Gözyaşı Kadehleri 36.Bölüm
36.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- 5 ay önce, 2
Şubat 2024
- Cevahir Avcıoğlu
Bir ömrü yaşamanın en verimli ve doğru yolunun
her şeyi planlamak olduğunu fazlasıyla erken öğrenmem gerekmişti.
Babam öğretmişti.
Her an planlı olmalı, bir değil beş adım öteyi
görebilmeli ve tüm bunları sadece kendim bilmeliydim. İstediğimi elde etmenin
ve hiç hata yapmamanın tek yolu buydu.
Babamın haklı olduğunu çoktan kabul etmiştim
ancak zaman zaman hayat bana yeni hatırlatıcılar sunuyordu. Yakın zamanda bir tanesi
ile daha karşılaşmıştım.
Güvenmemin bir anlamı olmayan asistanıma
gereğinden fazla güvenmiş ve o güvenin yanlışlığında boğulmuştum. Düne kadar elimin
altında onlarca alt kuruluşun bağlı olduğu bir holdingin yönetimi varken bir
anda kendimi bir hastane binasında korkuluk olarak bulmuştum.
Dün saatlerce kıpırdamadan, bana aitmiş gibi
kapısına adımın yazıldığı odada oturmuş ve dedemin arayarak bunun bir günlük
bir cezadan ibaret olduğunu söylemesini beklemiştim.
Aramamıştı.
Ben onu aradığımda ise kararında bir değişiklik
olmadığını belirtmiş ve her şey yolundaymış gibi beni Pazar sabahı hep birlikte
kahvaltı yapacağımız konusunda bilgilendirmişti. Sabrımı deniyordu. Onu biraz
tanıyorsam eğer… Derdi sabrımı sınamaktı. Dişlerimi sıka sıka da olsa
onaylamıştım.
Pazar
sabahı eve gidip kahvaltı masasında Levent’in yanında sevgili(!) asistanımı
gördüğümde, dedemin teklifini kabul ettiğim o ana lanetler edecektim ancak her
şey için oldukça geç olacaktı.
Şimdi ise Vita’da ikinci iş günümdeydim. Dün
odamdan hiç çıkmadığım için bugün denk geldiğim herkes bana tanımlanamayan bir
cisimmişim gibi bakıyor, tepkimi -belli etmediklerini sanarak- ölçüyor ve
benden tepki alamadıklarında ise geri çekiliyordu.
Başhekim dışında kimse ile iletişim
kurmamıştım. Onunla da kendisi odama gelmeye karar verdiği için dün kısaca
görüşmüştüm zaten, iletişim sayılmayabilirdi.
“Başhekimden herkesi haberdar etmesini
istedim,” diyen Teoman’a omuzumun üstünden baktım. “Acil olduğunu da söyledin
mi?”
Teoman biraz kafası karışmış gibi baktı. “Bu
binadaki acil anlayışı biraz farklı sanki abi, ortada hasta yokken doktorları
acil toplantıya çağırmak garip olur diye düşündüm.”
“Düşünme Teo,” dedim normal bir şekilde.
“Uygula.”
“Öyle yapayım abi,” dedi içine doğru
konuşurken. Son birkaç gündür her an patlamaya hazır bir bomba gibiydim.
Kontrolsüz olmaya tahammülüm olmadığından, bu bombaya rağmen kontrollü kalma
işi beni gerim gerim germişti.
Teoman yanımdan kaybolduğunda hastanenin
çeşitli yerlerindeki gezintime tek başıma devam etmiştim. Levent’in neyi göz
ardı edeceğini çok iyi bilecek kadar tanıyordum kendisini, dolayısıyla nerelere
ve kimlere bakmam gerektiğini de yorulmadan aklımda sıralayabilmiştim.
Yaklaşık iki saat sonra, sık kullanılmadığı
her halinden belli olan geniş toplantı odasındaki uzun masanın bir ucunda
rahatsız bir sandalyede oturmaktaydım.
Fazlasıyla büyük olan masanın etrafına bir
dolu sandalye dizilmiş, sandalyelerdeki farklılıklara bakılırsa başka odalardan
buraya ek yapılmıştı.
Odanın bu toplantıya hazırlıksızlığı kadar,
sandalyelerinde diken üstündeymiş gibi oturan doktorların da hazırlıksız
göründüğünü söylemem mümkündü. Masanın diğer ucunda, karşımda oturuyor olan
başhekimin onlara tam olarak ne dediğini bilmiyordum ancak sanki toplu bir
işten çıkarma seremonisine şahit olacakmış gibi gergin duruyorlardı.
“Gelebilecek olan herkes burada mı?” dedim
dakikalardır koruduğum sessizliği bozarak. Odaya tam söylediğim saatte girmiş,
benden önce gelen çoğunluğa kısaca göz atmış ancak bir süredir hiçbir şey
söylememiştim.
“Öyle, Cevahir Bey.” diyen başhekime doğru
baktım. “Ameliyatı olan birkaç hekim ve acildeki iki hekim dışında herkes
burada. Bugün izinli olan kimse de yoktu.”
“Emin misiniz?” diye sordum başımı hafifçe
oynatarak. “Şu anda ameliyatta olan ve acilde olan doktorların sayısı önümde
yazılı, Muhsin Bey.” dedikten sonra gözümü oturanlarda rastgele gezdirdim.
“Odadaki sayı ile önümdeki sayıyı toplayınca nedense istediğim sayıya
ulaşamıyorum. Yanlış mı sayıyorum?”
Gülümsemeye çalıştı ancak ben dudaklarımı
zerre kıpırdatacak gibi değildim. Sunulan bilginin, sözlü ya da yazılı olması
fark etmeksizin doğru olmasını beklerdim.
Eksik olan doktorla ilgili düzgün ve yeterli
bir açıklama beklediğimi gösterircesine bakışlarımı başhekimden çekmemeyi
sürdürdüm. Konuşmaya başlaması için gereken neydi bilmiyordum ancak odanın
kapısı ufak bir ses çıkartarak açıldığında üzerinde duran bakışlarımı çekip kapıya
doğru odakladığım için şanslı sayılırdı.
Kapıdan giren kişinin sayıların tutmamasına
neden olan eksik doktor olduğunu umuyordum. İçeriye, kendisinden önce topuk
sesleri bana ulaşan, Vita’ya gelişimin bir kâbus olduğunu ve hâlâ holdingde
olduğumu düşündüren biri adımladığında umduğumu bulabildiğimden emin değildim.
Gecikmemiş gibi, bir dolu insan çoktan buraya
dizilmemiş gibi rahatça adımlamayı sürdüğünde kaşlarımın havalanmaması için
yüzümü kastım. Masada iki boş sandalye vardı. Biri başhekimin solunda kalan
sandalyeydi, diğeri ise benim sağımdaydı. Teoman oturmak yerine arkamda kalan
duvara yakın bir konumda dikildiği için sandalye boşa çıkmıştı.
Başhekimin yanına oturmayı seçeceğinden emin
bir tavırla bekledim. Bir dakikadan kısa süre içinde bana ikinci şaşkınlığımı
hediye etmesi şüphe uyandırıcıydı. Sağımdaki sandalyeyi nazikçe geriye çekmiş
ve giydiği elbisenin etek kısmını sakince düzelterek oturmuştu.
Odadaki keskin sessizlik, benim gelen kişiye
patlayacağım düşünüldüğünden kaynaklanıyor olabilirdi. Yanlış da değillerdi.
Geç kalan, içeri girerken herhangi bir açıklama yapmaya dahi tenezzül etmeyen
birine karşı sessiz kalmazdım. Vereceğim tepki adına Teoman’ın da tetikte
olduğundan emindim. Holdingdeki toplantılardan yeterince deneyimliydi.
Başımı ağırca sağıma doğru çevirip sandalyemi
biraz öne sürükleyerek masaya yaklaştım. Bakışlarım odaya girdiğinden beri
dikkat etmekten kaçındığım yüzde durakladı. Bir insanın yüzünde ilk dikkatimi
çeken şey kaşı, gözü ya da belki burnu olabilirdi ancak bakışlarımın birinin
yanağında takılı kalmasını ilk kez deneyimliyordum.
Kadının yanağındaki derin çukuru gördüğümde
bakışlarım garipseyerek dudaklarına ulaştı. Sırıtıyor muydu? Yanağında böyle
derin bir gamze gördüğüme göre sırıtıyor olmalıydı.
Dudaklarının düz bir şekilde durduğunu
gördüğümde kadına dair hiçbir tahminimin doğru çıkmaması sinirlerime dokunmaya
başlamıştı. Yüzüne daha uzaktan ve bir bütün halinde bakmaya karar vererek
bakışlarımı düzelttiğimde kendime gelebilmek adına derin bir nefes aldım.
“Siktir,” diye ağzımın içinde benden başka
kimseye anlamlı ulaşamayacak kısıklıkta bir homurtu savurmuştum. Bu, aldığım
derin nefesin sonucuydu.
Her neyi soluduysam… Ciğerlerimle aynı anda
beynime de derin bir nefes doldurmuşum gibi uzun bir süredir kasılı duran her
zerrem çözülmüştü.
Kokunun kaynağı belliydi. Odada iki dakika
önceye kadar bulunmayan koku şimdi birden var olduğuna göre cevap küçük bir
çocuğun bulabileceği kadar kolaydı ama kendimi bunu düşünmekten alıkoydum.
Toplantıya apar topar başladığımda bakışlarımı
bir kez bile sağıma çevirmemiş, o yöndeki doktorları doğru düzgün görmemeyi
göze almıştım. Başhekimle ve sol taraftakilerle bakışıp durmuştum.
Bakmayınca burnumun koku almayacağını düşünmem
aptalcaydı. Dakikalar geçtikçe koku azalmak yerine yoğunlaşmış, sağımdan iki
kol uzanıp beni o kokuya buluyormuş gibi hissettirmeye başlamıştı. Bir aptallık
daha yapıp bu kadının çaktırmadan üstüme doğru parfümünü sıkıp sıkmadığını
kontrol etmek için başımı çevirmeme az kalmıştı.
Söyleyeceğim her şeyi söylemiş, bundan sonra
neler yapmalarını istediğimi ve bizzat neler yapacağımı tek tek anlatmıştım.
Bitirmeden önce bir şeyler söylemek isteyen olup olmadığını da sormuş ve
kimseden ses çıkmadığında geriye yaslanmıştım. “O halde toplantı bitmiştir,
yarın sabah görüşmek üzere.”
İlk hafta her sabah, daha sonra yavaş yavaş
azalsa da haftada en az bir iki kez toplantı yapacağımı biraz önce belirttiğim
için kimseden bir geri dönüş alacağımı düşünmemiştim. Beni yanıltmadılar.
Ayaklanmalar başladığında sağ tarafımda hissettiğim hareketlilikle birlikte bir
anda başımı tüm toplantı boyunca yapmaktan kaçındığım şeyi yaparak sağa
çevirdim.
“Siz bekleyin,” derken bakışlarım sabitti.
Baktığım yer belli olduğundan, kime hitap ettiğim de açıktı.
Onu durdurma sebebimin, toplantı başlamadan
önce vermediğim tepkiyi yalnızken verecek olduğumu düşünen ve meslektaşlarına
patron azarı yiyeceği için biraz acır gibi bakan doktorların aksine ben
sebebimin ne olduğundan tam olarak emin değildim.
Sebep kokusu olabilir miydi? Sikeyim, kokusu benden uzaklaşsın istememiştim.
“Bekleyeyim,” dedi sakince. Tedirgin olmasını
ya da en azından meraklı bakmasını beklemiştim ancak rahattı. Eğer beni yine
yanıltmıyorsa… Kaybedecek bir şeyi olmayan biri gibi rahattı. Söyleyebileceğim
tek şey buydu.
Başımı çevirip odayı boşaltmakta olan
doktorları izledim. Hızlı sayılabilirlerdi, benden bir an önce uzaklaşmak ister
gibi bir halleri vardı. Diğerlerine kıyasla daha yavaş hareket eden, henüz
kendi sandalyesinden sadece bir adım uzaklaşabilmiş olan biri dikkatimi
çektiğinde ona odaklandım.
Benim yaşlarımda duran erkek doktorlardan
biriydi. Yavaşlığının sebebini anlamak için birkaç saniyelik gözlem yapmam
yetmişti.
Odadan çıkıp gidenlerin aksine, geride
bıraktıkları -benim kalmasını istediğim- doktora dikkatle bakıyor ve kendi
çapında güven sağlamaya çalışıyordu.
Burnumdan kısa bir nefes vererek başımı
hafifçe eğdim. Sunduğu güvenin kaynağı neydi? Ben birazdan bu odada yanımdaki
doktoru kaldığına pişman edecek kadar kırıp döksem, bu ayakta dikilen adamın
elinden ne gelecekti?
Başımı geri kaldırdığımda gördüğüm an, eğmeden
önceki andan daha gülünesiydi. Adamın ısrarcı bakışlarından bihaber olan
kadının odağı masadaki rastgele bir kâğıt parçasındaydı. Başını kaldırıp bakma
gereği duymuyordu.
Odadan son çıkan kişi olmaya yeminli gibi
davransa da sonunda biçare kalarak kapıdan çıkan ve kapıyı da kendi kapatması
gereken adamın arkasından kısa bir an bakındım. Çalışanlar arasındaki
platonikleri avlamaya programlıydım, fazla objektif bir göz olursanız
etraftakilerin hissettiklerini anlamak da kolay oluyordu.
Empati delilerinin bu konuda uzman olduğunu
zannedenlerin aksine benim fikrim bu yöndeydi. Ne kadar az umursanır ve ne
kadar çok uzaktan bakılırsa, gerçekler o kadar net olurdu.
“Abi ben kalayım mı?” diyerek kapı kapandıktan
sonra bir anda sol taraftan bana yaklaşan Teoman’ı duyduğumda omuz silktim.
Fark etmez demiştim. Seçimi odada kalmak oldu. Soldaki sandalyeyi çekip oturdu.
Bakışlarımı onda hiç oyalandırmadan sağa
döndüm. Masaya dikili bakışlarını ben ona döndüğüm anda yüzüme sapladığında
gözlerinde iki iri zeytin taşıyormuş gibi duran kadına birkaç saniye sessizce
bakmıştım.
Güzeldi. Siktir,
fazla güzeldi.
Karşıma bu çatı altında çıkması tatsız bir
tesadüftü. Başka bir konumda görseydim kokusunu uzaktan uzağa solumak yerine
burnumu teninde farklı noktalara yaslamayı seçeceğim kadar ilgi çekiciydi
çünkü.
“Konuşacak mısınız artık? Yoksa geç kalışımın
cezası bu sessizlik mi? Berbatmış, evet.”
Alttan altta iğneler gibi konuşmuş, konuşurken
bakışlarını yüzümden ayırmamıştı.
“Bir daha geç kalmanıza engel olabilecek bir
ceza ise… Ne büyük şans.”
“Burası bir hastane, Cevahir Bey.” dedi
gözlerini hafifçe kısarken. Adımı bastıra bastıra söylemesini ilginç bulmuştum.
Başka tonlarla da adımı seslenmesi fikri bir an zihnimde yanıp söndüğünde tek omuzumu
silkeler gibi belli belirsiz salladım. Kendime gelmeye çalışıyordum.
“Toplantılarınızdan çok daha acil işler çıkabiliyor, üzgünüm. Bir daha geç
kalmayacağıma dair söz vermem mümkün değil.”
“Bugünkü geç kalma sebebiniz de böyle acil bir
iş miydi?”
Başını yavaşça iki yana salladı. Bedenini bana
doğru çevirmek üzere biraz hareketlendiğinde bakışlarımın yüzünde kalmaya devam
etmesi için kendimi sıktım. Hareket ettikçe kokusu yayılıyor ve mıknatıs etkisi
yaratıyordu.
“Yanlışlıkla başhekimin numarasını
engellemişim, attığı mesaj telefonuma düşmemiş.”
Beklediğim yanıtlar arasında son sırada bile
bulunmayan cümlesi sonlandığında düz bir ifadeyle yüzüne bakmaktaydım.
“Yanlışlıkla..?” dedim tekrarlamasını ister gibi.
“İsim benzerliği,” dedi ölçülü bir gülümseme
ile. “Daha dikkatli olurum bundan sonra.”
“Öyle umuyorum,” dedim ciddi bir şekilde. “Bir
sonraki seferde anlayışlı kalmayacağımdan emin olabilirsiniz.”
Sakin ifadesinin birkaç saniyeliğine
parçalandığını görmüştüm. “Tehdit mi etmeye çalışıyorsunuz?” dedi kaşları
havalanırken.
“Kulağa nasıl geldiyse…” dedim omuz silkerek.
Çalışanlarla ya hiç konuşmaz ya da konuşacağım
her ne ise açık olur ve olabildiğince az konuşurdum. Bu kadını bu odada esir
edip üstü kapalı konuşmalar yapmamın gereği neydi şimdi?
Kendimi sorgularken göz ucuyla Teoman’a
bakmıştım. Tenis maçı izler gibi bakışlarını bir bana bir kadına çevirip
duruyordu.
“Kulağa bu hastaneyi geldiğiniz yerdeki gibi
sadece kâr amacı güden bir kurum olarak yönetmeye çalışacaksınız gibi geliyor.”
Toplantıdaki fikirlerimi sevmiş gibi
görünmüyordu.
Yüz yüze geldiği ilk anda yöneticiye kafa
tutmasındaki cesaret kaynağını merak etmiştim. Fazla mı saftı yoksa fazla mı
pervasızdı?
“İzninizle,” diyerek cevabımı beklemeden sandalyesini
geriye çekip yavaşça ayaklandı. “Bekleyen hastalarım var.”
Sessizce gitmesine izin verebilirdim ancak
dilim her nedense yerinde duramamış ve sesimin yükselmesine neden olmuştu.
“Levent’in rahat tavırları sizi böyle dikenli
davranmaya karşı cesaretlendirmiş belli ki ancak bundan sonra dikkatli olmanızı
öneririm.”
Duruşunu bozmadı, ayaktaydı. Bakışları yüzümde
birkaç saniye durduktan sonra mırıldandı. “Aksi halde beni kovmanıza mı neden
olurum?”
Sessiz kaldım.
Gülümsedi.
Diğer yanağındaki çukur bu gülümsemeyi
bekliyormuş gibi birden belirgin hale geldiğinde bakışlarımı gözlerinden ayırmama
çabam sert bir darbe yemişti.
“Lütfen…” dedi yalvaracakmış gibi. “Ben istifa
etmeyi beceremedim, belki de beni bu cehennemden kurtarmak için
gönderilmişsinizdir. Bu kovma işinin peşini bırakmayın.”
Yalvarışının onu kovmamam adına
gerçekleşeceğine hazırlıklıydım. Tam aksini duymak beni kaskatı kesmiş, ona ise
arkasını dönüp topuklarını yere vura vura odayı terk etme fırsatı tanımıştı.
Kapı küçük bir ses eşliğinde arkasından
kapandığında bir süre o boşluğa bakmaya devam ettim. Etrafımda dolanan koku
kaybolmadan önce son kez derin bir nefes aldım. Kokuya dibimde durmaya devam
eden Teoman’ın parfümü karıştığında rahatsızca yüzümü ekşitmiştim. Kötü
koktuğundan değildi. Az önceki koku
bugüne kadar aldığım tüm kokuları yalan edecek kadar eşsiz olduğu içindi.
“İyi ki kadınla konuşmaya başlamadan diğerlerini
önce yollamışsın abi,” dedi Teoman bir dakikadan daha kısa bir süre sonra. Ne
demeye çalıştığını anlamak için aklımdaki bulanıklık eşliğinde ona doğru
döndüm. Başımı ‘ne alaka’ der gibi salladım.
“Kadın rüzgar gibi esip çıktı, sense lal olmuş
gibisin. İlk izlenim olarak diğerlerinin gözünde bu durum seni biraz sarsardı
diye düşünüyorum.”
Yüzünde muzip bir ifade vardı ancak şaşkınlığı
da belirgindi. “Teo,” dedim nefeslenerek.
Dudaklarını birbirine bastırdı. “Düşünmeyeyim
abi, tamam.” Onu uyaracağımı sanıp kendi kendisini uyarmasına boş boş baktıktan
sonra konuştum. “Kimmiş, neye güvenip bu kadar korkusuzmuş… Öğren.”
“Öğreneyim,” dedi başını sallarken. Ayağa
kalkacak gibi oldu ama son anda vazgeçti ve birden iyice geriye yaslanıp
yerleşti.
“Öğreneyim tabii de… Niye umurumuza abi bu
konu?”
Suratına bir tane patlatmamı teşvik eder
şekilde sırıtırken sorduğu soruya duvar gibi bir ifadeyle yanıt verdim.
“Nikâhıma alacağım.”
Teoman boğuluyormuş gibi öksürerek ikiye
katlandığında hareket etmeden sakince onun kendine gelmesini bekledim.
Öksürmekten kızarmış bir suratla da olsa
sessizleşebildiğinde sordum. “Bitti mi?”
“Abi,” dedi garip bakışlar atarken. “Ciddi
misin?”
“Mekân değişikliği iyi gelmedi sana,” dedim
sıkıntıyla. “Sence ciddi miyim Teo?”
Rahatlayarak güldü. “Korktum abi birden, ne
bileyim? Neyse, şakaysa rahatladım.”
“Ne diye rahatladın?”
“Kadını ikna etme işi bana kalır diye
ürkmüştüm abi. Yanlış anlamazsan, ayaklarına da kapansan nikâhına alabileceğin
son kadın gibi hissettirdi de çünkü.”
Bacağımda gevşek bir biçimde duran elimi
yavaşça kapatıp yumruk haline getirerek sıktım.
“İsteyip alamadığım kaç şey gördün, Teo?”
dedim başımı hafifçe eğip konuşurken.
Gülmeye çabaladı. “Onu kastetmedim abi,” dedi
direkt. “İstemiyorsun sonuçta, biz neyi tartışıyoruz şu an. Boş versene.”
Göğsümü sarsacak bir iç çekişle geriye
yaslandım.
“Az önce istediğime karar verdim,” dedim
fikirleri aniden değişebilen bir adammışım gibi rahatça. “Elde edebileceğim her
şekilde… Bu kadını istediğime karar kıldım.”
Teoman az önceki gibi bir şaka yaptığımı düşünerek
hatırı sayılır bir kahkaha attı. Güldüğü süre boyunca yüzümdeki ifade aynıydı.
Bunu fark ettiğinde ise pili yavaşça bitmiş gibi kahkahası adım adım solmuştu.
“Sen ciddisin..?”
“Şu an öyleyim,” dedim sandalyemi geriye itip
ayaklanırken. Odama geçmek için adımlamaya başlamadan önce kısaca durum
bildirmiştim. “Muhtemelen yakınlaştığımda fikirlerim değişecek, her zamanki
gibi.”
Kapıyı açmadan önce Teoman’ın kısık ama dertli
serzenişini duymuştum en son. “Fikirlerin değişene kadar bu kadın bizi çiğ çiğ
yemesin de…”
~
- 11 Temmuz 2024
Seray,
Kan görmekten çekinecek, kan gördüğünde
rahatsız olacak biri değildim. Benim için su görmek kadar normal bir durumdu
çünkü artık.
Kapının eşiğinde karşı karşıya geldiğim
Cevahir beni atlatarak odaya hızla girdiğinde endişem onun sesinin yükselecek
olmasınaydı. Bu nedenle önceliğim onun önüne dikilmek ya da göğsüne avuçlarımı
bastırmak olmamış, kapıyı kapatıp koridora ses taşmasın diye önlem almıştım.
Aptal bir anıma denk gelmişti sanırım. Zira
arkamı dönecek fırsat bile bulamamışken duyduğum anlık sese bakılırsa, Cevahir
konuşarak(!) anlaşma gününde değildi.
Arkamı döndüğümde Cevahir’in duvar gibi önümde
kalan sırtından bakışlarımı kaydırdığım anda dudaklarım panikle aralanmıştı.
Oğuz’un burnuna kapattığı eli, parmaklarının
arasından sızan kanlar ve olduğu noktadan birkaç adım geriye gitmiş halini
gördüğümde dengesizce de olsa öne adımlamıştım.
Göğsü her an tekrar saldıracakmış gibi hızla
inip kalkan Cevahir’in koluna hızla parmaklarımı sardım. “Cevahir!” diyerek adını
soluduğumda bakışlarını yüzüme çevirmedi. Pürdikkat Oğuz’a bakıyordu.
“Ne cesaretle?” derken delirmiş gibiydi. “Ne
cesaretle lan?”
Kolundan tutmamın bir aslanın önüne kumaş bir
örtü çekip onu aşmamasını beklemekten farksız olduğunu düşünerek önüne doğru
attım kendimi. Ben de tutup fırlatabileceği bir engeldim gerçi ama gözü dönse
de bunu yapmayacağına güveniyordum.
Masasının arkasında, her gün böyle bir sahneye
odasında şahitlik ediyormuş gibi hareketsiz kalan Levent’e baktım öfkeyle
karışık bir çaresizlikle. Bir şey yapacak mıydı?
Ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırdı. “Bana
bakma,” dedi sessizce. “Karıma aşk itirafı gelseydi ve biri beni durdurmaya çalışsaydı
ç-…” Levent konuşmaya devam edecek gibiydi ama Cevahir beni de önünde
sürükleyerek öne doğru fırladığında dudaklarımdan telaşla bir ses çıkmıştı. Bu hengâmede
Levent de susmuştu tabii.
“Aşk itirafı..?” dedi Cevahir güler gibi. Bu
gülüşün psikolojik bir deneye konu olabileceğini düşünüyordum, kesinlikle
içeriğinde hayra alamet şeyler yoktu.
Cevahir’in içeri fırlayışı belli ki Oğuz’un
yalnızca son cümlelerine karşıydı.
‘Evliliğinizin gerçek olduğuna
inanmıyorum. O adama aşık değilsin’ demişti Oğuz ben kapıyı açtıktan hemen sonra. Cevahir’i ona
kışkırtılmış bir hayvan gibi saldırmaya iten buydu.
Levent’in
çok konuşmasına alışkındım. Ancak az önceki konuşmasının pot kırmakla yakından
uzaktan ilgisi olmadığını bilecek kadar onu tanıyordum artık. Salak değildi,
sadece çok konuşuyordu. Bilerek konuşmuş, o odada değilken Oğuz’un
söylediklerini Cevahir’in duymasını istemişti.
“İtiraf
falan yok,” dedim gergince. “Çıkalım şu odadan.”
Cevahir’e
doğru dönüp göğsünden onu geriye doğru ittim. İtmeyi denedim en azından.
“Beni
korumana gerek yok, Seray.” diyen Oğuz’u duyduğumda gözlerimi bir anlığına
kapadım. Cevahir’i odadan çıkarabilme ihtimalim o konuşmadan önce yüzde birdi
belki, şimdi ise sıfıra düşmüştü.
Sırtım
Cevahir’in göğsüne yaslı olacak şekilde olduğum yerde hızla döndüm. Oğuz burun
kemerini iki parmağıyla sıkıştırmış, başı hafifçe öne eğik duruyordu ama
bakışları bendeydi.
Öfkeyle
patlayacağım sırada kanamasının durmadığını gördüğüm için sinirle dişlerimi
sıktım. “Sen iyi değilsin belli ki,” dedim zar zor sakin kalarak. “Sağlıklı
kararlar alabiliyor gibi durmuyorsun. Ne için buradasın bilmiyorum ama-…”
Kaşları
çatılarak beni böldü. “Görevime geri dönmek için buradayım,” dedi kafası
karışmış gibi. “Eğitim bitince geleceğimi zaten biliyordun Seray, ne diye öcü
görmüş gibisin?”
Duraksadım.
Konuşmak için dudaklarım aralanmadan önce sırtımı yasladığım göğsün kaskatı
kesildiğini hissetmiştim.
Zihnim
aylar öncesine savruldu. Oğuz’un istifa ederek gittiğini söyleyen Cevahir’in
sesini, onu dün dinlemiş gibi net anımsadım.
“İstifa-…”
diyecek oldum. Ancak ikinci kelimeyi seslendiremeden karnıma doğru sarılan kol
eşliğinde kapıya yönlendirilmiştim.
Kafam
karışmış bir halde adım atıyorken odadan çıkmış ve aynı koridorda olan diğer
odaya, Cevahir’in odasına girmiştik.
Kapı
kapandığında olduğum yerde kaşlarım çatık halde başımı kaldırıp bakışlarımı
Cevahir’in yüzüne diktim. “Sen,” dedim şaşkınca.
“Ben
gelmeden önce ne söyledi sana?” dedi koyu bir kahveye dönüşen irisleriyle.
Omuz
silktim. “Hiç,” dedim alayla.
“Seray.”
dedi boğuk bir sesle yüzüme doğru solurken. “İlla gidip onun aşkının ızdırabını
mı sikeyim?”
Aniden
vuran farkındalık ile birlikte yerimde sallandım. Evliliğimizden
şüphelenmesine, ona aşık olmadığımı vurgulamasına çıldırmışken Oğuz’un bana aşk
itirafı yapmasına karşın nasıl daha sakin olabilirdi? Levent konuştuğunda
Oğuz’u tutup yere vuracak diye ürkmüştüm ve hiçbir şey olmamıştı.
“Biliyor
muydun?” dedim şüpheyle.
Dümdüz
bir ifadeyle yüzüme baktı. “Biliyordum,” dedi ifadesine benzer bir tonla.
“Oldukça belliydi.”
“Geri
döneceğini de biliyordun,” demiştim sesim gittikçe kısılırken. “Bana yalan
söylemişsin,” diye fısıldadım hissettiğim karmaşanın ışığında.
Belimi
avucuyla un ufak edecekmiş gibi kavradığı anda öne doğru adım atmış ve beni de
geriye doğru adım atmaya zorlamıştı. Sırtım arkamda kalan duvara yaslandığında
bedeni üstüme kapanmış gibiydi.
Alnını
alnıma yaslayacakmış gibi başını eğip yüzünü yüzüme yaklaştırırken aceleci
değildi. “Öyle yaptım karım,” derken bakışları yüzümdeydi. Gözünü bile
kırpmıyordu. “İnan bana bir zaman makinesi beni o güne geri götürse… Sana bir
kez daha aynı yalanı söylerdim.”
Üstümdeki
elbisenin kumaşı inceydi ama hiç yok da değildi. Belimdeki parmaklarının
sıcaklığını direkt olarak hissedebildiğimde elbisenin üstümde olup olmadığını
bir kez daha düşünmem gerekmişti.
“Neden?”
dedim sesimi yüksek tutmaya gerek duymadan. O kadar yakınımdaydı ki içimden
geçirdiklerimi bile duyabilecekmiş gibi geliyordu.
“Aklını
meşgul etmemeliydi,” dedi cevabı çoktandır belirlemiş gibi hemen. “Geri
döneceğini bilseydin ve aklının bir ucunda o kalsaydı…” Sustuğunda yüzündeki
ifade rahatsız bir hal almıştı.
Bana
bu yalanı söylediğinde henüz evli bile değildik. Aylar önceydi, o zamanlarda
bile aklımda kimin olup olmayacağının derdine mi düşmüştü?
“Bu…”
dedim gözlerimi kırpıştırırken. “Bu aylar önceydi, evlenmemiştik bile. Ne diye
böyle bir yalan söylemiş olabilirsin?”
Ona
kızmalı ya da belki yalan söylemiş olduğu için diğer tüm söylemlerini de yalan
olabilirmiş gibi gözden geçirmeliydim ama içimde buna dair hiçbir ses yoktu.
Sadece kalp atışlarımın yankısını duyuyordum.
“Bana
daha geniş bir yer ayırmakta zorlanmaman içindi,” dedi alnını alnıma hafifçe
bastırıp. Başımın arkası duvara temas ettiğinde yüzümü biraz daha kaldırmıştım.
“Sen
iki adım sonrayı değil, yüz adım sonrayı planlayan bir manyaksın.” dedim onu
olduğu gibi kabullenerek.
“Bunu
hiçbir zaman saklamaya çalışmadım,” dedi dudağının kenarı kıvrılırken.
Az
önce neler yaşandığı, vücudumda biriken stres miktarı, üst üste duyduğum
beklenmedik itiraflar ve kalan her şey görünmez hale geldiğinde gözümün gördüğü
tek bir şey vardı.
Dudağını
ona lanet bir çekicilik katar şekilde kıvırdığı için karnımın altı kasılmış,
bakışlarım o kıvrıma takılı kalmıştı.
Nefesim
sıklaşırken kendimi yukarı doğru yükselttiğimin, göğsümü göğsüne doğru
bastırdığım farkındalığı bedenime biraz geç uğramıştı. Onu bakışlarımla ve
beden dilimle kışkırttığımı bağırır gibi dudaklarıma atıldığında elimi ensesine
atmakta hiç oyalanmadım.
Uzun
olmasalar da tırnaklarımı ensesine öyle kuvvetli bastırmıştım ki orada birtakım
izler bıraktığımdan emindim.
Dilini
ağzıma davetsizce konuk etmesine alışkındım ancak dudaklarımız birleştiği anda
ağzımı aralayarak onu davet eden bu kez bendim. Öpüşmenin ıslak sesleri
kulağıma dolmaya başladığında gözlerim çoktan kapanmış, ensesindeki elime bir
elim daha eklenmişti. Saçlarına daldırdığım elim parmaklarımın arasındaki
yumuşak tutamlarıyla uğraşırken o da boştaki elini yeni hatırlamış gibi
bacağıma sardı.
Elbisem
dizlerimin biraz altına kadar iniyor, beni sıkıyordu. Bacağımı büküp kendisine
doğru çekmek istediğinde kumaş engeliyle karşılaşmış, ağzıma doğru homurdanarak
kumaşı sertçe yukarı çekiştirmişti.
Elbisem
yamuk yumuk bir şekilde de olsa bacağımın üst kısımlarına doğru toparlandığında
parmaklarını üst bacağıma saplar gibi bastırıp bir bacağımı kendine doladı.
Bacağımın çıplak kalan kısmını çıldıracağım kadar yavaş bir şekilde okşadığında
tüylerim ürpermişti.
Kendimi
ona doğru bastırmaya çalıştığımda belimdeki eliyle beni yarı yolda durdurdu.
“Aşağıya haber ver,” demek için dudaklarını dudaklarımdan ayırmıştı.
Dudaklarındaki nemin benim ağzımdan bulaşmış olduğunu bildiğim için inildeyerek
tekrar ağzına kapanmamak adına direnebilmem çok güçtü. “Bir aksilik çıktığını
ve geri dönmeyeceğini haber ver.”
“Burada
olmaz-…” diyerek itiraz etmeye çalıştığımda kasıklarıma kendisini sertçe
bastırdı. Yutkunarak başımı geriye doğru vurur gibi oldum.
“Harekete
geçmezsen haber vermeni beklemeden nefesini keseceğim, yavrum. Kucağımda
kıvranıyorken mi mesaj yazmak istiyorsun?”
Başımı
iki yana salladım. Dudağımın kenarını ısırırken ellerimi indirip hafifçe
titriyor olmama rağmen cebime uzandım. Üstümde beyaz önlüğüm duruyordu, telefonum
da cebimdeydi.
Telefonu
elime aldığımda Cevahir burada kaybedecek zamanı yokmuş gibi önlüğü
yakalarından tutarak çekiştirdi. Telefonu bir elimden diğerine alarak onun
önlüğü çıkartmasına yardım ettiğimde bir yandan da parmaklarım ekranda
geziniyor ve Ceylin’e mesaj yazmakla uğraşıyordum.
Mesajın
iletilip iletilmediğine bile bakamadan Cevahir telefonumu elimden alıp köşede
duran kısa dolabın üstüne bırakmış ve ardından adımlayıp kapıyı kilitlemişti.
“Odaya
kimse giremez ve kimse içeriyi göremez,” dedi üstüme doğru adımlarken. “Ama
herhangi bir ses yalıtımı yok. Sesin bir ton yükseldiği anda koridora taşar.”
Başımı
‘yani’ der gibi kıpırdattım. “O zaman kendini içimdeymiş gibi bana bastırıp
aklımı çelmeseydin hayvan herif,” dedim dişlerimin arasından. “Şimdi vazgeçmeye
mi karar verdin?”
Güldü.
Başını iki yana ağır ağır salladı. “İnlemelerini benden başka kimseye duyurmaya
niyetim olmadığını bil istedim sadece.”
Tam
önümde durduğunda beni kucaklayıp kaldırması ve çok oyalanmadan ona
kavuşabilmek için kollarımı yukarı uzatasım vardı ama kendimi sıka sıka da olsa
hareketsiz kalmıştım.
“Ağzımı
mı kapatacaksın?” diye mırıldandım. İçimdeyken ağzımı avucuyla sıkıca kapadığı
bir görüntü gözümün önüne geldiğinde alt dudağım ağzımın içine doğru
çekilmişti.
Başını
biraz eğip burnuyla burnuma dokunduktan sonra yanağıma doğru düz olmayan bir
yol çizdi. Son durağı gamzemdi.
“Ağzını
mı kapatmalıyım yoksa çığlıklarını parmaklarımla tutamama riskini hiç almayıp
ağzını mı doldurmalıyım, karım?” Boğuk bir sesle tane tane konuştuğunda bana az
önce hayal ettirdiği görüntüye benzer ama daha kaba bir görüntü sunmuştu.
Ağzımı
doldurmak için parmaklarını kullanacakmış gibi bakmıyordu. Gözlerinde yanıp
sönen parıldamanın arkasındaki resmi görüyordum.
“Senin
inlemelerini ne yapacağız?” diye sordum şımarık bir sesle. Sorum sonlandığı
anda diğer soruya geçmeden önce suratıma duvar gibi bir ifade kondurmuştum. “Sen
benimkileri kimse duysun istemiyorsun da ben senin inlemelerini naklen
yayınlamak ister gibi mi duruyorum?” Dudakları bir anda kupkuru kesilmiş gibi
diliyle hafifçe alt dudağını ıslattı. “Dayanabileceğimden eminim,” dedi basit
bir işten bahseder gibi.
“Süper,”
dedim kocaman sırıtıp. “Dudaklarından fırlayan ilk yüksek sesli inlemede seni
olduğun konumda bırakıp, basıp gideceğim o halde. Anlaştık mı?”
Dudaklarımdaki
sırıtışı süzdü, bakışları gözlerime geri çıktığında bir anlık tereddüt ettiğini
görmüştüm ancak bu saatten sonra sözünden dönmeyeceğini çok iyi biliyordum.
Kemerine
uzandım. Kemerin tokasını çözerken bir yandan da onu geriye doğru iterek
yönlendirmiştim. Masasına kadar yürüme gereği duymadan, daha yakında duran iki
kişilik deri koltuğa bacaklarının arkası çarpacak kadar yürümesini sağladığımda
kemerini çoktan çözmüştüm.
Sessizce
hareketlerimi izliyor ve bana karışmadan uyum sağlıyordu. Bir çeşit otorite devriydi.
İçimi tırnaklayan arsızın keyiflenmesine neden olmuştu.
Onu
oturtmadan önce pantolonunu çekiştirmemi beklediği için bakışları aşağıdaydı.
Birden ellerimi çekip kendi bedenime dokunduğumda hırsla başını kaldırdı.
Elbisemin
kalçalarıma doğru çıkmış etek ucunu iki elimle kavrayıp kumaşı başımın üstüne
doğru toparlayarak üstümden attım. Elbiseyi çaprazdaki koltuğa fırlatmıştım.
Odadan çıkarken sağlam durmasına ihtiyacım vardı. Cevahir’in eli kolu durmaz da
kumaşı parçalarsa hastanede onun gömleğiyle yürüyemezdim.
Üstelik
ben onun gömleğini giyersem kendisinin de çıplak olması gerekirdi. Bu kısım, ilk kısımdan daha tatsızdı.
Düşündüklerim
eşliğinde kaşlarım gittikçe çatılmıştı. Cevahir neye surat astığımı anlamak
ister gibi bana bakıyor ancak buna uzun uzun devam edemeden düşük kuplu
sütyenden taşan memelerime gözü kayıyordu.
Kendi
kendimi sinirlendirmeyi başardığım için hoyratlaşmış ve hareketlerimi hırslı
bir hale bürümüştüm.
Düğmesini
ve fermuarını açtığım pantolonunu tek başına aşağı çekiştirmek yerine ikinci
kumaş engelini de kavramış ve alt bedenini direkt olarak çıplak bırakacak
şekilde kumaşları ortadan kaldırmıştım.
Çıplak
kaldığı anda karnıma çarpan erkekliğine baktım. Sınırlarını zorlar hale
gelmemişti. Ne kadar boyut atlayabilir olduğunu içimdeki ölçü birimi ile ölçüp
tartmış ve ezberlemiştim.
“Oturabilirsin,
kocam.” diye fısıldadım dudaklarına
doğru. Dudaklarına yönelmiştim çünkü öpüleceğimi biliyordum. Dudaklarımı içer
gibi öpmeye başladığında baştan ayağa titremiş ancak halimi bozmamıştım.
Ellerimi
karnına doğru bastırarak onu geriye düşmesi için ittiğimde oturduğunda da elimi
çekesim gelmeyeceğinden şüphelenmiştim. Dokunasım -özellikle bu aralar- hiç
kolay azalmıyordu.
Oturmadan
önce ayaklarının dibinde biriken kumaşları ileri iterek onlardan tamamen kurtulduğu
için deri koltuğa yerleştiğinde bacaklarını rahatça aralayabildi.
Beni
davet eder gibi araladığı boşluğa dizlerimi yere bastırarak çöktüğümde yüzü
kaskatı hale gelmişti. Nefes bile almakla uğraşası yokmuş gibi, tek ihtiyacı
beni görmekmiş gibi duruyordu.
Egosunu
zaman zaman bana bulaştırmasına artık alışmıştım ama böyle bakarken göğsümü
kabartan tamamen bana özel bir özgüvendi. Eşsizmişim
gibi bakıyordu.
Yanağımı
dizinin biraz yukarısına doğru yaslayıp ona baktığımda az önce meydan okuyan
bir başkasıymış gibi çenesini sıkmaya başladı. Aletinin gidecek bir yer arar
gibi seğirdiğini gördüğümde dudaklarımı kıvırdım.
“Alışkın
olduğu yeri mi arıyor yoksa yeni bir yer için fazla mı heyecanlı?” diye sordum
dudaklarımı bükerek. Bacağına yaslı kalmayı sürdürüyor ve ona alttan alttan
bakıyordum.
Parmaklarını
yüzüme doğru uzattı. Bir eli kenarda yumruk halini almışken, diğerini yüzümü
okşamak için kullanmıştı. Alt dudağımı uzatır gibi aşağı çekiştirdiğinde
kıpırdamadan durdum.
“Alışkın
olduğu yeri sikeyim,” diye pürüzlü bir sesle konuştuğunda iç çektim.
“Çoğunlukla öyle yapıyorsun zaten,” dedim bir şeye özlem duyar gibi.
“Seray,”
dedi bastıra bastıra. Uyarı ateşi gibiydi. Uyarıları umurumda değildi ama
çaresiz görünen aletine içim acımıştı.
Yanağımı
ondan ayırıp yavaşça başımı doğrulttum. Bir elimle oyalanmadan aletini kökünden
kavrayarak tuttuğumda fısıltıya yakın bir küfür savurup başını geriye attı.
Hareketlenen
âdemelmasını izlerken dizlerimin üstünde oturuyor halde olsam da bacaklarımı
birbirine geçirmek ister gibi kapadım. Kadınlığım sızlamıştı. Altımdaki
tangadan sızıp yeri nemlendirmemeyi umuyordum.
Dokunuşumla
birlikte zonklar gibi hareketlenen erkekliğini daha sıkı tutarak yavaşça
sıvazladım. Elim kuru olduğu için rahat edememiştim.
Avucumu
çektiğimde neden uzaklaştığımı sorgulamadı, nedenini biliyordu.
Elimi
onun ağzıyla mı yoksa kendi ağzımla mı ıslatmam gerektiği ile ilgili kısa bir
ikilem yaşadığımda sırtını birden doğrulttu ve bileğimi yakaladı.
Elimi
yönlendirdiği yer ne kendi ağzıydı ne de benim ağzım.
Doğru
düzgün yer örtmeyen çamaşırımı aşarak avucumu kadınlığıma kapatmamı
sağladığında sızlanır gibi inledim. “Ağzından daha ıslak, değil mi?” diye sordu
gözlerimin içine bakarken. Onaylamadım ama sesiyle birlikte avucuma doğru akan
ıslaklık eşliğinde tekrar inlemiştim.
Nefesi
düzensiz bir şekilde hızlandı. “Mırlamayı kes ki ağzımı oraya dayamamak için
direnebileyim yavrum.”
Onu
inletme hırsım, alacağı zevkten gözünün dönmesi… Bunlara tutunmayı deneyerek
kendime gelmeye çalıştım. Aksi takdirde üstüne tırmanacak ve beni içmesi için
ağzını kendime bastıracaktım.
Yeterince
kendime bulanan elimi kasıklarımdan ayırdıktan sonra aletini elimle tekrar
sardım. Az önce zor oynattığım avucum şimdi hızla onun üzerinde kayıyordu.
Aletini sıvazlamaya elimi biraz daha sıkıştırarak devam ettim.
“Hassiktir,”
diyerek boynunu kırmak ister gibi oynattı. Bacaklarını daha da açmış, kalçasını
kaydırmıştı. “Elin böyle sıcak hissettiriyorsa ağzındayken beni kül mü
edeceksin amına koyayım?”
Dudaklarımı
bu konuda bir tahminim yokmuş gibi büzdüm. Bakışları kısık bir haldeyken
gözlerime tutundu.
Büzdüğüm
dudaklarımı normal hale getirmeden önce öne doğru eğildim. Penisinin şişerek
büyüyen ucuna büzdüğüm dudaklarımla tatlı bir öpücük bırakır gibi baskı
yaptığımda başımın arkasına avucunu öyle hızlı yaslamıştı ki sarsılmıştım. Dudaklarıma
bulaşan zevk sıvısının onun için de görülebilir olduğundan emindim.
Başımı
sıkıca tutuyordu ama hareket ettirdiği yoktu. Sadece kavramış, saçlarım
parmaklarının arasında duruyor halde tutunmuştu.
Dudaklarım
birbirine yapışmış gibi birkaç saniye daha öyle durdum. Pes edip ağzıma
kendisini iteceğini düşünmüştüm, hatta buna teşvik etmek adına onu sıvazlamaya
devam etmiştim ama dişlerini kıracak gibi sıkarak da olsa direnmişti.
Ona hayvan olduğunu dile getirirken bu
sıfatı birden çok katman adına kullanıyordum. Ağzıma sığmayacak gibi şişip
büyüyen aleti de bu sıfatın önemli kaynaklarındandı.
Gözüm
bir an korkmuş gibi olsa da kasıklarımdaki alev ve bana delice beklentiyle
bakan gözleri cesaret hapı görevi görmüş ve dudaklarımı aralamama yol açmıştı.
Onu
bir anda ağzıma sığdırabilmem mümkün değildi. Dudaklarımdan içeriye çok az bir
kısmını alıp bir şeker parçası emer gibi yutkunduğumda kesik kesik nefesler
almaya başladığını duyumsadım.
Bakışlarım
merakla yüzüne doğru çevrildi. Dudaklarımı aletinin etrafına sarmışken
bakışlarımı gözlerine diktiğimde şakağındaki damarın atmaya başladığını
görmüştüm.
Onu
sınama dürtüsüyle dudaklarımı biraz daha aralayıp daha fazlasını ağzıma kabul
ettiğimde saçlarımı daha sert kavradığını hissettim. Saç diplerimdeki baskı
canımı acıtacak kadar sert değildi ama ince sızılar kafamdan aşağıya doğru akın
edip kadınlığımda balonlar patlıyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu.
Ağzımı
neredeyse tamamen dolduran aletini hareket etmeden kavramış, ağzıma sığmayan
kısmında ara sıra parmaklarımı kıpırdatmakla yetiniyordum. Bakışlarımı
gözlerinden hiç çekmeden anbean onu izlemeyi sürdürdüğümde burnundan soluyarak
başını kaldırdığı anı da kaçırmamıştım.
“Kıpırda
artık,” dedi patlayacakmış gibi. Sesini yükseltmiyordu ama boğuk boğuk
inliyordu. Sesi biraz yükselse inat edip ondan ne olursa olsun uzaklaşacağımı
bilecek kadar beni tanıyordu. Üstüme atlasa bile kaçmanın bir yolunu bulurdum,
anlaşma yapmıştık sonuçta. Gerekirse koridora bile fırlardım, deliliğimi
tanıyordu.
Dilimi
ağzımın içindeki pürüzlü yüzeye sürtüp oradaki bir damarı takip eder gibi
hareket ettirdiğimde karnı tamamen taş kesildi. “Sikeyim,” diye soludu nefes
nefese. “Evet, bebeğim.”
Düğmeme
basılmış gibi dilimi ve parmaklarımı hareket ettirmeyi kestim bir anlığına.
Konuşamıyordum çünkü ağzımdaydı ve saçımdaki eli de geri çekilme ihtimalime
karşı tetikteydi.
Kalçasını
hafifçe kıpırdatıp kendisini öne ittiğinde aleti ağzımda dudaklarım etrafına
sürtünecek şekilde oynamıştı. Tıpkı içimde gidip gelir gibi ağzımın içinde
kendini hareket ettirdiğinde boğuk bir ses çıkarttım. İnlememek için hırçın bir
sesle başını peş peşe koltuğa vurdu. “Kendi topuğuma sıkıyorum,” dedi
söylenerek. Bu beni güldürmüştü. Ancak ağzımda gülebilecek bir alanım olmadığından
yutkunmuş ve onun damağıma çarpmasına neden olmuştum.
Penisinin
ağzımın çizdiği sınıra rağmen seğirdiğini hissettiğimde gözlerim geriye kayar
gibi oldu. Saçlarımdan tutarak beni geriye çektiği an, bu andı.
Kollarımın
altından sertçe kavradığı bedenimi kucağına boş bir çantaymışım gibi
kaldırdığında bacaklarım iki yanından sarkıp koltuğa yaslı kaldı.
Parmakları
ıslaklığıma bulanıp bana yapışan çamaşırın küçük üçgen kumaşını kavradığında
onu parçalayacağını düşünmüştüm ama bu birkaç saniyeyi bile harcamak istemez
gibi kumaşı kenara doğru çekiştirdi sadece.
“Beni
içine kendin al, karım. Deliğin ben ağzındayken yeterince sikim için
hazırlanmış. Arala dudaklarını ve içine al beni.”
Ağzı
pisleştiğinde delirdiğimi biliyordu. Mızmız bir sesle yüzümü öne düşürdüğümde
dudaklarım çenesine kapandı. Öpmedim, dudaklarımı kıpırdatmadım ama oradan
çekilmedim de.
Sağ
elimi tangayı kenara çektiği için çırılçıplak kalan kadınlığıma değdirdiğimde
iğne batmış gibi titremiştim. Sızlıyordum.
Kendime
dokunmaya birkaç saniye daha devam etsem çıldıracakmış gibi hissettiğim için
sarsak şekilde de olsa parmaklarımı aletine uzatıp onu kavradım. Çıplak kalan,
sırılsıklam hale gelen kadınlığıma aletini boydan boya sürttüğümde aynı anda
inledik.
İnlemeyi
yarıda kesen, dudaklarını dudaklarıma bastırmasıydı. Çıkabilecek olası sesleri
birbirimizin ağzında kaybetmek içindi bu sanırım. Az önce penisine yaptığım
gibi dilini damağıma doğru çekerek emdiğimde kalçamda odada çınlayacak bir ses
yaratacak sertlikte avucunu çarpmıştı.
Nerede
olduğumuz ve ne halde olduğumuz gözümün görmeyeceği kadar silikleşirken kalçamı
hafifçe kaldırıp kendimi ona doğru ayarladım.
Oturduğumda
içime gömülebileceği açıyı bulduğumda gözlerim kapanmış, dudaklarına o beni
kavramasa geri düşecek kadar gevşek tutunmaya başlamıştım.
İçime
girmesi için beni yarar gibi hissettirmesine alıştıkça bunun anlık acısını
zevkli bulmaya başlamıştım. Aletinin bir kısmı içime gömüldüğünde hıçkırır gibi
dudaklarında kaybolan inlemelerle sarsılmam bundandı.
Bir
kolu belime sarılmış, beni kucağında tutabilmek için destek haline gelmişti.
İçime tamamen dalmak ve aletinin kökünü kasıklarıma yaslamak için o kolundan
güç aldığında sırtımdan inmeye başlayan ter damlalarını hissediyordum.
Sadece
bir an, bir nefeslik an dudaklarını dudaklarımdan ayırdı. Kalçamdaki yumuşak
eti az öncekinden daha sert bir tokatla sızlattığında gözlerim kayar gibi oldu.
“Zıpla,” dedi dişlerinin arasından zorla. “Suların bana akıp beni sana bulayana
kadar kontrol senin. İstediğin kadar uzat, dayanabildiğin kadar sür sikimi
bebeğim…”
Dudaklarımı
yeniden esir almadan önce aceleyle konuştum. Nerede olduğumuzu unutacağım kadar
aklımı almış olsa da burada saatlerce beni ezmesi etik dışıydı. “Sonrası varmış
gibi konuşma.” dediğimde aklından her ne geçtiyse aleti içimde kendiliğinden
oynamıştı.
“Hastanede
in cin top oynamaya başlayana kadar seni bu odadan çıkarmam.” dedi ant içer
gibi. Üstelik o süre boyunca huzurla uyumama izin verecekmiş gibi de
bakmıyordu.
Yüzünü
iki yandan kavrayarak dudaklarına yapıştıktan sonra kalçamı oynatmaya başlayıp
onu içimde çevirir gibi kıvrandığımda dudağımı ısırmıştı.
Beni
sabitleyip duvarlarıma kendisi vurmamak için tüm bedeniyle kasılıyor, bunu da
bana yansıtıyordu.
Kucağında
oturup kalkar gibi hareket halindeyken aynı anda bu denli efor sarf etmeye ve
bir yandan da orgazm olmamaya odaklanmaya dayanmam mümkün değildi.
Sütyenimin
kopçasını açtıktan sonra sol mememi altından kavrayıp ağzına doğru dayadı. Ucumu
açlıkla emmeye başladığında çığlık atmamak için ağlak bir ses çıkartıp hıçkırır
gibi oldum.
Aynı anda
her yerimi uyarıyordu. Duvarlarımı talan edip en uzak noktaya dalmış olan
aletiyle mi, arada kalçama çarpan eliyle mi yoksa kopartır gibi emdiği meme
ucumla hissettirdikleriyle mi savaşacaktım?
Kendimi
uzun denemeyecek bir süre sonra serbest bırakıp inleyerek kasıldığımda aletini
içimde sıkıştırıp sağmak ister gibi kavramıştım.
Kalçamdaki
elini enseme götürüp mümkünmüş gibi yüzünü yüzüme daha çok yakınlaştırdı.
Üstüne yığılmak istercesine ağırlığımı bıraktığımda dudaklarımı serbest
bıraktı.
“Tüh,”
diye mırıldandım uyuşuk bir sesle. Hem zevkten hem de yorgunluktan uyuşmuştum.
Tepesinde olma işi kulağa hoş geliyordu ama kondisyonum yeterli değildi.
Altında kıvranmaya gönüllü olasım hemen geri gelmişti. “Sıramı kaybettim.”
Cevahir
göğsünü -dolayısıyla ona yaslı olan bedenimi- titreten bir gülüşle
sarsıldığında yarı açık gözlerimle ona bakındım. “Çok güzel gülüyorsun biliyor
musun?” diye sordum birden bire.
Cevahir’in
bana hediye ettiği orgazmların üzerimdeki etkisi, şarap etkisiyle benzerdi
sanırım. Her seferinde ya sızıyor ya da çenemi gevşetiyordum.
“Hım?”
dedi beklemediği için duraksayarak. Kahkahası durmuş, gülümsemesi de kaybolmaya
yüz tutmuştu.
“Çok
sık kahkaha atmıyorsun ama,” dedim iç çekerek. “Gülünce kaçırmadan izliyorum o
yüzden.”
“Seray,”
dediğinde bu kez ben onun gibi mırıldandım. “Hım?”
“Seni
yememi mi istiyorsun?” diye sorduğunda elimi havaya kaldırıp bir parmağımı
gösterdim ‘bekle’ der gibi. Ben onu ağzıma davet ettim diye ödeşmek mi
istiyordu? “İkinci orgazmdan önce biraz bekleyelim, yoruldum.”
Az
öncekinden daha yüksek bir kahkaha attığında gözlerimi kırpıştırdım. “Onu
kastetmedim,” dedi gülüşlerinin arasında zar zor. “Siktir, kafayı yiyeceğim.”
Herhangi
bir utanç belirtisi göstermedim. O, o kadar rahattı ki böyle bir konuda utanç
duymam adına tek bir uyaran bile hissetmiyordum.
“Zıkkımın
kökünü ye,” dedim çenemi omuzuna yaslarken. Dudaklarımı bir an için tenine
sürtüp uyuşturucu bir maddeye temas etmiş gibi rahat bir nefes aldım. Sonra yanağımı
omuzuna bırakıp boynuyla bakışmaya başlamıştım.
“Olur,
yavrum. Senin elindense o da olur.”
Yumuşak
bir şekilde iç geçirdim. Kulağının dibinde olduğum için nefesimi ona doğru
üflemiştim.
İçimde
hissettiğim hareketlilikle birlikte duraksadım. “Kılımı bile kıpırdatmadım
azgın ayı,” diye soludum. “İçimde kendi kendine tekrar mı sertleştin?”
“Sesin,
kokun, nefesi-…” diyerek hareket etmem dışında onu sertleştiren faktörleri
saymaya başladığında avucumu ağzına yaslayarak susmasını sağladım.
Adil
bir adamdı.
Ben
onun susmasını avucumla sağladım diye o da saatler boyunca aynı şekilde avucunu
ağzıma kapamış ve susmama seve seve yardımcı olmuştu.
~
Telefonuma
peş peşe düşen bildirimlerin sesi ile birlikte bilgisayar ekranımda duran
bakışlarımı telefona kaydırmam gerekmişti.
Mesaj
bildirimleriydi. Oğuz’un bıkmadan atmaya
devam ettiği ve içeriği aynı olan mesajlarının bildirimiydi.
İstifa
etmediğini ve aslında buradaki sözleşmesinin devam ediyor olduğunu her ne kadar
öğrenmiş olsam da iki gün önce yaşananların ardından Cevahir’in onun burada
çalışıyor olmasına bir şekilde engel olacağından emindim. Ve öyle de olmuştu.
Yüklü
bir tazminat ödemesi gerekmesine, dönse Vita’nın yararına olacak bir cerrahı
kapıdan çevirmesine hiç içi acımadan Oğuz’un bu hastane ile bağını
sonlandırmıştı.
Levent
sessizliğini korumuştu. Beni şaşırtacak bir biçimde sevgili başhekimimiz de bu
olaya yokmuş gibi muamele etmişti. Atalay hocanın Cevahir’in bu hamlesi
hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum ama karşısına dikilip soracak halim de
yoktu.
Cevapları
kocamdan almak istesem… Ağzımdan Oğuz’un baş harfi çıktığında bile delirmiş
gibi davranıyor olduğundan kendimi hiç yormamaya karar vermiştim.
Sonuç
olarak elimde benimle konuşmak isteyen Oğuz ve mesajları kalmıştı. Sadece ilk
mesajına ‘konuşacak bir şey olmadığını’ açıklayan kısa bir yanıt vermiştim.
Geriye kalan hiçbir mesajına dönüş yapmamıştım ancak pes edecek gibi değildi.
Sıkıntıyla
iç çektikten sonra telefonun ekranını ters çevirdim. Köşeye sıkışmış hissediyordum.
Bir
hastamla ilgili araştırmam gereken birkaç şey vardı, hasta kabul saatim
sonlandığı halde odamda tıkılıp kalmamın nedeni de buydu. Yarına bırakmak
yerine biraz geç çıkmayı daha mantıklı bulmuştum.
Gözlerimi
ekranda gezdirirken kapım bir kez yavaşça çaldı. Genelde Ceylin bu şekilde
gelirdi. “Girin,” diye seslendiğimde içeriye Ceylin süzülünce tahminimde haklı
çıkmış olmuştum. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra bana doğru yaklaşmadan
konuşmaya başladı.
“Hocam
rahatsız ediyorum,” dedi biraz çekingen bir sesle. Bir işim olduğunu ve acil
değilse rahatsız edilmek istemediğimi belirtmiştim kendisine çünkü.
“Dinliyorum
Ceylin,” dedim sakin bir ifadeyle.
“Sizinle
görüşmek isteyen iki kişi var, müsait olmadığınızı söyledim aslında ama ısrar
ettikleri için haberiniz olursa daha iyi olur diye düşündüm.”
Kaşlarım
merakla havalandı. “Kimmiş? Hastalardan mı?”
Başını
iki yana salladı. “Değiller bence,” dediğinde kafam karışmış halde yüzüne
baktım. “Sence derken?”
“Yani
şey,” dedi toparlayıp. “Size neden geldiler bilmiyorum ama Muhsin hocanın eşi
ve kızı buradalar, tanıdığım için hasta olarak gelmemişlerdir diye düşündüm.
Sonuçta insan kocasının ve babasının apar topar istifa ettiği yere neden
gelsin?”
Ceylin
yine dedikodu modunu açık unutup uzun uzun konuşmaya dalmışken ben duyduğum ilk
kısımdan sonra oturduğum sandalyede bir dolu iğne varmış gibi kıpırdanmıştım.
“Tamam
Ceylin,” dedim durması için. Söylediklerinin son kısmını duymamıştım bile.
“Gelsinler.”
“Tabii
hocam,” dedi hemen başını sallayıp. Kapıyı yarı açık bırakarak odadan çıktıktan
sonra çok geçmeden kapımdan bahsi geçen iki kişi girmişti.
İçeriye
girecek olan ikinci kişinin Yasmin olacağını düşünmüştüm. İzel benimle onlarla
yüzleştiğim günün sonrasında zaten görüşmüştü ancak ablasını hiç görmemiştim. Fakat
yanılmıştım. İçeriye İzel girmişti.
Saçları
düzgünce toplanmış, üstünde kısa kollu bir bluz ve kumaş pantolon olan şık
görünümlü kadın da belli ki annesiydi. İzel ona benziyordu. Öyle tıpatıp bir
benzerlik değildi belki ama andırıyordu işte.
Sandalyemden
kalkmamın gerekip gerekmediğini ölçerken bir diğer gözlemim de yüzlerindeki
ifadelere dairdi. İzel biraz stresli duruyor, görebildiğim kadarıyla dudağının
içini ısırıyordu. Annesi ise çizdiği görüntüyü aşmayacak şekilde düz bakıyordu.
Sadece… Rahatsız göründüğünü hissedebilmiştim.
“Merhaba,”
diye mırıldanan İzel’i duyduğumda kendimi gülümsemek için zorlayamadım ama
başımı hafifçe sallayarak selam vermiştim. Elimle masamın önündeki karşılıklı
sandalyeleri gösterdim. “Oturabilirsiniz böyle.”
İzel
sesimi duyduktan sonra tatlı bir şekilde gülümsedi ve solumda kalan sandalyeye
yerleşti. Hareket etmeyecek gibi görünen annesine doğru baktım. Odayı
inceliyordu.
“Anne,”
dedi İzel sessizce. “Otur istersen artık.”
Kadının
aldığı derin nefesle birlikte omuzlarının yükselip alçaldığına şahit olmuştum.
Yine de bir şey söylemedi ve İzel’in karşısına geçip oturdu. Bir bacağını
diğerinin üzerine atıp dik bir şekilde oturur hale geldiğinde başım ona
dönüktü.
Bir
çeşit psikolojik test miydi?
Ne
zaman sabırsızca konuşup lafa atlayacağımı mı ölçüyordu?
Fazlasıyla
uzun süre dayanabilirdim. Acelem yoktu açıkçası.
“Nasılsın?”
diye sordu İzel kolunu masaya yaslayıp bana doğru bakarken. Annesinin adına
gergin gibiydi.
“Teşekkür
ederim İzel, iyiyim. Sen?” dedim duraksamadan. İzel’in tatlı bir şekilde
bakışlar atmasına ve konuşmasına ilk şahit oluşum değildi artık.
“Ben
de iyiyim,” dedi dudakları kıvrılırken. Birden kısa bir gülüş duyuldu ancak bu,
İzel’in kıvrılan dudaklarına eşlik eden sesi değildi. Annesi gülmüştü.
“Çok
iyisin İzel, tabii.” dedi kadın sinirleri bozukmuş gibi gülerken.
İzel’in
başını hafifçe eğdiğini gördüğümde içim sıkılmıştı. Buraya gelmek isteyenin
annesi olduğu ve onun da peşinde sürüklendiği belliydi. Gelmek isteyen o
olsaydı peşinden annesini getireceğini sanmıyordum.
Kadına
doğru döndüm. “Tanışmadık,” dedim İzel’in üstündeki alaycılığını dağıtmak adına
konuşup. “Siz kim olduğumu biliyor gibisiniz ama ben sizi tanımıyorum
maalesef.”
Bakışları
keskin bir hal aldı. Fazlasıyla öfkeliydi. Öfkesinin tümünün bana yönelik
olduğunu da sanmıyordum ama payını alması gerekenlerden olduğumu düşünüyordu
belli ki.
“Birsen
Paker,” dedi elini uzatmaya gerek duymadan.
Muhsin’in
soyadını halen adına eklediğine ve kendini tanıtırken adıyla yetinmemesine
bakılırsa durum sandığımdan daha karmaşıktı.
“Seray
Avcıoğlu,” dedim onu taklit ederek. İçimden bir ses Paker soyadını sanki benim
hiç sahip olamadığım bir ayrıcalık olduğundan dile getirmiş olabileceğini
fısıldamıştı.
“Biliyorum,”
dedi düz bir şekilde gözlerimin içine bakarken. “Kızlarımın karşısına dikilip
iğrençliklerinizi anlatırken güvendiğin şey de bu soyadı oldu herhalde? İşinden
ayrılacak olanın sen değil Muhsin olacağından emindin.”
Yarama
basmak ister gibi aceleciydi. Ne yapacağını bilmeden konuşuyor gibiydi.
İzel
atılır gibi oldu. “Anne!” diye yakınarak seslendiğinde Birsen Hanım’ın
bakışları ona bir anlığına çevrilmişti ancak oyalanmadan bana geri döndü.
“İğrençliğimiz…”
dedim usulca tekrarlayarak. “Üçümüzün ortak sahip olduğu tek şey bu, o halde.”
dedim garip bir şekilde gülerek.
Annemi,
babamı ve beni ilk kez bir çatı altında toplayan Birsen Hanım olmuştu. İçerik
öyle iç açıcı değildi gerçi ama… Olsun. İlkti
işte.
“Ne
konuşmak istiyorsunuz benimle?” dedim yüzümdeki gülümsemeyi tamamen yok edip. “İçinizi
dökün, sonra da odamı terk edin.”
Parmaklarını
boynuna doğru götürüp tırnaklarını kendi tenine sürttü. Stresten yapıyor olduğu
belliydi.
“Ne
istiyorsun bizden?” diye sorduğunda duraksamıştım bir an. Ne mi istiyordum?
Omuz
silktim. “Hiçbir şey,” dedim ancak sanki bu cevap duyabilecekleri arasında en
kötüsüymüş gibi yüzü daha beter bir hal aldı.
“O
zaman neden?” dedi başını iki yana sallayarak. “Neden ortaya attın bunu?
Eğlenmeye mi çalışıyorsun?”
Şaşkınlıkla
güldüm. “Eğlenmek mi?” dedim soğukça. “Bu hikâyenin eğleneni benmişim gibi mi geliyor
size?”
Sesimin
ilk anda olduğu kadar resmi kalacağını zannettiğinden olsa gerek, sesim
sertleşip soğuklaştığı anda afallamıştı.
“Oradan
bakınca bulunduğum konum eğlenceli görünüyorsa… Dilerim hissettikleriniz
benimkilerle değişir, Birsen Hanım.”
“Bu…”
dedikten sonra bir an nefesi tıkanmış gibi sustu. “Sen de evliymişsin,” dedi
yorgun bir sesle. “Benim yaşadığımın nasıl bir şey olduğunu anlayabiliyor
musun?”
Onların
göremeyeceği şekilde masamın kenarına parmaklarımı saplayıp sıkıca tutundum.
İçimden sayılar saymaya başlamış, aklıma başka bir şeyler getirmeyi denemiştim.
Sakinleşmek için bildiğim ne varsa aynı anda uygulamıştım ama çare değildi.
Başımı
salladım alelade. “Anlayabiliyorum sanırım,” dedim düşünür gibi. Ben onu
anlayabilirdim belki ama görünen o ki o beni anlamak için hiç çabalamadan buraya
kadar gelmişti.
“Hiçbir suçunuz olmamasına rağmen, bütün
bunlardan zarar gören kişi siz oldunuz değil mi?”
Ağzı
beni onaylamak için açılacak gibi oldu. Yüzündeki ifadeden az çok ne
söyleyeceğini anlamıştım. Fakat ilk hece dahi havaya karışamadan dudaklarını
geri kapattı.
Onu
anlayabilirdim ve bu evli olmamla ya da bir ilişkim olmasıyla alakalı bile
değildi.
Onu
anlayabiliyordum çünkü az önce sorduğum sorunun cevabı, benim adıma da evetti.
Üsteleyebilirdi,
az önceki tavrını sürdürebilirdi. Onu tanımıyordum. Ne yaparsa yapsın
şaşırmazdım.
Sessiz
kaldığında ise tehlike altındaymışım gibi kastığım omuzlarımı gevşettim. Canı
acıdığı için etrafa saldırıyordu sadece.
Bir an
refleksle İzel’e baktığımda onu yanaklarına süzülmüş birkaç damla yaşla,
kolları küskün bir çocuk gibi kendine dolanmış halde görmüştüm.
Kendime
böyle sıkıca sarıldığım, parçalarım dökülmesin diye çaresizce tek başıma
çabaladığım bir yığın anı zihnime sızdığında bakışlarımı İzel’den
uzaklaştırırken görüşüm bulanık bir hal almıştı.
Sessizliğin
gittikçe uzaması ve odayı baştan sona doldurması içerideki havayı da
beraberinde götürüyormuş gibi nefes almak canımı acıtmaya başlamıştı.
Sessizliğin
katili kapımı çalmaya bile gerek duymadan açan biri olduğunda benimle birlikte
iki çift bakış daha kapıya doğru dönmüştü.
Odama
giren kişiye ve ardından kapanan kapıya baktım. Artık odamda üç Paker vardı.
Gelen Muhsin Paker’di.
Onu
son görüşümün, karşısında kuvvetli bir fırtına yaratıp sessizce geriye
çekilişimin üstünden üç hafta geçmiş sayılırdı.
Artık
bu çatı altında çalışmıyordu. Rastgele bir koridorda, yemekte, toplantılarda…
Tesadüfen onu gördüğüm ve gördüğümde ne hissetmem gerektiğini her seferinde
şaşırdığım zamanlar son bulmuştu. Buradayken onu gördüğüm yerlerin hiçbirinden
geçmiyordu artık.
Hayatımda
ona dair sahip olduğum tek şey, burada çalışmaya başladığımdan beri gerçekleşen
bu tesadüflerdi; onlar da öyle birden bitivermişti.
“Sen-…”
diyerek yerinden fırlayacak gibi olan Birsen Hanım’ı göz ucuyla görmüştüm ancak
ona tam anlamıyla bakmaya çalışmadım. Onu susturan İzel’e de dönmedim. “Ben
çağırdım,” demişti İzel. “Sen buraya gelmekte ısrarcı olunca, babamı aradım
gelsin diye. Sağlıklı düşünemiyorsun anne.”
Bundan
kısa bir süre önce yaşından daha dinç göründüğünü söyleyebileceğim adamın,
birkaç haftada nasıl çokça yaş alabilmiş gibi durduğunu düşünmemeye çalıştım.
Gözleri, yüzündeki solgunluk…
İzel
ona haber verdiğinde buraya koşarak gelmiş gibiydi. Neden gelmiş olduğunu öyle
derin derin düşünmeme gerek yoktu. Gözlerimi yavaşça kapatıp açtıktan sonra
dudaklarımı araladım. “İyiler,” dedim sesimin çatlamaması için parmak
eklemlerimi incitme uğruna masayı daha sert sıkarken. “Telaşlanmana gerek yok.”
Bu
odada, bulunduğumuz konumlara çok yakın yerlerde iken çok da uzun sayılmayan
bir zaman önce bana söylediklerini hatırlıyordum.
Bana
şefkat dilenen zavallı bir çocuktan farkım olmadığını söylediğini
hatırlıyordum.
Her
şeyini elinden almaya çalışsam da ailesine dokunmamam gerektiğinin altını
sertçe çizdiğini hatırlıyordum.
Bir
şey yapmamıştım. Öyle biri değildim zaten. Beni bu kadarcık bile tanımayan bir
adamın kanını damarlarımda saklıyor olmam da ironikti belki.
Hiçbir
şey söylemedi. Sözüme güvenmeyip teyit almak için karısına ve kızına bakmasını
bekledim.
Bunları
da yapmadı.
Kaburgalarım
bir bir kırılmış ve sivrileşen uçları içime batmaya başlamış gibi göğsüm
sızladığında kendimi daha fazla kontrol altında tutamayacağımı bildiğim için
sandalyemi dengesiz bir şekilde de olsa geri ittim.
“Benim,”
diye konuşmaya başladığımda sesim bir an pürüzlenmişti. Sesimin aradaki iki
saniyelik duraksamada normale dönmüş olmasını umarak devam ettim. “Benim gitmem
gerekiyor. Odadan çıkarken kapıyı kapatmanız yeterli.”
Ayağa
kalktım. Üstünde durmanın benim için çocuk işine dönüştüğü topuklular bir an
için ilk kez giyiyormuşum gibi dizlerimi bükecek oldu. Direndim. Düşmedim.
Tutacak biri yokken düşeceksem, yalnız olduğum bir anı tercih ederdim.
Masada
duran telefonumu almış, arkamdaki uzun dosya dolabında duran çantamın sapını
kavrar kavramaz kapıya yönelmiştim.
Birsen
Hanım’a da, İzel’e de bakışlarımı dokundurmadım. Ancak kapıya doğru yaklaştıkça
oradan hiç kıpırdamamış olan bedene de yaklaşmak zorunda kalmıştım.
İçeriye
girdiğinde bakmaktan çekinmediğim yüzüne yakınındayken bakmaktan kaçınmıştım.
Gözlerimi kaçırarak kapıya tutunup kendimi odadan dışarı attığımda zihnimde
aynı görüntü bir döngüdeymiş gibi başa sarıp duruyordu.
Odaya
girdiğinde neden gözlerini üstüme dikmişti? Niye onun için her şeyden önemli
olan ailesine bakıp onları kontrol etmemişti?
Bilmiyordum.
Cevaplarını bilmediğim sorularımı ve gözlerimin tıpatıp aynısı olan gözlerinin
asla çözemeyeceğim halini öylece bir kenara bırakmak zorundaydım.
Ceylin’e
yüzümü hiç döndürmemeye çalışarak çıkıyor olduğumu mırıldanmış ve onun ne
dediğini duymadan asansörlere doğru ilerlemiştim.
Asansörde
aynaya bakmaktan, hatta kapının parlak yüzeyindeki belirsiz yansımamdan bile
kaçtım. Zemin kata vardığımda elim çantamı sıkıca tutmaktan ağrımaya
başlamıştı. Bedenimi kasıyordum. Katlanılabilir bir kuvvetin fazlasını
uygulayarak kendime zaman kazandırmaya çalışıyordum.
Otoparkta
arabamı bıraktığım alana vardığımda yaz sıcağında kavruluyormuş gibi değil, iç
donduran bir kış akşamında titriyormuş gibiydim.
Sürücü
kısmının kapısını açtım. Çantamı düştü mü düşmedi diye umursamadan yan tarafa
ittikten sonra kapımı kapattım.
Kapının
kapanırken çıkarttığı tok ses ile bedenimi öne doğru eğip alnımı direksiyona
yaslayışım eşzamanlıydı.
Omuzlarım
öyle hızlı sarsılmaya başlamıştı ki sallanan ben değildim de etrafımdaki her
şey dengesini kaybetmişti.
İzel’in
annesine açıklama yapmak için ‘babamı aradım gelsin diye’ deyişi hâlâ kulaklarımdaymış
gibi birkaç kez tekrarlarken burnumu çektim. İğrenç hissediyordum. Böyle garip
bir şeye bile imrenmem gerektiği için, bu cümleyi ömrümde bir kez bile
kuramadığım için iğrenç hissediyordum.
Artık
hislerimi ‘eksik’ olarak değil ‘iğrenç’ olarak betimlemeye karar vermiştim.
Titremeye
devam ediyordum ama ağlıyor değildim. Gözlerimden yaş akmıyordu. Bedenim
ağlıyormuşum da hıçkırıklarım nefesimi kesiyormuş gibi kıvranıyordu ama
yaşlarım yoktu.
Öyle
ne kadar kaldım bilmiyorum ama zihnimdeki pusun bir nebze kalkmasına neden olan
dibimdeki camdan yükselen kısa vuruş sesiydi.
İrkilerek
bir an donduğumda bedenimin titremesini de durdurmaya çalıştım. Arabaya binip
bir süredir gitmediğim için güvenliklerden biri kontrole gelmiş olabilir diye
düşünmüştüm. Onlara bu halde görünmek istemiyordum.
Kendi
arabama yeni kavuşmuştum. Teoman çoğunlukla benimleydi ama arada kovaladığımda
gidiyordu. Bu izinleri Cevahir’den kopartana kadar canım çıkmıştı. Hayatımın
sonuna kadar o tehdit araması yüzünden kafeste gibi yaşayamazdım. Girip
çıktığım yerler belliydi. Artık bir şey yapacaklarına dair inancım da yoktu.
Sadece
korkutmaya çalışıyorlardı. Cevahir’i afallatmaya çalışıyorlardı. Fotoğraflara
başvurmalarının nedeni de bu olmalıydı. Bu denli dibime girebildikten sonra
bana zarar vermeleri de çoktan mümkündü çünkü. Neden uzaktan uzağa
uğraşacaklardı?
Alnımı
direksiyondan ayırmadan, sadece biraz başımı çevirip temas noktasını şakağıma
doğru çekerek kapıya baktım göz ucuyla.
Camdaki
vuruşun kime ait olduğunu anladığımda telaşım da son bulmuştu.
Camın
yavaşça aşağı inmesi için kenardaki tuşa dokundum. Aynı anda da burnumu derin
bir nefes alır gibi çekmiştim.
“Minibüsçü
gibi camı niye indiriyorsun kızım? Kapıyı açsana.”
Giriş
repliğinden anlaşılacağı üzere, kapımın dibindeki isim Levent Avcıoğlu idi.
“Ne
istiyorsun?” dedim istemsizce burnumu tekrar çekerken.
“Huzur,
dünya barışı, mümkünse bir de Beste Akın ile uzun bir gece.”
Sinirlerimin
yıprandığını belli eder şekilde güldüm.
“İstek
sıralaman da böyle mi?” dedim kısık bir sesle.
Başını
iki yana salladı. “Üç numarayı başa al.”
Listeyi
aklımda yenilemek için gözlerimi kırpıştırdığım sırada birden kolunu açtığım
camdan içeri soktu. Ben ne yaptığını göremeden önce arabanın kilidini açan tuşa
dokunmuş ve aynı anda da kapımı açmıştı.
“Şimdi,”
dedi ellerini birbirine sürtüp toz silkeler gibi. “Nasıl sekreterinin ödünü
patlattığını ve kızın sen bu halde araba kullanma diye beni neden tüm dahili
hatlardan aradığını anlat bakalım.”
Dudaklarımı
birbirine bastırdım. Yüzümü saklamak için direksiyondaki başımı yine
hareketlendirdim. Alnımı oraya yasladım.
Levent’in
ne yaptığını görmedim ama hareketlendiğini hissettim. Kapım kapanınca ve diğer
taraftaki kapı açılınca ne yaptığını anlamıştım. Artık ön yolcu koltuğundaydı.
Göz
ucuyla ona bakınca çantamı kucağında biblo gibi tutmasına gülesim gelmişti.
Uzanıp çantamı aldım ve arka koltuğa doğru attım.
Birkaç
dakika sessiz kalmama karışmadı. Dakikaların sonunda ise dayanamamış olacak ki
konuşmuştu. “Anlat abine,” dedi şımarık bir havayla. “Çözeriz.”
“Ne
abisi salak?” dedim kaşlarımı çatarak. Başımı ona dönük hale getirmiştim ama
iki büklüm durmaya devam ediyordum.
Aramızda
artık birbirimize hakaret edebileceğimiz kadar normal(!) bir bağ vardı. O bana
genelde ruh hastası ya da manyak demeyi tercih ediyordu. Fikrince Cevahir ile
evlendiğim için ondan farkım yoktu ve çift olarak iki ruh hastasıydık çünkü.
“Aramızda
iki yaş var,” dedi beni ezikler gibi. “Saygısız saygısız adımla sesleniyorsun
diye unuttun sanırım.”
“İyi
ki beyin yaşlarımızı hesaba katmıyorsun,” dedim iç çekerek. “Bana teyze demen
gururumu incitirdi.”
Başını
geriye atarak kahkaha patlattı. “Laf sokma yarışına girdin ama rakibin Seray
Avcıoğlu…” dedi alayla.
Omuz
silktim. “Sen kimsin de bana rakip olacaksın zaten.”
Dikkatimi
öyle iyi ve ben farkına varamadan dağıtmıştı ki klasik bir mesai sonunda Cevahir’e
ulaşana kadar ona maruz kalıp sabrım sınanıyormuş gibi hissediyordum şu an.
“Teşekkür
ederim,” dedim biraz sonra sessizce. Fısıltı gibiydi ama duyacağını biliyordum.
Yüzünü
ekşitti. “Var oluşuma söver gibi bakmanı tercih ediyorum, teşekkürü başkasına edersin.
Lüzum yok.”
Ceylin
ona haber verince beni arayıp iyiyim dememle yetinebilirdi. Telefonum
kucağımdaydı, arasaydı duyardım. Aramamıştı. Bunun yerine direkt olarak buraya
gelmişti.
“Levent,”
dedim ona odamdan neden enkaz gibi çıkıp buraya geldiğimi kısaca açıklamadan
önce başka bir soru sormaya karar verip. “Bir şeyi merak ediyorum.”
“Sor
abisinin gülü,” dedi üstünde eğreti duran arabesk bir tavırla. Dayanamayıp
kısaca kıkırdadım. Kısaydı çünkü soracağım soruyla birlikte geçiş yapacağımız
konu çoktan zihnimde baskınlık kurmaya başlamıştı.
“Muhsin’i…
Yani benimle ilgili olan kısmı, nasıl öğrenmiştin sen?”
Ona
aylar önce sormam gereken ancak gündem üstüne gündem değişimi yaşandığından
araya kaynayıp giden soruyu derinlerden çıkartmıştım.
Beni
acilde bir kenara çektiği, Alper’in de bu sırra ortak olmasını sağladığı nöbet
gecemi dün gibi hatırlıyordum. Levent’in bu kişiliğine dair hiçbir fikrim
olmadığından ertesi sabah tüm dünya bu gerçeği öğrenecekmiş gibi gerilmiştim.
Cevahir’in kırk yıllık düşmanı gibiydi çünkü.
Aniden
bu soruyu beklemediği belliydi ama cevap vermeden önce pek beklemedi. “Cevahir,
Nilgün sultanı görmeye eve gelince kulak misafiri oldum diyelim.”
Doğruldum.
Olduğum yerde dönüp bir bacağımı altıma alarak büktüm. Bugün bol bir kumaş
pantolon ile gömlek giymiş olmam işime gelmişti.
“Kime
ne söylüyordu?”
“Tipe
bak,” dedi toparlanışımı kaşları çatık süzerken. “Konu ilgini çekince
toparlandın hemen.”
Kolunu
tutup salladım. “Ya bi’ kere de uzatma, ne diyordu?”
“Annesinin
odasının olduğu katı biliyorsun,” dedi teyit eder gibi. Başımı salladım. Nilgün
teyzenin hapsolduğu odasından ve ona aitmiş gibi görünen ama yalnızlığının
kuyusuna dönüşen kattan bahsediyordu. “Telefonla konuşuyordu.”
Bu
konuyu herkes düzenli olarak telefonda mı konuşuyordu?
Teoman
da Muhsin’i telefonda iken duymuş ve öğrenmişti. Tesadüf her seferinde aynı
şekilde mi doğuyordu?
(yn: tesadüf tabii Seraycım :d
kesinlikle kocan Teo’yu senin adını duyduğu anda dikkat kesilmesi adına bir
göreve atamamıştı inan bana)
“Açığını
bulduğu gibi Muhsin’i hastaneden siktir etmeyi planladığını dile getiriyordu,
senin daha rahat etmen için.” dedi Levent, Cevahir’in o anki halini açıklarken.
“Teo’yla konuşuyordu herhalde. Kısa bir süre dinledim. Konuyu bu şekilde biraz
bilip biraz da parçaları birleştirince… Anlamıştım durumu.”
Başımı
ağır ağır salladım. Duyduklarımı anlamıştım. Anlamıştım anlamasına ama pat diye
sindirememiştim tabii.
“Özür
dilerim,” dedi Levent birden. “Yani… O gece karşına dikilip sikik sikik
konuşurken aklımda bambaşka şeyler vardı. Öfkeliydim ama sana değildi.”
“Delinin
tekiymişsin gibi boş şakalar yapmanı tercih ediyorum, özrü başkasından
dilersin. Lüzum yok.” dedim az önce ona teşekkür ettiğimde bana verdiği yanıtı
biraz revize edip ona geri fırlatırken.
Birkaç
saniye ciddi olup olmadığımı incelemek için beni süzdü. Yeterince normal
göründüğüme karar vermiş olacak ki yüzündeki ifade eski haline döndü hemen.
Yanağımı
işaret parmağıyla ittirip kafamın yana gidip gelmesine neden oldu. “Manyaksın
falan ama sevimli bir yanın da var,” dedi lütfederek. “Sadece yüzde bir civarı
gerçi. Kalanın tam cadı.”
~
O
akşamın ilerleyen saatlerinde evdeydim.
Levent’i
bana araba kullandırtmaması karşılığında halimi Cevahir’e ispiyonlamaması
konusunda teklif sunmuştum. Şoförlüğümü yapmış ve Cevahir eve ışık hızında
damlamadığına göre susma sözünü de tutmuştu.
Levent
beni eve benim arabamla bırakıp taksiyle geri dönerken bir gözü arkadaymış gibi
biraz direnmişti ama yalnız kalmak istediğimi birkaç kez tekrarlayınca gitmişti.
Eve
girer girmez kısa bir duş almış, duştan sonra da mahzene inip bir kadeh şarap
doldurup kavradığım kadehim eşliğinde salona geri dönmüştüm.
Mahzende
köşeye sinip bilincimi kapatacak kadar kötü değildim ama yine de biraz
gevşemeye ihtiyacım vardı. Ertesi sabah erkenden işe gideceğim bir akşamı şişe
devirerek geçiremeyeceğim gerçeği de şişe yerine kadehle salona çıkmamdaki
motivasyonumdu.
Biraz
bonkör davranarak olması gerekenden daha bol doldurduğum kadehi yavaş yavaş
yudumlarken koltuğun bana ait köşesine yerleşmiştim.
Levent’in
Cevahir’e haber vermesine engel oluşum onun holdingde işinin geç biteceğini
bilmemdendi. Eve geç geleceğini öğleden sonra beni arayıp söylemişti. Bu yüzden
gelemeyeceği bir yoğunluktaysa onu ikilemde bırakmak istememiştim.
Şımarıkça
aksini yapmamı isteyen ve birinde öncelik olmayı yeni deneyimlediği için
heveslenen tarafımı mantıklı olan tarafım zorla susturmuştu.
Ne
zaman kapandığını bilmediğim bilincim biraz aydınlandığında başımı yasladığımı
hatırladığım koltuğa ait yumuşak yastıktan çok daha sert bir yere yanağım
yapışmış haldeydim.
Kirpiklerimi
birbirinden düzgünce ayırmaya çabaladığım sırada burnumun üst kısmından aşağıya
doğru kayan dokunuşu, oradan yanağıma doğru devam eden tanıdık teması
hissetmeye başlayınca gözlerimi açmak için acele etmedim.
Başımın
yaslı olduğu yer Cevahir’in kucağıydı. Yüzümde gezinen parmaklar da ona aitti.
Yüzüme
çarpan sıcaklığa ve kokunun yakınlığına göre, yüzüm karnına dönük bir şekilde
başım üst bacağına yaslıydı.
“Ne
zaman geldin?” diye mırıldandım uyku sarhoşu bir sesle.
“İki
saat önce,” dediği sırada parmakları sus çizgimde geziniyordu. “Ne zamandır
kucağındayım?” diye sordum bu kez. Cevap değişmemişti. “İki saattir.”
Sessiz
kaldım. Ancak hareketsiz kalamadım. Yüzümde gezinen eli bir tanesiydi, diğer
elini nerede tuttuğunu görmek için tek gözümü aralayıp bakışlarımı etrafta
dolaştırdım.
Gözüm
açıldığında onun dikkatli bakışlarını yüzüme saplı halde görmüştüm. Bakışlarına
karşılık vermeden önce saçlarıma yakın bir yerde, diğer bacağında duran elini
tutup yüzüme çekiştirdim. İki elini birden yüzümde gezdirsin istediğimi sanmış
olabilirdi ancak derdim yüzümdeki elini sağ eli yapmaktı.
Sağ
elini yüzüme bıraktıktan sonra sol elini bileğinden kavrayıp karnıma doğru
çektim. Kendi sol elimi onun elinin üstüne bıraktım.
Parmaklarıyla
rastgele uğraşmaya başladığımda gözlerimin ikisi de düzgünce açık hale gelmişti
artık. Her parmağında bir süre oyalanmış, alyansının olduğu kısımda bir miktar
uzun kalmıştım.
Kendi
yüzüğümü de eve geldikten sonra takmıştım. Normalde odamdan çıkarken hep aklıma
geliyor ve takıyordum ancak bu akşam odamdan çıkışım biraz olaylı olmuştu.
“Dinliyorum,”
dediğinde bakışlarımı yukarı doğru kaydırıp yüzüne baktım. “Hım?” dedim
anlamsızca. “Ne dinliyorsun?”
“Neden
şaraplanıp sızdığını dinliyorum, yavrum. Anlat.”
“Bir kadeh
içtim,” dedim dürüst bir şekilde. Sızmamıştım, uyumuştum. “Uyudum sonra,
sızmadım.”
“Bir
kadeh içtin,” dedi kaşlarını kaldırıp. İnanmadığı kısmın bu olduğunu düşünerek
yemin eder gibi tekrarlayacağım sırada devam etti. “Bir kadeh içtin tabii,
yarın işe gideceksin. İşe akşamdan kalmış halde gitmezsin çünkü.”
Üç
aydan uzun zamandır aynı evde yaşıyor olduğumuzu unutuyordum bazen. Çoğu konuda
beni benden iyi tanır hale gelmişti.
“Susabilir
misin?” dedim kaçamadığımda. Başımı bacağında biraz kaydırıp suratımı karnına
bastırmaya çalıştım. Çenemden yakalayarak direkt engel olmuştu saklanmama.
“Konuşmaya başlarsan susacağım, yavrum.”
“Konuşmak
istemiyorum, yüzümü okşamaya devam edebilir misin? Ben de parmaklarına masaj
yapayım, ödeşelim. Olur mu?”
“Seray,”
dedi adımla birlikte iç çekerken. “Seni böyle küskün bir bebeğe çeviren konular
öyle çok çeşitli değil, inan bana konuyu zaten anladım. Sadece ayrıntı ver,
ayrıntı ver ki müdahale edebileyim.”
Birkaç
kez nefeslendim. Dikkatimi birbirine dolanmış olan parmaklarımıza yönelttim. Az
önceki ödeşme teklifimi kabullenmiş gibi sağ elini yüzümde usulca dolaştırmaya
devam etti o da. Ama konuşmak istemediğime dair kısmı kabul etmediğinden
emindim.
“İzel
geldi akşam odama,” dedim giriş cümlemi hileli seçerek. “Annesiyle beraber…
Annesi gelmek istemiş yanıma, o da peşine takılmış.”
Cevahir’in
yüzümdeki parmakları bir an durdu. Beni bölüp bir şey soracak mı diye bekledim
ama sesi çıkmadı. Ben de tek nefeste olanları ona sıraladım.
Levent’e
anlattığımdan daha detaylıydı bu anlatımım. Hatta herkesin cümlelerini tek tek
dile getirmiştim hiç atlamadan. Yaşadığım bir ana dair her bir detayı başka birine
umursayacağından emin olarak anlatmak
garipti, alışılmadıktı.
Arabaya
gidişimi ve Levent’in gelişini de anlattıktan sonra susmuştum. Cevahir de
sessizlik yeminini bu sırada bozmuştu.
“Bana
nasıl haber vermezsin?” diye sordu tepeden yüzümü izlerken. “İşin olacağını
söylemiştin, yoğun olacağını biliyordum.” dedim hemen.
“Sikerler
yoğunluğu,” dedi sinirle. “Ne yoğunluğu Seray? Arasan gelmeyecek miydim? İşim
var mı diyeceğimi düşünüyorsun?”
Başımı
iki yana sallamaya çalıştım. “Aksine,” dedim sessizce. “Arasam ne olursa olsun
geleceğini bildiğim için aramadım.”
Duraksar
gibi oldu ama pek uzun sürmedi. Alnıma düşen saç tutamlarımı geriye doğru tarar
gibi parmaklarına dolamışken konuştu. “Her şeyi anlattığından emin olmalı
mıyım?” dedi tereddütle. “O herifin hiçbir şey söylemediğine inanasım gelmiyor,
ben tepesine çökmeyeyim diye hafifletmiyorsun değil mi?”
“Hayır,”
dedim beklemeden. “Hiçbir şey söylemedi.”
Yüzü
düşünceli bir hal aldı ama düşündüklerini dile getirmedi. Bundan faydalanarak
gözlerimi geri kapattım. Birkaç dakika geçmeden yeniden uyumaya bir kala hale
gelmiştim. Kokusu ve sıcaklığı dünyadaki en güvenli yatağa bırakılmışım gibi
hissettiriyordu.
“Tekrar
uyursam beni odaya taşıdığında uyandır,” dedim mırıl mırıl. “Kremlerimi
sürmedim.”
“Aynen,”
dedi geçiştirir gibi. “Uyandırırım mutlaka. Büyük bir iş, kaçırmana izin
vermem.”
“Çirkin
suratıma uyandığında böyle konuşmazsın, eminim.” diye homurdandım. Uyuyup
uyandığım için mantık süzgecim pek sağlıklı çalışmıyordu. Çalışsa… Sanırım öncelikle
aşırı dürüst olmaya biraz ara verirdim.
“Bu
saçmalıkları o tapılası kıçının hangi kısmından uyduruyorsun?”
“Uydurmuyorum,”
dedim yüzümü karnına doğru gömerken. Uyku beni kollarına geri çekmek için
ısrarla kollarını açmıştı, fazlasıyla davetkâr davranıyordu. “Yaşadıklarımdan
yola çıkarak konuşuyorum.”
Son
mırıldanışımdan sonra uykunun kollarına atlamadan hemen önce yastığım taş kesilmiş, saçlarımdaki
eller bir an başımdan kayar gibi olmuştu.
Özenli görünme takıntımın onda yarım
kalan yapbozunu sonunda tamamlayabilmesi için bugüne kadarki en büyük parçayı Cevahir’e kendi elimle uzattığımdan kesinlikle habersizdim.
~~~
Hadiii şimdi Cevo o adamı bulması mı o adamı bulup karısına çirkin hissettirdiği için mahvetmesin mi
YanıtlaSilLütfen yapsın da zevkten dört köşe olalım hshdhdj
SilSerayyy bu özenli görünmezsem terk edilirim korkusunu yaram eski sevgilin Cevahirler karşılaşmasın an itibariyle mezarı kazıldı bence Muhsin bey sanki bir şey söyleyecek gibi geliyor bilemiyorum
YanıtlaSilA birde Cevahir kızı gördüğün ilk an aklına koymuş yollarını da sonuna kadar açmışsın inanılmazsın ya
Sil