Cevahir tişörtü üzerinde ilk fark ettiği andan beri rahatsız edici bir dürtüyle dolmuş ancak şarabın etkisiyle bundan uzak kalmaya kendini ikna edebilmişti.

Yüzükle ilgili sorusu yanıtsız kalmıştı. Ancak şimdi başka bir soruya cevap almayı denese… Olmaz mıydı?

Birkaç saniyeden fazla sürmeyen iç sorgusunun sonucu dışa yansıyan bir homurdanış oldu.

“Sana ne amına koyayım? Kendine gelsene, birkaç kadeh şarap mı çarptı? Sana ne üzerindeki tişörtün kime ait olduğundan?”

Kontrol edemediği, olması gerekenden biraz daha yüksek çıkan sesi yataktaki bedeni huzursuz edip anlamsız mırıldanmalar çıkarmasına yol açtığında Cevahir bu kez kendine daha sessiz ancak daha ağır şekilde sövmekle meşguldü.

Henüz yatağın yanından ayrılmamıştı. Kadının uzandığı tarafta, yatağın hemen dibindeydi. Seray mırıldanırken kolunun üstünde dönüp bulunduğu yöne kendini çevirince kısa bir an afallaması bundandı.

“Sussana,” diye soludu Seray kızgın kızgın. “Uyuyorum ben.” Aklının henüz yerine gelmediğinden emin olmuştu böylece Cevahir. Biraz olsun kendine gelmiş olsa, odamdan çık diye bağırmak veya kendisini tekmelemek arasında kararsız kalırdı kadın muhtemelen.

“Sustum,” dedi Cevahir. “Uyu sen.”

Seray olumlu bir şeyler homurdanıp yanağını yastığına daha sert bastırdı. Başı ağrıyor ve aynı anda da dönüyordu. Bu birleşimin işkenceye dönüşmesinden rahatsızdı, uyuyup kurtulabilmeyi umuyordu.

“Çok yoruldum.”

Cevahir az önce kadına uyumasını söyledikten hemen sonra yatağın yanından, devamında da odadan ve peşi sıra evden çıkmış olmalıydı. Kısa süre daha olduğu yerde beklemek ona biraz pahalıya patlamak üzereydi.

“Anlamadım,” diye konuştu aslında söyleneni anlamış olsa da. Sanki anlamasına engel olan aradaki mesafeymiş gibi hafifçe eğildi, uzun bir süre böyle kalamayacağını kavradığında ise dizlerini kırarak çöktü.

Seray gözlerini tam dalamadığı uykudan kaçırıp kısık da olsa aralarken bakışları bulanıktı. Karşısındaki yüzün kime ait olduğunu önemsemeden dudaklarını aralayıp konuşmayı sürdürdü. “Yoruldum,” dedi tekrar.

Cevahir bu yorgunluğun oluşumuna elleriyle demirler ekleyip yapıyı sağlamlaştırmamış gibi kasıldı. “Uyu,” dedi bedeninin aksine sesini sakin tutarak. “Uyu, geçecek.”

Seray’ın dudakları büyük, öyle derin, öyle sıcak bir gülümsemeyle kıvrıldı ki Cevahir bir an için bunu kendi uydurduğunu düşünerek afalladı.

“Yalancı,” diye fısıldadı kadın. “Uyuyunca geçmez, sadece bir daha hiç uyanamayınca geçecek.”

Cevahir o ana dek kadının kendisine yaklaşık altı haftadır söylediği hiçbir şeye bu denli donmamıştı. Karşısına geçip sayıp sövdüğü, aptal olduğunu, deli olduğunu söylediği anlarda ya da terslenip laf soktuğu hiçbir anın devamında böyle sıkışmış hissetmemişti.

“O ne demek öyle?” diye mırıldandı. Cevabı bile bile sormuştu ki zaten kadından da herhangi bir cevap kopup kendisine ulaşamadı.

Seray’ın titrediğini fark ettiğinde belinde duran örtüyü boynuna kadar çekip yüzü dışında bir boşluk kalmayacak şekilde bedenini kapladı. Titremesinin nedeninin soğuk olmadığını rahatsız edici bir biçimde tekrarlayan sesi duymazlıktan gelerek tüm derdi buymuş gibi kadının üstünü örtmeye odaklanmıştı.

“Seray,” diye seslendi fazla yüksek tutmadan sesini. Uykusunun kıyısından onu son kez döndürüyordu. Bu sorudan sonra başka bir şey söylemeyecekti.

“Hım?” cevabı geldiğinde uzaktayken sesini duyamazmış gibi başını biraz öne itip kadına yaklaştı. “Evde yalnız olmak mı istiyorsun, yoksa sabah beni delirtmeni göze alıp salonda mı kalmalıyım?”

Gece gitmemesi sabah başına büyük bir bela olarak sarılacaktı, Cevahir bundan emindi. Ancak az önce kısıkça mırıldandığı o sözcüklerden sonra kadını öylece dört duvarın ardında bırakıp gitmeyi de yedirememişti kendine. Kendisine yalancı demesinin asıl sorun olmasını umardı fakat sorun hemen devamındaki cümledeydi.

“Sen beni delirtiyorsun,” diye huysuzlandı Seray. “Ben bir şey yapmıyorum.”

“Mutlaka, doktor. Öyle oluyor evet.”

“Hı hım, öyle oluyor ekonomist.”

Cevahir duvarlarda yankılanan koca bir kahkaha attı. “Ne?”

“Ekonomi mezunu değil misin?” diye homurdandı Seray. “Bana doktor deyip duruyorsun, sen de ekonomistsin.”

Gözleri yarı açık halde kendisiyle atışmaktan asla gocunmayan kadının sarf ettiği gayrete şaşkındı Cevahir.

“Başka neler biliyorsun benim hakkımda? Okuduğum okulları mı araştırdın sadece?”

Seray bir gözü tam, yastığa yakın olan diğeri ise belli belirsiz açık olacak şekilde baktı karşısındaki adama. “Parayı basıp okumuş olacağını düşünmüştüm,” dedi Seray hüzünle. “Böylece zekan konusunda daha rahat aşağılayabilirdim seni. Boğaziçi ve Stanford birleşimi bir akademik kayıt beklemiyordum.”

Cevahir tekrar güldü. Sarhoşluğunun gittikçe açılıyor mu yoksa daha da derinleşiyor mu olduğunu çözememişti. Hem daha düzgün konuşuyor hem de asla ayıkken söylemeyeceği şeyler söylüyordu.

“Aklının içini açıp okuyabilmek istiyorum şu an, beni her seferinde şaşırtıyorsun.”

Başını kıpırdatıp yerinde biraz oynadı Seray. Gözlerini tam açık hale getirebilmişti bu sayede. “Sürprizlerle dolu muyum?”

“Öyle misin?”

“Öyle miyim?”

Cevahir bunun sonunu kendi getirmezse kadının üşenmeden devam edebileceğini öngörerek soru döngüsüne yeni bir eklenti yapmadı. Bu sırada Seray düşünceli bir tavırla dudaklarını öne doğru şişirmişti. Cevahir salondayken de benzeri yaşanan anın tekrarlanacağını düşünüp erken müdahale ile başparmağını hızla şişen dudakların ortasına bastırdı.

“Dudakların yerinde dursun, küçük ayyaş. Yoksa ömrünün en hissiz öpücüğünden bir tane daha deneyimleyeceksin.”

Akşam kendisine atılan lafa gönderme yapsa da şu an Seray’ın asla umuru değildi bu. Dudaklarına yaslanan sert dokunun ne olduğunu düşünmeden nefeslenmek için dudaklarını hafifçe araladığında Cevahir ağır bir küfür savurmak zorunda kalmıştı.

Sıcak nefesini parmağına üflerken tam olarak ne umuyordu karşısındaki kadın?

“Sabah uyandığında tepeme çökmen zerre beni ilgilendirmiyor, kalmam için yalvardığına seni inandıracağım muhtemelen. Salonunda sabah beni gördüğün anda görüşürüz. Uyu hadi.”

Seray upuzun cümlelerden hiçbir kısmı kendine katmadan öylesine bir mırıltıyla onay verdikten sonra olduğu yerde tam tersi yöne dönüp sırtını adama çevirdi.

“Bi’ kıçını dönmediğin kalmıştı zaten, evet Seray.”

Cevahir homurdana homurdana odadan çıkarken kapıda neden gereksiz oyalanıp uykuya gömülen kadını birkaç dakikadan fazla dikkatle incelediğini kendine söylememek için salona hızla ilerlerken aslında kaçtığı tek bir şey değil, birden çok şey vardı. Ve evrende bu konudaki kural fazla basitti:

Kaçtığınız şeylere, kaçmadıklarınızdan çok daha hızlı çekilir ve hapsolurdunuz.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm