Gözyaşı Kadehleri 1.Bölüm

1.BÖLÜM


Hoş geldiniz…

İyi okumalar!

 

~~~

 

Saniyelerin aynı anda bir ömrün sonunu ve diğer bir ömrün başlangıcını kucaklayabileceğinin farkına varalı çok oluyordu.

Biraz önce dünyaya duyurduğu ilk çığlıkları kulağıma çalınan minik bedenin sesi ruhuma ferah bir nefes üflenmiş gibi beni hafifletmişken, iki yana açılan sensörlü kapının ardından yükselen bir başka çığlıkla birlikte o geçici hafiflemeden hızla sıyrıldım.

Alış artık diye sızlanan ve içimde bir yerlerde can bulan sesi duymazlıktan gelerek adımlarımı yavaşlattım. Alışamıyordum.

Çıktığım kapı kapandığında etrafımda küçük bir çember haline gelen hatırı sayılır kalabalığın yüzündeki endişeye sarılı merak artık ezbere bildiğim görüntülerdendi.

“Her şey yolunda mı?” diye soran, sesi görünüşündeki korkutucu iriliğin aksine titrek çıkan adamın daha fazla kendisini yormasına müsaade etmeden dudaklarımı araladım.

“Her şey yolunda,” dedim yüzümdeki ölçülü gülümsemeyle. “Bebeğiniz sizinle tanışmak için gayet aceleciydi, eşinizi de bizi de yormadı. İkisi de iyiler, birazdan odaya alınacaklar.”

Ben konuşmaya devam ettikçe adamın yüzündeki endişe siliniyor, yerini heyecana bırakıyordu. Aileler ve arkadaşlardan oluştuğu belli olan kalabalıktan tatlı kıkırtılar, kısık şükürler duyuldu.

“Teşekkür ederiz,” diyerek heyecandan dili tutulan baba adayı yerine konuşma görevini üstlenen orta yaşlardaki kadına doğru döndüm. Başımı hafifçe salladım. “Odaya babamız dışında şimdilik çok kalabalık girmesin, ben tekrar ziyaretinize geleceğim.”

Anlayışla onayladıklarında yanlarından ayrılarak asansörlerin bulunduğu kısma doğru ilerledim. Bu sırada bakışlarım istemsizce koridorun diğer ucuna, ameliyathanelerin diğer çıkışına doğru kaydı. Kapıdan çıktığımda duyduğum çığlıkların ne söylediğini anlamak için kelimeleri tek tek algılamaya ihtiyaç yoktu.

Her zerresinden acı akan çığlıklar, ne için döküldüklerini çok iyi anlatıyordu.

Biraz önce ellerimde bir nefes dünyayla tanışmıştı. Aynı dakikalarda, birkaç oda yanımda ise başka bir nefes dünyayla vedalaşmıştı.

Asansörün çağırma tuşuna bastığım sırada yanıma doğru yaklaşan adım sesleri eşliğinde başımı oraya doğru çevirdim.

Yüzündeki hiçbir şey anlatmayan ifadeye rağmen kendini kasışından halini belli eden Oğuz’a kısa bir bakış atıp direkt önüme döndüm.

Asansörün kapıları aralandığında önden geçmem için bekledi. Oyalanmadan boş asansöre bindim. Oğuz içeri girdiğinde ben çoktan giriş kata ait tuşa basmıştım. Uzanıp başka bir yere dokunmadığında onun da yönünün aynı olduğunu anlamıştım. İneceğimiz kata kadar ikimizden de tek kelime dökülmedi. Onu tanıyor olmam, sessizliğimin sebebiydi ve yine onu tanıyor oluşum nedeniyle sessizliğini hiç garipsememiştim.

Benim giriş kata iniş sebebim, izin günümde hastalarımdan birinin doğumunun başlamasıyla apar topar geldiğim hastanede girişte öylece bıraktığım arabamın akıbetini öğrenmekti. Anahtarı kime verdiğimi bile hatırlamıyordum. Evden çıktığımda takıldığım trafik yeterince vaktimi almıştı zaten.

Oğuz’un asansörden inince çıkışa doğru yönelmesi hava almaya çalışacağının işaretiydi. Ben de danışmaya uğrayıp güvenliklerden birinin arabamı otoparka aldığını öğrenir öğrenmez yönümü çıkışa çevirmiştim.

Mart ayının onuncu günündeydik. İstanbul için fazlasıyla belirsiz bir aydı Mart. Bugün güneş kendisini göstermeye ve biraz baharın geldiğini hissettirmeye karar vermişti. Yarın sağanak bir yağmurla baş başa kalmayacağımızın garantisi yoktu gerçi.

Sınırları içinde bulunduğumuz Vita ya da tam adıyla Özel Vita Hastanesi, konumu ve alımlı görünüşüyle dışarıya kimi zaman otelmiş gibi yansıyor olsa da bulunduğumuz şehrin adı duyulmuş hastanelerinden biriydi. Ne tıbbi ne de idari kadrosunda rastlayabileceğiniz hiçbir eksik yoktu.

Bahçenin büyüklüğü, Oğuz’un ilerlediği yan yana dizili geniş oturma alanlarına yürüme süremi uzatmıştı.

Oturduğu yere vardığımda yanındaki boşluğa sindim sakince. Onun yaptığı gibi tam karşıya bakarken konuşma ya da konuşmama ikileminde tercihi ona bıraktım.

“Yıllarca,” diye başladığında ona fark ettirmemeye çalışarak nefeslendim. “Yıllarca bize o masada uzanan bedenlere sadece hasta gözüyle bakmamızı öğütleyip durdular.”

Hayatlarını ellerinizde tutuyor olduğunuz bedenler; bir çocuk, bir yaşlı, bir masum, bir suçlu değil. Onlar hakkında bir şeyler biliyorsanız da, unutun.

Oğuz’un söylediğine benzer bin ayrı ikaz duymuştum öğrenciliğim ve devamında asistanlığım boyunca. Her hocamız buna benzer şeyler söylerdi. Ancak uzmanlığımı yapmaya başlayalı dolan iki yılım, artık bir başka doktorun asistanlığında seyircilikle değil; bizzat müdahaleyi yapan doktor olarak bulunduğum anlar bana hocalarımızın aslında bunları söylerken kendilerinin her zaman bunu uygulayamadıklarını öğretmişti.

“Ama o kapıdan çıktığımda bana korku dolu gözlerle bakan çocuklara ‘anne-babalarının’ öldüğünü söylemek ve aslında artık hayatlarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını haber vermekten nefret ediyorum.”

Onu onaylamak için herhangi bir ses çıkartmadım, kılımı dahi kıpırdatmadım. Aynı hisleri paylaşıyor olduğumuzu çoktandır biliyorduk. Tekrar etmeye gerek duymamıştım.

“Ben ölüme elçilik yapmak için değil, yaşamı sıkıca tutup kaybolmasına engel olmak için doktor oldum.”

Küçük çocukların doktor olmayı dileyip, birilerinin hayatını kurtarma aşkına her şahit olduğumda kocaman gülümserdim. Doktorluk çocukluk hayaliyken yalnızca hayat kurtarmayı kapsıyordu. Oysa buna hiç benzemeyen, hatta tam tersi olan ‘ölüm’e en yakın da yine kendisiydi.

Gözlerimi bir anlığına sıkıca kapatıp yalnızca hafif hafif esen rüzgârın esintisini duyabilir halde kaldım. Oğuz son cümlesinin ardından susmuş, başka hiçbir şey söylememişti.

Oğuz Akman, Vita’nın genç cerrahlarından biriydi. Köklü bir özel hastane oluşuna rağmen bünyesinde tecrübeli profesörler olduğu kadar gençleri de barındırıyordu Vita.

Oğuz’la olan tanışıklığımız ise buradan fazlaca geriye dayanıyordu. Aynı lisede, iki dönem arayla okumuştuk. Lisede yakın olduğumuzu söyleyemezdim, sonrasında da tek kelime etmişliğimiz yoktu yıllarca. Ancak iki sene önce, uzmanlığımı alır almaz geldiğim hastanede çoktan çalışmaya başlamış olan genel cerrahlardan birinin Oğuz çıkması ise yollarımız yeniden kesişmişti.

Lisede iletişim kursak bu halde olur muyduk, bilmiyordum. Ancak bugün bulunduğumuz konumdan memnundum.

Dün gece, ertesi günün tatil oluşuna kanarak oldukça geç yatışım ve sabahın erken saatlerinde de gelen telefonla kendimi hastanede buluşum nedeniyle uykusuzluğum kendini göstererek ağzımın koca bir esnemeyle açılmasına yol açtı. Elimin tersini ağzıma kapatarak esnememin sonlanmasını bekledim.

“Kaçta uyudun sen?”

“Hatırlamıyorum,” dedim açıkça.

Oğuz başını omuzunun üzerinden çevirip bana baktı. “Yani güneşi doğurttun ve öyle uyudun, anladım.”

Hafifçe güldüm. “Genelde güneşi değil, hastalarımı doğurtuyorum Oğuz hocam. Bir yanlışınız var.”

Şaka yapmaya alışkın bir bünyem yoktu. Oğuz’un yüzündeki buruşma da bana bunu bir kez daha hatırlatmıştı. Pekâlâ, denemiştim işte en azından.

“Mümkünse bu şakaları doğum sırasında yapma, dünyaya gözlerini yeni açan o küçük bedenlere ağır gelmesin.”

Omuz silktim. “Çığlık çığlığa bağırırken beni duymuyorlar zaten.”

Gülerken geriye doğru yaslandı. Aklını biraz da olsa dağıtabilmiş olmaktan memnundum. Ki zaten uzun bir süre aklımızın olumsuz bir şeylere odaklı olmasına müsaade veren bir işe sahip değildik. Eninde sonunda toparlanıp, bir başkasına el uzatmak üzere kendine gelmesi gerekiyordu.

Beş dakikadan kısa bir zaman sonra Oğuz cebindeki çağrı cihazından gelen uyarıyla birlikte hastalarından birinin yanına uğramak üzere ayaklandığında toparlanma hızına dair söylediklerim konusunda beni haklı çıkartmıştı.

Yerimde kalıp temiz hava almak her ne kadar cazip görünse de ziyaret edeceğim bir anne-bebek ikilisi olduğunu aklımdan çıkartmadan ben de yerimden kalktım.

Onların yanına uğramış, kısa bir süreyi sordukları sorulara yanıt vermek ve kendi söyleyeceklerimi aktarmakla geçirdikten sonra yanlarından ayrılmıştım. Eşyalarımı doğuma girmeden önce asistanlardan biriyle odama yollatmış olduğum için oyalanmadan kendimi odama attım.

Yorgunlukla odamdaki koltuğa çöküp kaldığım dakikaların sonunda zar zor yerimden kalkıp üzerimdeki kıyafetlerden kurtuldum. Gelirken aceleyle giydiğim siyah bir tayt ve üstündeki bol sweatshirtle 29 yaşındaki bir doktoru değil, kahve içmek için arkadaşlarıyla buluşacak olan ama hazırlanmaya hevesi kalmamış bir liseliyi canlandırıyordum şu anda.

Kendi halime gülerek odamdan çıktım. Acil bir şey olursa yine aranacaktım. Burada bekleyip durmamın bir anlamı yoktu. Yarın sabah kontrole gelen hastalarımın karşısına gözleri kanlanmış bir canavar olarak çıkmak istemiyordum.

Eve gidip uyuma fikri şimdiden içimi ısıtmaya başlamışken gözümü ağrıtan beyaz ve fazla aydınlık ortamdan kaçınmak için gözlerime siyah büyük çerçeveli güneş gözlüklerini geçirmiştim odadan ayrılmadan önce. Her ihtimale karşı odamın çekmecesinde bir dolu eşyanın yedeği vardı. Fazla tedbirli olmak bazen gerçekten işe yarar oluyordu.

Saatin dokuza yeni yaklaşıyor olmasıyla birlikte dolmaya başlayan koridorda kontrol sırası bekleyen hastaların yanından sıyrılıp asansöre doğru yürümeye başladım. Oğuz’u tekrar yakalamak için beklemeyi bir an düşünmüştüm ama muhtemelen bunu başaramazdım. Yoğun günlerinden birindeydik.

Oğuz’u düşünürken asansöre bindiğimin ve hiçbir tuşa basmadan saf saf beklediğimin farkına varamamıştım. Asansör birden hareket etmeye başladığında hasta selinden nasiplendiğimi ve kesinlikle üst katlardan birine doğru çekildiğimi düşünüyordum.

Düşüncelerim asansörün 10.kata varmasıyla aynı anda hem doğrulanmış, hem de doğrulanamamıştı aslında.

Üst katlara çekilmiştim, evet; ancak bu kat hastaların işi düşmeyen idare katıydı.

Asansörün kapıları aralandığında karşımda kimi bulacağımı bilmiyordum. Belli başlı kişiler haricinde herkesi tanıdığım da söylenemezdi zaten.

Ama kapılar açılıp karşımda birini gördüğüm anda, gelişebilecek senaryoların en kötüsünün gerçekleştiğine şahit olmak zorunda kalmıştım.

Gözümdeki güneş gözlükleri ne kadar saklayabiliyordu hislerimi, belirsizdi. Kapılar açılır açılmaz görüp tanıdığım yüze her hücrem ayaklanarak sinir kusmaya başlamışken gözlüklerin gözümde oluşu gerçekten bir şanstı. Gözlerime de yansıdığından emin olduğum sinirin karşımdaki bedenden saklanabilmesine yardımcı olan bir şans...

“Günaydın,” diye mırıldandım tadımın kaçışı sesimde hiçbir şekilde hissedilemezken.

Asansöre bindiği sırada başını hafifçe eğerek selam alır gibi yapmakla yetinmişti. Dudaklarını kıpırdatıp karşılık verse, erirdi çünkü.

Vita, öylece ünlenmiş bir hastane değildi. Onu en başında ünlü kılan, ait olduğu ailenin ülke çapındaki ses getirir tanınmışlığıydı.

Sahip oldukları varlıkların hastaneyle sınırlı olduğu söylemenin komik olacağı, ancak şüphesiz en değer verdikleri varlıklarından biri olan Vita; Avcıoğlu ailesinin gözbebeğiydi.

Az önce asansöre binmiş, kapılar kapandığında yapacağım yolculuğa eşlik edecek olan beden ise Vita’nın yeni beyniydi.

Son bir ayı bana -ve beraberinde fikirlerimin örtüştüğü birçok meslektaşıma- zehir eden adam, Cevahir Avcıoğlu’ydu.

Vita’nın genel idaresinin Avcıoğlu soyadlı birinde olmaması garip olurdu, bugüne dek de hiçbir zaman bu yaşanmamıştı zaten. Hepimiz bu duruma aşinaydık. Bu konu hiç tartışma haline gelmemişti. Çünkü daha önce hastane yönetimi bir idari makineye bırakılmamıştı.

Yanlış ifade etmiyordum. Bedeni hemen yanımda, benim dönük olduğum şekilde asansör kapısına dönük olan adam bir makineden ibaretti. Bir hastanenin değil yönetimine, kapısındaki güvenlik görevine ya da tesisatçılığına dahi elini sürmemesi gerekiyordu.

“Hastanede olmadığınız için toplantıya katılamadığınız söylendi, görüyorum ki durum bu değil.”

Bindikten sonra giriş kata ait tuşa basmıştı. Dolayısıyla ben de başka bir yere dokunmadan beklemiştim. Henüz iki kat inebilmişken sesini duyduğumda ise gerginliğim sabit bir noktada kalamayıp yukarı tırmanmaya başlamıştı.

“Neredeyse her sabah anlamsızca yaptığınız toplantılardan birini kaçırmak istemezdim,” dedim gözlerimi kapıdan ayırmadan. “Ancak izin günümdeyim.”

“Hastanedesiniz, Seray Hanım.”

Ruhu çekilmiş, belli başlı hareketlere kodlanmış bir hücre yığınıydı. Arkamızdaki aynaya deve ile cüce gibi yansıdığımızı biliyordum. Bu nedenle ona bakmamakta ısrarcıydım. Bakışlarım üzerine çevrildiğinde her seferinde cüssesinin verdiği ezici üstünlüğü ele geçirmesine izin vermiş gibi hissediyordum.

“Evet,” dedim. “Dünyaya gelmek için sabırsız bir bebek vardı, onun için hastanedeyim. Toplantınız bundan daha önemli miydi?”

Sessiz kaldı. Bu sessizliğin beni haklı bulduğundan değil, konuşup kendisini yormaya gerek duymadığından gerçekleştiğini bilecek kadar uzun bir ay geçirmiştim kendisiyle. Bu nedenle sessizliği rahatlamama değil, sinirlerimin bozulmasına yol açtı.

Konuşup durarak ona derdimi anlatmak için çırpınır bir hale bürünmek yerine asansör giriş kata varana dek susuşuna ortak oldum.

Asansörün kapıları nihayet açıldığında dışarı fazla yansımamasına dikkat ettiğim derin bir nefes eşliğinde öne doğru ilk adımlayan ben oldum. Otoparka geçmek için ana girişi değil, yanda kalan kapıyı kullanmak için hareketlendiğimde önünden geçmek zorunda olduğum danışma masasındaki hareketlilik gözlüklerimin ardına saklanarak göz devirmeme sebep olmuştu.

İçiniz ruhtan yoksun bir makine de olsa, dışınız ilgi çekiciyse kimse olumsuz olan detayı umursamıyordu. Muhtemelen birkaç adım arkamda, benimle aynı yönde ilerliyor olan Cevahir Avcıoğlu’nun etraftaki içli bakışları üzerinde toplayışı bunun en büyük canlı örneğiydi.

Adımlarımı hızlandırıp bir an önce otoparka varmak için acele ettim. Tüm doktorların ve personelin geliş saati geçeli çok oluyordu, hastaların kullanmadığı bize ayrılan otoparkın iğne atsan yere düşmez hali de bundandı. Gözlüklerimi saçımın tepesine doğru itip etrafı daha belirgin görür hale geldim. Arabamı görebilmek için etrafa kısaca baktığımda çıkışa yakın köşede durduğunu fark ettim.

En rahat yere park etmiş oluşundan dolayı kim olduğunu bilmesem de güvenliğe içimden bolca teşekkür etmiştim. Yakın bir zamanda yıkanması gerektiğini haykıran, beyazlığı hafifçe örtülmüş arabama binmeden önce, istemsizce arkama dönmüş ve bakışlarımı otoparkta çok kısa bir an dolaştırmıştım.

İki sıra sağda, diğer arabaların üzerinde kurduğu pahada üstünlük gayet belirgin olan siyah aracın önünde duran kişiyle gözlerim uzaktan da olsa çarpıştığında beklemeden önüme dönerek arabama bindim.

Bu birkaç saniyeden ibaret bakışmanın bana getireceği sürprizlerden o an için habersizdim. Haberdar olmakta gecikmeyecek, ancak sindirebilmek ve anlamlandırmakta fazlasıyla geç kalacaktım.

 

~

 

“Seraycığım…”

Anahtarımı henüz kilide tam yerleştirememişken arkamdan gelen sesle birlikte yavaşça o yöne döndüm.

Karşı dairenin kapısını aralık halde ve ona yaslanmış Leman Hanım’ı da hüzünlü bakışlarıyla gördüğüme şaşırdığımı söyleyemezdim.

“Merhaba Leman Hanım,” diyerek konuştuğumda başını salladı yorgunca. “Merhaba canım, merhaba.”

“Bir sorun mu var?” dedim dayanamayarak.

“Benim ameliyat yaram biraz sızlıyor da…”

Gözlerimi kırpıştırdım. Bahsettiği ameliyat geçen hafta kapalı bir operasyonla aldırdığı beni miydi?

Çok düşük bir ihtimal olsa da bir haftanın sonunda herhangi bir sorun gelişmiş olabileceği gerçeğine tutunarak ciddi kalmaya çalıştım. “Kontrol ettirin mutlaka, randevu almadan hastaneye uğrayabilirsiniz.”

Dikkatimden kaçması kolay olacak kadar hızlı bir an gözleri parıldadı ancak pür dikkat ona baktığım için kaçırmamıştım bu detayı. Yeniden eski haline döndüğünde ben ne çevirdiğini anlamaya çalışıyordum.

“İstediğim doktora mı gideceğim peki?”

Uykusuzluğumla savaşıyorken bir yandan da Leman Hanım’ın asla anlam içermeyen sorularıyla baş etmek gerçekten zorluyordu beni şu an için.

“Haluk Bey’e uğrayın, operasyonu gerçekleştiren plastik cerrahımız oydu.”

Oflayacak gibi oldu. “Bu işleri genel cerrahlar yapmıyor mu, adı üstünde genel? Her şeye bakıyorlardır diye düşünmüştüm.”

Ne zaman bu kadar köşelendiğini bilmediğim jetonum düştüğünde dilimi sertçe ısırdım. Leman Hanım’ın neden kontrol edilmek istediğini şimdi anlayabilmiştim.

“Oğuz bu şekilde küçük işlemlerle ilgilenmiyor Leman Hanım, ancak Sibel Hanım’la görüşün bi’.” dedim hastanedeki başka bir genel cerrahı anarak.

Gergin gergin yüzüme baktı. “Neyse, ben hallederim.” dedikten sonra evine apar topar girip kapıyı kapattı.

Yüzümü kendi kapıma çevirip anahtarı yeniden kilide sokarken sessizce gülüyordum.

Menopoz öncesi hormonlarıyla savaşıyor olduğunu en iyi ben anlardım ama benden saklanabildiğini düşünüyordu. Oğuz’la birkaç kez o buraya gelip giderken karşılaşmışlardı ve Leman Hanım’ın aralarındaki on yaştan hayli fazla olan farkı pek umursadığını sanmıyordum.

Gülmekten sarsılarak da olsa eve girmeyi başardığımda anahtarı girişteki konsola atar atmaz kendimi hızla duşa yönelttim.

Duştan çıktığımda uyumayı planlıyor olsam da su çoktan beni ayıltmış, uykuya ihtiyacım olmasına rağmen uyumama engel olmuştu.

Evdeki sessizliğe yıllardır aşinaydım. Yine de bazen, özellikle de vaktimi nasıl geçireceğimi bilemediğim anlarda, evin bir köşesinde kendimden başka bir nefesin varlığını aradığım oluyordu.

Fazla derin düşüncelere dalmadan aklıma ilk eseni yapmaya karar vererek geçen haftalarda yarım bıraktığım bir kitabı alıp salonun en ucuna yerleştirdiğim salıncaktan bozma koltuğuma oturdum.

Kitabın sonuna gelene dek yerimden kalkmamam, öğrencilik yıllarımdan kalma artışını artık kontrol edemediğim odak süremle ilgiliydi.

Uzun zamandır bitirmeye vakit bulamadığım kitabın bitmiş olmasına sevinmek yerine, yapabileceğim bir şey kalmamış olmasına üzülmüştüm.

Saatin henüz yeni öğlen oluşu nedeniyle kendime oyalanacak yeni bir iş bulmam gerektiğini biliyordum.

Dışarı çıkma fikri üzerinde düşündüğüm sırada telefonumun çalmasıyla dikkatim dağıldı. Ayaklanıp orta sehpaya bıraktığım telefonuma doğru ilerledim. Ekranda görmeyi beklediğim arama, hastaneden gelenlerden biriydi.

Birkaç saniye öylece ekrana baktım. Biraz daha bekleyip aramanın sonlanmasını ve görmezlikten gelmeyi de bir seçenek haline getirsem de telefonuma sık düşmeyen aramanın sebebini merak ediyordum.

Yanıtladıktan sonra telefonu kulağıma doğru yasladım. “Alo?” dedim sadece.

“Seray, hastanede miydin?” diye soruşunun aramasını geç açmamdan yaptığı bir çıkarım olduğunu düşünüyordum. Ondan gelen bir aramayı açmak için önce kendimce biraz beklemem gerektiğini, açmamayı da hatırı sayılır bir seçenek haline getirdiğimi bilmiyordu; işin özü bilmemek işine geliyordu.

“Hayır, evdeyim.” diyerek saklanma ihtiyacı hissetmeden konuştum. “Bir şey mi oldu?”

“Ben,” diye başladıktan sonra bir an duraksadı. “Nasılsın?”

Aramasına neden olan konuya paldır küldür girmemeye son anda karar vermiş gibiydi. Samimi durmayan sorusunu yanıtlarken en az onun kadar zorundalıkla hareket ediyordum. “İyiyim,” dedim bu kez yalan söylemeyi seçerek. Kötü olup olmamamın onda bir şey ifade etmediğini bile bile oturup nasıl hissedeceğimi anlatacak halim yoktu zaten.

Telefonun diğer ucundan gelen ses, anneme aitti. Ayda yılda bir duyuyor olsam da, sesini unutmam mümkün değildi. Yaşadığım neredeyse otuz yıla dayanan ömrün tam yarısı kadar zaman boyunca tüm dünyam ondan ibaretti. İnsan her ne yaşanırsa yaşansın öyle bir anda ömrünün yarısını silip atamıyordu.

“Sen nasılsın?” diye ekledim birkaç saniyelik bekleme süremin ardından.

“İyiyim ben de,” dedikten sonra artık konuşacak konularımız bitmişti. Bir an önce asıl derdini anlatmasını ve konuşmayı sonlandırmayı istiyordum.

Hiçbir zaman birbirleriyle her şeyi paylaşan anne-kız ikililerinden biri olmamıştık, bunun çok anormal olmadığına kendimi inandırmaya çalıştığım çocukluğum artık son bulmaya yüz tutmuşken annem bizim paylaştığımız en büyük ve belki de tek parçayı da üzerinden atmıştı.

Soyadlarımız aynı olmayı bıraktığında, o kendisine yeni bir soyadı ve o soyadının getirisi olan yeni bir aile bulduğunda paylaşabileceğimiz ne maddi ne manevi hiçbir şey kalmamıştı.

“Seray,” dedi bir sonraki cümlesi için zaman kazanmaya çalıştığını belli ede ede adımı seslenirken. “Tuğçe’nin doğum günü bu Pazar.”

Telefonumu aldıktan sonra yerleştiğim koltuğa dikenlerin üzerine uzanmışım gibi kendimi sığdıramayıp yerimde kıpırdandım. “Öyle mi?” dedim anlamsız bir tepki vererek.

“Seni davet etmemi çok istedi, gelebilirsen eğer…”

Karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığını düşünmeden derin bir nefes aldım. “Üzgünüm,” dedim. Üzgündüm. “Çalışıyor olacağım, nöbetçiyim.” Değildim.

“Anladım,” dedi sesi kelimenin yarısında hafifçe çatlarken.

“Hediyesini yollarım, iletirsin. İyi ki doğmuş.”

“Teşekkür ederiz,” dediğinde artık konuşmanın devam etmesi için bir gereklilik kalmadığını düşündüm. Yine de konuşmayı bitirme yükünü ona bırakıp sessizliğimi korumakla yetindim.

“Tutmayayım ben seni daha fazla, dikkat et kendine.”

“Sen de,” dedikten sonra telefonu kulağımdan çekip ekranı kıracakmış gibi sert bir dokunuşla aramayı sonlandırdım. Masaya bıraktığım telefonumdan gözlerimi ayıramazken göğsüm şiddetle şişip yeniden sönüyordu.

Avuçlarımı yüzüme kapatarak öne doğru eğildim. Dirseklerimi dayadığım dizlerim az da olsa titriyor, yanaklarıma kapanan ellerim buz kesmiş halde tenimi yakıyordu.

“Kendime nasıl dikkat edeceğimi bile öğretmeden yalnızlığa ittin sen beni anne, şimdi böyle dilekler dilemek ve vicdanından kaçmak çok kolay değil mi?”

Hep yaptığım gibi kendi kendime içimi döktüm. Susmadan kendimle konuştum. Beni dinleyecek başka birini bulsam da bu huyum değişemeyecek kadar içime işlemişti.

Çalışıp çabalamış, hatta yeri geldiğinde sürünmüştüm ve bu şekilde kendi kendimi yaşatabilecek bir güce kavuşmuştum. Ancak o güç, sesini duyuracak kimseye sahip olmamanın eksikliğini kapatmaya yetmiyordu.

 

~

 

Üzerimdeki saten kumaşa sahip soluk yeşil gömleğin, sabah ütülü başka bir şey bulamadığımdan mecburen giydiğim mini siyah kumaş etekle birlikte beni dışarıdaki yağmurdan korumayacağını tahmin etmek zor değildi. Bu ikili yetmezmiş gibi ayağıma da ucu sivri ince topuklular geçirmiş ve bir nevi tüy dikmiştim.

Evden çıkarken hastanenin iki arka caddesinde önümde gerçekleşen araç hasarından başka bir şeye sebep olmasa da bütün yolu kilitleyen kazaya yakından şahit olacağımı tabii ki hesaplamamıştım. Yağmurun olmazsa olmazlarındandı bu kazalar gerçi.

Yolun açılmasının ne kadar süreceğini bilemediğimden az önce bulunduğum kattaki sekreterlere haber vermiş ve ilk randevumun ileri kayabileceğini belirtmiştim.

Dünün güneşli havasının aldatıcı olabileceğinden bahsederken bugün gerçekten sağanak yağmurla bütünleşmek hesaplarımda yoktu.

Arabayı sağa çekip hastaneye yürüyebilirdim belki ama gerçekten üzerimdekilerle oraya sırılsıklam varmam hiçbir anlam ifade etmeyecekti.

Yirmi dakikayı geçen bir sürenin sonunda, bu süre boyunca aklımı yitirecek kadar sıkılmış ve arabanın içinde boğulmuştum, yol açıldığında hızla hastaneye doğru sürdüm.

Otoparka vardığımda yağmurun biraz daha yavaşlamış olması bu sabah şansıma ilerleyen tek şeydi. Torpidoda duran küçük şemsiyemin içeri girene kadar beni büyük ölçüde korumasını umarak arabadan çantamı alıp indim.

Binaya girdiğimde ıslanan şemsiyemi kapatıp hızlı adımlarla asansöre yöneldim. Odama vardığımda kapının karşısındaki oturma alanında bekleyen, hasta kalabalığını gördüğüm için hafifçe gerilmiştim. Hepsinin beni beklemiyor olmasını umuyordum.

“Günaydın hocam!” diyerek hava şartları ve saat gibi herhangi bir faktör fark etmeksizin neşesini yitirmemesine halen alışamadığım Ceylin’e baktım.

Hastanede her branşın sekreteri ayrıydı, Ceylin de benim ve diğer jinekoloğumuz olan Volkan Bey’in büyük ölçüde işini kolaylaştıran yardımcımızdı.

“Günaydın Ceylin, beş dakikaya içeri alabilirsin ilk hastayı. İçeriye bir göz atayım ben.”

“Tamamdır Seray hocam.”

Odama geçip kapıyı kapattıktan sonra küçük kontrollerimi yapmış ve bir sorun olmadığına kanaat getirerek üzerime önlüğümü geçirmiştim.

Bu sırada Ceylin’e söylediğim beş dakika dolmuş olacak ki, kapım çalınmış ve içeriye bir süredir takibini yapıyor olduğum tanıdık yüzlerden biri girmişti.

Hastalarım dışında pek kimsenin görmesine gerek duymadığım büyük gülümsememle içeriye girmesi için onay verdiğimde yoğun geçeceğini bildiğim günüm de böylece başlamıştı.

Öğlene kadar odam bir an bile boş kalmamış, bulduğum küçük boşluklarda da yatışta olan hastalarıma küçük ziyaretlerle zamanımı tüketmiştim.

Midem artık açlık alarmlarının sesini iyice yükseltmişken kapım tek bir kez sertçe tıklandı, ardından içeriye yalnızca bir kafa uzandı.

“Yemeğe çıkmıyor muyuz? Hadi.”

Oğuz’un içeri girmekle bile zaman kaybetmemesine bakılırsa en az benim kadar açtı.

“Geldim,” diyerek ayaklandım. “Dışarı çıkmıyoruz değil mi, çok yağıyor?”

“Aşağıda yeriz diye düşündüm ben de, git gel yapmayalım.”

Telefonumu alıp önlüğümün cebine attım. Yanıma başka bir şey alma gereği duymadan Oğuz’a doğru ilerledim.

“Yoğun muydun sabah?” diye sorduğu sırada odamdan çıkmış, asansöre doğru yürümeye başlamıştık.

“Fazlasıyla hem de, sabah kazaya takılınca geciktim randevular yarımşar saat kaydı.”

Yüzünü buruşturdu. “Sen en azından gelebilmişsin, Sibel direkt gelemedi onun hastalarını da ben aldım öğleden önce.”

Aklıma gelen durumla birlikte bir an kendimi tutamayıp güldüm. Sibel’den bahsedince Leman Hanım’ı hatırlamıştım.

“Ne sırıtıyorsun sen?”

“Hiç,” dedim omuz silkerek. Komşumu rezil etmeyecektim, gerçi Oğuz’un bir sonraki ziyaretinde onsuzluğa dayanamayıp kendisini üzerine atarsa durum zaten açığa çıkacak gibiydi.

“Hiçe benzemiyor ama neyse bakalım, açlıktan ağzım çöl oldu şu an enerjim yok.”

“Kahvaltısız mı geldin?”

Biz havadan sudan sohbet ediyorken asansör çoktan durmuştu. Vita’nın büyük bir kısmı hastaneydi, ancak sağında kalan azımsanamayacak bir kısmı da yan yana dizili birden fazla restoran ve kafeyi içinde barındırıyordu.

Abartıyı da, kendilerine ait olanı bolca süslemeyi de seven Avcıoğlu ailesi için şaşırtıcı bir girişim değildi. Hastaneyle ilgisi olmayan, yakınlardaki ofislerde çalışanların da özellikle öğlenleri uğradığı ve kolay kolay boş kalmayan mekânlar fazlasıyla iş yapıyordu.

Bir ay öncesine dek bu aileyi andığımda yalnızca hastanenin sahibi olduklarını hatırlıyor ve biraz sonrasında hayatıma geri dönüyordum. Ancak geçtiğimiz bir ay boyunca bana yüklenen yeni güncellemeyle her seferinde Cevahir Avcıoğlu’nun hastanenin her köşesine dokunmaya çalışan değişimlere imza atmaya çalışmasını anmadan geçemiyordum.

Doktorları topladığı toplantılarından birinde, hastalarla ilgili sorunlar bitmiş de tükenmiş gibi restoranlarla ilgili fikir sormaya başladığı toplantıyı dün gibi hatırlıyordum. Ağzımı şaşkınlıkla açık bıraktığı ilk toplantıydı ancak kesinlikle son değildi.

İyi insan lafının üstüne gelir yerine ‘iti an…’ ile başlayan atasözünü kullanmayı tercih edeceğim sahne gerçekleştiğinde aniden danışmada duran kalabalığı ve o kalabalığın arasında -tam merkezde- duran bedeni gördüm.

“Ne oluyor orada?” diye soran Oğuz’a verecek bir cevabım yoktu.

“Robot Avcıoğlu’na sorsana, eminim seve seve cevaplar.”

Oğuz yanaklarını şişirdi, bunu yüksek sesle gülmemek için yaptığını biliyordum.

“Yürü Seray, yürü. On metre yakınında olduğunda sinirlerin tepene tırmanıyor direkt, şu adama laf sokmadan geçirdiğin bir günün var mı son bir aydır?”

Omuz silktim. “İzin günlerimde aklıma gelmiyor, sayılır mı?”

Bana başka bir şey söylemeden bedenimi genelde yemek yemeyi seçtiğimiz restoranın bulunduğu yöne doğru ilerletmeye başladı. Adımlarımı ona uydururken kulağımıza aynı anda çalınan sesle birlikte yine aynı anda durduk.

“Seray hocam!” diyerek yüksek bir sesle birlikte hızla bize doğru yaklaşan güvenlik görevlisine kaşlarım havalanarak merakla baktım.

“Dinliyorum,”

“Cevahir Bey sizi bekliyor, ileriden seslendiğimde duymadınız kusura bakmayın korkuttuysam.”

Güvenliğe doğru döndüğümüz sırada Oğuz bir avucunu sırtıma doğru yaslamıştı. Benden küçük olduğunu tahmin ettiğim güvenlik görevlisi söyleyeceklerini tamamladığında ise parmaklarıyla hafifçe sırtımı okşadı. Bu, ters bir tepki vermeme engel olmak için kurduğu bir tuzaktı.

“Ne için?” dedim bakışlarımı bir anlığına adamın gerisine doğru kaydırıp hâlâ biraz önceki kalabalığın arasında olan Cevahir Avcıoğlu’na değdirirken. “Yemek yemek üzereydim, acil miymiş?”

“Bilmiyorum hocam,” diyen adam gerilmiş görünüyordu. Derin bir nefes aldım. Adamın Cevahir’in -karşısında ona saygı duymak zorunda olup ‘bey’ demek yeterince can sıkıcıydı, içimden demeye hiç girişmemiştim- isteğini sorgulayıp nedenini araştırmadığını tahmin ediyordum.

“Tamam,” dedim. “Geliyorum şimdi, teşekkürler.”

“Ben teşekkür ederim Seray hocam, iyi günler.”

Güvenlik yanımızdan uzaklaşırken başımı omuzumun üzerinden Oğuz’a çevirdim.

“Vedalaşalım mı? Beni kovmaya karar verdi sonunda sanırım…”

Alayla konuştuğumda Oğuz ters ters yüzüme baktı. “Boş konuşma, geleyim mi ben de?”

“Gerek yok, yemeğe geç sen. Uzun sürmemesini umuyorum, öğle aramı oturup Avcıoğlu’nu dinleyerek bitirmeyeceğim. Gelirim birazdan yanına.”

İtiraz etse de benim her şekilde canımın istediğini yapacağımı bildiğinden kendisini yormadı.

“Mümkünse az gerginlik yaratmayı dene,” diyerek öğüdünü de verdikten sonra Oğuz gitmekte olduğumuz yöne doğru devam edip yürümeye başladı.

Önlüğümün cebine koyduğum ellerim ve parlak fayans zemini ince darbelerle ezip yankılar bırakan topuklularımla kendimden emin bir biçimde danışmaya doğru ilerledim.

Cevahir’in etrafındaki kişi sayısının azaldığını yürüdüğüm sırada fark ettim. Herkesin öğle yemeği için yerinden ayrılmaya başladığını varsayıyordum.

Günün şanslısı belli ki ben olmuştum. İnsancıl bir biçimde yemek yemek yerine parlak fikirlerini paylaşmayı tercih ettiği için onu dinleyecektim sanırım. Ya da gerçekten kovulmak üzere de olabilirdim, dünkü toplantıyı kaçırmam ismimin üstünü çizmesine sebep olmuş olabilirdi.

Önünde durduğu yüksek ve uzun masaya yaklaştığımda topuk seslerim gelişimi fazlasıyla belli etmiş olacak ki onu ve yanındaki birkaç kişiyi bana doğru döndürmüştü.

“Anlaştık diye düşünüyorum,” derken sesi böyle düşünmediğini ama durumun eninde sonunda bu olacağını bağırır şekilde dolmuştu kulağıma.

Olumlu birkaç yanıtın ardından, hastanenin yoğun beyaz aydınlığından payını alarak daha belirgin görünen kahverengi irisler yüzümü buldu.

“Odamda konuşalım, Seray Hanım.”

Etraftakilerin konu onlardan sıyrılır sıyrılmaz ortadan kayboluşu aslında benim karşımdaki adam hakkında hiç de haksız yargılarda bulunmuyor olduğumun kanıtıydı. Geldiğinden beri herkesin üzerinde dayanılması güç bir baskı kuruyordu ve sesi çıkan üç beş kişiden biri bendim. Oğuz da dahil birçok kişiden yaptığımın saçma olduğuna dair dönüt almış ve almaya devam ediyor olsam bile doğru bildiğimi yapmayı sürdürecektim.

“Acil bir konu mu?” diye sordum dayanamayarak. Acıkmıştım, acil değilse yemeğimi yiyip yanına gitsem olmaz mıydı?

“Acil olup olmadığına birlikte karar verelim istiyorum.”

Sesinde daha önce pek farklı bir şey duyduğum olmamıştı. Emirler yağdıran, kendisine çıkar sağlayacak fikirleri sorgular gibi yapan ya da sinirle sertleşen tınıları dışında bir şey bilmiyordum ona dair.

Oysa az önce kurduğu cümle bu üç kategoriye de giremeyecek kadar farklıydı.

“Anlayamadım,” diye mırıldandım. Karar mercii hep kendisiydi, ortak karar vereceğimiz bir konu mu vardı?

Bakışları etrafta kısa bir an gezindi. Yanımızda, özellikle yakın çemberimizde hiç kimse yoktu. Sanırım kontrol ettiği de buydu. Kimsenin olmadığını gördüğünde bir adım öne doğru gelerek aramızdaki mesafeyi biraz da olsa aştı.

Boyunun 1.90’ı geçkin olduğunu düşünüyordum. Aslında bu benim 1.60’ı zor geçen boyumla insanları olduğundan uzun görmemle de ilgili olabilirdi. Tutup kendisine soramayacağım için yakın durduğumuz anların birçoğunda sinirimi bozan boyu her zaman benim için bilinmez kalmaya devam edecekti.

Aramızda benim iki, onunsa bir adımda kapatabileceği bir mesafe kalmışken başını hafifçe eğdi. Ben zaten başımı ona bakabilmek için refleksle geriye doğru atalı birkaç saniye oluyordu.

“Anlatacağım,” dedi sakin ve düz bir sesle. “Tek tek her şeyden bahsedeceğim.”

Merakım ve artık biraz da endişem artarak büyümeye başlamışken şu an ne yaşadığımı sorguluyordum.

“Odaya çıkana kadar bekleyemeyeceksiniz anladığım kadarıyla,” dediğinde gözlerimi olabildiğince az kırpmaya çalışarak dikkatle ona bakıyordum. “İlk kısımla başlayalım o halde.”

Beklentiyle, devam etmesi için gözlerinin içine içine baktım. Ondan korkmuyordum; üzerimde herhangi bir şekilde baskı kurabileceğini sanıyorsa yanıldığını seve seve kanıtlardım.

Sırlar,” dedi birden. Altı harf, iki hece birden bire kulaklarıma dolmuş ve aynı anda kulaklarımda bir uğultu yaratmıştı. “Etrafımızdaki duvarlar tüm sırları saklayacak kadar kalın ve sağlam mı sizce, Seray Hanım?”

Cevahir Avcıoğlu’nun çıkarlarını her şeyin önünde tutan bir adam olduğunu geçtiğimiz haftalarda çok iyi kavramıştım. Adına bencillik mi derdiniz, iş bitiricilik olarak adlandırıp süsleyerek iyi bir şeye mi benzetirdiniz… Bu size kalmıştı; ancak o şüphesiz çıkarcı bir adamdı.

Benim yaş tahtaya basışım da tam olarak bu şekilde, bahsettiği sırlarla birlikte elimi kolumu bağlayarak beni çıkarları için savaşacak bir ere dönüştürdüğünde gerçekleşmişti.

 

~~~

Yorumlar

  1. Yeni bölüm gelene kadar üçüncü kez baştan okumaya karar verdim…🫀

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm