Gözyaşı Kadehleri 21.Bölüm
21.BÖLÜM
“Biraz daha kalmayacak
mıydınız? Böyle apar topar… Bir sorun olmadığından emin misin abi?”
Başım cama doğru
yaslı, arabanın arka koltuğunda gidebileceğim en köşe noktaya kadar kaymış
haldeydim. Uyumuyordum. Saatlerdir doğru düzgün gözümü kırpmış değildim ancak
uyuyor görünmek sapabileceğim en risksiz yoldu.
“Ne zamandan beri
cevabını verdiğim soruları tekrar tekrar sormaya başladın Teo?”
Cevabını
vermekten kastı, soğuk bir bakış ve küçük bir baş hareketiydi. Arabaya binmeden
hemen önce, Teoman az öncekine benzer bir soruyu sorduğunda vermişti tepkisini.
“Kusura bakma
abi,” dediğini duydum Teoman’ın. Cevahir’in üstündekinin her zamanki gerginliği
olmadığını, sorusunun cevabının aslında tam tersi olduğunu ancak bir şeyler
öğrenemeyeceğini kavramış olacak ki bir daha sesini duymadım.
‘Karımı öptüğümün farkında olmadığımı mı
sanıyorsun?’ diyen sesi
ve o anda yüzüme akın etmekte olan nefesi saatler öncesinde kalmamış gibi beni
çepeçevre sarmıştı.
Gözümü ondan
kaçmak için yumdukça beni karşılayan yine oydu. Benim korktuğum, onunsa
başından beri istediği her şey gerçekleşiyordu. Kaçacak yerim yoktu. Her yolun
sonu bir şekilde ona çıkıyordu.
Alt dudağımı
hafifçe ıslatarak ağzımın içine doğru çektim. Gün ağarmadan, gece karanlığı
sökülüp biz yola koyulmadan önce dudağımın bambaşka bir esaret altında
defalarca can çekiştiğini hatırımdan silemedikçe nefeslerim düzensizleşiyordu.
İçimden saydığım
sayıların sonu gelmezken, zerre kadar rahatlayabilmiş değildim.
Birilerinin bana
çıkış yolu göstermesine alışkın biri değildim fakat yıllar sonra ilk kez
birinin elimden tutup beni doğru olana yönlendirmesine çok ihtiyacım vardı.
Sarhoştu diyerek kendimi kandırmak istediğimde kendinden
emin bakan gözleri, oyun oynuyor diyecek
olduğumda ise dudaklarıma akıttığı saf arzu beni susturuyordu.
Ne bağırıp
kızmaya ne de sakince konuşmaya yetmeyen sesim, koca bir sessizlik doğurmuştu.
O sessizliğin sonucu da içinde bulunduğumuz andı.
Benden beklediği,
hangi birini seçeceğimi kestiremediği tepkiler vardı; bundan emindim.
Sessizliğim bu seçeneklerden biri miydi, tartışılırdı.
İstanbul’daydık
artık. Görünürde daha uzun süreceği açık olan ‘balayı’ kısa bir hafta sonu
kaçamağı oluvermişti. Bunda payım büyüktü ancak asıl karar onundu.
Bodrum’un
havasından ya da belki suyundan etkilenmiş olmalıydı. Geçirdiğimiz birkaç gün,
birkaç yıl gibi yoğun ve çarpıcıydı. Üstelik tüm bunlar hiçbir dış etken
olmaksızın tamamen onun girişimlerinden ibaretti.
Magazincilerin
çapraz ateşinde olduğumuz koyda başlayan, ertesi gün kahvaltıda ve akşamında
davette süren; en son da odaya döndüğümüzde zirveyi gören tavrının benim
sözlüğümde doğru düzgün bir açıklaması yoktu.
Uyuyor görünme
çabamın neredeyse uyuyakalma ile taçlanıyor olduğunu arabanın fren
sarsıntısında yaşadığım irkilme ile anladığımda gözlerim refleksle aralanmıştı.
Arabanın evin bahçesinde durduğunu gördüğümde nefeslenerek ve büyük ölçüde
solumdaki bedene bakmaktan kaçınarak kapıma uzandım.
Kapım ben
açamadan aralandığında bakışlarım aceleyle yukarı tırmandı. Teoman’ı gördüğümde
kapıyı açanın o olduğunu anladığım için oyalanmadan arabadan çıktım.
Uçağa binmek
üzere havaalanına geçtiğimizde güneş yeni doğuyordu, şimdi ise öğlen olmak
üzereydi artık. Nisan ayının son haftasında olduğumuzu belli eder şekilde ılık,
hatta sıcağa yakın bir hava vardı. Sabah üşürüm diye üstüme aldığım ince
hırkanın arabadan iner inmez beni yaktığını hissetmiştim. Direkt eve girmek ve
bu histen kurtulmak istiyordum.
“Benim içeri
gelmeme gerek var mı abi?”
Bagajdan çıkan
valizler bahçedeki ikinci güvenlik tarafından eve taşınıyorken ben de açılan
kapıdan geçmek için hareketlenmiştim. Bu sırada arabanın yanında kalan ikiliyi
de duyabiliyordum.
“Yok, hastaneye
geç. Bir saate gelirim.”
Kaşlarım
havalandı. Kapıdan girmek üzereyken son duyabildiğim buydu. Evet, bugün
pazartesiydi ama döndüğü gün hemen işe gitme planı yaptığından habersizdim.
Eve girdiğimde
önüme çıkan ilk yüz, görmekten öyle çok da haz etmediğim bir yüzdü.
“Hoş geldiniz,”
diyen Neşe’ye baktım. Yüzümdeki karman çorman, yorgun ifadeden olabildiğince
hızlı sıyrılarak normal bir hal almayı denemiştim.
Sesli bir cevap
yerine başımı çok az kıpırdattım sadece. Aynı karşılamayı Mira’dan ya da Vildan
Hanım’dan alsaydım kendimi zorlayıp teşekkür edebilirdim ancak Neşe için kendimi
yormayacaktım. Evdeki amacı evin sahibi tarafından dahi bilinen bir maşaydı.
“Erken döndünüz,
inşallah her şey yolundadır. Bu hafta olmayacağınızı söylemiştiniz gitmeden.”
Merdivenleri
çıkmak için koridoru adımlayacağım sırada konuşmaya devam ettiğinde omuzumun
üstünden ona baktıktan sonra yavaşça bedenimi de ona doğru çevirdim.
“İşlerinle
ilgilenmeni tavsiye ederim, Neşe.” dedim büyük bir sakinlikle. “İşlerim pek
ilgimi çekmiyor dersen de…” dedikten sonra sustum. Devamını kendisi kolayca
tamamlayabilirdi. Bu, açık bir kovma tehdidiydi.
Dudaklarını
birbirine bastırdı. Gözlerindeki anlık parlama saklayamayacağı kadar sinsiydi
ancak toparladığını düşünecek kadar da saftı.
“Haddimi aştıysam
özür dilerim Seray Hanım,” dedi düz bir sesle.
Gülümsedim. Ne
nazik ne de alaycı bir gülümsemeydi.
Evden gönderilme
ihtimalinin ona sadece ‘iş kaybetmek’ olarak yansımayacağı belliydi. Her kimin
maşasıysa, ondan çekiniyor olmalıydı. Birden ‘Seray Hanım’ oluvermiştim, oysa
adımı kullanmaya pek tenezzül etmezdi.
“Bu anın
tekrarını yaşamayalım o halde,” dedikten sonra arkama bakmadan merdivenlere
doğru yürüdüm.
“Türk kahvesi,”
diye seslendim biraz uzaklaşmışken. “On dakikaya hazır olsun, salonda
içeceğim.”
Taşkınlığını
sakince bastırmış, üstüne de hiçbir şey olmamış gibi Türk kahvemi istemiş
olmamın onda fırtınalar estirdiğini az çok biliyordum. Kahvaltı dahi
yapmamışken kahve istememin, odada dinlenmek yerine salonda oturacak olmamın
sebebi de buydu zaten.
Bahsettiğim on
dakikayı aşmayacak sürenin sonunda üstümü değiştirmiş ve salona inmiştim.
Ben koltuklardan
birine yerleştikten hemen sonra kapıdan elindeki tepsiyle birlikte Neşe
göründüğünde içten içe kısaca keyiflensem de sesimi çıkartmadan sehpaya servis
yapmasını beklemiştim.
“Afiyet olsun
Seray Hanım,” diyerek gözden kaybolduğunda bir bacağımı diğerinin üstüne doğru
atarak koltukta daha rahat bir hal aldım.
Başımı geriye
atıp koltuğun üstüne doğru yasladığımda gözlerim birkaç saniyeliğine kapandı.
Kulağıma dolan
sert adım sesleri gözlerimi açmam için yeterliydi. Salonun kapısından geçen,
yüzünde yakaladığım ifadeye bakılırsa beni bulunduğum yerde görmediği belli
olan Cevahir’i adımları sekteye uğramış şekilde göz hapsine almıştım.
“Çıkıyor musun?”
diye mırıldandığımda neden sessiz kalmadığımı kendime bin kez sorsam da cevap
vermekte zorlanırdım. Çıkacak olduğunu biliyordum, Teoman’a söylediğini
duymuştum. Saçma bir çabayla sesini duymaya, bana yönelik bir şeyler
söylemesine enerji harcıyordum.
En son ‘iki saate
havaalanında olmamız lazım’ dediğini duymuş, devamında da kendimi İstanbul’da
bulmuştum. Son cümlesinden önce söylediklerini duymazlıktan gelmeme, anlamama
rolüme olan sinirinin yansıması onu susturuyordu.
Benimle
konuşmuyordu.
“Evet,” dediğinde
amacıma ulaşmış olduğum için rahatlamalıydım, konuşmuştu. Öyle olmadı.
Sıkıntılı bir solukla göğsüm belli belirsiz şişti.
Başka bir şey
söylemedim. Söylemek isteyip istemediğim tartışılabilirdi ancak o tartışmanın
sonuçlanmasını bekleyemeyecek kadar aceleciydi.
Ne için girdiğini
anlayamadığım salondan ben varım diye apar topar çıktığında arkasından uzun bir
süre bakmış, dış kapının sert yankısını duyana dek bakışlarımı kapıdan
ayırmamıştım.
Göz ucuyla
sehpada duran kahve fincanına baktıktan sonra omuzlarımı esneterek arkama
yaslandım.
Kahve içesim
kaçmıştı.
“Neşe!” diyerek
sesimin salondan mutfağa kadar taşacağından emin olduktan sonra beklemeye
başladım.
Salona apar topar
giren isim çağırdığım isimden farklıydı.
Mira nefes nefese
karşıma geçtiğinde kaşlarımı havalandırdım. Yukarıda valizleri boşaltıyor
olduğunu, bu katta bile olmadığını biliyordum.
“Sana
seslenmedim,” dedim kaşlarım havalanırken. Mira gülümsemeye çalıştı. “Olsun,”
dedi hemen. “Ben yardımcı olayım Seray Hanım, buyurun lütfen. Ne istemiştiniz?”
Başımı omuzuma
doğru eğdim. Oradan bakılınca sabrımın ve tahammülümün yüksek olduğu bir anda
gibi mi görünüyordum?
“Neşe’yi çağır,
yukarıdaki işine devam et Mira.”
İtiraz edecek
gibi oldu. Ona karşı ilk günden beri daha ılımlıydım, bunda Cevahir’in
gerginliğinden irkilip kuş gibi titremesi fazlaca etkiliydi ancak bu kez
patronlarını aratacak kadar gergin olan bendim. İtirazına dair tek kelimesini
seslendiremeden bundan vazgeçti.
“Tabii,” dedi
sessizce. “Hemen haber vereyim ben.”
Mira’nın adım
sesleri azalarak kaybolurken içeriye girecek olan Neşe’yi beklemekteydim.
Üzerimdeki yoğun
baskıyı her seferinde Cevahir’e kusmaya alışkındım ancak ilk kez onun dışında
birini bulmak zorundaydım.
Günün şanslısı
Neşe’ydi. Şanssızı ise her zamanki gibi
ben olacaktım.
~
“Ben hastanede buluşuruz deyince… Vita olarak
anladım tabii abi.”
Teoman kulağına yaslı olan telefonun ucundaki sesi
beklerken önünde kilit olmuş öğlen trafiğini dertli bir biçimde izliyordu.
“Dediğimi yapıp teyit ettin mi?”
Teoman, Cevahir’in sorusunu duyduğunda konunun
kendisinin adresi yanlış anlaması olmadığını çözmüş ve kısa bir nefes almıştı.
“Ettim, bütün gün orada olacakmış. Hastaları var.”
“Güzel,” dedi Cevahir bir eli direksiyonda
sabitken. “Yirmi beş dakikaya oradayım. Gelişin yirmi dört dakikayı geçmesin
Teo.”
Teoman bu isteğin aslında ‘yirmi dört dakikadan
geç gelirsen, olacakları göze al’ içerikli bir tehdit olduğunun farkındaydı.
Cevahir Avcıoğlu’nun neyi, ne ölçüde ve nasıl yapacağına en hakim kişi oydu; bu
da tehditlerin en çok Teoman üzerinde işe yaradığı anlamına geliyordu.
“En fazla yirmi dakika abi, karşılarım ben seni.”
Arama sonlandı. Teoman derin bir nefes alıp yola
odaklanmış, yirmi dakikalık sayacını zihninde başlatmışken kendisi de zihni de
sessizdi. Onun aksine Cevahir yoğun bir gürültünün ortasında sayılırdı.
O gürültü etraftan bağımsız, zamandan kopuktu.
“Bir kere değil, iki kere değil… Kaç kere
reddedildiğini sayabildin mi Avcıoğlu?” dedi kendi kendine büyük bir alayla.
İstediğini almak konusunda istisnası olmayan bir
adamken üst üste yüzleştiği reddedilişler Cevahir için zulümdü. Bunlara ne
tepki vereceğini bilememek, kontrollü ve her an mantıklı olmayı bilen tarafını
zedeliyordu.
Gözlerini yoldan ayırmadan, elleri ezbere bildiği
yolu aşarak arabanın torpido gözüne ulaştı. Kapak aşağı doğru aralandığında
düzenli tuttuğu, elinin altında olması gereken birkaç belgenin beklediği alana
sonradan dahil olan ve oradaki diğer her şeyden farklı bir amaca hizmet eden
kumaş parçasını parmaklarıyla söküp almıştı.
Kopkoyu bir mavi, kenarındaki ince beyaz çizgi
dışında hiçbir iz taşımayan kumaş bir fulara aitti, o fular ise Seray’a…
Parmaklarına sürtünen yumuşak kumaşı sıkıca
tutarak yüzüne doğru yaklaştırdıktan sonra derince nefeslendi. Fuların
üstündeki koku, Cevahir’e bu fuları saklatan lavantaya bulanan Seray kokusu
giderek azalıyordu. Yine de hiç yoktan iyiydi, bu ayrımı Bodrum’daki birkaç
gecede kolayca yapabilmeye başlamıştı.
Hiç olmamasındansa, az olmasını tercih ederdi.
Küçük bir kıyamete neden olan ‘fular’ Seray onu
tekrar hastanede unuttuğundan beri Cevahir’in himayesi altındaydı. Arabasının
demirbaşlarından biri haline gelişi ise kendisine saklıydı.
Kokuyu almak için yüzüne yaklaştırdığı fular,
dudaklarına doğru sürtündüğünde Cevahir direksiyonu az öncekinden çok daha sıkı
tutuyordu artık. Kokuyla aynı anda dudaklarında yumuşak bir dokunuş hissetmiş
olmak apar topar aklını dün geceye sürüklediğinde fevri bir şekilde fuları
yüzünden uzaklaştırdı.
“Kaçmaya devam et,” dedi kendi kendine. “Birimizin
iradeli kalması gerekiyor, benimkini sikip atmışken sen tek başına direnmek
zorundasın.”
Aklını üşütmüş gibi boş arabada Seray ile
konuştuğunu fark ettiğinde kendine ağır bir küfür savurarak az önce çıkarttığı
fuları dikkatle torpidoya geri bıraktı. Bir ara Seray’ın odanın sağına soluna
yaydığı lavanta kokan herhangi bir ürününü fulara bulaştırmayı da aklına not
etmişti bu sırada. Gerçi evdeki hiçbir lavantalı ürün Seray gibi kokmuyordu.
Züğürt tesellisi olacaktı bu çaba.
İstemsizce gülecek gibi oldu. Bi’ kendisini züğürt
hissetmediği kalmıştı, o da oluyordu. Yaşayabileceği her ilki üst üste
deneyimliyordu. Hepsinin kapısı da aynı yere açılıyordu.
Trafikte yol alıyor olan arabayı varış noktasına
geldiğini bildiren robotik sesin ardından bulduğu ilk boşluğa park ederken
boynunu sağa sola çevirdi hafifçe. Esnetmeye çalışsa da her yanı öyle gerilmişti
ki hiçbir çaba sonuç vermeyecekti.
Sürücü tarafındaki kapı Cevahir uzanmadan
aralandı. Teoman meraklı ancak bastırmaya çalıştığı bakışlarıyla ona doğru
dikkat kesilmişti.
“Hoş geldin abi,” dediyse de karşısındaki adamın
pek hoş bulmuş gibi bir hali yoktu.
Cevahir arabadan indikten hemen sonra Teoman’a
doğru belli belirsiz baktı. “Silahın arabadaysa yanına al,” dedi havadan sudan
konuşuyor gibi.
Teoman ağzı yavaşça kapanıp açılsa da önce tepki
verememiş, bir süre susmuştu. Devamında toparlanıp konuşabildi. “Hayırdır abi?”
Önlem olarak, kullanmayı gerektirecek bir durum
olmamasını tercih ederek arabada bulundurduğu silahın sorulması Teoman’ı
germişti. Kolay kolay Cevahir’den böyle bir şey duymazdı.
Bulundukları konumu teyit etmek ister gibi etrafa
baktı. “Hastaneye silahla mı gireceğiz?”
Cevahir nerede olduklarını bilmiyormuş gibi
arkasına doğru umursamaz bir bakış attı. Ardından yeniden Teoman’a döndü. “Kısa
bir doktor görüşmemiz var, Teo. Bu kadar hevessizsen, aşağıda kal.”
“Bu doktor…” diyerek başladığı cümlenin devamı
gelmeden susturuldu Teoman.
“Kafam attı benim Teo,” dedi Cevahir sakince.
“Kafam öyle bir attı ki benim acilen bir psikiyatristle görüşmem gerekiyor.
Anlıyor musun koçum beni?”
Teoman binaya doğru bakmaya gerek duymadan başını
hafifçe salladı.
Burada tek bir psikiyatrist vardı. Cevahir
Avcıoğlu’nun silahla ziyaret etmesinden de anlaşılabilecek pek olumlu durum
bulamamıştı.
Önünde durmak ya da onu durdurmak gibi seçenekleri
olmadığından dudakları bir onaya aralandı.
Birazdan yaşanacak olanları aklından geçirmemeye
çalışıyordu. Aksi takdirde tadı kaçacaktı.
On dakikayı geçmeyen bir zamanın ardından artık
bulundukları yer binanın önü değil, içiydi. Teoman kapıya sırtı denk gelecek
şekilde ayakta durduğu odada gözünü kırpmadan aynı noktayı izliyordu. Odağında
odadaki masanın arkasında kalan sandalyesine yerleşmiş olan doktor ve masanın
önündeki koltukta oturan Cevahir vardı.
“Nilgün Hanım’ı göremedim yanınızda, son
seansımızın üzerinden epey zaman geçti. Yeni bir görüşme yapabilirdik kendisiyle.”
Cevahir kollarını oturduğu koltuğun yan
kısımlarına yaslamışken bakışlarını karşısındaki adamın yüzünde gezdiriyordu.
“Ne konuşurdunuz o yeni görüşmede?”
“Anlayamadım, Cevahir Bey.” diyen adamın
kendisinden en az on yaş büyük olduğunu biliyordu. Yaşı, deneyimi, eğitimi…
Uzun yıllardır annesinin doktoru olmayı üstlenmesinin, Vita’da çalıştığı süre
sonlanmasına rağmen annesini bu doktorun yeni hastanesine getirmeye devam
edişlerinin sebebi de bu özelliklerinden doğan güvendi.
“Annem tedavisine başka bir uzmanla devam edecek,”
dedi düz bir sesle. “Size bugüne kadar olan özveriniz için teşekkür etmeye
geldim, veda gibi düşünebilirsiniz Sami Bey.”
Sami, duyduklarıyla birlikte anlık olarak
afallamış ve dolayısıyla bunu gizleyecek vakit bulamamıştı. Cevahir adamdaki
tepkiyi kaçırmadan yakaladığında burnundan sert bir nefes verdi. “Üzüldünüz
sanırım.”
“Tabii,” dedi Sami hemen. “Üzüldüm, sürecin sonuna
kadar Nilgün Hanım’a yardımcı olmak isterdim.”
Cevahir hafifçe öne doğru eğildi. Masanın diğer
tarafında oturuyor olan adama daha yakındı artık. “Ne cüretle?” dedi hayret
edercesine. “Hangi cesaretle bu işe kalkıştın sen?”
Sami toparlanmak ister gibi omuzlarını
dikleştirirken bir yandan da yüzündeki bakışların ağırlığını taşımaya
çabalıyordu. “Neyden bahsettiğinizi anlayamıyorum, Cevahir Bey.”
“Öyle mi?” diye soran Cevahir değildi, Teoman’dı.
Odaya girmeden önce Cevahir tarafından ne zaman ne konuşacağını kısaca dinlemiş
ve aklına kazımıştı.
Doktorun bakışları, konuştuğu anda kapının önünde
duran Teoman’ı bulmuştu. Kollarını arkasında tutan Teoman üstündeki ceketi
düzeltirmiş gibi gerindiğinde doktorun görmesi gereken manzara da açığa
çıkmıştı.
Sami gergince yutkunarak iri yarı bedeniyle odanın
girişini kaplayan adamın belindeki çıkıntıyı birkaç saniye izlemiş, ardından
apar topar sandalyesini geriye iterek ayaklanacak gibi olmuştu.
“Sakinleş,” dedi Cevahir bu sırada. “Hastanenin
ortasında silah kullanacak değiliz, aklın buna basmıyor olamaz değil mi?”
Kafası karışmış bakışlarla Cevahir’e baktı.
Ardından dudakları aralandı. “Ne istiyorsunuz benden?”
“Birkaç basit soruma cevap… O cevapları ver, ben
odandan çıkayım ve işine devam et. Ha dersen ki ben öyle kolay iş sevmem; o
zaman gördüğün silahı kullanabileceğim çok fazla yer biliyorum, eşlik edersin
bana Sami.”
Peş peşe nefeslenip bir Cevahir’e bir Teoman’a
baktı doktor. İkisinin de yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Öfkeli ya da sakin
olduklarını söyleyemiyor, sadece düz ifadelerine bakabiliyordu.
“Tamam,” dedi kısık bir sesle. “Sorun tabii.”
Cevahir oturduğu yerde geriye doğru yaslandı.
Üstündeki gömleğin kollarında ilikli duran düğmeleri çözmeye başlarken ‘uzun
bir süre buradan kalkmayacağım’ görüntüsü çiziyordu.
Öyle de olmuştu.
Dakikalar birbirini kovalarken, soluk soluğa
cevaplar vermeye devam eden Sami’nin yüzünün rengi kaçmış, Cevahir oturma
şeklini hiç bozmamış, Teoman ise bulunduğu yerde hareketsizce beklemişti. Bu
hareketsizliğinin arkasında, odadan çıktıktan sonra nasıl bir Cevahir Avcıoğlu
ile karşılaşacağını bilmeme tedirginliği yatıyordu.
Cevahir yerinden kalktığında Sami panikle masasına
tutunmuş, masanın ötesinden Cevahir üzerine fırlayacakmış gibi gerilmişti.
Ancak olacak olan farklıydı. Cevahir hiçbir şey söylemeden kapıya doğru
ilerlemekteydi.
Teoman kapının önünden çekilip kapıyı araladı,
Cevahir çıkar çıkmaz kendisi de peşine takıldı.
Hastanenin geniş koridorunda ilerlemeye
başladıklarında Teoman arkasında değil de yanında yürümeyi tercih ettiği adamın
yüzünü görebilmeye çabalıyordu.
“Abi-”diyecek olduğunda Cevahir önüne bakmayı
sürdürerek onu susturmuştu. “Bu piçin mesleği, hayatı, adı… Ona ait hiçbir şeyi
kalmayacak Teo. İlgilen.”
“Aklın kalmasın abi,” dedi Teoman güven
verircesine. Az önce duyduklarından sonra ve daha önceden bildiklerinin de
eklenmesiyle birlikte bu adama karşı hissettiği herhangi bir acıma duygusu oluşamazdı
artık içinde. İşi pek zor olmayacaktı.
“Eve geç şimdi,” dedi Cevahir binadan çıkmak üzere
oldukları sırada. “Akşam Seray’ı da alıp yemeğe getirirsin. Dediğim saatte.”
“Rezervasyon yapılacak bir şey mi? Halletseydim.”
“Avcıoğlu ailesinin misafiriyiz, Teo.” dedi
Cevahir başını hafifçe yan çevirip ona bakarken. “Keyifli bir akşam olacak,
karımın da şahit olmasını istiyorum.”
~
“Biraz daha
uzatsaydınız tatilinizi hazır gitmişken, ne bu acele?”
Fahri Bey’in
özellikle Cevahir’e bakarak konuşmasıyla birlikte içten içe gerilmişken sessiz
kalmayı tercih etmiştim. Cevahir de konuşmaya niyetli gibi değildi ancak Beril
ikimizi aşarak dudaklarını aralamıştı.
“Deli torunun
işini özlemiştir, dede. Hafta sonu tatili olarak balayı yapan ilk insan olarak
tarihe de geçecek.”
Geldiğimizden,
daha doğrusu ben Teoman tarafından buraya getirildiğimden beri Cevahir’le bire
bir yaşadığım diyaloğum yoktu. Yemeğe oturulana dek birkaç resmi selamlaşma
yaşamış ardından Beril’e en yakın, yani en güvende hissettiren konumda onunla
sohbet etmiştim.
Yemeğin başlaması
için beklediğimiz ve bir önceki seferde olduğu gibi geciken Levent-Fulya
çiftini görmek yemeğe dair az olan iştahımı tamamen kapatmıştı. Levent’e
hastanede yaşananlardan beri öfke doluydum, Fulya ise yüzüne bakarken dahi
insanın tadını kaçıracak gariplikte bir enerjiyle doluydu.
Aç kalmak bu
masada yemek yemekten çok daha cazip olsa da mecburdum. Bu aileyle bağlantılı
her şey benim için mecburiyetlerden ibaretti.
“Balayı
sayılmazdı,” diye mırıldandım. Göz ucuyla Cevahir’e bakarken yanımda oturuyor
olmasından faydalanarak bedenimi biraz ona doğru yaklaştırmıştım. “Bu şekilde
balayı konusunu kapatamayacağını biliyor zaten kendisi de.” Gülümseyerek
konuştuğumda masada bana eşlik eden yalnızca Beril ve belki biraz da Fahri
Bey’di.
“Biliyor gibi
bakmıyor, dalmış gitmiş kocan.”
Beril kadar
pozitif olmasa da gözümde ondan pek farklı bir konumda olmayan Doğan, yanındaki
karısını güldürmüştü bu cümlesiyle.
“Evde doğru düzgün
dinlenmeden kendisini hastaneye attığı içindir,” dedim kızgınmışım gibi. Gerçi
kızgındım… Nedenini kendim bile bilmiyordum ama öyleydim işte.
Gerçekten hafifçe
ortamdan kopuk görünen, biraz daha böyle kalırsa benim yoğun çabama rağmen bizi
patlatacak olan Cevahir’e doğru baktım. “Canım?” dedim yüzüne doğru yaklaşıp.
“Hastanede bir sorun mu vardı? Dalgınsın cidden.”
Gözünün önüne kendimi
itmemle birlikte bakışları odaklandığı yerden koparak beni buldu. “İyi misin?”
dedim sakince. Kocasını merak eden, kalbi sevgiyle dolu bir eştim. Yani en
azından masadaki herkese böyle düşündürmeliydim.
Çoğu bakışın
bizim üzerimizde olduğunu hissediyordum. Bu durum, Levent’in konuşmaya
başlamasıyla değiştiğinde artık biz de ona dönmüştük.
“Hastanede falan
değildi, sen mi karına yalan söyledin yoksa karın mı bize yalan söylüyor
Cevahir?”
Duraksadım.
Vita’da değil miydi?
Cavit
Avcıoğlu’nun boğazını temizler gibi küçük bir öksürük sesi çıkartışını duydum.
Yeğeninin suçlayıcı tavrına tepki vermişti, ancak bakışları oğlundaydı.
Cevahir’e bakıyorken kaşları çatıktı.
“Pot kırıldı
galiba, Seray şaşırdı bayağı. Karı koca arasına giriyorsun Levent.”
Zerrin Hanım bir
şey başarmış gibi sesinde saklı kalamayan keyifle konuştuğunda dişlerimi
birbirlerine bastırdım.
“Doğru söylüyor,”
diyerek bir anda konuşan Cevahir’in ilk iki kelimesi bile birazdan
duyacaklarımın pek hoş olmayacağının teminatıydı. “Hastanede değildim, yani
hastanedeydim de sizin anladığınız hastanede değildim.” dedikten sonra Levent’e
baktı. Tam karşısında oturuyordu, ikisini karşı karşıya oturtmak kimin
fikriydiyse bir daha fikir üretmese daha iyi olurdu.
“Ne anlatıyorsun
sen ya?” dedi Levent alayla. “Vita’da değildin, hiç uğramadın işte.”
“Bir tane adamını
da peşime tak ve beni sıkıca takip ettir, Levent.” dedi Cevahir gayet rahat bir
biçimde. “Nerede olmadığımı biliyorsun ama nerede olduğumu bilemiyorsun,
yeterince entrika çeviremezsin böyle.”
Levent güler gibi
oldu. Hastanede ona durum raporu verenler olması şaşırtıcı değildi. Cevahir
gelene dek yıllarca hastane yönetiminde kendisi vardı. Tek bir arama ile
Vita’da o an ne olduğunu bilebilirdi.
“Beni suçlayarak
mı kendi oyunlarını örteceksin?”
Cevahir omuz
silkti. Bir kolunu oturduğum sandalyenin arkasına doğru yaslamıştı, bunu
yaparken bana yanaştığı için sırtımın yarısı ona yapışık haldeydi.
“Oyun
oynamıyorum. Biz bu akşam burada, benim nerede olduğumu öğrenin diye toplandık
zaten, kimsenin pot kırdığı yok yani.” Son kısımda Zerrin Hanım’a doğru
bakmıştı.
“Cevahir,” diyen
uyarır bir ses tonu kullanmayı ihmal etmeyen Fahri Bey’e doğru dönemedim.
Bakışlarım Cevahir’deydi.
“Kısa keseyim
değil mi dede? Onu kastettin sanırım.”
“Sakin mi olsan
biraz?” diye mırıldandım istemsizce. Cevahir şu an öylesine ağır bir ruh
halindeydi ki altında eziliyormuş gibi hissediyordum. “Sakinim güzelim,” dedi
beni duymasına şaşırmama fırsat vermeden daha şaşırtıcı bir şey yaparak. Şakağıma
hafifçe dudaklarını bastırmış, aynı anda saçlarımdan nefeslenmişti.
“Neredeymişsin?”
diyen Levent’ti. Cevahir’in az önceki cümlelerini en çok o merak etmiş gibiydi.
“Sami Doğan’ın
yanındaydım. Çalıştığı hastaneye kısa bir ziyaretim oldu.”
Küçük ancak yoğun
bir sessizlik yaşandı. “Yengemin doktoru değil mi o?” diyen Levent’in yüzündeki
karışık ifade beni sarstı.
Cevahir’in Nilgün
Hanım’ın eski doktoruna gitmesi şaşırtıcı değildi. Ancak bir şekilde bu
olaylarla bağlantısı olduğunu düşündüğüm Levent’in bu duruma gerilmek yerine
şaşkınca ve anlamsızca bakıyor olması bayağı ilginçti.
Cevahir
onaylamaya gerek duymadı. Masadaki herkesin bunu bildiği zaten belliydi.
Bakışlarımı tek
tek herkeste gezdirdim. Gözüme takılan, diğerlerinden ayrı duran her bir
ifadeyi aklıma kazıdım. Şu an Cevahir için değil, Nilgün teyze için yapıyordum
bunu aslında.
“Söyleyecekleri
birikmiş Sami’nin,” dedi Cevahir. “İçini döktü bayağı bugün.”
“Ne diyorsan açık
açık de artık Cevahir.” Ecevit Bey ara ara Levent ve Cevahir arasında
gezdirdiği bakışlarını en son yeğenine çevirmişti. Herkesin odağı şu an
Cevahir’di zaten.
“Para,” dediğinde
başımı hızla çevirerek Cevahir’i izledim. “Yüklü miktarda para karşılığında, yıllardır
annemi zehirliyormuş o piç.”
Beril’in elini
kapadığı ağzı, Levent’in ablasından farksız halde gözleri irice açılarak
Cevahir’e bakışı, Ecevit Bey’in babasına doğru dönüp yardım ister gibi bakması
ve Fahri Bey’in öfkeyle dolan yüzü… Hepsini tek tek izlemiş, görmüştüm.
“İtiraf mı etti?”
diye soran Doğan’dı. “Bu… Oldukça ağır bir itham, Cevahir.”
Cevahir ona
dönmedi ancak başını salladı. “İtiraf etti.”
Şu an zamanı
durdurup Teoman’ı aramaya ve gündüz neler yaşandığını öğrenmeye ihtiyacım
vardı. Durumu az çok tahmin etmeme rağmen açıkça duymak bünyemi sarsmıştı.
Bakışlarım bir
yere takılı kaldı. Takılı kaldığım o yer, bakışlarımın rastgele çarptığı ancak
gördüğüm şeyden sonra ayrılamadığı o yerde hayal görüyor olmayı diledim.
Panikle Cevahir’e
baktım. Benim gördüğümü görmüş olabilir miydi?
Görmemişti.
Kulaklarımı konuşulanlara anlık olarak tıkamıştım ancak Fahri Bey’in ona bir
şeyler sorduğunu algılayabiliyordum. Dikkati oradaydı.
“Siz bunu
öngörmüş müydünüz?” Sesim, masadaki anlık konuşmayı delip geçtiğinde yaşanan
duraksamayı fırsat bilerek devam ettim. “Anlamış mıydınız önceden?”
Gözlerimi
kırpmadan baktığım yerde, bakışlarımın ucunda tek bir yüz vardı.
Zerrin Avcıoğlu
sağ çaprazımda ve aynı zamanda da göz hapsimdeydi.
“Ne?” dedi ağır
ağır.
“Herkes şaşkın,”
dedim başımı öylesine etrafa bakıyormuşum gibi çevirip ona dönmeden önce.
“Eşiniz, oğlunuz, kızınız… Siz fazla mı soğukkanlısınız?”
Sandalyemin
arkasında duran, bana temas etmeyen kolunu sırtıma ne zaman indirdiğini
hatırlamadığım Cevahir iri koluyla arkamda varlığını hissettirdiğinde yarı ona
yarı sandalyeme yaslıydım.
“Haddini bil,”
dedi çatılan kaşlarıyla. “Kim olduğunu sanıyorsun sen?”
Aşağılar,
neredeyse hakaret eder gibi konuşmuş ve sesini de kontrol edemeyerek
yükseltmişti.
“Karımla
konuşurken söylediklerini ve sesini kontrol et, ikinci kez uyarı yapacak kadar
ince bir adam değilim.”
Cevahir ben
hiçbir şey söyleyemeden araya girdiğinde Zerrin’in yüzündeki ifadenin
değişmesini bekledim ancak bu gerçekleşmedi. Telaşı, hata yapmasına sebep
oluyordu. Bu telaşının kaynağını ise artık çok iyi biliyordum. Birkaç dakika önce öğrenmiştim.
“Oyuncağına karşı
fazla korumacısın.”
Göğsüm derin
olmasına çabaladığım bir nefesle şişti. Kendimi zaman zaman Cevahir’in elindeki
bir oyuncak gibi hissettiğim oluyordu ancak bunu kendi iç sesimden başkasından
duymak ağır gelmişti.
Eğer o konuşurken
yaslı olduğum göğsün ne denli gerildiğini bilse, belki susardı. Fakat
bilmiyordu, susmayacaktı.
“Saldırganlaşmak,
bir suçlu için en kolay savunma yoludur Zerrin Hanım. Ancak pek etkili
değildir. Tavsiye etmem size.”
“Sen kimsin de
senden tavsiye dinliyorum ben?” dedi sinirleri bozulmuş gibi gülerken.
Sandalyesini geriye itip birden ayaklandığında doğru damara bastığımın daha net
farkındaydım.
“Anne,” diyecek
oldu Beril. Annesinin tamamen kontrolsüz davranıyor olduğunu görmüş ve
içgüdüsel olarak onu korumak istemişti sanırım ancak belli ki biraz geç
kalmıştı.
“Kes sesini!”
diye bağırdı kızına da. “Hangi saçmalıklarla Cevahir’i de meşgul ediyorsun
bilmiyorum ama bu evde sana altın kapı yok, burnunu sokman ve kendini olaylara
dahil etmeye çalışman bir anlam ifade etmiyor.”
Omuzlarımı
dikleştirdim. Konuşmadım. Kendimi savunmak için çırpınmadım.
Hayatımda ilk kez
birinin beni savunacağına güvenerek bekledim.
“Annemin
tedavisiyle ilgili bir şeylerin ters gittiğini fark eden Seray’dı,” dedi
Cevahir doğal bir şeylerden bahseder gibi. “Mesleğiyle ilgili sanırım.”
Cevahir’in
üzerindeki sakin görünümün kıyısında koca bir öfke patlamasının beklediğini
biliyor olmak yorucuydu.
“Bu evde yaşayan,
yıllarca bu tedavi sürecine tanık olan bir başka doktor daha vardı aslında.
Öyle değil mi?” Cevahir’in ilk cümlelerine oranla çok daha soğuk bir sesle
söylediklerinden sonra sanırım farkındalık kazanmayan kimse kalmamıştı.
“Sami’yi öneren,
süreçte sürekli annemin yanında olan ve bugüne dek hiçbir şüphesi oluşmamış bir
doktora göre şu an boşuna çabalamıyor musun sence de? Oyun bitti, kazdığın
kuyunun en dibindesin Zerrin.”
Bir oyun bitiyor,
diğeri peşi sıra başlıyorken ben ipin ucunu çoktan kaçırmıştım.
Nilgün teyzenin
tedavisi konusu açıklığa kavuşmuş görünse de, Zerrin’in bu işteki payı belli ki
o psikiyatrist bozması adam tarafından itiraf edilse de… Bu iş bitmiş
sayılmazdı.
Zerrin bu evden
kovulsa da, hayatı yakılıp yıkılsa da konu kapanamazdı. Çünkü ben Cevahir
ağzını açtığında yaşanan o anı, herkes şaşırmakla meşgulken Zerrin’in eline
uzanıp destek verir gibi sıkan o eli unutmayacaktım.
Unutabilmem
mümkün değildi.
~
“Annenin orada
rahat olacağından emin misin?”
Ben Nilgün teyzenin
evine döndüğünü, evindekiler ise bizim evde tek kaldığını sanıyorken Cevahir
annesini bu iki seçeneğin dışında bir yerde ağırlamayı tercih etmişti.
“Eminim,” dedi
sadece. Cevahir’e ait başka bir evde, yanında güvenilir birileri eşliğinde
kaldığını ve sıkça Teoman tarafından ziyaret edildiğini öğrenmiştim şimdilik.
Arif’in de seansları yapabilmek için oraya Teoman eşliğinde gideceğini az çok
tahmin ediyordum.
Nilgün teyzenin
tüm bu karmaşadan uzak kalacak olması, ne o evdeki insanları ne de sinir küpüne
dönen oğlunu görmemesi iyiydi bir bakıma. Yaşadığı değişim büyüktü, buna bir de
sorunlar eklenirse onu toparlamak daha önce hiç olmadığı kadar zorlaşırdı.
“Ne olacak
şimdi?” diye mırıldandım. Bu daha çok kendi kendime sorduğum bir soruydu, öyle
de kaldı. Cevahir hiçbir şey söylemedi.
Zerrin’in, evde
kalanlar ya da bundan sonra olacaklar hakkında ağzını açmadı. Üstelemedim.
Yeterince bu durumun merkezinde kalmıştım.
“Yarın sabah işe
başlarım, Ceylin’e haber verdim.”
Başını alelade
sallayarak ‘tamam’ der gibi oldu. Beni tam olarak duyuyordu ancak anlayabiliyor
muydu emin değildim. Daha önce görmediğim kadar dalgın bir Cevahir ile karşı
karşıyaydım.
Arabaya
bindiğimizde serpiştiriyor olan yağmur yolda ilerlemeye başlamışken artmış,
sağanağa dönmüştü. Sabah günlük güneşlik haldeki havanın karanlık çöker çökmez
böyle bozulması yaşananların kısa bir özeti gibiydi.
Ön camı kaplayan,
silecekler düzenli olarak hareket ettikçe temizlenen damlaları gözlerimle takip
ederken tahmin ettiğimden daha çok vakit geçirmiş olacağım ki araba evin
bahçesine giriş yapmıştı.
Yağmurdan dolayı
evin kapısına yaklaşabileceği kadar yaklaşıp, indiğimde kapıya gitmek için
yalnızca bir iki adım atmama yol açan Cevahir’e bakmadan kapımı açtım ve indim.
Bu saatlere kadar
kalmayan yardımcıların içeride olmayacağını bildiğimden çantamdan anahtar
bulmak için hareketlendiğimde arkamda hissettiğim sıcaklık ve devamında
yankılanan zil sesi kafamı karıştırmıştı.
“Kim var ki
evde?”
Cevabı
Cevahir’den değil, açılan kapının ardında gördüğüm görüntüden almıştım.
Kapıyı açan
Neşe’ydi.
“Hoş geldiniz,”
derken tedirgin görünüyordu.
Bir şey
söylemedim. Eve girdiğimde arkamdan Cevahir de geldi ve kapı kapandı.
“Kalmamı
istemişsiniz Cevahir Bey,” dedi Neşe ben çantamı kenara bırakıyorken. Kaşlarım
havalanarak merakla tepki versem de beni görmemişlerdi.
“Evde var olan
bir eşyan varsa toplamanı da söylemiştim, ilettiler mi?”
“Evet,” derken
Neşe yüzünde üzgün bir ifade taşıyordu. Arkamı dönüp bakar bakmaz onu böyle
görmüştüm.
“Güzel,” dedi
Cevahir. “O eşyaları da al ve evden def ol.”
Dudaklarımı
büktüm. Köstebeğimizle vedalaşıyor muyduk? Benim tüm planlardan neden son anda,
plan gerçekleşirken haberim oluyordu?
“Cevahir Bey-…”
diyecek oldu Neşe. Ancak bu akşam tüm tahammülünü kullanıp tüketmiş olan
Cevahir’den medet umması boşaydı.
“Yaka paça
atılmak mı istiyorsun? Burada ne amaçla bulunduğunu bilemeyecek kadar aptal bir
adam mıyım?”
Neşe’nin dili
tutulmuş gibi görünmesini seyretmek bir yandan zevkliydi ancak ayaklarım
ağrımaya başlamıştı. Yeterince oyalanmıştık.
Benimle aynı
fikirde olduğunu belli ederek koridoru terk eden, ileriye doğru yürümeye
başlayan Cevahir’in arkasından biraz bakınıp Neşe’ye döndüm. “Üzülme bence,
patronun senin yerine bolca saçmalayıp Cevahir’in sinirini emdi biraz. Sana pek
bir şey kalmadı.”
Patronu görünürde
Cevahir olsa da aslında Neşe’nin Zerrin Avcıoğlu’nun maşası olduğu açıktı.
Cevahir’in bu akşam onu kovmaya karar vermesi de o açıklığı daha da
kuvvetlendirmişti.
“Kendini çok
önemli mi görüyorsun sen?” diyerek kovulmasının şerefine bana resmi hitap
etmeyi kesen Neşe’ye omuz silktim. “Zerrin’le birlikte mi çalıştınız bu
tepkilere?”
Kim olduğunu sanıyorsun ile kendini
çok mu önemli görüyorsun arasında bayağı benzerlik vardı çünkü.
Öfkeyle bana
baktı. Bir şeyler daha söylemek istiyor ancak tam olarak da cesaretlenemiyor
gibiydi. Kovulmasına rağmen o cesareti edinememesinin kaynağı da sanırım odaya
çıkmış, kendisini çoktan yatağa atmış olmalıydı.
Neşe’nin evden
çıkışı, suratındaki öfke, sinsilikle parlayan bakışları umurumda değildi. Kendisini
bu çemberin ortasında bir yerde zanneden ancak Zerrin’in muhtemelen varlığını
dahi doğru düzgün umursamadığı bir piyondu.
Çarpan kapının
ardından olduğum yerde bir süre kalmış, koridorun ortasında parmaklarım
saçlarımın içinde dolaşırken gözlerim kapalı halde nefeslenmiştim.
“Avcıoğlu değil,
Ziyagil yalısı sanki…” dedim kısık ve sitemli bir sesle. Nasıl bir akşamdı bu
böyle?
Ayağımdaki
topuklulardan kurtulmak için odaya çıkmayı beklemeden duvara tutunarak
ayaklarımı özgürlüklerine kavuşturmuştum. Üzerimdeki cekete de ayakkabılarım
gibi erken veda ettiğimde merdivenleri çıkarken üzerimde bordo ipek bir gömlek
ve kumaş pantolonum vardı sadece.
Bunları da çıkartırsan yukarıdakinin aklını
alırsın aslında, sakinleşir… Hin fikirleriyle akşamı şenlendiren sesin varlığını son birkaç gündür
artarak hissediyordum.
Buna sebep olan
Cevahir’di.
Her boşlukta
karşıma geçip bana beni arzuladığını dile getirerek hormonlarımla oynamıştı.
Bana salgılattıkları kendi başına bela olacaktı. Yakında…
Topuk seslerim olmadığından
yukarıya çıkıyor olduğumu duymadığına emin olduğum Cevahir’i basacakmışım gibi
yatak odasının kapısını hızla açmış ve içeriye girmiştim.
İçerisi karanlık
olmaz sanıyorken yanılmıştım. Kapının yanındaki düğmeye dokunarak odayı
aydınlattım.
Yatak düzenli bir
biçimde, en son nasıl düzeltilmişse o şekildeydi. Boştu.
Banyoda
olabileceğini düşünerek başımı çevirdiğimde ardına kadar açık kapı ve karanlık
alan beni karşılamıştı. Orada da değildi.
Kaşlarım belli
belirsiz çatılarak giyinme odasına açılan yere adımladım. Oradan da ışık
sızmıyordu ama içeri kadar gidip bakmak istemiştim.
Beni yanıltmayan,
dinlediğime pişman olmadığım o güdüyle giyinme odasına adımlamam sayesinde tüm
o karanlığın ortasında, dolaplar arasında kalan kısımda sırtı duvara yaslı,
yerde oturuyor olan bedeni görebilmiştim.
“Cevahir?” diye
mırıldanabildim onu bulmayı beklemediğim bir halde ve yerde bulmanın etkisiyle
afallamışken.
Duvara doğru
yasladığı, tavana bakıyormuş gibi gerdiği başı kıpırdamadı. Işıkları açıp onu
daha net görür hale gelebilirdim ancak buna hiç niyetlenmedim.
Bir dizini büküp
kendine doğru çekmiş, diğerini ileriye doğru uzatmıştı. Etraftaki tavana dek
uzanan dolaplar arasında bir yerde küçülmek ister gibi saklıydı.
Gözden
kaybolamayacak kadar devdi, onu devliğinden azat eden tek bir konu vardı. En
azından ben onu tanıdığımdan beri yalnızca bu konuya şahit olabilmiştim.
Konu annesiyken
dengesi bozuluyordu. Dengesi bozuluyor, yalpalıyor, belli etmemeyi çok iyi
bilse de açık veriyordu.
Bana cevap
vermeyişine, sessizliğine kanarak odadan çıkmam ve onu yalnız bırakmam mantığım
için gayet uygundu. Bunu yapmak için kendimi zorladığım sırada mantığıma direnen,
kolayca gidemememe sebep olanın ne olduğunu bulamamak sinirlerimi yıpratıyordu.
Dilimi sertçe
ısırarak öne doğru tek bir adım attım. Kapının eşiğindeyken attığım o adımın
dışarı değil içeri yönelmiş olması karşımda duran bedenin uzunca bir nefes almasına,
sesi kulağıma ulaşacak kadar derin nefeslenmesine sebep oldu.
Bir sonraki adımı
atmak, ilk adımı atmaktan daha kolaydı. Ona doğru ilerledikçe adımların bir
sonrası benim için kolaylaşıyordu.
Dolapların cam
kapaklı olanlarında bulunan, kapakları örtülüyken dahi yanan sarı ince ışıklar
içeriyi biraz olsun gözle görülebilir hale getiriyordu. Şafak sökerken ortaya
çıkan aydınlık kadar, varlığını duyumsayabileceğim kadar görüyordum onu.
Yanına
vardığımda, aslında aramızda bir adım kala, dizlerim yerle buluşacak şekilde
yere çöküp yavaşça oturdum. Avuçlarımı bacaklarıma yaslamış, bakışlarımı sağ
tarafından görebildiğim yüzüne çevirmiştim.
“Kendini
suçluyorsun,” dedim tüm akşam sırtlandığı, Zerrin’e yüklüyor göründüğü ancak en
çok kendi taşıdığı yükü kastederek.
Yapma demedim, bunun hiçbir etkisi yoktu. “Ben de öyle yapardım,” dedim evden
uzaktayken biraz uzamış görünen sakallarına dikkatle bakarak.
Sabahları mutlaka
sakallarını düzgünce kısaltıyor, bir önceki gün nasılsa ertesi gün de aynı
görünmesini sağlıyordu. Düzene, stabil olmaya, aynılığa takıntılıydı. Onunla
yaşamaya değil, çalışmaya başladığımdan beri bunun farkındaydım. Aynı evi
paylaşmak yalnızca durumu ciddileştirmişti.
“Tüm suçu
kendimde arardım,” dedikten sonra biraz sustum. O konuşmayacaktı, bunu
kavramıştım. Benim konuşasım vardı. Dinlesindi o halde.
“Kendimi
suçlamanın bir şeye yaramayacağını fark edene kadar kendimi paralardım, boşu
boşuna bir çabayla kendimi yakıp yıkardım.”
İç çektim. Devam
edeceğim sırada başını aniden çevirdi ve artık baktığım yerde uzayan sakalları
değil, karanlığa çalan ortamda koyu bir görünüm alan kahve irisleri vardı.
“Bunu daha önce
yaşamış gibi konuşuyorsun,” dediğinde yutkunuşum ağzımda bir dolu ateş varmış
da o ateş göğsümden aşağı yuvarlanmış gibi acıydı.
“Daha önce
değil,” dedim gözlerimi birkaç kez kapatıp açarken. “Ben bunu aklım ermeye
başladığı günden beri yaşıyorum, yaşamayı hiç bırakmadım.”
Başkalarını
suçlamak, eğer onlardan hesap sorabilecekseniz güzeldi. İçiniz belki bir umut
soğur canınız öncekine kıyasla daha az yanardı. Oysa karşınızda hesap soracak,
daha doğrusu o hesabı algılayacak kimse yokken geriye sadece tek kurban
kalıyordu.
Benim hikâyemde
kurban edilen, tüm suçları sırtlanan da bizzat bendim. Üstelik bunu yapmak da
kendi başımın altından çıkmıştı.
Varlığım kimseye
yaramıyordu.
Yıllardır evli ve
mutlu bir adamın, kendi ailesini mahvedecek küçük kaçamağının yasak
meyvesiydim. O aile için başlı başına kıyamettim.
Artık kendi
ailesini kurmuş, o aileyle huzurlu olan bir kadının en büyük pişmanlığıydım.
Aklına düştükçe ona geçmişini, karanlık zamanlarını anımsatıyordum.
Damarlarımda
taşıdığım kanlar, beni var edenler tarafından üstüme bırakılmış koca bir yüktü.
Kanın çekilmesini, gözlerimin kapanmasını ve bir daha açılmamasını dilediğim
anlar sayamayacağım kadar çoktu.
“Geçmeyecek
yani,” dedi Cevahir bakışlarımız birbirine sıkıca tutunuyorken. “Hep benimle
kalacak.”
Gülümsedim.
Dudaklarım gerçek anlamda kıvrılmıştı. “Yalnız değilsin ki,” dedim gülümsemem
tam sönmeden.
Duraksadığını
hissettim. Bakışları daha dikkatli bir hal aldı. “Değil miyim?”
“Değilsin,” dedim
başımı hafifçe sallayarak. “Annen seninle, Cevahir. Hissettiğin suçluluğu silip
atmak için koca bir şansın var.”
“Annem var,” dedi
beni tekrarlar gibi. Bir şey daha söyleyecek gibi oldu ancak devam etmedi.
Pantolonumun üzerinde bir leke varmış gibi avucumu bacağıma sürttüm yavaş
yavaş. Bakışlarımı Cevahir’den alarak bacağıma çevirmiştim aynı anda da.
Başımı eğdiğimde
yanaklarıma doğru akın eden saçlarım yüzümü örtecek oldu. Onlara, en azından sağ
yanağıma kapanacak olan tutamlara engel olan ise yanağımı saçlarımdan önce
kaplayan büyük ve sıcak eldi.
Refleksle başımı
kaldırmıştım, onun temasıyla birlikte ona bakmam gerekiyormuş gibi gözlerim
gözlerini bulmuştu.
Dizlerim biraz
öne kaysam bacağına çarpacaktı. Ancak yüzlerimiz arasındaki mesafe bu kadar
kısa değildi. Yine gözlerimin arkasını görüyor, en içime bakıyormuş gibi
irkilmiştim.
Karşısında
savunmasız kalmamam gereken, daha önce tek bir açığımı yakaladı diye hayatımı
kökünden değiştiren bir adamdı. Ona teslim olmak demek, bugüne kadar savaşını
verdiğim her şeyi uçurumdan aşağı yuvarlamak ve bir daha hiç bulamamak demekti.
“Yalnız olmamak
çözümse, sen de iyileşeceksin.”
Başımı geri
çekmek ister gibi kıpırdadım. Başparmağı gözümün altına sürtündü. Onun dilinde
‘dur’ demek miydi? Anlamak istediğim gibi anlıyor da olabilirdim ama
direnmedim. Durdum.
“Yirmi dokuz
yılımı, on iki aylık bir zorunlulukla mı iyileştireceksin Avcıoğlu?”
“Yapamaz mıyım?”
dediğinde omuzlarım aşağıya doğru meyletti.
Ona bir şeyi
yapamazsın demek, güçtü. Yapamayacakları sınırlıydı. Ancak bu kez sınırlarını
aşan, belki de yakan bir şeyden bahsediyordu.
“Yapamazsın,” dedim
beklemeden.
“O zaman bana on
iki aydan fazlasını verirsin, doktor.”
Göğsüm panikle
aldığım nefesle birlikte sönüp yeniden şişti. Yanağımda duran eline doğru yük
verdiğimin, yanağımı ona biraz bastırdığımın farkındaydım ancak kendimi
kasmadım.
“Vermem,” dedim
sessizce. “O on iki ayı bile ben vermedim sana, sen çaldın.”
“Daha fazlasını
da çalarım,” derken kendinden o kadar emindi ki henüz gelmemiş olan o on iki
ayın sonu gelmiş gibi yutkundum.
“Neden?”
dediğimde yüzüme doğru yaklaştı. Burnunu bastıracağı yeri öngördüğümde elimi
kaldırarak göğsüne bastırdım, durması içindi. Gücümden değil ama temasımdan duracağını
biliyordum. Durdu.
“Kokumu bahane
etmeyi bırak, Avcıoğlu.”
Eline aldığı
yastıkla yüzüme haykırdıklarının üstünden henüz yirmi dört saat bile
geçmemişti. Kendimi aynı noktada bulmak istemiyordum. Aynı noktaya dönmekten
korkuyordum.
“Kokun beni bıraksın
önce, Avcıoğlu.” dedi yine soyadlarımızın ortaklığını bastıra bastıra.
“Burnumun dibindeyken beni dağıttığı yetmiyormuş gibi yokluğuyla da beni
sınamasın.”
“İletirim,” dedim
alayla. Kokumdan başka bir insanmış gibi bahsetmeye ne kadar devam edecektik?
“İlet,” dedi beni
bozmadan. “İlet mutlaka ama şu an başka bir şey yapman gerekiyor.”
Kaşlarım çatıldı
anlamsızca. “Neymiş o?”
“Yaklaş,” dedi
sakince. “Kulağına söyleyeceğim.”
Gözlerimi
devirecek gibi oldum. “Neden? Gömleklerin de mi ajanlık yapıyormuş?”
Beklemediğim
şekilde içten ve yüksek bir halde güldü. Sinirleri boşalıyor olabilir miydi?
Zira ben bu kadar eğlenceli bir şaka yaptığımı sanmıyordum.
“Yaklaş, Seray.
Ya da söyleyeceğimi duyma, sen bilirsin.”
Ofladım. Kendimi
ileri iterek yüzümü ona yaklaştırdığımda kulağıma doğru eğilmesini ve bir
şeyler söylemesini bekliyordum.
Beklediğim
gerçekleşmedi.
Kendimi aniden
boyun boşluğunda, omuzuna yanağım çarpacak şekilde bulduğumda aniden denize
atılmış gibi boğulmaya yakın bir ses çıkartmıştım.
Öldürüyor muydu
beni?
Yanağımdaki eli
çoktan enseme varmış, saçlarım parmaklarını örtecek şekilde ensemden beni
tutmaya başlamıştı. Olduğum yerden kıpırdayamadığım için içerleyerek yüzümü
olduğum yere daha sert bastırdım.
“Beni delirttiğin
kadar sen de delirene dek, mümkün olan her an bana ve bana ait her şeye maruz
kalacaksın.”
“Yok artık!”
dedim boğukça. Dudaklarım tenine sürtünmüş, boynundaki belirgin damara
değmişti.
Ayrıca bu garip
bir cezaydı. Kötü kokmuyordu sonuçta. Kokusu güzeldi ve ben kokusuna maruz kalıyorum
diye onun gibi kafayı yemeyecek kadar da dirayetliydim.
“Var artık,” dedi
sakince. Ensemdeki saçlarla oynuyor olması güç düğmeme basılmış gibi beni
gevşettiği için ona yapışıktım hâlâ.
“Yemekte
dişlerini benim için mi Zerrin’e geçirip durdun?” diye soruşu aniydi. Ancak
cevabım hazırdı.
“Nilgün teyze
içindi,” dedim rahatça. “Ayrıca o manyak kadın sürekli benim üzerime oynuyor!
Görmüyor musun?”
Saçlarımın üstüne
çarpan nefesini hissettim. Sanırım kısaca gülmüştü.
“Görüyorum,” dedi
öylece. “Daha sert mi müdahale etmemi isterdin?”
‘Karımla konuşurken söylediklerini ve sesini
kontrol et, ikinci kez uyarı yapacak kadar ince bir adam değilim.’
“Evet,” dedim.
“Masayı savurup üstüne devirmemene alındım. Bence gayet ince bir adamsın.”
Sağ olsun
konuşabileyim diye beni biraz özgür bırakmış ve boynundan çıkmama izin
verebilmişti. Yüzümü kaldırıp bakışlarımı gözlerine diktiğimde o da beni
izliyordu. Ensemdeki eli kayarak sırtımı bulmuş, sırtımın tam ortasında
varlığını hissettiriyordu.
“Sahip olduğunu
sandığı her şeyin altında kalacak, çok yakında. Bir masayla kurtulamaz.”
Bakışlarından
anladığım kadarıyla Zerrin’i tatlı bir süreç beklemiyordu. Beklememesi de
gerekirdi zaten, bunda sorun yoktu.
Beni düşündüren
kısım, Cevahir onunla uğraşırken önüne çıkma ihtimali olan diğer konuydu.
Yemekte Zerrin’e
uzanan o ‘destek’ eli, Cevahir onun karşısına geçtiğinde de araya girerse…
Avcıoğlu ailesini şu an olduğundan çok daha büyük bir fırtına vururdu.
Görünürde o
aileye dahil olmam da beni fırtınadan kaçamayacağım konusunda ikna etmişti.
Bundan sonra olup
biten her şeyden, herkes tek tek pay alacaktı. Kimsenin tabağında iştah açıcı
bir şey bulunmayacağından da oldukça emindim.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder