Gözyaşı Kadehleri 8.Bölüm
8.BÖLÜM
“Sapağı
kaçırdın,” diye mırıldandım. “İleriden dönersin.”
Yaklaşık yirmi
dakikası geride kalan araba yolculuğu sanırım bugüne kadarki en hevesli olduğum
yolculuklarımdan biriydi. Beni Avcıoğluların evinden kurtaran, kendi evime
ulaştıracak olan araba her ne kadar Cevahir’e ait olsa da buna bir yarım saat
daha katlanabilirdim.
Merdiven
boşluğunda yaşananların ardından -Cevahir benim dudaklarıyla sarsılmayan
tavrıma düşman kesildikten hemen sonra- aşağıya döndüğümüzde ben uzun bir süre
daha bu işkencenin süreceğini düşünmüştüm. Fakat hiç yerleşmeden küçük bir
vedanın ardından Cevahir tarafından arabasına yönlendirilmek benim için tatlı
bir şaşkınlık olmuştu.
“Hangi sapak?”
diye sorduğunda başımı omuzuma doğru yatırıp ona baktım. “Evime gidiyor olan
yola bağlanan sapak, yolu bilmiyorsan telefondan yardım almaya ne dersin?”
Duraksadı.
Gözleri yoldan ayrılmamıştı ama küçük bir afallama yaşadığını fark edebildim.
Yolu
karıştırdığının farkında değildi. Dalgınlığının sebebini sorgulamadım. Son bir
iki saat içinde yaşananların benim kadar onu da sarsmış olması öyle çok
olağanüstü sayılmazdı. Sadece o, bana oranla bu sarsılmışlığını sözcüklere ya
da ifadelere dökmek yerine içine gömüyordu.
Bir hafta kadar
önce biri karşıma geçip ‘Cevahir Avcıoğlu’nun ailesiyle tanışacaksın ve bu seni
o adama daha farklı bakmaya itecek’ demeye niyetlenseydi cümlesinin yarısında boş
konuştuğunu düşünerek yanından ayrılırdım. Oysa bu akşam tam olarak bunu
gerçekleştirmiştim.
“Yolu biliyorum,”
dediğinde bir şey söylemedim. Kaçırdığı sapağın bize fazladan birkaç dakika
kaybettirmekten başka zararı yoktu zaten.
Saat neredeyse on
biri bulmuşken hava tamamen karanlık, yollar ise akşama oranla biraz daha
boştu. Akıp giden yolu izlerken dirseğimi sağımdaki cama doğru yaslamış,
yanağımı da avuç içime yapıştırmıştım.
“Pazartesi nikâh
için gereken testler için kan vermen gerekiyor. Sabah odana çıkmadan
halledersin.”
Sabah gelirken
iki simit alırsın demiş gibi rahat oluşuna karşı dişlerimi birbirine bastırdım
sertçe.
“Bu iki haftadan
kısa sürme konusu bir şakadan ibaret değil mi? Benim sinirlerimi daha fazla
bozmak için yapıyorsun.”
“Gayet ciddiyim.
En geç Nisan’ın ilk haftasına gün almış olurum. Detaylarla ilgilenmesi için bir
organizasyon şirketi ile anlaştım, istediğin bir şey olursa-…”
“İstediğim tek
şey bu saçma kâbustan uyanmak, Cevahir. İnan bana bir köpek kulübesinde düğün
yapmaya çalışman dahi umurumda olmaz.”
Bugün Mart’ın
19’u sonlanıyordu. Bahsettiği tarih o kadar yakındı ki…
Sessiz kaldı.
Sesim nasıl çıkmıştı bilmiyordum ama üstelemedi. Sanırım bu akşam sabrımın
tüketilebilecek tüm zerresini bitirdiğini anlamıştı.
Araba artık daha
tanıdık yerlerden geçmeye başladığında eve yaklaştığım için biraz da olsa
huzurluydum. Bu huzur Cevahir yeniden dudaklarını aralayana dek sürebilmişti.
“Annenle konuştun
mu?” diye sordu aniden.
Üstümdeki
elbisenin göğüs kısmı açıktı. Derin bir açıklıktı bu ve kalbimin tökezlediğini
görebilecekmiş gibi ödüm kopmuştu.
Haberlerin
yayılmasının bana birden çok geri dönüşü olmuştu. Rahatça etrafta dolanamıyor,
hastanede tüm bakışları üstüme çekiyor ve her an yanımda olan yakın arkadaşımla
tek kelime edemiyordum. Bütün bunların yanında, sanki diğer kısımlar
yetmiyormuş gibi, hayatımda hiç olmadığı kadar çok kez annemin iletişim kurma
isteğiyle karşı karşıya kalmıştım.
Ayda yılda bir
kez, belki bir şey söylemesi gerekirse telefonunda adımı bulan Gülden Öcal’ı
beni aramaya ve aramaların neredeyse tamamını yanıtsız bıraktığım için
‘konuşabilir miyiz’ içerikli mesajlar atmaya iten bir sevgilim olmasıydı.
Yayılan
haberlerin içeriğinde çoğunlukla ‘evlilik’ fikrinin geçmesinin altında
Cevahir’in imzası olduğundan emindim. İstese o haberlerin h’sinin kalmayacağını
bildiğim gibi içeriklerini de düzeltebileceğini biliyordum tabii. Ama işine
gelen buydu. Medyanın yakın bir zamanda gelecek olan evlilik haberine şokla
değil, çoktan alışmış olarak tepki vermesini istiyordu.
“Neden
soruyorsun?” diyebildim sadece.
“Benimle tanışmak
isterse-…” diye başladığında devamını getirmesine izin vermedim. “İstemez.”
Bir an kendi
kendime koca bir düşünce balonunun içinde kayboldum. Eğer gerçek bir evlilik
yapıyor olsaydım, annemin hayatımı birleştireceğim adamla tanışmasını ister
miydim?
“Peki,” dedi.
“Düğünde tanışmamız sorun olmayacaksa, benim için problem yok.”
“Düğüne onu
çağırmam gerekiyor,” diye mırıldandım kendi kendime. Bu, şu ana dek aklıma
gelmeyen ve gelmemeye devam etmesini dilediğim bir gereklilikti.
“Ne?” gibi bir
ses çıkarttı. Ağzımın içinde yuvarladığım sözcükleri duyamamıştı.
“Yok bir şey,”
dedikten sonra koltukta aşağı doğru kaydım. Olduğum yerde küçülmek ve bu
şekilde kaybolabilmek istiyordum.
Bu akşam Cevahir
Avcıoğlu’nun annesi ile tanışmıştım. Ona olan bakış açımı yerinden sarsmıştı bu
tanışma. Şartlar tersine dönse ve o benim annemle tanışsa ne yaşanırdı?
Cevahir de bana
bambaşka bir noktadan mı bakmaya başlardı?
Kendime olan
sorularımın sonu gelmek bilmedi ama yolun sonu bir şekilde geldi ve araba
evimin önündeki kaldırıma yakın bir konumda durdu. Sık araba geçen bir yol
değildi ancak yolun ortasında durup inmemi beklemek yerine bulduğu bir boşluğa
arabayı düzgünce park etmişti.
“İyi geceler,”
diye mırıldandım kapıya uzanırken. Ona dönme gereği duymamıştım. “Seray?” diye
seslendiğinde henüz yere basmadığım ayaklarım arabadan sallanıyorken omuzumun
üzerinden geriye baktım. “Hım?”
“Geçen geceki
şaraba benzer bir şaraba ihtiyacım var. Zihnimi boşaltacak kadar kuvvetli
güzellikte bir tada…”
Gülümsedim. “Bu
yolu takip et, sonra sağa döndüğünde bir tekel bayii ile karş-…”
“Ne istiyorsun?”
diye sordu. “Karşılığında istediğin neyse yapacağım.” der demez koltukta hızla
ona dönüp dudaklarımı aralayacakken devam etti. “Hayır evliliğin iptalini
istemen buna dahil değil.”
Omuzlarım üzgünce
düştü. “Ama…”
“Aması yok,
doktor.”
Ters ters baktım.
“O zaman zıkkımın kökünü bul ve iç Avcıoğlu. Evimden de şaraplarımdan da uzak
dur.”
“Güzel,” dedi
sakince. “İnsan gibi öneri sunduğumda beni tırmalamaktan başka bir şey
yapmıyorsun. Zordan anlıyorsun değil mi? İçten içe istediğin bu.”
Kapısına uzanıp
açtı ve arabadan indi. Kapıyı kapattığında ben şaşkınlıkla kapanan kapının
camına bakmaktaydım. Arabanın önünden dolandığını göz ucuyla gördüm, hemen
ardından benim açık bıraktığım kapıma vardı.
Bedenimi sağa
doğru çevirdim. “Ne yapıyorsun?”
“Davetsiz
misafirin oluyorum, davet edecek kadar ince bir kadın değilsin.”
“Sen
sıyırmışsın,” dedim başımı iki yana sallayarak.
“Her ne haltsa,
in hadi. O çivilerin üzerinde nasıl duruyorsun bilmiyorum ama ayak bileklerin
arabamdan inerken ikiye kırılacak kadar ince.”
Bana uzattığı
eline bakarken topuklularımın ve bileklerimin fazla ince olduklarına dair aynı
anda söylenmesini umursamadım.
“Senin gibi insan
irisi olmamı mı beklerdin?” diye sordum.
“Hayır,” dedi
sakince. “Öyle olsa da umurumda olmazdı gerçi ama böyle yanımda çeyreğim kadar
kalman keyif verici.”
“Keyfin batsın,”
diye mırıldandım. Arabadan inerken gerçekten bileğimi burkabileceğim için
direnmeden tırnaklarımı avucuna geçirerek elinden destek aldım.
Arabadan
indiğimde elimi ondan direkt çekmiştim. Çantamı tek elimle taşıyamıyormuş gibi
iki elimle birden tutup karnıma doğru bastırırken bina kapısına doğru
ilerledim. Benim küçük adımlarıma arabayı kilitleyip yetişmesi en fazla birkaç
saniyesini almıştı.
Kapıyı itip içeri
girdiğimde asansöre yönelmeden önce zihnimin ışıklarını kapattım. Düşünmeye ara
vermeli, belki de uzun bir süre bu yetiyi hiç kullanmamalıydım. Böylece şu an
tok adımlarla arkamdan gelen ve az sonra evime girecek olan yabancının varlığını unutabilir, buna daha
az dertlenebilirdim.
Asansörün çok
geniş olmaması, kendi kokuma aşina olan burnumun bana lavanta yerine onun
kokusuyla dolu nefesler aldırmasına yol açmıştı.
Kokusunu, daha
önce de yapamadığım gibi, net bir şeyle tarif etmek çok zordu. Sadece güzeldi
işte. Ne ağır ne de fazla hafif sayılamazdı. Adını bilmediğim baharatlar ve
ateş birbiriyle karışıyormuş gibi kokuyordu. Parfümünün adını sormak ve notalarını
araştırmak bir seçenekti ancak henüz o kadar çıldırmamıştım.
Asansörün
kapıları açılmaktayken ben de çantamdan anahtarımı bulup çıkarmakla
oyalanmıştım. Geride durmama rağmen asansörden önce benim inebilmem için
bekledi. Önünden adımladığımda onun arkamdaki varlığını buram buram
hissedebiliyordum.
Anahtarı kilide
takıp çevireceğim sırada koridorun karşısından anahtar sesleri geldiğinde
içimden bolca saydırmıştım.
Leman Hanım
gerçekten sapık gibi kapının önünde koridoru dikizliyor olabilir miydi?
Cevahir’le aynı
anda sese refleksle döndüğümüz için Leman Hanım kapıyı açtığında basılmış gibi
duruyorduk.
Bu saatte nereye
gittiği hakkında bir fikrim yoktu ama elinde çantasıyla evden çıkıyor gibi
görünüyordu. “Ay iyi akşamlar,” diye hevesle konuştuğunda dudaklarımı kıvırmaya
çalıştım. “İyi geceler Leman Hanım,” dedim bastırarak.
Akşam mı
kalmıştı? Gecenin körüydü.
“Çok şıksın
Seraycığım, önemli bir akşamdı herhalde.”
Omuzlarım
gerildi. Ağzımı ters bir şeyle açacağımı hissederek mi yoksa tesadüfen mi bilmiyorum
ama Cevahir bir avucu bel boşluğuma yaslanacak şekilde beni tutup kapıya
çevirdi. “Açsana artık kilidi bebeğim, yorgunsun ayakta kalma daha fazla.”
Leman Hanım’a
‘sussanız da eve girsek’ mesajı veren cümlesinin ardından hızla kilidi açtım.
Kapıyı geriye doğru ittiğimde Cevahir kendini babasının eviymiş gibi içeri
atmıştı. Ben de içeriye doğru adımlayıp kapıyı kapatmak için mecburen geriye
doğru dönmüş oldum.
Leman Hanım’ı
sinirli ya da küskün bulacağımı düşünmüştüm ama otuz iki diş gülüyordu. Benim döndüğümü
fark ettiğinde gülüşünü hızla sakladı. “Ben tutmayayım sizi tabii, kusura
bakmayın.” Apar topar asansöre yönelip tuşa bastı. Bizim gelişimizden sonra
henüz kattan ayrılmayan asansör kapısını direkt aralamıştı. Kapılar kapanıp
kadın gözden kaybolurken ben de sabır dilenerek evin kapısını sertçe kapattım.
“Rahatına bak ya,
kendi evin gibi!” diye alayla seslendim çoktan banyoma dalmış olan Cevahir’e.
Şaka gibi bir
adamdı. Tek sorun şaka yapacak bir adam olmamasıydı. Şakadan farksız ama gerçekti…
Söylene söylene
odama ilerledim. Çantamı bir kenara fırlattıktan sonra ilk uzandığım yer makyaj
masam oldu. Yüzümdeki makyaj çok ağır değildi, çok uzun saatlerdir yüzümde de
kalmamıştı ama sanki şu an her şey beni irrite edebilecek kadar sinir bozucuydu
ve makyajım da bu şeylerden biriydi.
En sona
bıraktığım gözlerime iki ayrı ıslak pamuk parçasını bastırıp bekledim. Gözümü
çekiştirmek yerine böyle beklemek daha akıl kârıydı benim için.
Etrafı göremesem
de odama ulaşan adım seslerini duyabiliyordum. Bu nedenle kapımda dikiliyor
olan Cevahir’in farkındaydım.
“Bir şey mi
lazım?” diye sordum. Banyoda ihtiyacı olabilecek ıvır zıvır her şey vardı
aslında.
“Ne yapıyorsun?”
diyerek soruma soruyla yanıt verdi. “Sence?”
“Gözlerini kör
etmeye çalışıyorsun,” derken sesi hayret içeriyordu.
Dayanamayıp
güldüm. Yeterince pamukları gözümde tuttuğuma karar verip bastırarak pamukları
gözümden çektim. Kendime gelmek için gözlerimi kırpıştırdığımda gözüme kaçan
temizleme suyu canımı yakmıştı. Yüzüm acıyla buruşmuş halde ona doğru döndüm.
“Makyajımı çıkarıyorum, daha önce buna şahit olmamış olamazsın.”
“Nerede şahit
olacağım?” diye sordu. “Her akşam eve gidince gözlerimden siyah sıvılar
çıkarttığımı mı düşünüyorsun?”
Oturduğum puftan
kalktım. Banyoya doğru gidecektim ama bunu yapabilmek için kapıda duran
bedenini aşmam gerekiyordu.
“Hayatına almak
için genelde makyaj yapmayan kadınlar mı arayıp buluyordun?” diye sordum
amaçsızca. Cevahir’in adının kimseyle anılmadığı konusuna gerek medyanın
abartısı gerek Ceylin’in anlatımlarıyla aşinaydım. Ancak bu otuzu aşmış bir
adamın daha önce ilişkisi olmadığına inanmamı gerektirmiyordu.
“Hayatıma girip
çıkan kadınların ne yapıp yapmadığıyla aklımı hiç yormadım,” derken rahattı.
“Sığ bir adamım
diyorsun yani?” dedim abartılı bir sevinçle. “Ne kadar tatlıymış.” İfademi
hızla normale çevirip yeterince ruh hastası göründüğümden emin olmuştum.
“Önüme çıkan her
kadına tüm derinliğimi göstermek yerine sığ adam olmayı tercih ediyorum,
önyargılarınla savaşmayı öğren doktor.”
Son birkaç
sözcüğü daha kısık ve daha boğuk şekilde söylemesinden haz etmemiştim. Bunun
beni rahatsız hissettirmesini şu an fazla yakınında olmama bağlayarak omuzumu
koluna sürterek de olsa yanından hızla geçtim.
Banyoya doğru
ilerleyip yüzümü yıkamakla uğraşırken birkaç dakika geride kalmıştı. Kalın
peçeteyi yüzüme bastırırken aynadan kendimi izliyordum. Aniden gözlerim şimdiye
dek hiç ağırlığını hissetmediğim parlayan yüzüğe takıldı. Eve gelir gelmez
elimden çıkarmam, hatta arabaya bindiğimde ilk aklıma gelenin bu olması gerekirdi.
Yüzüğü estetik
olarak beğendim diye benimsemeye mi başlamıştım? Aptallığıma doyum olmuyordu.
Yarı kuru yarı
nemli yüzümü umursamadan peçeteyi buruşturup çöpe attıktan sonra yeniden odama
yöneldim. Cevahir geri döneceğimden emin bir biçimde olduğu yerden
kıpırdamamış, omuzu kapıya yaslı şekilde odamın girişinde beklemeyi tercih
etmişti.
“Salonun yerini
bildiğini düşünüyorum, burada dikilecek misin böyle?”
Yanından bu kez
daha kolay -ona sürtünmeden- geçebildiğim için rahat bir nefes aldıktan sonra
masama yaklaştım. Kulağımdaki küpeleri çıkartırken aynadan kendimi izliyor
görünsem de kapıyı da görebildiğim için göz ucuyla Cevahir’e bakıyor olduğumu
inkâr edemezdim.
Küpeleri masadaki
küçük porselen tabağa bıraktığımda çıkan sesle birlikte Cevahir’in sesi de
kulağıma doldu.
“Sevdim burayı.”
Verdiği cevabın
böyle bir şey olmasını hiç beklemediğim için duraksadım. Bunu uzun tutmadan bu
kez elimi kolyemin klipsine doğru uzattım. Takarken bana sorun çıkartmayan uzun
altın kolye açarken direniş gösterdiğinde dudaklarımdan sıkkın bir nefes
döküldü.
Kendimi delirtmek
yerine Cevahir’e doğru gittim. “Burada durman bir işe yarasın o zaman, kolyemi
açar mısın?”
Sırtımı ona doğru
çevirip saçlarımı tek omuzumdan önüme doğru çekerken dümdüz karşıya bakıyordum.
“Eve gelince
üstündeki takıların tümünü çıkartıyor musun?”
Parmakları enseme
sürtünürken sesi kulağıma yakın bir yerde doğduğu için irkilir gibi oldum.
Kolyenin zincirini kavradığında kolyeden çok tenime dokunuyordu.
“Evet,” dedim.
“Genelde öyle yapıyorum.”
“Yüzüğü de
çıkartacak mısın?”
Klipsi açtığını
hissettim. Ancak ne ben hareket ettim ne de o işinin bittiğini dile getirdi.
Sırtım ona dönük, göğsünün biraz önünde durmaya devam ederken kendimi fazla
ısınmış hissettim.
Sağ elimi
istemsizce hafifçe kaldırdım. Elim ikimiz için de görünür hale geldiğinde onu
göremesem de kahve irislerinin parmağıma çevrildiğinden emindim.
“Çıkartmamı mı
istiyorsun?” diye sordum sakin kalmaya çalışarak.
“Çıkartmamanı
istediğimi biliyorsun, benim neyi isteyip istemediğimi bilecek kadar beni
okuyabiliyorsun. Sadece bu yeteneğini reddetmek işine geliyor Seray.”
Kolyenin göğsüme
doğru sarkan ucunu sol avucumla sıkıca kavrayıp öne doğru çektim. Onun sıkı
tutmadığını elime direkt gelen zincir sayesinde anlamıştım. Kolyeyi avucumda
sıkarak ona döndüm.
Başımı geriye
atarak yüzüne baktığımda banyoya gitmeden önce çıkarttığım topukluların
yokluğuyla boyum doğal haline döndüğünden önümde bir gökdelen varmış gibiydi.
“Kimse yokken bu
yüzüğü takmam neden umurunda olsun?” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan.
“Evimde kimse yokken yüzüğünü parmağımda taşımamdan ne kazanacaksın?”
“O kopkoyu
kahveye boyalı badem gözler parmaklarını her bulduğunda beni hatırlayacak
olmandan büyük bir zevk alacağım, inan bana bundan daha büyük bir kazanç
edinebileceğimi düşünmüyorum.”
İrislerimi tarif
etme şekline dalmamaya çalıştım. Göz renklerimiz aynıydı temelde ama benim
gözlerim çok koyu bir kahveyken onun irisleri en ufak ışıkta apaçık bir kahve
olabilecek kadar hassastı.
“Manipülasyonlarınla
beni avucunun arasında tutmaya çalışıyorsun sadece.” dedim toparlanarak.
Yakınımdayken ve sesini bu tonda tutarken ikna gücünün bilmem kaç kat fazla
olduğunu ona haykırmayacaktım elbette ama en azından beni kandırmaya
çalıştığının farkında olduğumu bilsindi.
“Avucumun
içindesin zaten. Benden kaçabileceğin tek bir çıkış kapısı bile bırakmadım
sana. Neden daha fazlası için çabalayayım?”
Gözlerimi
olabildiğince yavaş şekilde birkaç kez kapatıp açtım. Bu süre boyunca
dudaklarımdan hiçbir şey dökülmedi. Bakışları gözlerimdeki hareketliliği takip
ederken keskindi.
“Neden?” diye
mırıldandım. “Benimle ilgili tahmin ettiğimden daha çok şey bildiğinden eminim,
buna rağmen neden ben? Bana karşı bu kadar acımasız bir adam olmayı seçmenin
nedeni ne?”
Beni kapana
kıstıran sırrı bilişi, arabadayken annemi soruşu ve aldığı cevabı
sorgulamaması… Hepsi birleşip tek bir yola çıkıyordu. Cevahir beni, benim sandığımdan daha fazla tanıyordu.
“Çünkü bu evcilik
oyunu öyle çocukların kurduğu pembe, süslü, kaygısız olanlardan biri
olmayacak.” derken çok gecikmemişti. Cevabın onda hazır olmasına sevinmeli mi
yoksa endişelenmeli miydim bilmiyordum. Her adımının planlı oluşu bazen gözümü
korkutuyordu. “Ve küçük bir rüzgârla sarsılacak bir kadına değil, fırtınadan
tek başına kurtulabileceğini çoktan kanıtlamış bir kadına karım demekte
kararlıyım Seray.”
Fırtınadan tek başına kurtulabileceğini çoktan
kanıtlamış bir kadın… Ben
miydim?
Nelerin
pençesinde kıvrandığımı, bahsettiği fırtınada nasıl yaralar aldığımı ve
yaraların hiç geçmeyecek izlerle içime kazındığını bilmiyordu.
Onu düzeltmedim.
“Bir şey
söylemeyecek misin?” diye sorduğunda yüzünün ne zaman daha eğik bir hal alıp
yüzüme yaklaştığından habersizdim. Bir ayağımı geriye doğru atıp ondan bir adım
uzaklaştım. “Söylemeyeceğim.”
Net bir biçimde
‘söylemeyeceğim’ dememi beklemiyordu, bunu ifadesinden okuyabildim.
“Üstümü
değiştireceğim, odamdan çık.”
Üstümdeki elbise
umurumda değildi. Değiştirmeyi de aslında düşünmemiştim ama birkaç dakika bile
olsa yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Tam şu an, olduğum yerde kendimden başka
kimseyi görmeden nefeslenmem gerekiyordu.
Evden gitmesini
istersem direteceğini ve bunun bir atışmaya döneceğini biliyorken kendimi
zorlamadan en azından odadan çıkmasını istemiştim.
Sesimden bir şey
anlaşılmaması için çabalamıştım ama yüzüm ne haldeydi bilmiyordum. Bakışları
yüzümde birkaç saniye oyalandıktan sonra sessizce odamdan çıktı.
Kapıyı büyük bir
ses yaratmadan ama olabildiğince hızlı şekilde kapattığımda aynı anda gözlerimi
de yumdum. Dudaklarımın yavaşça kıpırdayacağı şekilde, sessizce saymaya
başladım. Bir sonraki sayıya geçerken bir noktada rahatlamam gerekiyordu ama
bir türlü o noktaya varamamıştım.
Dudaklarım
kontrolsüzce titrediğinde avucumu ağzıma kapadım.
Lise ve
üniversite yıllarımın tamamı yurtlarda geçmişti. Kendimi en çok zamanlarda
susturmuştum böyle. Bulunduğum odada tek olduğum anlar bir elin parmağını
geçmezdi, kimse benim sızlanmalarımı dinlemesin diye sayılara sığınmıştım ben
de. Aklımı dağıtmak, ses çıkartmamak için bir yandan sayı sayar bir yandan da
ağzımı sıkıca kapatırdım.
Şimdi yalnız
yaşadığım bir eve, kimseyi rahatsız etmekten korkmayacağım dört duvara sahiptim
ama bazı alışkanlıklar insanın yakasını öyle kolay bırakmıyordu.
Birkaç dakika
daha kıpırdamadan aynı yerde ve halde kaldım. En sonunda kendimi biraz olsun
normale çevirebildiğimde küçük adımlarla dolabıma ilerlemiştim. Odaksızca
raflardan elime gelen ilk iki parçayı alıp üstüme geçirirken zihnim pusluydu.
Dizlerimin
üstünde bitecek kısalıkta siyah bol şort ve bedenime fazlasıyla bol gelen kısa
kollu soluk mavi bir tişört giymiştim. Tişörtün içinde kaybolacak gibi
görünüyordum, bana ait değilmiş gibi görünse de rahat etmek için aldığım bir
erkek giyim ürünüydü sadece.
Odamdan çıkmadan
önce saçlarımın beni yaktığını hissederek gelişigüzel bir şekilde topladım.
Saçlarımı toplarken parmaklarım birbirine dolanmış ve elimden çıkarmadığım
yüzüğü hissetmeme sebep olmuştu.
Yüzüğü
çıkartmadım. Odadan çıkarken parmağımda kalmasına izin verdim ve bu konuda iç
mahkememde bir hesaplaşma yaşanmasını da şimdilik erteledim.
Salonun ışığının
açıldığını koridora çıktığımda görmüştüm. Adımlarımı oraya çevirmeden önce
küçük odaya uğrayıp şarap şişelerinin arasında kısa bir an duraksadım. Hangi
şişeyi kavrayacağımı düşünürken fazla vakit harcadığımı adım sesleri duyduğumda
fark edebildim.
Giyineceğim demiş
ve uzun süre ortadan kaybolmuştum. Cevahir’i koridora geri döndüren muhtemelen
buydu.
Kiler bozması
odanın kapısını girdiğimde kapatmamıştım ve bu onu direkt olarak bulunduğum
odanın önüne getirmişti.
“Bundan sonraki
tüm şarap seçimlerini gerçekten sen yapabilirsin, izin veriyorum.” Odaya
sakince göz atarken çıktığımız yemekteki konuşmaya atıfta bulunmasına tabii ki
sakin bir tepki vermedim. “İzin istediğimi hatırlamıyorum Avcıoğlu.”
Cümlemin sonu
gelmeden üst raflardan birinde duran şişenin varlığını hatırlayınca köşedeki
küçük merdivene uzandım. Ancak ben merdiveni açamadan elim havada yakalandı.
“Hangisini istiyorsun?”
Yanımda
merdivenin beni yükselteceği yerden daha yükseğe eliyle uzanabilecek bir adam
varken basamaklarla uğraşmam anlamsızdı, doğru.
“Şuradaki, sarı
kapaklı olan.” diyerek hem elimle hem sözcüklerimle tarif ettim. Uzanacağı
rafın önündeydim. Çekilerek ona alan açmak için kıpırdayacakken benim varlığımı
boş vermiş ve göğsünü sırtıma bastıracak olmayı umursamadan kastettiğim şişeye
uzanmıştı.
Gerilerek yukarı
uzanan ve bunu yaparken bedenime yaslanan iriliğini göz ardı edebildiğim ölçüde
kenara itip indirdiği şişeyi elinden aldım. Üstündeki küçük etikete bakarak
doğru şişeyi aldığımdan emin olduktan sonra ona geri uzatmıştım.
“Tamam,” dedim.
“Salona dönebilirsin, özel alan ihlali konusunda sınır tanımıyorsun.”
“Alanlarının
tümünü kendi sınırlarıma dahil etmek üzereyim, inan hiçbir sınır umurumda bile
değil doktor.”
Göz devirdim.
Köşedeki vitrine uzanıp iki kadeh kavradıktan sonra başımla kapıyı işaret
ettim. “Şansını zorluyorsun. Bu evde tek yudum su içmene dahi izin vermemem
gerekirdi aslında.”
Onun ilerlememesinden
sıkılarak salona yönelen ilk ben oldum. İkinci adımımda onun da peşime
takıldığını algılayabildim.
“İzin istediğimi hatırlamıyorum Avcıoğlu.” Az önce ona kurduğum cümleyi bire bir
tekrarladığında uzun ve derin bir nefes aldım.
Tanıştıktan
sonraki ilk bir aya dönmek istiyordum. O zamanlarda tek laf atan ve üste çıkan
taraf olmanın nasıl bir lütuf olduğunu fark edememiştim. Patron kabuğundan
sıyrılınca Cevahir’in en az benim kadar iğneleme eğiliminde olduğunu öğrenmek
zevkli olmamıştı.
~
“Bitmedi bu daha,” diyerek boş kadehi inatla
parmaklarının arasında sıkıca tutmaya çabalayan kadını fiziksel olarak
zorlamadı Cevahir.
“İçi boş, neresi bitmedi?” diye sordu belki bir
şekilde kadını kendisine getirebilmeyi umuyorken.
“Bitmedi işte!” diye bir anda parladığında Cevahir
hafifçe geriye çekilmişti. Kadehin kafasında parçalanması bu geceki istek
listesinde bulunmuyordu.
“Tamam, bitmedi.” dedi pes ederek. Masada duran
iki şarap şişesi de, Seray’ın elindeki kadeh de boştu aslında.
Cevahir akşamın gerginliğini üzerinden atabilmek
için kurduğu planın kendi zihnini değil, kadının zihnini bulandıran bir plana
dönüşmesini müdahale etmeden seyretmişti son iki saat boyunca.
İlk şişenin sonuna kadar her şey normaldi. Cevahir
kendi üçüncü kadehiyle eş, üçüncü seferini içiyor olan Seray’ın hafiften
çakırkeyif olmaya başladığını fark etmişti ancak bunun bir zararı olmadığından
sakince kendi düşüncelerine odaklanmıştı.
Fazlasıyla sessiz, neredeyse hiç diyalogsuz ilk
şişenin sonu geldiğinde ayaklanan kadının yeni bir şişeyle salona dönüşü ise
Cevahir’de hafiften alarmlar çaldırmaya başlamıştı. Araba kullanacağı için
abartamazdı, ikinci şişeye hiç dokunmamıştı bu nedenle. Ancak Seray onun yerine
de şişede boğulmuştu.
“Madem bitmedi, biraz ara ver. Masaya bırakalım
kadehi.” Çocuk ikna eder gibi sakince konuşmasının kadına yeterli gelebilmesini
umuyordu.
“Tamam,” diye mırıldanan Seray’ın kadehi masaya
değil yere bırakmak üzere olduğunu görerek son anda engel olmuş ve ince camın
parçalara ayrılmamasını sağlamıştı.
“Aferin sana,” dedi Cevahir. “Söz de
dinleyebiliyorsun yani arada, büyük bir yetenek bu doktor.”
Seray ne konuda tebrik edildiğini, daha doğrusu
bunun bir tebrik olmadığını çözemediği için gülümsedi. “Teşekkür ederim.”
Cevahir tırnaklarını çıkartmasını beklediği
kadının yalnızca gülümsemekle yetinmesine birkaç saniye bakakaldı. Çoğu kez
kendisine alayla ya da sinirle gülümsediği anlar gelip geçmişti ancak böyle
sakin ve içten bir şekilde gülümsediğine şahit olmuşluğu yoktu.
“Etme,” dediğinde Seray anlamsızca yüzüne
bakmıştı. “Hım?”
Cevahir omuzlarını ne zaman ve neden bu denli
gergin tuttuğunu bilemeyerek kendini gevşetmeye çalıştı. Karşılıklı oturdukları
koltuklarda bayağıdır uzun bir mesafeye sahiplerdi ancak az önce kalkıp kadının
yanına oturup kadehine uzandığı için artık o mesafe hiç olmuştu.
“Uyumak ister misin artık? Seni yatağına yatıralım
ve ben de gideyim, zihnin bulanık olmasa en az dört kez kovulmuştum zaten.”
Seray uzun uzun konuşan adamın ne dediğini anlayamasa
da kendini anlamak için çok yormadı. “Uykum gelmedi,” dedi omuz silkerek. “Ama
sen evine git, evet. Seni bekliyorlardır.”
“Kim bekliyordur?” Cevahir kaşları şaşkınca
çatılarak sormuştu bu soruyu. Bu akşam ailesinin evinden ayrıldıklarında Cevahir,
Seray’a o evde yaşamıyor olduğunu laf arasında söylemişti. Bu nedenle şu an
kadının neyi kastettiğini bilemiyordu.
“Bilmem,” dedi Seray. “Kimse yok mu evinde?”
Sözcüklerin, soruların, hatta hareketlerinin
hiçbiri şu an Seray’ın mantık süzgecinden geçmiyordu. Pat diye konuşmasının,
normalde asla uzatmayacağı konuyu uzatmasının sebebi buydu.
“Yok,” demekte gecikmedi Cevahir. “Yalnız
yaşadığımı söylemiştim sana.”
“Ben de yalnızım.”
Seray’ın söylemeye çalıştığı yalnız yaşıyor oluşu
gibi görünse de içkinin etkisiyle serbest kalan bir parçası aslında bambaşka
bir şey haykırmaya çalışıyordu.
Cevahir duraksadı. “Bir iki hafta sonra ev
arkadaşım olacaksın, son yalnız günlerinin tadını çıkart.” Ne diyeceğini
bilememiş ve böyle bir şey çıkmıştı dudaklarından. Ayık bir Seray buna sinir
krizi geçirip kendisini evden kovardı, bunu biliyordu. Ancak sarhoş Seray’ın ne
yapacağını öğrenme dürtüsü galip gelmişti o an.
Seray’ın dudakları düşünceli bir biçimde büküldü.
Ne düşündüğünü kendisi de dahil olmak üzere kimse bilmiyordu ama düşünüyordu
işte.
Cevahir’in bakışları refleksle kadının gözlerinden
kayıp hareketlenen dudaklarına takıldı. Şarabın kırmızı izler bıraktığı
dudakların, normalde de göz alıcı bir renge sahip olduğunu biliyordu. Şimdi o
detayın altı parlak kalemlerle çizilmiş gibiydi.
Kızarık, ıslak görünen dolgunlukların saatler önce
dudaklarının arasında hapsolduğunu anımsamamaya çalıştı. Merdiven boşluğunda,
kulağına adım sesleri erkenden çalındığında başvurabileceğini birden fazla yol
vardı ancak o an ilk yanaştığı liman dudaklarını dudaklarına esir etmek
olmuştu.
“Uykun,” diyebildi bir anda. “Uykun ne zaman
gelecek Seray?”
Seray bilmediğini gösterir gibi omuzlarını
oynattı. Bununla aynı anda ağzı küçük bir esnemeyle aralandığı için aslında iki
farklı cevap vermişti karşısındaki adama.
Cevahir, uykusunun varlığını dahi fark edemeyecek
kadar kendinden habersiz olan kadını daha fazla darlatmadı. Oturduğu yerde
geriye doğru yaslandı. En fazla on dakika içinde uykuya yenik düşeceğini
gözlerinden ve esnerken gerilen yanaklarından görebilmek mümkündü.
Başının tepesindeki saç yumağından kaçan iri bir
tutam yüzüne doğru düştüğünde Seray huysuzlanarak o tutamı kulağının ardına
doğru itmeye çalıştı. Cevahir bu hareketlilikle birlikte sağ eli havalanan
kadının parmağındaki parıldamayla haşır neşir olmak zorunda kalmıştı.
Yüzüğü çıkartmamış olması ne demekti? Seray’ın
sözünü dinlemeyecek, eğer ortada onu zorunda bırakan bir şey yoksa asla dize
getirilemeyecek bir kadın olduğunu biliyordu. Evdeyken yüzüğünü takmanı
istiyorum dedi diye o yüzüğü camdan aşağı fırlatacak kadar fevri bir kadındı
aksine.
“Yüzüğünü çıkartmayı mı unuttun?” diye sordu
aklına gelen seçeneği doğrulayabilmek için. Şu an Seray’ın yalan söyleyemeyecek
kadar puslu bir zihne sahip oluşundan faydalanıyor muydu; evet… Ancak pişman
değildi.
Bir yanıt gelmedi. Cevahir kadının uyumuş
olabileceğini düşünerek yana doğru düşen başına daha dikkatle bakmak üzere
doğruldu ve üstüne doğru eğildi. “Seray?”
Gözlerini kırpıştırarak başını çeviren Seray,
Cevahir’i dibinde bulduğunda bu çok normalmiş gibi herhangi bir tepki
vermemişti. “Hı?”
“Soru sordum sana, duymadın mı?”
“Duydum,” dedi Seray omuz silkip. “Cevaplamak
istemedim.”
Cevahir bu denli dürüst oluşuna ne tepki
vereceğini bilememişti. “Tamam, cevaplama o zaman.”
Seray başını salladı sakince. Ancak yavaş yapmış
olsa bile başını sarhoşken bu şekilde sallamak bütün dengesini sarsmıştı. Yüzü
hızla buruşurken gözlerini kıstı.
“Ne oldu?” diye soran Cevahir’e bakamadı. “Miden
mi bulandı?”
Sessiz kalıp derin nefesler almaya çalıştı Seray.
“Uzanmak istiyorum”.
Cevahir ayaklandı. Koltuktan kalktığında kadının
bunu koltuğa yayılmak için fırsat belleyeceğini tahmin ederek kolunu tuttuğu
gibi engel olmuştu. “Odana geç, burada sızacaksın gözünü kapatır kapatmaz.”
Seray ağlak bir sesle mızmızlandı. “Çok uzak
orası,” dedi dertli dertli. Cevahir gülecek gibi olduysa da kendini tuttu. “Ben
yardım edeceğim, ağlama tamam. Kalk bakalım.”
Elini sıkıca tutarak bedenini önce doğrulttu,
ardından yavaşça koltuktan kaldırdı. Seray bütün ağırlığını karşısındaki bedene
emanet etmekte bir sakınca görmeyerek rahatına baktığında dizlerindeki gücü
boşalttığı için düşecek gibi sarsılmıştı.
Cevahir düşmesine engel olarak sırtından sardığı
koluyla kadını göğsüne doğru çekti. “Yardım edeceğim dedim, doktor. Baygınlık
geçir demedim aslında.” Söyleniyor olsa da ikinci hamlesi dizlerinin altından
ve belinden kavradığı kadını kucaklamaktı.
Varlığı yokluğu bir ağırlığıyla kendisine pek
zorluk çıkartmayan bedeni salondan çıkartırken aslında hızlı olabilirdi.
Adımlarının yavaşlaması gerekecek kadar zorlanmıyordu, hatta hiçbir zorluk
çekmiyordu. Ancak garip bir güdüyle odaya ilerlerken olabildiğince küçük ve
yavaş adımlar attı.
Seray başını omuz çıkıntısına yaslamış gözlerini
yatağına çoktan varmış gibi kapatmıştı. Cevahir burnuna fazla yakından doluyor
olan lavanta ve şarap kokularını fazla derin koklamamaya çalışıyordu. İki
kokunun birleşiminin böyle tatlı olmasını beklemiyordu. Beklemediği yerden
vurulmak Cevahir Avcıoğlu için sık başa gelir bir durum değildi.
Bir sonraki adımını, önümüzdeki ay yapacağı işleri,
hatta birkaç yıl sonraki gezilerini dahi planlayan bir adam için ‘beklenilmez’ durumlarda
bulunmak kabul edilemeyecek kadar uzaktı.
Odaya öyle ya da böyle vardığında ışığı kolunun
arkasıyla açmış ve içeriyi aydınlatmıştı önce. Örtüsü kapalı olan yatağın bir
tarafına dikkatlice kucağındaki bedeni bıraktıktan sonra diğer taraftan örtüyü
açması ve yeniden Seray’ı kucaklaması gerekiyordu.
Bir dakikadan kısa zamanını alan bu iş yükünün
ardından kadını yastığına bırakmayı ve beline doğru örtüyü kapatmayı
başarmıştı.
Örtüyü daha da yukarı çekip çekmemeyi düşünürken
bakışları yuvarlak yakası sola doğru kayan, kadının bir koluna doğru biriken
tişörte takıldı. Bu akşam üzerinde olan elbisenin sahadan çekilmesinin ardından
sahaya bu mavi tişört çıkmıştı.
Cevahir tişörtü üzerinde ilk fark ettiği andan
beri rahatsız edici bir dürtüyle dolmuş ancak şarabın etkisiyle bundan uzak
kalmaya kendini ikna edebilmişti.
Yüzükle ilgili sorusu yanıtsız kalmıştı. Ancak
şimdi başka bir soruya cevap almayı denese… Olmaz mıydı?
Birkaç saniyeden fazla sürmeyen iç sorgusunun
sonucu dışa yansıyan bir homurdanış oldu.
“Sana ne amına koyayım? Kendine gelsene, birkaç
kadeh şarap mı çarptı? Sana ne üzerindeki tişörtün kime ait olduğundan?”
Kontrol edemediği, olması gerekenden biraz daha
yüksek çıkan sesi yataktaki bedeni huzursuz edip anlamsız mırıldanmalar
çıkarmasına yol açtığında Cevahir bu kez kendine daha sessiz ancak daha ağır
şekilde sövmekle meşguldü.
Henüz yatağın yanından ayrılmamıştı. Kadının
uzandığı tarafta, yatağın hemen dibindeydi. Seray mırıldanırken kolunun üstünde
dönüp bulunduğu yöne kendini çevirince kısa bir an afallaması bundandı.
“Sussana,” diye soludu Seray kızgın kızgın.
“Uyuyorum ben.” Aklının henüz yerine gelmediğinden emin olmuştu böylece
Cevahir. Biraz olsun kendine gelmiş olsa, odamdan çık diye bağırmak veya
kendisini tekmelemek arasında kararsız kalırdı kadın muhtemelen.
“Sustum,” dedi Cevahir. “Uyu sen.”
Seray olumlu bir şeyler homurdanıp yanağını
yastığına daha sert bastırdı. Başı ağrıyor ve aynı anda da dönüyordu. Bu
birleşimin işkenceye dönüşmesinden rahatsızdı, uyuyup kurtulabilmeyi umuyordu.
“Çok yoruldum.”
Cevahir az önce kadına uyumasını söyledikten hemen
sonra yatağın yanından, devamında da odadan ve peşi sıra evden çıkmış
olmalıydı. Kısa süre daha olduğu yerde beklemek ona biraz pahalıya patlamak
üzereydi.
“Anlamadım,” diye konuştu aslında söyleneni
anlamış olsa da. Sanki anlamasına engel olan aradaki mesafeymiş gibi hafifçe
eğildi, uzun bir süre böyle kalamayacağını kavradığında ise dizlerini kırarak
çöktü.
Seray gözlerini tam dalamadığı uykudan kaçırıp
kısık da olsa aralarken bakışları bulanıktı. Karşısındaki yüzün kime ait
olduğunu önemsemeden dudaklarını aralayıp konuşmayı sürdürdü. “Yoruldum,” dedi
tekrar.
Cevahir bu yorgunluğun oluşumuna elleriyle
demirler ekleyip yapıyı sağlamlaştırmamış gibi kasıldı. “Uyu,” dedi bedeninin
aksine sesini sakin tutarak. “Uyu, geçecek.”
Seray’ın dudakları büyük, öyle derin, öyle sıcak
bir gülümsemeyle kıvrıldı ki Cevahir bir an için bunu kendi uydurduğunu
düşünerek afalladı.
“Yalancı,” diye fısıldadı kadın. “Uyuyunca geçmez,
sadece bir daha hiç uyanamayınca geçecek.”
Cevahir o ana dek kadının kendisine yaklaşık altı
haftadır söylediği hiçbir şeye bu denli donmamıştı. Karşısına geçip sayıp
sövdüğü, aptal olduğunu, deli olduğunu söylediği anlarda ya da terslenip laf
soktuğu hiçbir anın devamında böyle sıkışmış hissetmemişti.
“O ne demek öyle?” diye mırıldandı. Cevabı bile
bile sormuştu ki zaten kadından da herhangi bir cevap kopup kendisine
ulaşamadı.
Seray’ın titrediğini fark ettiğinde belinde duran
örtüyü boynuna kadar çekip yüzü dışında bir boşluk kalmayacak şekilde bedenini
kapladı. Titremesinin nedeninin soğuk olmadığını rahatsız edici bir biçimde
tekrarlayan sesi duymazlıktan gelerek tüm derdi buymuş gibi kadının üstünü
örtmeye odaklanmıştı.
“Seray,” diye seslendi fazla yüksek tutmadan
sesini. Uykusunun kıyısından onu son kez döndürüyordu. Bu sorudan sonra başka
bir şey söylemeyecekti.
“Hım?” cevabı geldiğinde uzaktayken sesini
duyamazmış gibi başını biraz öne itip kadına yaklaştı. “Evde yalnız olmak mı
istiyorsun, yoksa sabah beni delirtmeni göze alıp salonda mı kalmalıyım?”
Gece gitmemesi sabah başına büyük bir bela olarak
sarılacaktı, Cevahir bundan emindi. Ancak az önce kısıkça mırıldandığı o
sözcüklerden sonra kadını öylece dört duvarın ardında bırakıp gitmeyi de
yedirememişti kendine. Kendisine yalancı demesinin asıl sorun olmasını umardı
fakat sorun hemen devamındaki cümledeydi.
“Sen beni delirtiyorsun,” diye huysuzlandı Seray.
“Ben bir şey yapmıyorum.”
“Mutlaka, doktor. Öyle oluyor evet.”
“Hı hım, öyle oluyor ekonomist.”
Cevahir duvarlarda yankılanan koca bir kahkaha
attı. “Ne?”
“Ekonomi mezunu değil misin?” diye homurdandı
Seray. “Bana doktor deyip duruyorsun, sen de ekonomistsin.”
Gözleri yarı açık halde kendisiyle atışmaktan asla
gocunmayan kadının sarf ettiği gayrete şaşkındı Cevahir.
“Başka neler biliyorsun benim hakkımda? Okuduğum
okulları mı araştırdın sadece?”
Seray bir gözü tam, yastığa yakın olan diğeri ise
belli belirsiz açık olacak şekilde baktı karşısındaki adama. “Parayı basıp
okumuş olacağını düşünmüştüm,” dedi Seray hüzünle. “Böylece zekan konusunda
daha rahat aşağılayabilirdim seni. Boğaziçi ve Stanford birleşimi bir akademik
kayıt beklemiyordum.”
Cevahir tekrar güldü. Sarhoşluğunun gittikçe
açılıyor mu yoksa daha da derinleşiyor mu olduğunu çözememişti. Hem daha düzgün
konuşuyor hem de asla ayıkken söylemeyeceği şeyler söylüyordu.
“Aklının içini açıp okuyabilmek istiyorum şu an,
beni her seferinde şaşırtıyorsun.”
Başını kıpırdatıp yerinde biraz oynadı Seray.
Gözlerini tam açık hale getirebilmişti bu sayede. “Sürprizlerle dolu muyum?”
“Öyle misin?”
“Öyle miyim?”
Cevahir bunun sonunu kendi getirmezse kadının
üşenmeden devam edebileceğini öngörerek soru döngüsüne yeni bir eklenti
yapmadı. Bu sırada Seray düşünceli bir tavırla dudaklarını öne doğru
şişirmişti. Cevahir salondayken de benzeri yaşanan anın tekrarlanacağını
düşünüp erken müdahale ile başparmağını hızla şişen dudakların ortasına
bastırdı.
“Dudakların yerinde dursun, küçük ayyaş. Yoksa
ömrünün en hissiz öpücüğünden bir tane daha deneyimleyeceksin.”
Akşam kendisine atılan lafa gönderme yapsa da şu
an Seray’ın asla umuru değildi bu. Dudaklarına yaslanan sert dokunun ne
olduğunu düşünmeden nefeslenmek için dudaklarını hafifçe araladığında Cevahir
ağır bir küfür savurmak zorunda kalmıştı.
Sıcak nefesini parmağına üflerken tam olarak ne
umuyordu karşısındaki kadın?
“Sabah uyandığında tepeme çökmen zerre beni
ilgilendirmiyor, kalmam için yalvardığına seni inandıracağım muhtemelen.
Salonunda sabah beni gördüğün anda görüşürüz. Uyu hadi.”
Seray upuzun cümlelerden hiçbir kısmı kendine
katmadan öylesine bir mırıltıyla onay verdikten sonra olduğu yerde tam tersi
yöne dönüp sırtını adama çevirdi.
“Bi’ kıçını dönmediğin kalmıştı zaten, evet
Seray.”
Cevahir homurdana homurdana odadan çıkarken kapıda
neden gereksiz oyalanıp uykuya gömülen kadını birkaç dakikadan fazla dikkatle
incelediğini kendine söylememek için salona hızla ilerlerken aslında kaçtığı
tek bir şey değil, birden çok şey vardı. Ve evrende bu konudaki kural fazla
basitti:
Kaçtığınız şeylere, kaçmadıklarınızdan çok daha
hızlı çekilir ve hapsolurdunuz.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder