Gözyaşı Kadehleri 1.Bölüm
1.BÖLÜM
Hoş geldiniz…
İyi okumalar!
~~~
Saniyelerin aynı
anda bir ömrün sonunu ve diğer bir ömrün başlangıcını kucaklayabileceğinin farkına
varalı çok oluyordu.
Biraz önce
dünyaya duyurduğu ilk çığlıkları kulağıma çalınan minik bedenin sesi ruhuma
ferah bir nefes üflenmiş gibi beni hafifletmişken, iki yana açılan sensörlü
kapının ardından yükselen bir başka çığlıkla birlikte o geçici hafiflemeden
hızla sıyrıldım.
Alış artık diye sızlanan ve içimde bir yerlerde can bulan
sesi duymazlıktan gelerek adımlarımı yavaşlattım. Alışamıyordum.
Çıktığım kapı
kapandığında etrafımda küçük bir çember haline gelen hatırı sayılır kalabalığın
yüzündeki endişeye sarılı merak artık ezbere bildiğim görüntülerdendi.
“Her şey yolunda
mı?” diye soran, sesi görünüşündeki korkutucu iriliğin aksine titrek çıkan
adamın daha fazla kendisini yormasına müsaade etmeden dudaklarımı araladım.
“Her şey
yolunda,” dedim yüzümdeki ölçülü gülümsemeyle. “Bebeğiniz sizinle tanışmak için
gayet aceleciydi, eşinizi de bizi de yormadı. İkisi de iyiler, birazdan odaya
alınacaklar.”
Ben konuşmaya
devam ettikçe adamın yüzündeki endişe siliniyor, yerini heyecana bırakıyordu.
Aileler ve arkadaşlardan oluştuğu belli olan kalabalıktan tatlı kıkırtılar,
kısık şükürler duyuldu.
“Teşekkür
ederiz,” diyerek heyecandan dili tutulan baba adayı yerine konuşma görevini
üstlenen orta yaşlardaki kadına doğru döndüm. Başımı hafifçe salladım. “Odaya babamız
dışında şimdilik çok kalabalık girmesin, ben tekrar ziyaretinize geleceğim.”
Anlayışla
onayladıklarında yanlarından ayrılarak asansörlerin bulunduğu kısma doğru
ilerledim. Bu sırada bakışlarım istemsizce koridorun diğer ucuna,
ameliyathanelerin diğer çıkışına doğru kaydı. Kapıdan çıktığımda duyduğum
çığlıkların ne söylediğini anlamak için kelimeleri tek tek algılamaya ihtiyaç
yoktu.
Her zerresinden
acı akan çığlıklar, ne için döküldüklerini çok iyi anlatıyordu.
Biraz önce
ellerimde bir nefes dünyayla tanışmıştı. Aynı dakikalarda, birkaç oda yanımda
ise başka bir nefes dünyayla vedalaşmıştı.
Asansörün çağırma
tuşuna bastığım sırada yanıma doğru yaklaşan adım sesleri eşliğinde başımı
oraya doğru çevirdim.
Yüzündeki hiçbir
şey anlatmayan ifadeye rağmen kendini kasışından halini belli eden Oğuz’a kısa
bir bakış atıp direkt önüme döndüm.
Asansörün
kapıları aralandığında önden geçmem için bekledi. Oyalanmadan boş asansöre
bindim. Oğuz içeri girdiğinde ben çoktan giriş kata ait tuşa basmıştım. Uzanıp
başka bir yere dokunmadığında onun da yönünün aynı olduğunu anlamıştım. İneceğimiz
kata kadar ikimizden de tek kelime dökülmedi. Onu tanıyor olmam, sessizliğimin
sebebiydi ve yine onu tanıyor oluşum nedeniyle sessizliğini hiç
garipsememiştim.
Benim giriş kata iniş
sebebim, izin günümde hastalarımdan birinin doğumunun başlamasıyla apar topar
geldiğim hastanede girişte öylece bıraktığım arabamın akıbetini öğrenmekti.
Anahtarı kime verdiğimi bile hatırlamıyordum. Evden çıktığımda takıldığım
trafik yeterince vaktimi almıştı zaten.
Oğuz’un
asansörden inince çıkışa doğru yönelmesi hava almaya çalışacağının işaretiydi.
Ben de danışmaya uğrayıp güvenliklerden birinin arabamı otoparka aldığını
öğrenir öğrenmez yönümü çıkışa çevirmiştim.
Mart ayının
onuncu günündeydik. İstanbul için fazlasıyla belirsiz bir aydı Mart. Bugün
güneş kendisini göstermeye ve biraz baharın geldiğini hissettirmeye karar
vermişti. Yarın sağanak bir yağmurla baş başa kalmayacağımızın garantisi yoktu
gerçi.
Sınırları içinde
bulunduğumuz Vita ya da tam adıyla
Özel Vita Hastanesi, konumu ve alımlı görünüşüyle dışarıya kimi zaman otelmiş
gibi yansıyor olsa da bulunduğumuz şehrin adı duyulmuş hastanelerinden biriydi.
Ne tıbbi ne de idari kadrosunda rastlayabileceğiniz hiçbir eksik yoktu.
Bahçenin büyüklüğü,
Oğuz’un ilerlediği yan yana dizili geniş oturma alanlarına yürüme süremi
uzatmıştı.
Oturduğu yere
vardığımda yanındaki boşluğa sindim sakince. Onun yaptığı gibi tam karşıya
bakarken konuşma ya da konuşmama ikileminde tercihi ona bıraktım.
“Yıllarca,” diye
başladığında ona fark ettirmemeye çalışarak nefeslendim. “Yıllarca bize o
masada uzanan bedenlere sadece hasta gözüyle bakmamızı öğütleyip durdular.”
Hayatlarını ellerinizde tutuyor olduğunuz
bedenler; bir çocuk, bir yaşlı, bir masum, bir suçlu değil. Onlar hakkında bir
şeyler biliyorsanız da, unutun.
Oğuz’un
söylediğine benzer bin ayrı ikaz duymuştum öğrenciliğim ve devamında
asistanlığım boyunca. Her hocamız buna benzer şeyler söylerdi. Ancak
uzmanlığımı yapmaya başlayalı dolan iki yılım, artık bir başka doktorun
asistanlığında seyircilikle değil; bizzat müdahaleyi yapan doktor olarak
bulunduğum anlar bana hocalarımızın aslında bunları söylerken kendilerinin her
zaman bunu uygulayamadıklarını öğretmişti.
“Ama o kapıdan çıktığımda
bana korku dolu gözlerle bakan çocuklara ‘anne-babalarının’ öldüğünü söylemek
ve aslında artık hayatlarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını haber vermekten
nefret ediyorum.”
Onu onaylamak
için herhangi bir ses çıkartmadım, kılımı dahi kıpırdatmadım. Aynı hisleri
paylaşıyor olduğumuzu çoktandır biliyorduk. Tekrar etmeye gerek duymamıştım.
“Ben ölüme
elçilik yapmak için değil, yaşamı sıkıca tutup kaybolmasına engel olmak için
doktor oldum.”
Küçük çocukların
doktor olmayı dileyip, birilerinin hayatını kurtarma aşkına her şahit olduğumda
kocaman gülümserdim. Doktorluk çocukluk hayaliyken yalnızca hayat kurtarmayı
kapsıyordu. Oysa buna hiç benzemeyen, hatta tam tersi olan ‘ölüm’e en yakın da
yine kendisiydi.
Gözlerimi bir
anlığına sıkıca kapatıp yalnızca hafif hafif esen rüzgârın esintisini duyabilir
halde kaldım. Oğuz son cümlesinin ardından susmuş, başka hiçbir şey
söylememişti.
Oğuz Akman,
Vita’nın genç cerrahlarından biriydi. Köklü bir özel hastane oluşuna rağmen
bünyesinde tecrübeli profesörler olduğu kadar gençleri de barındırıyordu Vita.
Oğuz’la olan
tanışıklığımız ise buradan fazlaca geriye dayanıyordu. Aynı lisede, iki dönem
arayla okumuştuk. Lisede yakın olduğumuzu söyleyemezdim, sonrasında da tek
kelime etmişliğimiz yoktu yıllarca. Ancak iki sene önce, uzmanlığımı alır almaz
geldiğim hastanede çoktan çalışmaya başlamış olan genel cerrahlardan birinin
Oğuz çıkması ise yollarımız yeniden kesişmişti.
Lisede iletişim
kursak bu halde olur muyduk, bilmiyordum. Ancak bugün bulunduğumuz konumdan
memnundum.
Dün gece, ertesi
günün tatil oluşuna kanarak oldukça geç yatışım ve sabahın erken saatlerinde de
gelen telefonla kendimi hastanede buluşum nedeniyle uykusuzluğum kendini
göstererek ağzımın koca bir esnemeyle açılmasına yol açtı. Elimin tersini
ağzıma kapatarak esnememin sonlanmasını bekledim.
“Kaçta uyudun
sen?”
“Hatırlamıyorum,”
dedim açıkça.
Oğuz başını
omuzunun üzerinden çevirip bana baktı. “Yani güneşi doğurttun ve öyle uyudun,
anladım.”
Hafifçe güldüm.
“Genelde güneşi değil, hastalarımı doğurtuyorum Oğuz hocam. Bir yanlışınız
var.”
Şaka yapmaya
alışkın bir bünyem yoktu. Oğuz’un yüzündeki buruşma da bana bunu bir kez daha
hatırlatmıştı. Pekâlâ, denemiştim işte en azından.
“Mümkünse bu
şakaları doğum sırasında yapma, dünyaya gözlerini yeni açan o küçük bedenlere
ağır gelmesin.”
Omuz silktim.
“Çığlık çığlığa bağırırken beni duymuyorlar zaten.”
Gülerken geriye
doğru yaslandı. Aklını biraz da olsa dağıtabilmiş olmaktan memnundum. Ki zaten
uzun bir süre aklımızın olumsuz bir şeylere odaklı olmasına müsaade veren bir
işe sahip değildik. Eninde sonunda toparlanıp, bir başkasına el uzatmak üzere
kendine gelmesi gerekiyordu.
Beş dakikadan
kısa bir zaman sonra Oğuz cebindeki çağrı cihazından gelen uyarıyla birlikte
hastalarından birinin yanına uğramak üzere ayaklandığında toparlanma hızına
dair söylediklerim konusunda beni haklı çıkartmıştı.
Yerimde kalıp
temiz hava almak her ne kadar cazip görünse de ziyaret edeceğim bir anne-bebek
ikilisi olduğunu aklımdan çıkartmadan ben de yerimden kalktım.
Onların yanına
uğramış, kısa bir süreyi sordukları sorulara yanıt vermek ve kendi
söyleyeceklerimi aktarmakla geçirdikten sonra yanlarından ayrılmıştım.
Eşyalarımı doğuma girmeden önce asistanlardan biriyle odama yollatmış olduğum
için oyalanmadan kendimi odama attım.
Yorgunlukla
odamdaki koltuğa çöküp kaldığım dakikaların sonunda zar zor yerimden kalkıp
üzerimdeki kıyafetlerden kurtuldum. Gelirken aceleyle giydiğim siyah bir tayt
ve üstündeki bol sweatshirtle 29 yaşındaki bir doktoru değil, kahve içmek için
arkadaşlarıyla buluşacak olan ama hazırlanmaya hevesi kalmamış bir liseliyi
canlandırıyordum şu anda.
Kendi halime
gülerek odamdan çıktım. Acil bir şey olursa yine aranacaktım. Burada bekleyip
durmamın bir anlamı yoktu. Yarın sabah kontrole gelen hastalarımın karşısına
gözleri kanlanmış bir canavar olarak çıkmak istemiyordum.
Eve gidip uyuma
fikri şimdiden içimi ısıtmaya başlamışken gözümü ağrıtan beyaz ve fazla
aydınlık ortamdan kaçınmak için gözlerime siyah büyük çerçeveli güneş
gözlüklerini geçirmiştim odadan ayrılmadan önce. Her ihtimale karşı odamın
çekmecesinde bir dolu eşyanın yedeği vardı. Fazla tedbirli olmak bazen
gerçekten işe yarar oluyordu.
Saatin dokuza
yeni yaklaşıyor olmasıyla birlikte dolmaya başlayan koridorda kontrol sırası
bekleyen hastaların yanından sıyrılıp asansöre doğru yürümeye başladım. Oğuz’u
tekrar yakalamak için beklemeyi bir an düşünmüştüm ama muhtemelen bunu
başaramazdım. Yoğun günlerinden birindeydik.
Oğuz’u düşünürken
asansöre bindiğimin ve hiçbir tuşa basmadan saf saf beklediğimin farkına
varamamıştım. Asansör birden hareket etmeye başladığında hasta selinden
nasiplendiğimi ve kesinlikle üst katlardan birine doğru çekildiğimi
düşünüyordum.
Düşüncelerim
asansörün 10.kata varmasıyla aynı anda hem doğrulanmış, hem de doğrulanamamıştı
aslında.
Üst katlara
çekilmiştim, evet; ancak bu kat hastaların işi düşmeyen idare katıydı.
Asansörün
kapıları aralandığında karşımda kimi bulacağımı bilmiyordum. Belli başlı
kişiler haricinde herkesi tanıdığım da söylenemezdi zaten.
Ama kapılar
açılıp karşımda birini gördüğüm anda, gelişebilecek senaryoların en kötüsünün
gerçekleştiğine şahit olmak zorunda kalmıştım.
Gözümdeki güneş
gözlükleri ne kadar saklayabiliyordu hislerimi, belirsizdi. Kapılar açılır
açılmaz görüp tanıdığım yüze her hücrem ayaklanarak sinir kusmaya başlamışken
gözlüklerin gözümde oluşu gerçekten bir şanstı. Gözlerime de yansıdığından emin
olduğum sinirin karşımdaki bedenden saklanabilmesine yardımcı olan bir şans...
“Günaydın,” diye
mırıldandım tadımın kaçışı sesimde hiçbir şekilde hissedilemezken.
Asansöre bindiği
sırada başını hafifçe eğerek selam alır gibi yapmakla yetinmişti. Dudaklarını
kıpırdatıp karşılık verse, erirdi çünkü.
Vita, öylece
ünlenmiş bir hastane değildi. Onu en başında ünlü kılan, ait olduğu ailenin
ülke çapındaki ses getirir tanınmışlığıydı.
Sahip oldukları
varlıkların hastaneyle sınırlı olduğu söylemenin komik olacağı, ancak şüphesiz
en değer verdikleri varlıklarından biri olan Vita; Avcıoğlu ailesinin gözbebeğiydi.
Az önce asansöre
binmiş, kapılar kapandığında yapacağım yolculuğa eşlik edecek olan beden ise
Vita’nın yeni beyniydi.
Son bir ayı bana
-ve beraberinde fikirlerimin örtüştüğü birçok meslektaşıma- zehir eden adam, Cevahir Avcıoğlu’ydu.
Vita’nın genel
idaresinin Avcıoğlu soyadlı birinde olmaması garip olurdu, bugüne dek de hiçbir
zaman bu yaşanmamıştı zaten. Hepimiz bu duruma aşinaydık. Bu konu hiç tartışma
haline gelmemişti. Çünkü daha önce
hastane yönetimi bir idari makineye bırakılmamıştı.
Yanlış ifade
etmiyordum. Bedeni hemen yanımda, benim dönük olduğum şekilde asansör kapısına
dönük olan adam bir makineden ibaretti. Bir hastanenin değil yönetimine,
kapısındaki güvenlik görevine ya da tesisatçılığına dahi elini sürmemesi
gerekiyordu.
“Hastanede
olmadığınız için toplantıya katılamadığınız söylendi, görüyorum ki durum bu
değil.”
Bindikten sonra
giriş kata ait tuşa basmıştı. Dolayısıyla ben de başka bir yere dokunmadan
beklemiştim. Henüz iki kat inebilmişken sesini duyduğumda ise gerginliğim sabit
bir noktada kalamayıp yukarı tırmanmaya başlamıştı.
“Neredeyse her
sabah anlamsızca yaptığınız toplantılardan birini kaçırmak istemezdim,” dedim
gözlerimi kapıdan ayırmadan. “Ancak izin günümdeyim.”
“Hastanedesiniz, Seray Hanım.”
Ruhu çekilmiş,
belli başlı hareketlere kodlanmış bir hücre yığınıydı. Arkamızdaki aynaya deve
ile cüce gibi yansıdığımızı biliyordum. Bu nedenle ona bakmamakta ısrarcıydım.
Bakışlarım üzerine çevrildiğinde her seferinde cüssesinin verdiği ezici
üstünlüğü ele geçirmesine izin vermiş gibi hissediyordum.
“Evet,” dedim.
“Dünyaya gelmek için sabırsız bir bebek vardı, onun için hastanedeyim.
Toplantınız bundan daha önemli miydi?”
Sessiz kaldı. Bu
sessizliğin beni haklı bulduğundan değil, konuşup kendisini yormaya gerek
duymadığından gerçekleştiğini bilecek kadar uzun bir ay geçirmiştim kendisiyle.
Bu nedenle sessizliği rahatlamama değil, sinirlerimin bozulmasına yol açtı.
Konuşup durarak
ona derdimi anlatmak için çırpınır bir hale bürünmek yerine asansör giriş kata
varana dek susuşuna ortak oldum.
Asansörün
kapıları nihayet açıldığında dışarı fazla yansımamasına dikkat ettiğim derin
bir nefes eşliğinde öne doğru ilk adımlayan ben oldum. Otoparka geçmek için ana
girişi değil, yanda kalan kapıyı kullanmak için hareketlendiğimde önünden
geçmek zorunda olduğum danışma masasındaki hareketlilik gözlüklerimin ardına
saklanarak göz devirmeme sebep olmuştu.
İçiniz ruhtan
yoksun bir makine de olsa, dışınız ilgi çekiciyse kimse olumsuz olan detayı
umursamıyordu. Muhtemelen birkaç adım arkamda, benimle aynı yönde ilerliyor
olan Cevahir Avcıoğlu’nun etraftaki içli bakışları üzerinde toplayışı bunun en
büyük canlı örneğiydi.
Adımlarımı
hızlandırıp bir an önce otoparka varmak için acele ettim. Tüm doktorların ve
personelin geliş saati geçeli çok oluyordu, hastaların kullanmadığı bize
ayrılan otoparkın iğne atsan yere düşmez hali de bundandı. Gözlüklerimi saçımın
tepesine doğru itip etrafı daha belirgin görür hale geldim. Arabamı görebilmek
için etrafa kısaca baktığımda çıkışa yakın köşede durduğunu fark ettim.
En rahat yere
park etmiş oluşundan dolayı kim olduğunu bilmesem de güvenliğe içimden bolca
teşekkür etmiştim. Yakın bir zamanda yıkanması gerektiğini haykıran, beyazlığı
hafifçe örtülmüş arabama binmeden önce, istemsizce arkama dönmüş ve bakışlarımı
otoparkta çok kısa bir an dolaştırmıştım.
İki sıra sağda,
diğer arabaların üzerinde kurduğu pahada üstünlük gayet belirgin olan siyah
aracın önünde duran kişiyle gözlerim uzaktan da olsa çarpıştığında beklemeden
önüme dönerek arabama bindim.
Bu birkaç
saniyeden ibaret bakışmanın bana getireceği sürprizlerden o an için
habersizdim. Haberdar olmakta gecikmeyecek, ancak sindirebilmek ve
anlamlandırmakta fazlasıyla geç kalacaktım.
~
“Seraycığım…”
Anahtarımı henüz kilide
tam yerleştirememişken arkamdan gelen sesle birlikte yavaşça o yöne döndüm.
Karşı dairenin
kapısını aralık halde ve ona yaslanmış Leman Hanım’ı da hüzünlü bakışlarıyla
gördüğüme şaşırdığımı söyleyemezdim.
“Merhaba Leman
Hanım,” diyerek konuştuğumda başını salladı yorgunca. “Merhaba canım, merhaba.”
“Bir sorun mu
var?” dedim dayanamayarak.
“Benim ameliyat
yaram biraz sızlıyor da…”
Gözlerimi
kırpıştırdım. Bahsettiği ameliyat geçen hafta kapalı bir operasyonla aldırdığı
beni miydi?
Çok düşük bir
ihtimal olsa da bir haftanın sonunda herhangi bir sorun gelişmiş olabileceği
gerçeğine tutunarak ciddi kalmaya çalıştım. “Kontrol ettirin mutlaka, randevu
almadan hastaneye uğrayabilirsiniz.”
Dikkatimden
kaçması kolay olacak kadar hızlı bir an gözleri parıldadı ancak pür dikkat ona
baktığım için kaçırmamıştım bu detayı. Yeniden eski haline döndüğünde ben ne
çevirdiğini anlamaya çalışıyordum.
“İstediğim
doktora mı gideceğim peki?”
Uykusuzluğumla
savaşıyorken bir yandan da Leman Hanım’ın asla anlam içermeyen sorularıyla baş
etmek gerçekten zorluyordu beni şu an için.
“Haluk Bey’e
uğrayın, operasyonu gerçekleştiren plastik cerrahımız oydu.”
Oflayacak gibi
oldu. “Bu işleri genel cerrahlar yapmıyor mu, adı üstünde genel? Her şeye
bakıyorlardır diye düşünmüştüm.”
Ne zaman bu kadar
köşelendiğini bilmediğim jetonum düştüğünde dilimi sertçe ısırdım. Leman
Hanım’ın neden kontrol edilmek istediğini şimdi anlayabilmiştim.
“Oğuz bu şekilde
küçük işlemlerle ilgilenmiyor Leman Hanım, ancak Sibel Hanım’la görüşün bi’.”
dedim hastanedeki başka bir genel cerrahı anarak.
Gergin gergin
yüzüme baktı. “Neyse, ben hallederim.” dedikten sonra evine apar topar girip
kapıyı kapattı.
Yüzümü kendi
kapıma çevirip anahtarı yeniden kilide sokarken sessizce gülüyordum.
Menopoz öncesi
hormonlarıyla savaşıyor olduğunu en iyi ben anlardım ama benden
saklanabildiğini düşünüyordu. Oğuz’la birkaç kez o buraya gelip giderken
karşılaşmışlardı ve Leman Hanım’ın aralarındaki on yaştan hayli fazla olan farkı
pek umursadığını sanmıyordum.
Gülmekten
sarsılarak da olsa eve girmeyi başardığımda anahtarı girişteki konsola atar
atmaz kendimi hızla duşa yönelttim.
Duştan çıktığımda
uyumayı planlıyor olsam da su çoktan beni ayıltmış, uykuya ihtiyacım olmasına
rağmen uyumama engel olmuştu.
Evdeki sessizliğe
yıllardır aşinaydım. Yine de bazen, özellikle de vaktimi nasıl geçireceğimi
bilemediğim anlarda, evin bir köşesinde kendimden başka bir nefesin varlığını
aradığım oluyordu.
Fazla derin
düşüncelere dalmadan aklıma ilk eseni yapmaya karar vererek geçen haftalarda
yarım bıraktığım bir kitabı alıp salonun en ucuna yerleştirdiğim salıncaktan
bozma koltuğuma oturdum.
Kitabın sonuna
gelene dek yerimden kalkmamam, öğrencilik yıllarımdan kalma artışını artık
kontrol edemediğim odak süremle ilgiliydi.
Uzun zamandır
bitirmeye vakit bulamadığım kitabın bitmiş olmasına sevinmek yerine, yapabileceğim
bir şey kalmamış olmasına üzülmüştüm.
Saatin henüz yeni
öğlen oluşu nedeniyle kendime oyalanacak yeni bir iş bulmam gerektiğini
biliyordum.
Dışarı çıkma
fikri üzerinde düşündüğüm sırada telefonumun çalmasıyla dikkatim dağıldı.
Ayaklanıp orta sehpaya bıraktığım telefonuma doğru ilerledim. Ekranda görmeyi
beklediğim arama, hastaneden gelenlerden biriydi.
Birkaç saniye
öylece ekrana baktım. Biraz daha bekleyip aramanın sonlanmasını ve görmezlikten
gelmeyi de bir seçenek haline getirsem de telefonuma sık düşmeyen aramanın
sebebini merak ediyordum.
Yanıtladıktan
sonra telefonu kulağıma doğru yasladım. “Alo?” dedim sadece.
“Seray, hastanede
miydin?” diye soruşunun aramasını geç açmamdan yaptığı bir çıkarım olduğunu
düşünüyordum. Ondan gelen bir aramayı açmak için önce kendimce biraz beklemem
gerektiğini, açmamayı da hatırı sayılır bir seçenek haline getirdiğimi
bilmiyordu; işin özü bilmemek işine geliyordu.
“Hayır, evdeyim.”
diyerek saklanma ihtiyacı hissetmeden konuştum. “Bir şey mi oldu?”
“Ben,” diye
başladıktan sonra bir an duraksadı. “Nasılsın?”
Aramasına neden
olan konuya paldır küldür girmemeye son anda karar vermiş gibiydi. Samimi
durmayan sorusunu yanıtlarken en az onun kadar zorundalıkla hareket ediyordum.
“İyiyim,” dedim bu kez yalan söylemeyi seçerek. Kötü olup olmamamın onda bir
şey ifade etmediğini bile bile oturup nasıl hissedeceğimi anlatacak halim yoktu
zaten.
Telefonun diğer
ucundan gelen ses, anneme aitti. Ayda yılda bir duyuyor olsam da, sesini
unutmam mümkün değildi. Yaşadığım neredeyse otuz yıla dayanan ömrün tam yarısı
kadar zaman boyunca tüm dünyam ondan ibaretti. İnsan her ne yaşanırsa yaşansın
öyle bir anda ömrünün yarısını silip atamıyordu.
“Sen nasılsın?”
diye ekledim birkaç saniyelik bekleme süremin ardından.
“İyiyim ben de,”
dedikten sonra artık konuşacak konularımız bitmişti. Bir an önce asıl derdini
anlatmasını ve konuşmayı sonlandırmayı istiyordum.
Hiçbir zaman
birbirleriyle her şeyi paylaşan anne-kız ikililerinden biri olmamıştık, bunun
çok anormal olmadığına kendimi inandırmaya çalıştığım çocukluğum artık son
bulmaya yüz tutmuşken annem bizim paylaştığımız en büyük ve belki de tek
parçayı da üzerinden atmıştı.
Soyadlarımız aynı
olmayı bıraktığında, o kendisine yeni bir soyadı ve o soyadının getirisi olan
yeni bir aile bulduğunda paylaşabileceğimiz ne maddi ne manevi hiçbir şey
kalmamıştı.
“Seray,” dedi bir
sonraki cümlesi için zaman kazanmaya çalıştığını belli ede ede adımı
seslenirken. “Tuğçe’nin doğum günü bu Pazar.”
Telefonumu
aldıktan sonra yerleştiğim koltuğa dikenlerin üzerine uzanmışım gibi kendimi sığdıramayıp
yerimde kıpırdandım. “Öyle mi?” dedim anlamsız bir tepki vererek.
“Seni davet
etmemi çok istedi, gelebilirsen eğer…”
Karşı tarafa
ulaşıp ulaşmadığını düşünmeden derin bir nefes aldım. “Üzgünüm,” dedim. Üzgündüm. “Çalışıyor olacağım,
nöbetçiyim.” Değildim.
“Anladım,” dedi
sesi kelimenin yarısında hafifçe çatlarken.
“Hediyesini
yollarım, iletirsin. İyi ki doğmuş.”
“Teşekkür
ederiz,” dediğinde artık konuşmanın devam etmesi için bir gereklilik
kalmadığını düşündüm. Yine de konuşmayı bitirme yükünü ona bırakıp sessizliğimi
korumakla yetindim.
“Tutmayayım ben
seni daha fazla, dikkat et kendine.”
“Sen de,”
dedikten sonra telefonu kulağımdan çekip ekranı kıracakmış gibi sert bir
dokunuşla aramayı sonlandırdım. Masaya bıraktığım telefonumdan gözlerimi ayıramazken
göğsüm şiddetle şişip yeniden sönüyordu.
Avuçlarımı yüzüme
kapatarak öne doğru eğildim. Dirseklerimi dayadığım dizlerim az da olsa
titriyor, yanaklarıma kapanan ellerim buz kesmiş halde tenimi yakıyordu.
“Kendime nasıl dikkat edeceğimi bile öğretmeden
yalnızlığa ittin sen beni anne, şimdi böyle dilekler dilemek ve vicdanından
kaçmak çok kolay değil mi?”
Hep yaptığım gibi
kendi kendime içimi döktüm. Susmadan kendimle konuştum. Beni dinleyecek başka
birini bulsam da bu huyum değişemeyecek kadar içime işlemişti.
Çalışıp
çabalamış, hatta yeri geldiğinde sürünmüştüm ve bu şekilde kendi kendimi
yaşatabilecek bir güce kavuşmuştum. Ancak o güç, sesini duyuracak kimseye sahip
olmamanın eksikliğini kapatmaya yetmiyordu.
~
Üzerimdeki saten
kumaşa sahip soluk yeşil gömleğin, sabah ütülü başka bir şey bulamadığımdan
mecburen giydiğim mini siyah kumaş etekle birlikte beni dışarıdaki yağmurdan
korumayacağını tahmin etmek zor değildi. Bu ikili yetmezmiş gibi ayağıma da ucu
sivri ince topuklular geçirmiş ve bir nevi tüy dikmiştim.
Evden çıkarken
hastanenin iki arka caddesinde önümde gerçekleşen araç hasarından başka bir
şeye sebep olmasa da bütün yolu kilitleyen kazaya yakından şahit olacağımı
tabii ki hesaplamamıştım. Yağmurun olmazsa olmazlarındandı bu kazalar gerçi.
Yolun açılmasının
ne kadar süreceğini bilemediğimden az önce bulunduğum kattaki sekreterlere
haber vermiş ve ilk randevumun ileri kayabileceğini belirtmiştim.
Dünün güneşli
havasının aldatıcı olabileceğinden bahsederken bugün gerçekten sağanak yağmurla
bütünleşmek hesaplarımda yoktu.
Arabayı sağa çekip
hastaneye yürüyebilirdim belki ama gerçekten üzerimdekilerle oraya sırılsıklam
varmam hiçbir anlam ifade etmeyecekti.
Yirmi dakikayı
geçen bir sürenin sonunda, bu süre boyunca aklımı yitirecek kadar sıkılmış ve
arabanın içinde boğulmuştum, yol açıldığında hızla hastaneye doğru sürdüm.
Otoparka
vardığımda yağmurun biraz daha yavaşlamış olması bu sabah şansıma ilerleyen tek
şeydi. Torpidoda duran küçük şemsiyemin içeri girene kadar beni büyük ölçüde
korumasını umarak arabadan çantamı alıp indim.
Binaya girdiğimde
ıslanan şemsiyemi kapatıp hızlı adımlarla asansöre yöneldim. Odama vardığımda
kapının karşısındaki oturma alanında bekleyen, hasta kalabalığını gördüğüm için
hafifçe gerilmiştim. Hepsinin beni beklemiyor olmasını umuyordum.
“Günaydın hocam!”
diyerek hava şartları ve saat gibi herhangi bir faktör fark etmeksizin neşesini
yitirmemesine halen alışamadığım Ceylin’e baktım.
Hastanede her
branşın sekreteri ayrıydı, Ceylin de benim ve diğer jinekoloğumuz olan Volkan
Bey’in büyük ölçüde işini kolaylaştıran yardımcımızdı.
“Günaydın Ceylin,
beş dakikaya içeri alabilirsin ilk hastayı. İçeriye bir göz atayım ben.”
“Tamamdır Seray
hocam.”
Odama geçip
kapıyı kapattıktan sonra küçük kontrollerimi yapmış ve bir sorun olmadığına
kanaat getirerek üzerime önlüğümü geçirmiştim.
Bu sırada
Ceylin’e söylediğim beş dakika dolmuş olacak ki, kapım çalınmış ve içeriye bir
süredir takibini yapıyor olduğum tanıdık yüzlerden biri girmişti.
Hastalarım
dışında pek kimsenin görmesine gerek duymadığım büyük gülümsememle içeriye girmesi
için onay verdiğimde yoğun geçeceğini bildiğim günüm de böylece başlamıştı.
Öğlene kadar odam
bir an bile boş kalmamış, bulduğum küçük boşluklarda da yatışta olan
hastalarıma küçük ziyaretlerle zamanımı tüketmiştim.
Midem artık açlık
alarmlarının sesini iyice yükseltmişken kapım tek bir kez sertçe tıklandı,
ardından içeriye yalnızca bir kafa uzandı.
“Yemeğe çıkmıyor
muyuz? Hadi.”
Oğuz’un içeri
girmekle bile zaman kaybetmemesine bakılırsa en az benim kadar açtı.
“Geldim,” diyerek
ayaklandım. “Dışarı çıkmıyoruz değil mi, çok yağıyor?”
“Aşağıda yeriz
diye düşündüm ben de, git gel yapmayalım.”
Telefonumu alıp
önlüğümün cebine attım. Yanıma başka bir şey alma gereği duymadan Oğuz’a doğru
ilerledim.
“Yoğun muydun
sabah?” diye sorduğu sırada odamdan çıkmış, asansöre doğru yürümeye
başlamıştık.
“Fazlasıyla hem
de, sabah kazaya takılınca geciktim randevular yarımşar saat kaydı.”
Yüzünü
buruşturdu. “Sen en azından gelebilmişsin, Sibel direkt gelemedi onun
hastalarını da ben aldım öğleden önce.”
Aklıma gelen durumla
birlikte bir an kendimi tutamayıp güldüm. Sibel’den bahsedince Leman Hanım’ı
hatırlamıştım.
“Ne sırıtıyorsun
sen?”
“Hiç,” dedim omuz
silkerek. Komşumu rezil etmeyecektim, gerçi Oğuz’un bir sonraki ziyaretinde
onsuzluğa dayanamayıp kendisini üzerine atarsa durum zaten açığa çıkacak
gibiydi.
“Hiçe benzemiyor
ama neyse bakalım, açlıktan ağzım çöl oldu şu an enerjim yok.”
“Kahvaltısız mı
geldin?”
Biz havadan sudan
sohbet ediyorken asansör çoktan durmuştu. Vita’nın büyük bir kısmı hastaneydi,
ancak sağında kalan azımsanamayacak bir kısmı da yan yana dizili birden fazla
restoran ve kafeyi içinde barındırıyordu.
Abartıyı da,
kendilerine ait olanı bolca süslemeyi de seven Avcıoğlu ailesi için şaşırtıcı
bir girişim değildi. Hastaneyle ilgisi olmayan, yakınlardaki ofislerde
çalışanların da özellikle öğlenleri uğradığı ve kolay kolay boş kalmayan
mekânlar fazlasıyla iş yapıyordu.
Bir ay öncesine
dek bu aileyi andığımda yalnızca hastanenin sahibi olduklarını hatırlıyor ve
biraz sonrasında hayatıma geri dönüyordum. Ancak geçtiğimiz bir ay boyunca bana
yüklenen yeni güncellemeyle her seferinde Cevahir Avcıoğlu’nun hastanenin her
köşesine dokunmaya çalışan değişimlere imza atmaya çalışmasını anmadan
geçemiyordum.
Doktorları
topladığı toplantılarından birinde, hastalarla ilgili sorunlar bitmiş de
tükenmiş gibi restoranlarla ilgili fikir sormaya başladığı toplantıyı dün gibi
hatırlıyordum. Ağzımı şaşkınlıkla açık bıraktığı ilk toplantıydı ancak
kesinlikle son değildi.
İyi insan lafının
üstüne gelir yerine ‘iti an…’ ile başlayan atasözünü kullanmayı tercih edeceğim
sahne gerçekleştiğinde aniden danışmada duran kalabalığı ve o kalabalığın
arasında -tam merkezde- duran bedeni gördüm.
“Ne oluyor
orada?” diye soran Oğuz’a verecek bir cevabım yoktu.
“Robot
Avcıoğlu’na sorsana, eminim seve seve cevaplar.”
Oğuz yanaklarını
şişirdi, bunu yüksek sesle gülmemek için yaptığını biliyordum.
“Yürü Seray,
yürü. On metre yakınında olduğunda sinirlerin tepene tırmanıyor direkt, şu
adama laf sokmadan geçirdiğin bir günün var mı son bir aydır?”
Omuz silktim.
“İzin günlerimde aklıma gelmiyor, sayılır mı?”
Bana başka bir
şey söylemeden bedenimi genelde yemek yemeyi seçtiğimiz restoranın bulunduğu
yöne doğru ilerletmeye başladı. Adımlarımı ona uydururken kulağımıza aynı anda
çalınan sesle birlikte yine aynı anda durduk.
“Seray hocam!”
diyerek yüksek bir sesle birlikte hızla bize doğru yaklaşan güvenlik
görevlisine kaşlarım havalanarak merakla baktım.
“Dinliyorum,”
“Cevahir Bey sizi
bekliyor, ileriden seslendiğimde duymadınız kusura bakmayın korkuttuysam.”
Güvenliğe doğru
döndüğümüz sırada Oğuz bir avucunu sırtıma doğru yaslamıştı. Benden küçük
olduğunu tahmin ettiğim güvenlik görevlisi söyleyeceklerini tamamladığında ise
parmaklarıyla hafifçe sırtımı okşadı. Bu, ters bir tepki vermeme engel olmak
için kurduğu bir tuzaktı.
“Ne için?” dedim
bakışlarımı bir anlığına adamın gerisine doğru kaydırıp hâlâ biraz önceki
kalabalığın arasında olan Cevahir Avcıoğlu’na değdirirken. “Yemek yemek
üzereydim, acil miymiş?”
“Bilmiyorum
hocam,” diyen adam gerilmiş görünüyordu. Derin bir nefes aldım. Adamın
Cevahir’in -karşısında ona saygı duymak zorunda olup ‘bey’ demek yeterince can
sıkıcıydı, içimden demeye hiç girişmemiştim- isteğini sorgulayıp nedenini
araştırmadığını tahmin ediyordum.
“Tamam,” dedim.
“Geliyorum şimdi, teşekkürler.”
“Ben teşekkür
ederim Seray hocam, iyi günler.”
Güvenlik
yanımızdan uzaklaşırken başımı omuzumun üzerinden Oğuz’a çevirdim.
“Vedalaşalım mı?
Beni kovmaya karar verdi sonunda sanırım…”
Alayla
konuştuğumda Oğuz ters ters yüzüme baktı. “Boş konuşma, geleyim mi ben de?”
“Gerek yok,
yemeğe geç sen. Uzun sürmemesini umuyorum, öğle aramı oturup Avcıoğlu’nu
dinleyerek bitirmeyeceğim. Gelirim birazdan yanına.”
İtiraz etse de
benim her şekilde canımın istediğini yapacağımı bildiğinden kendisini yormadı.
“Mümkünse az
gerginlik yaratmayı dene,” diyerek öğüdünü de verdikten sonra Oğuz gitmekte
olduğumuz yöne doğru devam edip yürümeye başladı.
Önlüğümün cebine
koyduğum ellerim ve parlak fayans zemini ince darbelerle ezip yankılar bırakan
topuklularımla kendimden emin bir biçimde danışmaya doğru ilerledim.
Cevahir’in
etrafındaki kişi sayısının azaldığını yürüdüğüm sırada fark ettim. Herkesin
öğle yemeği için yerinden ayrılmaya başladığını varsayıyordum.
Günün şanslısı
belli ki ben olmuştum. İnsancıl bir biçimde yemek yemek yerine parlak
fikirlerini paylaşmayı tercih ettiği için onu dinleyecektim sanırım. Ya da
gerçekten kovulmak üzere de olabilirdim, dünkü toplantıyı kaçırmam ismimin
üstünü çizmesine sebep olmuş olabilirdi.
Önünde durduğu
yüksek ve uzun masaya yaklaştığımda topuk seslerim gelişimi fazlasıyla belli
etmiş olacak ki onu ve yanındaki birkaç kişiyi bana doğru döndürmüştü.
“Anlaştık diye
düşünüyorum,” derken sesi böyle düşünmediğini ama durumun eninde sonunda bu
olacağını bağırır şekilde dolmuştu kulağıma.
Olumlu birkaç
yanıtın ardından, hastanenin yoğun beyaz aydınlığından payını alarak daha
belirgin görünen kahverengi irisler yüzümü buldu.
“Odamda
konuşalım, Seray Hanım.”
Etraftakilerin
konu onlardan sıyrılır sıyrılmaz ortadan kayboluşu aslında benim karşımdaki
adam hakkında hiç de haksız yargılarda bulunmuyor olduğumun kanıtıydı.
Geldiğinden beri herkesin üzerinde dayanılması güç bir baskı kuruyordu ve sesi
çıkan üç beş kişiden biri bendim. Oğuz da dahil birçok kişiden yaptığımın saçma
olduğuna dair dönüt almış ve almaya devam ediyor olsam bile doğru bildiğimi
yapmayı sürdürecektim.
“Acil bir konu
mu?” diye sordum dayanamayarak. Acıkmıştım, acil değilse yemeğimi yiyip yanına
gitsem olmaz mıydı?
“Acil olup olmadığına
birlikte karar verelim istiyorum.”
Sesinde daha önce
pek farklı bir şey duyduğum olmamıştı. Emirler yağdıran, kendisine çıkar
sağlayacak fikirleri sorgular gibi yapan ya da sinirle sertleşen tınıları
dışında bir şey bilmiyordum ona dair.
Oysa az önce
kurduğu cümle bu üç kategoriye de giremeyecek kadar farklıydı.
“Anlayamadım,”
diye mırıldandım. Karar mercii hep kendisiydi, ortak karar vereceğimiz bir konu
mu vardı?
Bakışları etrafta
kısa bir an gezindi. Yanımızda, özellikle yakın çemberimizde hiç kimse yoktu.
Sanırım kontrol ettiği de buydu. Kimsenin olmadığını gördüğünde bir adım öne
doğru gelerek aramızdaki mesafeyi biraz da olsa aştı.
Boyunun 1.90’ı
geçkin olduğunu düşünüyordum. Aslında bu benim 1.60’ı zor geçen boyumla
insanları olduğundan uzun görmemle de ilgili olabilirdi. Tutup kendisine
soramayacağım için yakın durduğumuz anların birçoğunda sinirimi bozan boyu her
zaman benim için bilinmez kalmaya devam edecekti.
Aramızda benim
iki, onunsa bir adımda kapatabileceği bir mesafe kalmışken başını hafifçe eğdi.
Ben zaten başımı ona bakabilmek için refleksle geriye doğru atalı birkaç saniye
oluyordu.
“Anlatacağım,”
dedi sakin ve düz bir sesle. “Tek tek her şeyden bahsedeceğim.”
Merakım ve artık
biraz da endişem artarak büyümeye başlamışken şu an ne yaşadığımı
sorguluyordum.
“Odaya çıkana
kadar bekleyemeyeceksiniz anladığım kadarıyla,” dediğinde gözlerimi
olabildiğince az kırpmaya çalışarak dikkatle ona bakıyordum. “İlk kısımla
başlayalım o halde.”
Beklentiyle,
devam etmesi için gözlerinin içine içine baktım. Ondan korkmuyordum; üzerimde
herhangi bir şekilde baskı kurabileceğini sanıyorsa yanıldığını seve seve
kanıtlardım.
“Sırlar,” dedi birden. Altı harf, iki
hece birden bire kulaklarıma dolmuş ve aynı anda kulaklarımda bir uğultu
yaratmıştı. “Etrafımızdaki duvarlar tüm
sırları saklayacak kadar kalın ve sağlam mı sizce, Seray Hanım?”
Cevahir
Avcıoğlu’nun çıkarlarını her şeyin önünde tutan bir adam olduğunu geçtiğimiz
haftalarda çok iyi kavramıştım. Adına bencillik mi derdiniz, iş bitiricilik
olarak adlandırıp süsleyerek iyi bir şeye mi benzetirdiniz… Bu size kalmıştı;
ancak o şüphesiz çıkarcı bir adamdı.
Benim yaş tahtaya
basışım da tam olarak bu şekilde, bahsettiği sırlarla birlikte elimi kolumu
bağlayarak beni çıkarları için savaşacak bir ere dönüştürdüğünde
gerçekleşmişti.
~~~
Yeni bölüm gelene kadar üçüncü kez baştan okumaya karar verdim…🫀
YanıtlaSil