Düşten Farksız 39.Bölüm

 39.BÖLÜM



“Yavaş yavaş iç de sarhoş olma sakın.”

Özgür’ün alaylı sesine dişlerimi sıkarak tepki verirken göz ucuyla babama doğru baktım. Sabur diler gibi başını tavana kaldırmıştı.

“Su içiyorum!” dedim sinirle. Üç hafta öncede kalan aklını yerine getirmezse bardağımı kafasına fırlatıp durumu ben çözecektim.

“Ben uyarayım dedim çığırtkan, sonra kapılardan topluyoruz seni.”

Homurdana homurdana koltuktan kalktım.

Tam olarak üç hafta önce, Pars’ın beni ayılmama gerek duymadan eve geri getirmesiyle birlikte başlayan ve asla son bulmayan Özgür Akdoğan şakalarına artık tahammülüm kalmamıştı.

O akşam yaşananları doğru düzgün anımsayamasam da aklımda olan en net an, babamın beni Pars’ın kucağında gördüğünde yaşadığı şok anıydı. Sabah hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmiştik. Babam sarhoşluk konusunda ağzını açabilecek son insan olduğunu iyi bildiğinden bana doğru düzgün bir şey söylememişti. Gerçi Pars’ın ertesi gün beni ağlatacak kadar kızaran yanağını düşünürsek, uyarısını benim yerime ona iki katı düzeyde yapmıştı.

Özgür ise babamın aksine o günü o günde bırakamamış, günler hatta artık haftalara ulaşan zaman boyunca benimle durup durup dalga geçmeye kendini programlamıştı.

“Küstün mü abim?” diye bağırdığında geriye dönmedim. Sinirle odama yönelttiğim adımlarımı hızlandırırken arkamdan tekrar sesi geldi. “Barışalım da kendini içkiye verme bak.”

Çığlık attım. Evet, gerçekten koca bir çığlık attım.

Özgür’ü susturan çığlığım evde yankılanırken hızla geriye dönmüş ve yeniden salona girmiştim. Babam şaşkınca yüzüme bakıyorken onda oyalandırmadığım bakışlarımı Özgür’e çevirdim. Bulduğum ilk yastığı alıp sertçe kafasına attığımda ne olduğunu anlayamadığı için reflekslerini henüz çalıştıramamış ve darbeyi kolayca yemek zorunda kalmıştı.

“Lan!” diye haykırdığı sırada toparlanmasına izin vermeden suratına bir yastık daha attım. Yastık yüzünden düşemeden üçüncü yastıkla birlikte üstüne koşmuş ve elimden bırakmadığım yastıkla önüme gelen her noktasına vurmaya başlamıştım.

Birkaç saniye içinde babam keyifle gülmeye başlamışken Özgür beni zapt etmek için kollarımı tutmaya çalışıyor ancak sinirden yükselen enerjimi asla kontrol edemiyordu.

“Bıktım senden!” diye cırladım. “Niye susmuyorsun hiç?”

“Yavrum şaka yapıyorum ki ben sana,” derken sonunda bileklerimden beni yakalamıştı. “Komik değilsin.”

Alınmış gibi yüzünü düşürdü. “Ne demek komik değilim?”

Oflayarak ellerimi çekiştirdim. “Değilsin işte.”

“Gülüyorsunuz ama bana.”

“Kim gülüyor?” dedim çok şaşkın bir halde. Duraksadı. “Mayıs…” dedi ilk bulabildiği sağlam yere sığınıp. Sırıttım. “O sen üzülme diye gülüyor, aşkından sadece.”

“Ne?” derken göğsünden vurulmuş gibiydi. başımı bilmiş bilmiş salladım. “Evet, kız zor dayanıyor aslında. Yazık, insan aşık olacağı kişiyi seçemiyor işte.”

Birden gözleri donuklaştı. “Başlarım seçemeyişine, seçenek mi varmış ortada? Ben olmasam kimi seçecek sanki?”

Bir cevabım varmış gibi heyecanla dudaklarımı araladığımda hızla ağzımı kapattı. “Sus!” diye bağırdı panikle. “Sus, sakın.”

Ağzımı eliyle kapattığı için dudaklarım görünmese de aslında sırıtmayı sürdürüyordum. “Çek elini,” dediğimde sesim boğuk ve anlaşılmazdı. Yardım ister gibi babama bakmaya çalıştım. Gözlerim onu bulduğu anda ayaklandı. Yanımıza geldiğinde beni kendisine doğru çekip Özgür’ün elinden kurtarmıştı.

Omuzuma sarılı koluna doğru yapıştım. “Ağzımı acıttı baba.”

Babam bana kısaca baktıktan sonra herhangi bir ciddiyetim olmadığını gördü. Beni kırmamak için yalandan Özgür’e doğru parmağını salladığında göz devirdim. “Bebek mi kandırıyorsun ya? Kızsana!”

İkisi aynı anda benim tepkime gülünce modumu hızla düşürüp babamın kolunun altından sıyrıldım.

“Sen var ya sen,” diye başlayan Özgür’e ‘devam et’ der gibi bir bakış attım kaşlarımı hafifçe çatıp. “Sinsinin tekisin, abim çok haklıydı. Çıngıraklısın resmen.”

Babama mızmızlandığım için beni sinsi ilan etmesine kızıp daha da delirebilirdim. Bir anda aklım bambaşka bir yere gitmeseydi ve omuzlarım düşerek bana ihanet etmeselerdi kesinlikle böyle yapardım hatta.

Özgür farkında olmadan andığı ismi ve benim direkt olarak değişen halimi gördüğünde duraksadı. Gülümsemeye çalıştım. “Sinsiyim tabii, ne sanıyorsun sen beni?”

Özgür toparlanma çabama daha da gerilmiş görünüyordu. Ayaklandığı yerde bana doğru yaklaştığında yerimde bekledim. Az önce kafasında yastık parçalamış olmama rağmen bana saldırmak yerine bedenimi göğsüne doğru çekti.

“Düşünmeden konuştum,” diyerek kendini açıklamasına sessiz kaldım. Sessiz kalışım ona tavır almamdan ya da onunla ilgili herhangi başka bir şeyden kaynaklanmıyordu. Şu anda zihnim tamamen Özgün’le dolmuştu.

Kahvaltıda seni göremezsem alacağım cevap farklı olur deyişimin üzerinden üç hafta geçip gitmiş, ertesi sabah onu gerçekten kahvaltıda göremeyişimden sonra da hiçbir mucize gerçekleşmemişti.

Gitmişti. Gitmesin istemiştim ama gitmişti.

Sonra isteğimi geri gelmesine odaklamıştım, ancak bu da gerçekleşmemişti.

Ne benim için kalmış ne de geri dönmüştü.

İlk hafta beni birkaç kez aramış, ben hiçbir aramaya yanıt vermediğimde bunlar da son bulmuştu. İki haftadır aramaları da telefonuma uğramıyordu. Özgür beni buna dertlenip ağlarken yakaladığında ona dayanamayıp bolca konuşmuştum. Kahvaltı meselesini, aradığını ama açmadığımı anlattıktan sonra Özgür’ün verdiği tepki onun için yılların alışkanlığı gibiydi. ‘Abim gider, Despina. Ona ihtiyaç yoksa, Özgür Kılıç da ortada olmaz.’

Haykırarak ‘o zaman neden beni kendisine alıştırdı’ diye bağırmak istesem de susmuştum. İhtiyaç hep hayati olmak zorunda mıydı ayrıca? Abime ihtiyacım vardı işte, ona bunu söylemiş kalmasını istemiştim. Neden yetmemişti?

“Sorun yok,” diye mırıldandım göğsüne yapıştığım için yüzünü göremediğim Özgür’e. Babamın eğilip omuzumu öptüğünü hissetmiştim aynı anda. Biraz geriye çekildim. Özgür yüzüme dikkatlice bakıp içimi görmek ister gibi uzun uzun oyalandıktan sonra tamamen kollarını benden ayırdı.

“Ee,” dedi hemen ardından. “Akşam sen de seyirci misin?”

Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. “Neye?” diye sordum sakince. Sakinliğim, hiçbir şey anlamamış gibi dümdüz yüzüne bakışım Özgür’ü sarstı. Yüz ifademi bozmamak için kendimi olabildiğince sıktım.

Yardım dilenir gibi babama baktı. Babam kollarını göğsünde kavuşturmuş keyifli görünüyordu. “Neye Özgür? Cevap ver kızıma.”

Özgür bakışlarını bana çevirdi. “Kıracağım pota sıçayım,” derken sessizdi ancak duyabilmiştim. “Maç var akşam.”

“Aa,” dedim şaşkınca. “Öyle mi? Senin maçın mı?”

Başını yavaşça iki yana salladı. Bu cevapla asıl cevabı yeni anlayabilmişim gibi yüzüme yıkılmış bir ifade kondurdum. “Pars’ın…” dedim mırıldanarak.

Bu kez tepki vermedi. Babamın yan yan sırıttığını gördüm. “Telefonunu getireyim mi?” diye dürttü omuzumu. “Ayrılıyor musunuz? Mesaj at, aramaya gerek yok.”

Gülecek gibi olsam da kendimi tuttum. “Siz haber verirsiniz ayrıldığımı, ben konuşmak istemiyorum.”

“Ne?” diyen Özgür olurken babam hevesle cebinden telefonunu çıkartmaya girişti. Babamın yüzündeki ifadeye daha fazla dayanamadığımda koca bir kahkaha patlattım.

“Baba?” dedim şaşkınca. “Ne yapıyorsun?”

“Pars’ı arıyorum,” dedi telefonunu çıkartmayı yeni başarmışken. “Boşuna ümitlenmesin, önündeki yeni yollara baksın bu saatten s-…”

Cümlesinin devamını getirmesine fiziksel bir engel yoktu. Fakat bakışlarım nasıl bir hal aldılarsa babama susturucu etkisi yaratmışlardı.

“Yeni yollara?” dedim tekrarlayarak. “Nasıl yollara baba?”

Özgür şaşkın şaşkın bizi izlerken babam da ona benzer bir ifadeyle bakıyordu artık bana.

“Maçtan haberin vardı…” dedi taşlar yerine oturduğunda. Babama başımı salladım. “Evet, tarihin belli olduğu günden beri var.”

Daha önce yaşanan maç krizi, Pars’ta sanıyorum ki kalıcı etkiler bırakmıştı. Bana kahve sözü verip kendisini ringe attığı günden sonra çıkacağı ilk maç bu akşam gerçekleşecek olandı. Geçen hafta Pars yanımdayken biri tarafından aranmış ve dolayısıyla ben de durumu öğrenmiştim. İçimden yükselen mantıklı ses, eğer yanında olmasaydım da Pars’ın bana maçı o gün içinde haber vereceğini söylemişti.

“Ne geriyorsun kızım o zaman insanı?” Özgür rahatlamayla arkasındaki koltuğa çökerken ben hâlâ babama bakıyordum. “Ee baba, nasıl yollar diye sormuştum? Nasıl yollar var Pars için?”

Babam göz ucuyla Özgür’e baktı. Rol değiştirmişlerdi. Şu an rahat olan Özgür, ne diyeceğini tam bilemiyor olan ise babamdı.

“İğrenç yollar, yani girsen girilmez yürüsen yürünemez yollar. Değil mi abi?”

Özgür bastıra bastıra konuşurken babam başını salladı. “Aynen,” dediğinde daha fazla bir şey söylemedim. Akşam Pars’a sormayı aklıma not ettikten sonra arkamı dönüp salınarak salonun çıkışına yöneldim. Nasıl yolları vardı, kendisi anlatırdı bana.

Arkamdan gelen, Özgür’ün yarı yüksek yarı kısık sesini zorlukla da olsa duyabilmiştim.

“Aktaracak başka gen yok muydu abi? Kıskançlığını kopyalamışsın, gözleri karardı beş saniyede kızın.”

 

~

 

Odamın kapısında yankılanan küçük vuruşun ardından olumlu bir ses çıkarttığımda kapı aralandı. İçeriye başını uzatan kişi babamdı.

“Hazırlandın mı bebeğim?” diye soruşu refleksti. Bakışları henüz üzerime düşmeden konuşmuştu.

Cevap vermeye gerek duymadım. Hazırdım.

Etrafımda bir tur döndüm.

“Ahu…” dediğini duyduğumda topuklarımın üzerinde durdum tam karşısında bekliyordum. “Olmamış mı?”

“Babam,” dedi sesini kontrol etmeye çalışır gibi. “Nereye gittiğimizi bildiğinden emin misin sen?”

Başımı salladım hızlıca. “Evet, ilk defa gitmiyorum.”

“O zaman üstündeki benim için hazırladığın bir şaka mı yavrum? Ne giydin böyle sen?”

Elimi elbisemin üzerinde gezdirdim. “Çok güzel oldum bence.”

“Sorunumuz tam olarak bu gibi görünüyor zaten, bu güzellikle o alana nasıl gireceğini düşünüyorsun sen acaba?”

Aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatıp eline uzandım. Elini sıkı sıkı tuttum. “Maç için giyinmedim,” dedim direkt. “Gece yarısına kadar oradan dönemeyeceğiz ya hani…”

“Yani?” dedi kaşları çatılırken. “Ne olacak gece yarısı?”

Bekledim. Cevabı kendisi bulabilirdi. Bildiğinden emindim.

Beklediğim gibi oldu. Çatık kaşları biraz normale döndü. “Ahu,” dedi yanağımı avucunun içine alıp. “Pars’ın bu konud-…”

Durdurdum onu. Benzer şeyleri Mayıs’tan duymuştum zaten. “Önemi yok,” dedim. “Ben halledebilirim, siz benden uzun süredir tanıyorsunuz onu ama ben de farklı bir yerden tanıyorum baba. Kalbimle hissediyorum, mantıklı gelmiyor size ama ben mantığımla yürümüyorum ki.”

Omuz silkerek konuştuğumda bir an fazla mı açık oldum acaba diye düşündüm. Babamın yüzüne merakla baktığımda gözlerinin gerginlikle değil anlayışla parladığını gördüğüm an küçük bir nefes vermiştim.

“Tamam,” dedi dayanamayıp. “Gecenin senin için hayal kırıklığıyla sonlanma ihtimali varken bir de elbiseni çıkarttırmak gibi bir derde düşmeyeceğim. Böyle gelmek istiyorsan, böyle kal. Yalnız kaldığını görmeyeceğim ama Ahu.”

Başımı hemen salladım olumlu anlamda. “Tamam!” dedim telaşlı telaşlı. Ayağımdaki kalın topuklu ayakkabıyla ortalama bir yükselti kazandığım için kolayca yanağına koca bir öpücük bırakabilmiştim bu sırada.

“Yürü bakalım o zaman, maç başlamadan gidelim.”

Pars’ı bugün hiç görememiştim. Dolayısıyla ne kadar erken gidersen benim için o kadar iyiydi.

Özgür, Mayıs’ı almak üzere yarım saat kadar önce evden çıktığı için yola koyulan arabada babamla yalnızdık.

“Baba?” diyerek henüz on dakika kadar yol almışken konuştuğumda elaları saniyelik olarak beni buldu, ardından yeniden yola döndü. “Söyle bebeğim.”

“Pars’a bir şey olmaz değil mi?”

“Bu elbiseyle oraya gittiğini gördüğünde mi?” diyerek beni alaya aldığında ofladım. “Baba!”

“Bir tiyatro oyunu izlemeye gitmiyoruz Ahu’m. Benden nasıl bir garanti bekliyorsun şu an?”

Stresle bacağımı salladım. Ben nasıl kendimi birden fazla boksörün hayatının ortasında aynı anda onları en değerlilerim kılarak belirmiştim? Bu gerginlikle nasıl yaşanıyordu? Tek tesellim babamın artık maçlara çıkmıyor oluşuydu. Pars ve Özgür ise beni fazlasıyla geriyorlardı.

“Her neyse,” dedim boş verip. “Sakinim ben zaten.” Kocaman yalanımla birlikte arabadaki uzun sürecek sessizliği başlattığımda dakikalar geçmiş ve sonunda araba durmuştu. Artık benim için de tanıdıklaşan ancak kesinlikle güvenli bir görünüm kazanmayan depodan bozma yere vardığımızda arabadan önce babam inmişti.

Derin bir nefes alıp kapıma uzandım. Elimdeki telefonum dışında herhangi bir şeyi peşimden sürüklememiştim. Bu nedenle çantasızdım.

Babam çoktan benim tarafıma dolanmış ve kapımı açtığımda inmem için bana elini uzatmıştı. “Çok naziksiniz Timur Bey,” diye mırıldandığımda gülümsedi. Arabadan indiğimde şakağıma ufak bir öpücük bıraktı. “Yerim seni, şirinlik yapma. Elbisene hâlâ sinirliyim, çıkartmanı istememem bunu değiştirmedi.”

“Çıkart desen çıkartır mıydım ki?” diye ona düşünebileceği bir konu hediye ettiğim sırada koluna girmiş halde onunla birlikle içeriye yürümekteydim.

Gelip durduğum ancak bir türlü izleyemediğim asıl maçlardan birini kısa süre sonra izleyecektim ve neler yaşanacağına dair herhangi bir fikrim olmaması beni çıldırtıyordu. İlk gelişimde Pars’la karşılaştığım ilk andan hemen öncesinde henüz profesyonelleşmeyen ikilinin maçına şahit olmuştum ancak içimden bir ses o maçın pek fragman olmaya yetmediğini fısıldıyordu.

Kapının önünde kalan kısımda dağınık olarak duran bolca insan vardı. Etrafta kadın görememek beni sıktığında gözümü fazla oraya buraya çevirmekle uğraşmadım. Ancak benim uğraşmamış olmam üzerime bakış toplamadığım anlamına gelmiyordu.

Üstümdeki hiçbir bakış birkaç saniyeden fazla bende kalmaya devam etmedi. Bunun sebebinin koluna girmiş halde yürüdüğüm adam olduğunun farkındaydım. Şu an bulunduğumuz yerdeki insanlar için tanıdık olduğunu biliyordum. Timur Akdoğan ağzını açmadan üstümdeki bakışları savurabiliyordu ve bu içimde bir yerde tatlı bir keyif doğurtmuştu.

İçeriye girdiğimizde henüz maç başlamadığı için olsa gerek koridor pek dolu değildi. Kapalı alanda durmak yerine herkes dışarıya dökülmüştü belli ki.

Babam ilerimizde duran birinin omuzuna sert olmayacak şekilde vurur gibi dokundu. Adam direkt bize döndü. Bana baktığında bakışlarını çekip babama döneceğini düşünürken direkt olarak dudaklarını aralamıştı. “Pars abi içeride.”

“Gözünü elinde hissetmek ister misin, hem de elini kaldırmana gerek olmadan?”

Babamın anlamsız sorusu sanırım gözünü çıkartıp eline bırakmamı ister misin olarak tercüme edilebilirdi.

Adam afallayarak babama baktı. Gözleri irileşerek büyüdü. “Timur abi pardon, ben seni görmedim. Yengeyi bekliyordum, Pars abi dikti de beni buraya.”

“Yenge?” Babamla aynı anda ancak fazlasıyla farklı duygularla konuştuğumuzda karşımızdaki adam da ne yapacağını bilemiyor gibi duruyordu. “Ben gideyim!” dedi birden. Ardından hızla ortadan kayboldu.

“Maçtan önce elimde kalacak, hareketlere bak. Yengeymiş!”

Babam bir yandan söyleniyor bir yandan beni koridorun sağ kısmına doğru ilerletiyordu. Daha önce yürüdüğüm için şaşırmadığım bomboş kısımdan geçtikten sonra bir kapının önünde durduk. Babam kapıyı çalmayı tercih etmeyerek içeri daldığında ben bir adım gerisinde kalmıştım.

İçeride Pars’ı yalnız bulma ihtimalimiz düşüktü. Odaya girdiğimde etrafa bakar bakmaz haklı olduğumu anlamıştım.

Koltukta oturuyor olan Mayıs’a el salladığım sırada babam ileride duran Özgür ve Pars’ın üstüne yürüyordu.

“Kaç kere daha geldi lan Ahu buraya?”

Özgür sevimli kalmaya çalışıp sırıtmayı denerken Pars’ın bakışları adımla birlikte beni bulmuştu.

Gözleri gözlerime takıldığında mavinin iki farklı tonunu taşıyan irislerimiz kesişti. Yüzümde oyalanışı uzun sürmedi. Boynuma doğru kayan bakışları saniyeler içinde bedenimi bulmuştu.

Dudakları kıpırdadı. Sesi bana gelemedi ancak dudaklarından fırlayan fısıltının ağır bir küfür olduğunu belli eden Özgür’dü. “Ne sövüyorsun ruh hastası?”

Pars’ın kilitlenmiş gibi bu tarafa baktığını gördüğünde Özgür de bir an bana baktı. Önce bir şey olmamış gibi gülümseyip yeniden babamlara doğru bakmış, ardından bir anda bana geri dönmüştü. “E yok artık! Her gelişinde niye üstündeki daha da ilginçleşiyor kızım senin?”

Mayıs’ın yanına doğru ilerleyip koltukta yanına oturdum. Hiçbirini takmadan omuzuna yattığımda yanağını saçımın üstüne yasladı. “Çok güzel olmuşsun Despoşum.”

“Teşekkür ederim,” dedim gülümseyerek. “Sen de çok güzelsin.”

Odada sadece biz varmışız gibi kendi kendimize konuşmaya başladığımız sırada babam sorgusuna yanıt alamadığı için olsa gerek buraya doğru yaklaşıp başka bir koltuğa oturdu.

Kaçamak bakışlarla Pars’ı süzüp duruyor olsam da içeride yalnız olmayışımız nedensizce beni ona bir şeyler söylemekten alıkoyuyordu. Onun tek yaptığı ise gözünü bile kırpmadan bakışlarını üzerimde tutmaktan ibaretti.

Pars ve Özgür henüz yanımıza gelemeden odanın kapısı hızlı hızlı çalındı. Ardından içeriye bir anda birden fazla insan doluştu.

“N’oluyor?” diyen Özgür’dü. “Basıldık anasını satayım.”

İçeriye dolan kişilerin yaş ortalaması bana yakın gibiydi. Hepsinin gözü odada bir şey arıyor gibi oldu, ardından aradıklarını bulmuş gibi babama bakmaya başladılar. “Timur abi,” diyerek önde duranlardan biri konuştuğunda heyecanlıydı.

“Evet,” diyerek sakince konuşan babama yalvarır gibi baktı ardından. “Hazırlık maçını izlemeye çıkmayacak mısın? Burada olduğunu söylediler, gelmişken bizimkileri de izlesene.”

Hazırlık maçı sanırım ilk gelişimde izlediğimden bahsettiğim maçtı. Babam bir an durdu. Ancak karşısında beklentiyle kendisine bakan kalabalığı kıracağını sanmıyordum.

“Çıkın dışarı, tamam.”

Birbirlerinin ensesine, sırtına vura vura odayı terk eden kalabalıktan geriye yalnızca koridordan gelmeye devam eden uğultuları kaldığında başımı Mayıs’ın omuzundan kaldırdım. Bu sırada babam da ayaklanmıştı.

“Özgür yürü sen de, çenen bir işe yarasın benim konuşasım yok.”

Özgür alıngan alıngan babama baksa da ayağa kalkmıştı. “Benim çenem her zaman her koşulda işe yarıyor abi kırıcı oluyorsun şu an. Bir gün küseceğim Despina gibi.”

Mayıs sevgilisine kıkırdadı. “Aşkım çeneni savunurken bile çene yapıyorsun. İnanılmazsın.”

“Sen hiç konuşma, benden başka herkese destek çık anca. Düş önüme Mayıs çiçeği, gözümün önünde dur. Abin olacak ruhsuz seni unutur şimdi burada.”

Mayıs dünden razı olduğu için kalkıp hızlıca Özgür’e koşturdu. Onlar babamı beklemeden çıktığında ben oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetlenmediğim için babamla kısa bir an bakıştık. “Sen?”

“Ben…” dedim tekrarlayarak. “Burada bekleyeyim, maçtan önce birileri Pars’a saldırırsa korumam gerekebilir.”

Pars’ın kısık gülüşü kulağıma ulaşırken babam yüzüme bakakaldı. Ne vardı? Koruyamaz mıydım sevgilimi?

“Aklımı kaçırtacaksın bir gün bana, Ahu.”

Babam odadan çıkarken arkasından homurdandım. “Sensin Ahu, illa Timur deyip kızdırayım mı?”

Son kısmı duymamıştı çünkü çoktan odadan çıkmış, kapıyı da arkasından kapatmıştı.

Koltukta oturmuş, bacağımı diğerinin üzerine atarak yayılmışken Pars’ın adımladığını ve gittikçe bana yaklaştığını duyumsadığımda kalbimdeki hızlanışı görmezden gelmek çok zordu. İlk kez baş başa kalıyormuşuz gibi ondan bu kadar etkileniyor olmam bir gün son bulacak mıydı? Hiç sanmıyordum.

Oturduğum koltukta yanıma yerleşeceğini düşünürken tam karşımda belirip ayakta kalmayı sürdürdüğünde yutkundum. Başımı iyice geriye atarak yüzüne baktığımda oraya varamadan önce üstündeki dar tişörtün sıktığı gövdesini fazlasıyla süzmüştüm.

“Üstündeki herhangi bir kumaş parçasıyla bile tanrıçadan farksızken, bir de bu elbiseyi mi giydin bu gece için güzelim?”

Gülümsemek istedim. İçimdeki bu isteğe karşı koymak yerine kendimi serbest bıraktığımda dudaklarım yanaklarımı acıtacak kadar derinden kıvrılmıştı.

“Beni delirtmekten keyif alıyorsun,” dedi bakışları kıvrılan dudaklarımdayken. “Gülümsemeyi bırakmaman için delirmem gerekecekse, delirt beni. Gıkım çıkmaz Afrodit.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Gık mı?” diye sordum anlamadığım için.

Çenesi kasılır gibi oldu. Ben bir sonraki hamlesini tahmin edemeden önce bir avucu sırtımı yasladığım koltuğun üstüne kapandı ve ardından bedenini üstüme neredeyse kapanmış halde buldum. Nefesi yüzüme çarpacak kadar yakınıma eğildiğinde ondan gelen sıcak nefes bana yetermiş gibi kendi nefesim kesintiye uğramıştı.

Beni öpeceği beklentisiyle farkında olmadan araladığım dudaklarımı kendine hapsetmeden öylece bekledi. Huysuzlanmaya başlayacağım anda, sanki bu anın hangi saniyede geleceğini benden daha iyi biliyormuş gibi, alt dudağımı ağzının içine çekip hafifçe emdi.

Beni bırakıp geri çekilecekmiş gibi hissettiğim için kollarımı kaldırıp telaşla ensesine tutundum. Ellerim ensesinde birbirinin üstüne kapandığında boynuna asılıyor gibi görünüyordum.

Öpüşüne karşılık vermek için hareketlendiğimde durmak için bunu bekliyormuş gibi direkt geri çekildi. Yüzünü geri çekmesine rahatsızlıkla baktığımda dudağıma kısa bir öpücük daha bıraktı.

“Seve seve seni bırakıyormuşum gibi bakma bana,” dediğinde kaş çattım. “Niye bırakıyorsun o zaman?”

“Tadını aldıktan sonra kendime gelebilmem benden uzun bir zaman çalıyor, maça çıkmak yerine ağzımı ağzından hiç çekmememi mi isterdin?”

Beklemeden başımı salladım. Ensesindeki ellerimi çekmemiştim, eğik dururken sırtının ağrıyıp ağrımadığını bilmiyordum. “İsterdim,” dediğimde koyu mavileri birkaç ton daha laciverte yaklaştı.

“Maçtan sonra elimden alamazlar seni, bunu da mı istiyorsun?”

Sırıttım. Yine başımı salladım. Maçtan sonra zaten beni elinden alacak kimse yoktu. Gece yarısı onunla olmam gerekiyordu. Babamı duygu sömürüsüyle, Özgür’ü ise Mayıs kozuyla ikna etmek zor değildi.

“Evet, çok mu belli oluyor?”

Zaman geçtikçe Pars’ın öpücüklerine, dokunuşlarına hem alışkanlık kazanıyor hem de ilk kez gerçekleşiyorlarmış gibi yerimde titremeyi de elden bırakamıyordum. Bana bolca duygu karmaşası olarak dönen bu durumdan şikâyetçi olduğum ise kesinlikle söylenemezdi.

Ani bir şekilde kendisini koltukta yanıma bıraktı. Bacağı bacağımı sıyıracak yakınlıkta oturmaya başladığımızda direkt olarak kendimi soluma, yani ona doğru devirmiştim. “Pars,” diyerek kısık sesle konuştuğumda çenesini başımın üstünde hissettim.

“Söyle güzelim.”

“Ben biraz gerginim,” diye konuştum daha fazla susamadan. “Bir kenarda durup birinin sana vurmasını izlemek istediğimden emin değilim.”

Sırtıma dolayıp beni omuzuna doğru çekiyor olduğu kolu meşguldü. Ancak sol kolunu kaldırıp dikkatimi dağıtmak için kullanmakta bir sakınca görmemişti. Üzerimdeki elbisenin göğsümün ortasında kalan pencere şeklindeki açıklığa başparmağını hafifçe sürttüğünde az önce ne söylediğimi unutacak kıvama yaklaşmaktaydım.

Kalın parmağı çıplak tenime temas ederken bakışlarım istemsizce oraya çevrildi. Parmağının hareketlerini izlerken sessizleşmiştim.

“Birinin bana vurmasını değil de benim birine vurmamı izleyeceğini kendine hatırlat o halde minik tanrıça. Aksi halde sevgiline duyduğun güveni sorgulamaya başlayacağım.”

Omuzundan kalkmaya çalıştım. Ancak bu sadece çaba olarak kalmış herhangi bir sonuca varamamıştı. Olduğum yerde kalmamı sağladığı için ona bakamadan konuştum. Bu sırada ben sanki hiç çırpınmıyormuşum gibi parmağı sakince elbisedeki boşlukta geziniyordu.

“Benim neyi kastettiğimin farkındasın, aklımı karıştırma.”

“Ben sen hiç konuşmazken de neyi kastettiğinin farkındayım artık, Ahu.”

Böyle şeyler söyleyerek beni bambaşka bir evrene fırlatabileceğini mi sanıyordu? Belli ki gayet doğru sanıyordu. Sessizce yerime sinip sıcaklığının etkisi altında mayıştığımda ne ben konuştum ne de o. Odanın kapısı dakikalar sonra çalana dek sessizce birbirimizin nefeslerini dinlemekle yetinmiştik.

İçeriye babamla geldiğimizde beni beklediğini söyleyen adam girdi. Pars’a maça az kaldığıyla ilgili bir şeyler söyledikten sonra gözünü bana hiç değdirmeden odadan ayrıldı. Ben bu süre boyunca yerimde kalmış, birazdan ayaklanacağını kavradığım Pars’a tutkallanmış gibi hiç kıpırdamamıştım.

Kapı kapandığında Pars’ın burnunu saç diplerimde gezdirip nefeslendiğini hissettim. “Sabaha kadar böyle kalabilirim ama kısa bir süre beni biraz uzaktan izlemen gerekecek.”

Derin bir of çekerek doğruldum. Bu kez bana engel olmadığı için bunu kolayca yapabilmiştim. Küsmüş gibi davranıp onu yollamama şansım var mıydı? Varsa değerlendirecektim.

“Oflanmaz sevgiliye,” dedikten sonra dudaklarıma sesli bir öpücük bıraktı. Ayağa kalkıp önünde ona dönük olacak şekilde durdum. Ona üstten bakma fırsatı yakalamışken uzun uzun süzdüm.

Ellerinden biri üst bacağımın arkasına, dizimin gerisine doğru yavaşça kapandığında ürperdim. Parmaklarıyla belli belirsiz tenimde gezindi. Elini çekmeden olduğu yerde doğrulup yüzünü karnımın üstüne doğru bastırdı. Burnu az önce parmaklarını gezdirdiği açıklıktan tenime değdiğinde kıkırdadım.

Huylandığımı anlayarak burnunu bulunduğu yere sürttü. Nefeslendikten sonra o da kalkmış ve beni boy avantajlı saniyelerimden uzaklaştırmıştı.

“Gel bakalım, maçlarım pek uzun sürmüyor ama sen de buradayken süre daha da kısalacak muhtemelen.”

Kapıya doğru yürürken sıkıca elini tutuyordum. Konuşmasıyla birlikte hevesle ona doğru döndüm elini bırakmadan. Yüzümü yüzüne çevirdiğimde kapıya uzanan eli havada durdu. “Şans meleğin miyim yani ben?”

Burnundan kısa bir nefes vererek güldü. “Bana ait her şeysin, Afrodit.”

Gözlerimi birkaç kez kırptım. Dudaklarına yapışarak kucağına tırmanmak ve sırtımın arkamızdaki duvara yaslanmasını dilemek için sanırım doğru zamanda değildik.

Beni bu denli arsızlaştıranın kendisi olduğunu tamamen fark ettiği gün beni elinden alamayacaklarmış gibi hissediyordum. Şimdilik içimdeki fırtınaların sadece serin esintisi üstüne doğru esiyor, rüzgârın asıl gücünü ondan bir şekilde saklıyordum.

Odadan çıktığımızda ringe doğru gideceğimiz için içeride olduğumdan daha gergin haldeydim. Elinin içinde olan parmaklarımı oynatıp kendimi oyalarken yürümeye başladığımız anda koridorun karşı tarafında bir kapı daha aralandı.

İstemsizce bakışlarımı açılan kapıya çevirdiğimde önce iri bir erkek bedeni, ardında ise uzun boylu bir kadın göründü.

Pars’ın da benim yaptığım gibi bakışlarını bir an oraya çevirdiğini gördüm.

Duracağımızı düşünmüştüm ancak tekrar önüne dönüp adımlamaya başlayacak gibi oldu. Bu hızı beklemediğim için hemen adımlarına ayak uyduramamış ve duraksamıştım.

Toparlanıp yürüyeceğim anda arkadan yükselen ses kulağıma dolmuş, dolduğu gibi zihnim cümleyi ayıklayarak bana sunmuştu.

Dil öğrenmenin nerede işinize yaracağını kestirmek güçtü. İtalyancamın bir gün beni böyle bir anda aydınlatacağını daha önce hiç hesaba katmamıştım.

Az önce gördüğüm uzun boylu, yüzünü incelemeye o ana kadar gerek duymadığım kadından yükselmişti ses.

“Attiri di più la mia attenzione quando hai un aspetto sbadato, bionda.”

(*Umursamaz göründüğünde dikkatimi daha fazla çekiyorsun, sarışın.)

Koridorda kendisi hariç üç kişi vardı ve ben bu üç kişiden yalnızca birinin sarışın olduğunun farkında olmayı hiç sevmemiştim. Pars’ın bildiği tek yabancı dilin İngilizce olduğunu biliyordum. Bu da beni kadının tavrını daha kolay analiz etmeye itmişti.

İlk kez karşılaşmıyorlardı ve İtalyanca olarak rahatça haykırdığı cümleyi Pars’ın anlamayacağından emindi.

Pars benim put gibi kaldığımı ve hemen ardından da arkamı döndüğümü gördüğünde elimi daha sıkı tuttuğunu hissettim. Gerildiğim belli oluyor muydu? Çok yazıktı.

Dudaklarımı araladım. Arkamı dönüşüm kadını daha net görmeme yol açtı. Açık tenli, yüzündeki çıkık kemiklerle birlikte ilgi çekici görünen bir kadındı. Bakışlarımı ona çevirmemle onun bakışları da beni bulmuş, aramızda birkaç adımdan fazlası varken gözlerimiz rastlaşmıştı.

“Il mio ragazzo non parla italiano. Vuoi che traduca le tue parole?”

(*Sevgilim İtalyanca konuşmuyor. Söylediklerini ona tercüme etmemi ister misin?)

Dudaklarımdan dökülenin baştan sona İtalyanca oluşu kadının gözlerinde ufak bir titreşim yarattı. Cesaretinin karşıdakilerin bilmediği bir dilde haykırmakla sınırlı olduğunu anlamıştım. Onu anlayabilmiş olmam birden kanatlarını kopartmış gibiydi.

Kadının aksine yanında duran iri beden keyfi kaçmak yerine keyiflenmiş gibi görünerek ufak bir kahkaha attı.

Kahkahasıyla birlikte Pars’ın elime yapışık eli kasılmıştı. “Ne konuştun az önce? Ne sikime gülüyor bu?”

Adamın da Türkçe bilmediğini, Pars’ın bu yüzden bana soruyor olduğunu düşünecekken ben hiç konuşamadan adamın sesini duydum. “Sevgilinin biraz gerilmesine sebep olduk, Eraslan. Lucia’nın sana olan açlığını sevmemiş gibi görünüyor.”

Anlatma şekliyle birlikte dişlerimi birbirine bastırdım. Az önce adını öğrendiğim Lucia’yı tıka basa doyurmak istemeye başlamıştım, tamamen iyiliktendi.

“Kuyruğunu da al, ringe siktir git Enes.”

Omuzlarımı kastım istemsizce. Rakibi bu adam mıydı?

“Kaba herifin tekisin, önce kızınla tanışacağım Eraslan.”

Lucia olduğu yerde sessizce beklerken asıl sorunun o değil, bize doğru yürümekte olan adam olduğunu fark etmem çok gecikmedi.

“Sarà un piacere conoscerti, dolcezza.”

(*Seninle tanışmak bir zevk olacak, tatlım.)

Arsızca konuşmasının tek sebebinin ne olduğu açıktı. Pars bu tuzağı göremeyecek bir adam değildi ancak hiç duraksamadan, elimde olan elini çekmeden boşta kalan eliyle Enes’in yakasını avucuna sıkıştırdı. “Kelimesi kelimesine Türkçesini söyle şimdi. Ben seni sike sike Türkçesini öğrenmeden, sen söyle.”

Gözlerim irileşerek Pars’ın elinde duran parmaklarımı yukarıya, dirseğinin üstüne doğru çıkarttım. “Pars,” dedim yükseltmemeye çalıştığım sesimle.

Enes sanki onun değil benim yakama yapışan biri varmış gibi rahattı. “Sevgiline sorsana.”

Pars göz ucuyla bana baktığında yutkundum. Şu an doğru bir çeviri yaparsam, ringe gitmemize gerek kalmadan maç başlayacakmış gibi hissediyordum.

Bakışlarımla durulmasını sağlamaya çalıştım. Ne ölçüde başarılı olabileceğimi bilmiyordum. Pars’ın eli adamın yakasından düşmezken, Lucia biraz ilerden ağzı açık burayı izlerken ve ben bu iki iri yarı adamın dörtte biri kadarken ne yapabilirdim acaba?

Koridorda adım sesleri duyulduğunda bakışlarımı o yöne çevirdim. Bize doğru gelen babamı gördüğümde ruhumda bir yangın çıkmışken tonlarca suya kavuşmuş gibi ferahlamıştım.

“Baba!” dedim istemsizce. Seslenişimle birlikte Pars kıpırdamamış olsa da Enes’in bakışları kime ‘baba’ dediğimi görme merakıyla sağını buldu. Buraya adımlayan, manzarayı gördükçe kaşları iyice çatılan Timur Akdoğan’ı gördüğünde ise dudakları şaşkınca aralanmıştı.

“Baba mı?” diye fısıldadı Enes. Onun şaşkınlıktan kalakalmasını takmadan babama bakmayı sürdürdüm. Babam yanımıza ulaştığında ilk yaptığı Pars’ın bileğini tutup sertçe çekerek Enes’in yakasından ayırmaktı. “Ne bok yiyorsunuz burada? İkinizin de çıkmayacağını düşünmeye başladı içeridekiler.”

Pars’ın eli aşağı indiği anda bunu fırsat bilerek hızla bedeninin önüne geçip onu ittim. İtmekten kastım göğsüne yapışıp kendimi zorlamaktı aslında. İkinci saniyenin sonu gelmeden benimle birlikte hızla yürümeye başladığında burnundan soluyordu.

“Ne dedi sana?”

“Bir şey değildi,” dedim sakin kalmaya çalışarak.

“Ahu!” diye bağırarak bana döndü ve aniden durdu. Yüzünü eğerek burun buruna gelmemize sebep olduğunda sık aldığı nefesler benim sus çizgimde ölüyordu. “Ne dedi o piç?”

Ağır bir şey söylediği yoktu ama şu an ne dersem diyeyim Pars tamamen gerilmeye kurulu bir robottan farksızdı.

“Lucia’nın söylediğinden daha garip bir şey söylemedi, merak etme.”

Konuyu nasıl değiştireceğimi bulmuştum. Pek zor olmamıştı.

“Ahu,” dediğinde bir anlık duraksamasına bakılırsa doğru yoldaydım.

“Efendim bionda?” diye mırıldandım dudaklarına doğru. Lucia’nın ona sarışın diye içlenişini taklit ettiğimde dişlerini sıktı. “Sana İtalyanca öğretmeye başlamamı ister misin? Daha kolay anlaşırsınız.”

Keskinleşen bakışlarını gözlerimin en içine odaklamış, göz bile kırpmadan bana bakıyordu. “Umurumda bile değil onun ne yaptığı.”

Savunmasına gülümsedim. “Tamam,” dedim başımı sallayarak. “Benim de Enes’in ne yaptığı umurumda değil. Hadi sakinleş.”

Alayla, bunu yapmayacağını bilerek konuşmuş ve gayet keyif almıştım.

“Sikeyim onun adını da, senin o adı dudaklarına bulaştırmanı da Ahu. Yapma.”

“Dudaklarıma neyi bulaştıracağımı sana mı sormalıydım sarışın?” diye uzattım konuyu.

Bakışları karardı. Mavilerinin kaç ton daha koyulaşabileceğini bilmiyordum ancak yeterince karanlıktı şu anda. “Sabrımı sınıyorsun, dudaklarına neyi bulaştıracağımı deneyimlemek istemezsin Afrodit.”

Psikolojik bir etki olsa gerek ki dudaklarımın kuruduğunu hissederek dilimi hafifçe dışarı itip alt dudağımı ıslattım. “Maçtan sonra geceyi seninle geçirmek için izinliyim Eraslan, bu konuyu birkaç saat içinde tekrarlayalım.”

“Tekrarlayalım,” dedi beni onaylarken. Gözleri yiyecekmiş gibi dudaklarımda geziniyor ancak herhangi bir hamle yapmıyordu. Bunda birazdan koridorun ucundan görünecek olan babamın etkisinin yüksek olduğunu tahmin ediyordum.

Sanırım Pars’ın sınavı da buydu.

 

~

 

Bulunduğum balkona ilk ve son çıkışım, bu binaya ilk geldiğim geceydi. Özgür beni buraya getirdiğindeki Despina ile şu anda içimde taşıdığım benliğin aynı kişi olduğunu söylemek zordu.

Ringin bulunduğu alana göre yüksekte olan, daha az karanlık olsa da insanların görüş açısında bulunmayan yükseltide yalnız değildim. Babamın yanında duruyordum, diğer tarafımda da Özgür ve kolunun altına aldığı Mayıs vardı.

“Ne zaman başlayacak?” diye sordum bekleyiş dayanılmaz hale geldiğinde. “Bir şey mi oldu?”

Babam sırtımı sıvazlarken yanıtladı beni. “Birkaç dakikaya başlarlar, şimdi anons geçecek ortadaki adam. İzle.”

Babamın dediği gibi gür sesiyle tüm alana mikrofonsuz hitap edebilen kısa boylu fakat kaslı görünen bir adam konuşmaya başladığında alanda büyük bir sessizlik oldu. Önce Enes’i çağırdığında kalabalığın bir kısmından haykırışlar yükselmişti.

Daha önce şahit olmadığım durumlar ve anlarda ortaya çıkan paniğim baş gösterirken kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Birkaç saniye sonra Pars’ın adını, aslında sadece soyadını duyduğumda yükselen sesler ise bu çalışmamı ortada ikiye bölüp parçalamıştı.

Kulaklarımı uğuldatacak bir gürültüydü. Pars’ın bana ‘sevgiline güvenmediğini düşüneceğim’ derken neyi kastettiğini daha iyi anlıyordum. Kalabalığın ona bu denli güvenmesi bende de yansıma bulsun istiyordu.

Ringin etrafına sarılı iplerden geçip ortaya doğru ilerleyen yarı çıplak bedenini gördüğümde dudağımı dişlerimle ezdim.

Az önce anons yapan adam kalabalığın durulmasını bekledikten sonra ikisini karşı karşıya bırakarak bir adım geriye çekildi. Artık onu duyamıyor, yalnızca Pars’a odakladığım bakışlarımla bir sarhoşu andırıyordum.

Boksun stratejilerinden, kurallarından ya da en ufak bir detayından haberdar değildim. Bu da beni biraz sonra ne göreceğim hakkında derin düşüncelere sürüklüyordu. Beni düşünmekten kurtaran, Enes’in beklemeden Pars’a savurduğu sağ yumruğu oldu.

Pars’ın yüzünde patlayacakmış gibi görünen kırmızı bir boks eldivenine sarılı yumruğu ben hissedecekmişim gibi titredim.

Pars bir elini o yumruğu durdurmak için kullanıp diğer elini Enes’in çenesine geçirdiğinde ise takip etmekte zorlandığım hızda yaşanan anın şokundaydım.

Pars’ın yumruğuyla birinin canını alacağından daha önce korktuğum anlar olmuştu. Şimdi de öyle bir şey olacak sanıyorken Enes’in darbe almamış gibi atağa geçmesiyle bakışlarımı bir an babama doğru kaldırdım.

Dikkatle onlara bakıyor. Dudaklarındaki yarım kıvrıma bakılırsa halinden memnun görünüyordu.

Benim anlık babama bakışım sırasında kalabalıktan bir uğultu koptuğunda aceleyle bakışlarımı ringe çevirdim. Enes’in sırtını kenardaki iplere çarparken görmüştüm aynı anda da.

“Uzun zamandır maça çıkmıyor diye mi gergin bu kadar? Final maçında gibi hırslı şu an.”

Mayıs’ın sorduğu soruyla birlikte yutkundum. Neden hırslı olduğunu ben ayrıntılı olarak biliyordum. Babam ise az çok tahmin ediyor olmalıydı.

“Hırs olmadan ringe çıkmamalı zaten, öfkesini avantaja çeviriyor.”

“Öfkesi?” diyerek aynı anda konuşan Özgür-Mayıs çiftini yanıtsız bırakan babamın bana göz ucuyla baktığını hissetsem de bakışlarımı ringden çekmedim.

Özgür bir şeyler sorarken ona kulaklarımı tıkayarak tüm dikkatimi aşağıya verdim. Devam eden maçın hangi noktada sonlanacağını bile bilmiyordum ama dakikalar sonra -şimdiye kadar aldığı darbelerden çok daha ağır olan- burnuna doğru Enes’in yumruğu gelir gelmez dudaklarına doğru kan boşalmaya başlayan Pars’ı gördüğümde boğukça inledim.

Bir elim ağzıma kapanırken babamın kolunun altında kıvranmıştım. “Bir şey yok, bebeğim.” derken benimle dalga geçiyor olmalıydı babam. Kanları görmüyor muydu?

Enes’in yüzünde kanlar belireli dakikalar oluyordu ancak Pars’ın yumruğuyla akan kanlar zerre umurumda olmamışken şimdi gördüğüm kırmızılık beni delirtecek gibiydi.

“Ne zaman bitecek?” diye soludum bağırır gibi. “Çok kanıyor burnu.”

“Otuza kadar say çığırtkan, birazdan Enes asalağını yerde göreceksin. Kalkma ihtimali olmayacak şekilde.”

Özgür’ün ne dediğini anlayamadan afallamışken bahsettiği otuza kadar saymalık süre doldu mu ya da çok daha kısa bir sürede mi gerçekleşti dediği hesaplayamazdım. Pars’ın peş peşe attığı üç yumruk karşısındaki bedeni sertçe yere devirmesine sebep olduğunda nefesim tıkandı.

Ringin köşesinde bekleyen, en baştaki adam hızla Enes’in tepesine geldi. Yanına eğilip saymaya başladığında kalabalıktan delice sesler yükselmeye başlamıştı. Adamın saydığı saniyeler son bulduğunda göğsü titreyerek şişip inen Enes yerinden kıpırdamış değildi.

Pars’ın terden ıslandığı için etraftaki yerli yersiz ışıklardan yansıyarak parlayan bedenine gözlerimi çevirdiğimde onu elindeki eldiveni dişleriyle bileğinden açarken görmüştüm. Bir elindeki eldivenden bu şekilde kurtulduğunda diğerini de boştaki eliyle hızla açtı. Bu sırada saymayı çoktan bitiren adam onun yanına varmıştı.

Kalabalıktaki uğultu asla bitmezken adam Pars’ın sol bileğini kavrayıp aniden havalandırdı. Bu kez duyulan sesler, başta duyduklarımın aslında gürültü bile olmadığını bana göstermişti.

Etraftaki coşkulu sesler eşliğinde dümdüz karşısına bakıyor olan Pars bir anda balkona, bizim bulunduğumuz kenara doğru başını çevirdiğinde net olarak beni göremeyeceğini bile bile gülümsedim.

İçimdeki süregelen paniğe, korkuya, yüzündeki kurumaya başlayan kanın bende yarattığı tüm etkilere rağmen gülümsedim.

Kendimi birinin bir başkasına hafifçe tokat attığı bir sahnede dahi hayal edemeyecekken, boksör bir babaya sahip olduğumu öğrenmem yetmemiş; sevgilim ve abimin de bu işle meşgul olduğundan emin olmuştum.

Akıl almazdı. Yaşadığım diğer her şey gibi, bu da akıl alamayacak kadar garipti.

Beni göremediğini sandığım Pars’ın, gülümseyişimle eşzamanlı olarak dudaklarında kıvrılma meydana geldiğinde sinir bozukluğuyla sesli bir biçimde güldüm.

Metrelerce uzaktan gözleri gözlerime tutunmuşken yeniden doğmuş gibi hissediyordum.

 

~

 

“Küçük bir burun kanamasıydı.”

Alaycı bir ses çıkarttım. “Dudaklarından izi çıkmayacak kadar çok kanadı burnun, aptal adam.”

“Dudaklarımı temizleyebilirsin arabayı durdurduğumda.”

Araba birazdan duracaktı. Doğru söylüyordu.

Maçtan sonra geçen zaman gereksiz derecede hızlıydı. Pars’ın tekrar Enes’i bulup bir köşeye sıkıştırabileceği bilincinde olan tek isim ben değildim, bana eşlik eden babam da bunun gayet farkında olduğundan oradan çıkmamız için hızlı davranmıştı.

Bu gecenin izni, tüm ayarlamalarıyla birlikte birkaç gün önceden beri Mayıs ve Özgür tarafından biliniyordu. Babamla da buraya gelmeden önce yeterince konuşmuştum. İkna olması uzun sürmemişti. Tıpkı elbiseme söylenmemesi gibi bunu da ‘Pars yeterince gerecek seni, ben karışmıyorum’ diyerek gerekçelendirmişti.

Sonuç olarak Pars’ın arabasında, onun evine doğru gitmekteydim.

Mayıs, ben onlara haber verene kadar Özgür ve babamla bizim evde olacaktı. Birkaç saati bize ayırmayı ve sonra babama kriz geçirtmeden eve dönmeyi planlıyordum.

Hayatın planlarıma ne derece saygı gösterdiğini ise hesaplamalarıma pek katmamıştım.

“Kendin temizle, başka işlerim var benim.” diyerek az önce dudaklarını temizlemem için alttan alttan onu öpmemi isteyen Pars’a terslendim.

Maçtan önce ‘bana vurulmasını değil, benim birilerine vurmamı izle’ demekle olmuyordu. Evet, kazanmıştı; ancak yüzündeki izler ve darbelerden kanlanan gözleriyle iç açıcı bir görüntü sunduğu da yoktu.

Araba durduğunda homurdana homurdana kapımı açıp indim. Kapıyı kapatırken bir anda aklım yerine gelmiş gibi duraksamıştım. Elimdeki telefonuma baktığımda saat tam istediğim noktadaydı. On dakikadan az bir süre sonra gece yarısı olacak, takvim 28 Ağustos’a dönecekti.

Yüzünün hali hakkındaki kızgınlıklarımı başka bir güne erteleyebilirdim. Bugünün gündemi biraz daha farklıydı.

Heyecanla gülümsememin ölçüsünü ayarlamakta biraz zorlansam da normal bir ifadeyle bekledim yanıma ulaşması için. Sürücü koltuğundan inip kaldırıma çıktığında yerimde sallanarak onu beklediğim için bana sırıttı. “Evin kapısına bensiz koşturursun sanmıştım güzelim.”

Yüzümü buruşturmaya çalıştım. “Sonuçta misafirim, öyle olmaz.”

“Benden daha çok ev sahibisin, başlatma misafirliğine.”

Kıkırdadım. Parmaklarımız birbirine dolanırken birlikte eve doğru yürümeye başladık. Pars oradan ayrılmadan duş almıştı, bedeninden üzerime akın eden kokusunun tazeliğini iştahımı kabartsa da biraz direnmek zorundaydım.

Eve vardığımızda Pars’ın bir adım arkasında, kapının kilidini açmasını bekliyordum. Sonunda kapı açıldığında içeriye girebildik.

Kapı sesine koştur koştur gelen kediye göz devirdim. Her yerden fırlıyordu, bana gıcıklık olsun diye mi yapıyordu?

Gerilerek Pars’ın arkasına sığındım.

Halime gülüp eğilerek kediyi kucakladı. Başının üstünü peş peşe öpüp kediyi bana doğru çevirdiğinde bir adım geriye gittim. “Çekilin önümden.”

“Çekilemeyiz, seni çok seviyoruz.”

Göğsümde küçük bir deprem yaratan sözcüklerle birlikte yutkundum. Başımı yana eğerek eridiğimi gösterdiğimde Pars sırnaşıklığıma gülümsedi. “Aslında çok benziyorsunuz, neden korkuyorsun sen bu bebekten?”

Mavi gözleriyle gerçekten gözlerime yakın bir rengi olan irislerinde kaybolmadan kediden bakışlarımı çektim. “Korkuyorum işte, bir nedeni yok. Mayıs’ın odasına bıraksan olur mu?”

Üstelemedi. Başını salladığında onun kediyle birlikte uzaklaşmasını ve öpücüklerini o tüy yumağına harcayıp durmasını izlemek zorunda kalmıştım.

Görüş açımdan kaybolduğu anda hızla kendimi mutfağa attım. Siparişini Mayıs evden çıkmadan gelecek şekilde ayarlattığım kutu buzdolabındaydı. Pars’ın evden sabahın köründe çıkması bugünü kolaylaştırmıştı bizim açımızdan.

Karton kutuyu dikkatle dolaptan çıkartıp mutfaktaki masaya bıraktım. Pars’ın evin her yerine çakmak yayması bana sigara bağımlısı oluşunu hatırlattığından genelde sinirimi bozsa da bu gece için işe yarardı.

Bulduğum çakmakla kutuya yaklaştım. Dört kenarını da düzgünce açtığımda kutu düz bir hal almıştı.

Kutudan çıkan birden fazla mumu boş vererek tek bir mumu pastanın tam ortasına yerleştirdim.

Pastanın siyahlığı gibi, mum da siyahtı. Fazla büyük olmayan, tamamen sade bir pastaydı. Üzerinde düzgün bir şekilde kremayla yazılı kısım ise açık bir maviydi.

Charoúmena genéthlia, gerodeménos yazılı kısma sırıttım. Doğum günün kutlu olsun, çam yarması yazmak keyifli olmuyordu. Böyle daha tatlıydı.

Gerçi yazıyı yazdırana kadar pastacıyı boğazlayacak hale gelen Özgür benimle aynı fikirde olmayabilirdi belki…

“Pars!” diye seslendim mumu yaktığım anda. Mutfağın en kısık ışığını açtığım için karanlıkta sayılırdım. İçerisi loştu. “Acil gelebilir misin?”

Kediyi sevmeden bırakamaması işime gelmiş bana bolca vakit kazandırmıştı.

“Geldim.” Sesiyle birlikte hemen kendisi de mutfak kapısında belirdiğinde yüzündeki ifadeyi kaçırmamak için dikkatle ona bakıyordum.

Şaşkınlıkla gerileceğini ama yüzünün biraz sonra gevşeyeceğini tahmin ederek kendime küçük bir tahmin oyunu kurduğumda bekleyişim sonlanamadı.

Pars girişte öylece duruyordu.

Gözleri masadaki pastaya dönmüş, ardından oradan hiç ayrılmadan bir süre sadece pastaya bakmıştı.

Mumun çok uzun ömrü olmadığını bildiğimden dudaklarımı araladım. Şaşkınlığını biraz sonra yaşasa da olurdu. “İyi doğdun, sevgilim.” diye fısıldadım sakince.

Sesim mutfağı doldurup ona taşar taşmaz bakışları pastadan koparak yavaşça üzerime çevrildi. Gözlerinde ne göreceğime dair içimden geçirdiğim tahminlerin ötesinde, o tahminlerden çok uzak bir köşede kalmış hissin bakışlarından aktığının farkına vardığımda duraksadım.

Bu bakışları yüzünde ilk görüşüm bu gece değildi. Belki ilk tanıştığımız geceydi, belki kız kardeşinin aşkına engel olan bir kadın olduğumu sandığındaydı, belki başkasına olan öfkesini kendime sanarak afalladığımdaydı.

Dudaklarının kıvrılacağını, gülümseyeceğini, dayanamayıp yanıma yaklaşacağını ve hatta pastayı üflemeye bile girişmeden dudaklarını dudaklarımda hissedeceğimi düşünmüştüm.

Tüm düşündüklerim Pars’ın hissiz, sert bakışlarının altında ezilip kaybolurken avucumu yavaşça yanımdaki masaya bastırarak tutundum.

Telefonum çığlık atarak alarmını duyurmaya başladığında irkilememiştim bile.

Saat 00.00’dı. 28 Ağustos’taydık artık.

Pars Eraslan’ın doğduğu günde, dünyaya gözlerini araladığı günün 24 yıl sonrasında…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm