Sen Başkasın 17.Bölüm

 17.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

- Ateş

 

 

İçinde bulunduğum anların tümünde ışığın onun üzerinde toplanmasını özlediğimi biliyordum ancak buna kavuştuğumda böyle büyük bir dinginlik yaşayacağımdan habersizdim.

Varlığı ile yaydığı tatlı enerjiden tıpkı benim gibi yıllardır mahrum olanlar ve o enerji ile bugün yeni tanışıyor olanlar arasında hiçbir fark yoktu. Esila bugün kiminle iletişim kurduysa, karşı tarafta yarattığı izlenim aynıydı.

Birlikte binaya girdiğimiz andan başlamak üzere her an bir başkası Esila’yı önce şaşkınlıkla süzüyor ve hemen ardından selam verebilmek için yanına uğruyordu. Toplam sayıyı hesap edemeyecek kadar yorgundum.

“Başka bir şeyler de hazırlatabilirim Esila Hanım, kahve yeterli mi emin misiniz?”

Yeliz, az önce bahsettiğim kişilerden en mutlusuydu. Yanımda Esila ile birlikte görüş açısına girdiğim anda gözleri parlamıştı. İptaliyle boğuştuğu defilenin önceki planlamadan çok daha ses getirir şekilde yapılacağını öğrendiğinde bir an karşımda Umay gibi yerinde sallanmaya başlayacak zannetmiştim.

Umay demişken…

Kucağıma yerleşmiş, ben yokmuşum ve burası evdeki herhangi bir odaymış gibi rahat bir halde masanın üzerindeki kalemlerle ve kâğıtlarla uğraşıyordu.

Evde yalnız kalıp ikimizin yolunu saatlerce gözlemesine müsaade etmemiştim. Bunun yerine Umay’ı da yanımızda getirme fikrini ortaya atmıştım.

Şimdi de odamın bulunduğu kattaki toplantı odasındaydık. Yeliz, Esila’ya defileyle ilgili ne var ne yok aktarmakla uğraşıyorken ben de Umay’ın başının üstünden onun çizimlerini inceliyordum.

“Kahve gayet yeterli, teşekkür ederim.” diyerek gülümsediğinde Esila’nın dudaklarına bir süre dalgınca bakakalmıştım. Gülüşlerini özlemiştim. Buruk olmayan, sadece içinden geliyor diye sunduğu gülüşleri çok özlemiştim. Bugün etraftan ona selam verildikçe bu gülüşlere sık sık kavuşmuştum. Hedef ben değildim belki ama elimdeki imkânlar bu şekildeydi, yapacak bir şey yoktu.

“Bu rengisi bitmiş mi?” Umay sırtını aniden arkaya yaslayıp göğsüme dayandıktan sonra başını geriye yatırdığında bakışlarımı ona çevirdim. Bir elinde sıkıca tutarak kaldırdığı kaleme baktığımda sorunu anlamam zor olmamıştı.

“Rengi bitmemiş, bebeğim. Beyaz kalem o. Kâğıdın da beyaz olduğu için göremiyorsun.”

Umay bir bana bir de elindeki kaleme baktıktan sonra iç çekti. Kalemi masaya bıraktı. “Göyemiyoyum, bu güsel deyil o zaman.”

Yeterince belirgin renk verecek olan koyu kırmızı bir kaleme uzanıp kâğıtta çizgiler çekmeye giriştiğinde saçlarından öptüm.

Karşımdaki ikiliye yeniden kulak kabarttığımda bir süre daha Esila ve Yeliz’in konuşmalarını dinlemiştim sessizce. Anlatılanlar hakkında yeterince bilgi sahibiydim ama Esila’nın sesini konu fark etmeksizin aralıksız şekilde dinleyebilirdim, bu da öyle bir durumdu.

“Baba?” diye mırıldanan Umay’ı duyduğum anda başımı eğmiştim hemen yüzüne doğru. “Efendim babacım?”

“Buyda süt vay mı?”

Umay’ın benden yemeğe dair bir şey istediği anlar nadirdi ancak ilk zamanları düşündüğümde bu bile büyük bir adımdı aslında. Onu açlığını dile getirirken duyabilmem için Esila’nın gelmesi gerekmişti. O an gelene dek ağzını bu konuda açmamıştı.

Sütünü bal eklendiğinde daha iştahlı içiyordu. Dolayısıyla süt olması yeterli değildi, bir de bal bulacaktık.

“Var mıymış birlikte bakalım.”

Umay’ı kucağımdan indirmeden ayaklandığımda sandalyemden çıkan sesle birlikte masanın karşısındaki iki kadının da bakışlarını üzerimize çekmiştim.

“Ne oldu?” diye soran Esila’nın ilk refleksinin bu soru olmasına alışmak istemiyordum. Ben buna alışmadan, değişmeliydi. Hareket ettiğimizde, durum değişecek olduğunda aklına hep kötü bir şey gelmemeliydi.

“Süt bakıcaz anne,” diyerek bilgilendirme yapan Umay’a başımı sallayarak eşlik ettim. Ben farklı ifade ederdim bunu ama sonuçta karşı tarafa ulaşacak olan mesaj aynıydı. Kelime israfına gerek yoktu.

Süt bakacaktık.

Esila, Umay’a küçük bir gülümseme ile baktı. “Acıktın mı?”

“Biras,” diyerek elini havaya kaldırdı Umay. Parmaklarıyla bir şey yapmaya çalışır gibi oldu ancak küçük parmakları yollarını şaşırmış halde birbirine dolanmıştı sadece. Kaşlarını hafifçe çatarak bana baktı. “Küçükçük yapıcam, piyens gösteydi. Unuttum baba.”

İkizlerin Umay’a hiç beklenmedik şeyler öğretmeleri ve Umay’ın onları uygulamaya geçirirken biraz zorlanması yeni değildi. O yüzden pek garipsememiştim ancak Umay’a yapmak istediği işaret konusunda yardımcı olmadan önce dayanamayıp yanağına dudaklarımı derince bastırdım.

Kendi parmaklarımla ona yapacağı şeyi gösterdikten sonra onun parmaklarını da yönlendirmiştim. Birkaç dakikalık uğraşının ardından annesine baş ve işaret parmağı arasında az mesafe bırakarak ne kadar acıktığını tarif etmeyi başarmıştı.

Esila hiç müdahale etmeden parlak gözlerle bizi izlemiş, Umay başardığında ise gülerek ona öpücük atmıştı. Umay annesinin öpücüğüne benim omuzumda erirken havadan akıp gelen öpücüğün bir nebze de olsa bana da çarpmış olmasını dileyecek kadar çaresiz ve özlem doluydum.

Onları arkamızda bırakarak Umay ile koridora çıktığımızda içerideyken hiçbir şey hissetmediğim küçük bedeninde sezmeye başladığım gerginlik ile birlikte bakışlarım hemen üzerine çevrildi. “Umay?” dedim burnumu şakağına doğru bastırırken.

“Ney?” Her zamanki şekilde yanıt vermekte gecikmediğinde endişem biraz azalmıştı.

“Bir şey mi oldu bebeğim? Odadan çıkmak istemedin mi?”

Sorunun annesini içeride bırakmamız olabileceğini düşünmüştüm. Esila’dan uzaklaştık diye gerilmiş olabilir miydi?

Gözlerini yüzüme dikip birbirine de dünyadaki başka hiçbir güzelliğe de benzemeyen irislerini görebilmemi sağladı.

“Keyem gelemes buyaya di mi?”

Umay fark edemezdi ancak tek sorusuyla beni paramparça etmişti.

Ona hemen ‘gelemez’ demek istedim ancak dudaklarımın birbirinden ayrılması biraz zaman almıştı. Zira Kerem buraya gelebilmişti.

Dün Esila avuçlarımın arasında titreyip bir şeyler mırıldanırken ve beni ‘Jülide kim’ sorusu ile şaşkına çevirirken şaşkınlığımın bu soru ile sınırlı kalacağını sanmıştım. Oysa devamı çok hızlı gelmişti.

Jülide, Ayça’ydı. İlk olarak Umay’dan duymuştum bu ismi. Banyo yapması ile ilgili bir şeyler sorarken öylece dilinden dökülmüştü. Bu ismin Kerem’le bağlantısı olduğunu anlamak da zor olmamıştı. Fakat o ismin burnumun dibine kadar girdiğini ve bununla yetinmeyip peşinden Kerem’i de şirkete soktuğunu anlamam o zaman için mümkün olmamıştı.

Umay birini Kerem’e benzetmemiş, herhangi bir sanrı görüp öylesine korkmamıştı. Umay o gün gerçekten Kerem’i görmüştü ve Kerem onu göremeden önce minikliğinin avantajını farkında bile olmadan kullanıp gözden kaybolmuştu.

Bugün geriye doğru taradığım kamera görüntülerinde her şeyi anbean görmüştüm. Esila’ya bunu söyleyememiştim fakat Doğan ve Sinan’ı çoktan haberdar etmiştim.

Şimdi Umay’ın endişeyle bu soruyu sormasına karşın elim kolum bir an için bağlanmıştı.

“Niden konuşmuyoysun baba?” diyerek benim sessizliğimi sorguladığında derin bir nefes aldım.

“Ben yanındayım babacım,” dedim sırtını sıvazlarken. “Artık kimseden korkmana gerek yok. Senin de annenin de yanındayım. Buradayım. Tamam mı?”

Bir şey söylemedi ama sanki onay vermiş gibi yüzünü yanağıma doğru yasladı. Yumuşak tenini daha çok hissedebilmek için gözlerimi yummak ve bir süre bu anda takılı kalmak isterdim ama insanların gelip geçtiği koridorda daha fazla afişe olmaya niyetim yoktu. Kimin ne yapacağını kestiremediğim bir dönemdeydim.

Umay ile birlikte, onun benden hiç uzaklaşmadığı kısa bir yolculuk yaptık. Kat değiştirirken asansör ilgisini çektiği için biraz kıpırdanır gibi olmuştu ama onun dışında sessizdi.

Sıcak sütü ve balı bulabilmek için binanın içinde katlara serpiştirilmiş açık mutfaklara uğramamış, direkt olarak en üst katta bulunan terastaki zincir kafelerden birine çıkmıştım.

Çalışanların belirli molaları yoktu. Her departman ve ekip kendi zaman aralığını iş yüküne göre belirliyordu. Dolayısıyla her yerde birileri vardı. Buranın boş olduğu zamanlar nadirdi.

Beni fark eden birkaç kişinin bakışları hızla Umay’a çevrildiğinde Umay’ın çekingen hale geçip geçmeyeceğini merak ederek adımlarımı yavaşlattım. Umay bakışların farkına varamadan başka bir yere dalmıştı.

Pek şaşırtıcı olmayan bir yere… Terasın etrafına serpiştirilmiş kimi doğal kimi yapay olan çiçeklere…

“Sütünü aldıktan sonra çiçeklere bakabiliriz,” dedim içini rahatlatmak için. Uzaktan uzağa bakmak zorunda değildi. Umay’ın çiçeklerle vakit geçirmesinden daha acil olan bir işim yoktu.

“Şüpeyşin,” diye fısıldadığında gülüşümü çok büyümeden bastırmakta gecikmiştim. Kimden ağzına takıldığını düşünmeme gerek yoktu, Sinan onu böyle tebrik ediyordu sürekli. Etraftan gülüşüme gelen şaşkın bakışların farkındaydım. Beni en son gülerken gördükleri an muhtemelen Esila’nın yoksunluğu çekmiyor olduğum zamanlarda kazılı kalmıştı.

“Süper miyim?” dedim yavaşça etrafı açık olan kafe tezgâhına doğru yürürken.

“Komik şöyledim,” demişti sorar gibi. Onu tekrarladığımızda telaffuzunu eleştirdiğimizi düşünüyordu.

“Çok güzel söyledin kızım.”

“Güsel şöyledim,” diyerek başını salladı. Bakışları kendisiyle gurur duyar gibiydi. Boyun çukuru yüzümü gömemeyeceğim kadar küçüktü ama burnumu oraya bastırıp kokusunu derince solumuştum.

Umay’ın sıcak sütünü ve süte eklenecek olan bal miktarını, beni burada görmeye alışkın olmadığı için yaşadığı şaşkınlığı gizleyemeyen baristaya anlattığım sırada Umay da dikkatle beni ve kendisine kaçamak bakışlar atan kadını izliyordu.

Kadının hangi hareketi Umay’ı bana daha çok yapışmaya ve omuzumu sıkıca tutmaya itmişti bilmiyordum. Önce bir şeyden ürktüğünü düşünüp ben de gerilmiştim fakat yüzüne bakınca durumun bu olmadığını görebildim.

İstediklerimi düzgünce anlamaya çalışan ve bu süre boyunca bana dikkat kesilen kadına karşı bu hale gelmişti. Umay hayatıma girdiğinden beri ilk kez yeni biri ile karşı karşıya kalmıyordu aslında. Her seferinde tanıştığı kişilere karşı sıcaktı hatta.

Şimdi değişen neydi?

 

yn: Umay çiçeğim alanını işaretliyor sadece, kadından hoşlanmadı

 kızını oyuncak kuzudan kıskanan adamın asla Umay’ın derdini anlamaması da ayıp yani bu arada…

 

Umay’ın beni kaçacakmışım gibi sarması sürerken sütü de kısa sürede hazır edilmişti. Sütü tezgâhtan alıp az önce söylediğim gibi Umay ile birlikte çiçekleri görebileceği bir yere adımlamaya niyetlendim. Kafenin asıl alanında oturup belgeselmişiz gibi izlenilmek istemiyordum.

Umay’ın üstünde montu duruyor olsa da açık alanda üşüyebilmesi olasıydı. Aralık ayındaydık. Bu nedenle daha az esintiye maruz kalacağımız bir köşe seçmeye çalışmıştım. İlerlediğim köşe kalabalıktan daha uzaktı. Orayı gözüne ilk kestiren kişi olmamam da bu nedenle şaşırtıcı değildi.

Bir erkek ve bir kadının yarı karşılıklı yarı yan yana duruyorlardı. Duruş açıları nedeniyle yaklaştığımı göremedikleri o köşede sigara içiyor olma ihtimallerini düşünüp oraya yürümekten vazgeçeceğim sırada kulağıma konuşma sesleri dolmuştu.

Kadın konuşuyordu. Sesi kulağımı tırmalamıştı. Ses tonuyla bir derdim yoktu aslında. Bu tırmalanma hissi tamamen söyledikleriyle ve söyleme şekliyle ilgiliydi.

“Hasta gibi duruyordu sabah denk geldim ben de. Aşırı zayıflamış. Ayrıldıkları belliydi ama. Bi’ depresyona bakıyor işte, podyumun prensesinde pek prenseslik hal kalmamış.”

Kanın beynime bu kadar hızlı sıçradığı anlar sayılıydı. Hayatım boyunca da bir elin parmağını geçmemişti. Öfkem dışarı yansımaz, kontrollüymüş gibi görünür ve ne olursa olsun kendi içime patlardım.

Şimdiyse tüm bu duruşumu bozmak ve fırtına olup burayı yerle bir etmek istiyordum.

İnsanların ayrıntılarını bilmedikleri konular hakkında bol keseden atmaya eğilimli olduğunu biliyordum ama böyle alay eder gibi, aşağılar gibi konuşulması göz ardı edip sessiz kalamayacağım kadar korkunçtu.

Umay sessiz ve hareketsizdi. Benim öfkemin yansımasını hissettiğinden miydi bilmiyordum ama kıpırdamadan bana yaslı halde bekliyordu.

“Barıştılarsa yüzü yansa bile defileye o çıkar zaten, Jülide falan hikâye. Çocuk da varmış, daha ne olsun.”

Bu kez konuşan erkek olandı ve iplerim de tam o anda kopmuştu. Normal bir şeyden bahseder gibi ‘yüzü yansa’ demesi, kızımdan bir garantiymiş gibi bahsetmesi…

Kucağımda Umay vardı. Yakınımda Umay’ı güvenle emanet edebileceğim kimse yoktu. Sırf onun için peş peşe yutkunarak boğazımdaki alevden öfke yumrusunu yok etmeyi denedim.

Başarısızdım.

Kendimi iki adım öne atıp onlar için görünür hale geldiğim anda yüzlerindeki bozguna uğramış ifade öfkemi söndürmemişti. Korkudan ağladıklarını da görsem durulamazdım zaten.

“Ateş Bey-…” diyerek hızla toparlanıp konuşmaya girişen kadını elimi havaya kaldırarak durdurdum. Yüzüm ne haldeydi bilmiyordum ama onları duyduğum yeterince açık olacak ki hiç tereddütleri yoktu.

Esila’nın sırf onları bu şekilde köşeye sıkıştırıyorum diye bile rahatsız hissedeceğini, söylemlerine rağmen onları herhangi bir şekilde cezalandırmamı istemeyeceğini adım gibi biliyordum.

Saflığından değildi.

Kötü bir davranışı hak edene hak ettiğini verirken biraz ölçü kaçtığında dahi bunun geri dönüşünü bizim yaşayacağımızı düşünüyordu. Bu nedenle aklında her şey iyiye programlıydı.

Tüm bunlara rağmen en kötüsü onu nasıl bulabilmişti? Belki de bu yol işe yarar bir yol değildi. Nasıl davranırsak davranalım felaketi yaşamaya bir adımdan daha da yakınsak, bunun bir anlamı yoktu.

“Kimsiniz siz?” dedim dümdüz bir sesle.

Adam donuk bir hal almıştı. Buradan dönemeyeceklerini çoktan fark etmiş gibiydi. Kadın ise bir nebze daha umutluydu sanırım çünkü dudaklarını aralayan o oldu.

“Pazarlama departmanındayız, Ateş Bey.”

İsimlerini söylemekle vaktimi çalmaması iyi olmuştu.

“An itibarıyla değilsiniz,” dedim bakışlarımı sırayla ağır ağır ikisinde gezdirip. “Bu çatı altında artık hiçbir şeysiniz. Tek tepkimin bu olmayacağını da garanti ederim.”

Buradan gitmeleriyle birlikte içleri rahat bir biçimde hayatlarına devam mı edeceklerdi? Pek zannetmiyordum.

İş hayatlarına bir yerden burnumu sokup onları kukla gibi oradan oraya sürükletebileceğimi bildikleri için her an diken üstünde olmaları fazla acımasızca mıydı? Umurumda değildi.

Umay’ın sırtında parmaklarımı hiç durmadan kıpırdatarak onu sakin tutmaya çalışıyordum. Yüzünü boynuma saklamış, orada gömülü kalmıştı. Bedenimden yayılan gergin elektriği hissettiği belliydi. Bunun onun üzerindeki etkisini defetmeye çalışıyordum.

Telefonum çalmaya başladığında ceketimin cebinde titremeye başlayan telefon ile birlikte Umay da kıpırdanmıştı biraz. Telefonu çıkartıp ekrana baktığımda içinde bulunduğum anı zerre umursamadan aramayı yanıtlamıştım hemen. “Efendim?”

“Bulabildiniz mi istediği sütü? Eve gidebiliriz bulamadıysanız.”

Esila’nın yumuşak, nazik sesi kulağıma dolduğunda kalp atışlarım az önce öfkeye bulanan başka biriymiş gibi düzene girmişti. Ancak bir yandan da aklım başka bir şeye takılmıştı.

Süt bulamazsam da buldururdum. Bir şekilde buraya getirilmesini sağlardım. Esila bunu biliyordu. “Eve mi gitmek istiyorsun?” diye hiç lafı dolandırmadan soruşum da bu farkındalığım nedeniyleydi.

Yakalanmayı beklemiyormuş gibi bir an sustu. Ona dair her şeyi unuttuğuma ve onu artık tanımadığıma öyle kötü bir yerden inanmaya başlamıştı ki onu aksine ikna edebilmek bir süre imkânsız kalmaya devam edecekti belki de.

Karşımda allak bullak ifadelerle duran iki -artık eski- çalışanı yok sayarak adımlarımı binanın içine yönlendirdim. Bir yandan da konuşmaya devam ettim. “Bir şey mi oldu bebeğim?”

Onu sıkboğaz etmemek için çoğu zaman kaçındığım bu seslenişi kontrolsüzce bazen ağzımdan kaçırıyordum. Adıyla seslenip durmak yıllar geçse de kaybolmayan alışkanlığıma tersti çünkü.

“Olmadı bir şey,” dese de inandırıcılığını kaybetmişti benim gözümde. Bu cevabı doğru kabul edemezdim.

Esila’yı Yeliz ile birlikteyken bıraktığım odaya döndüğümde içeride onu yalnız başına oturur halde bulmuştum. Kaşlarım bu eksiklikle çoktan çatılmışken bakışlarımı Esila’nın yüzüne odakladım. Yüzünden bir şey okunmuyor diyemezdim, aksine yüzünden fazlasıyla bir şeyler okuyabilmiştim.

Kötü hissediyordu.

“Yeliz nerede? Neden yalnızsın?” diye sorduğum sırada Umay kucağımda uzun zaman sonra ilk kez kıpırdamaya başladı. Bu, benim adımlarım Esila’ya yaklaştığında gerçekleşmişti. Umay kollarını öne uzatarak annesine gitmek istediğini yeterince açık ettiğinde onu dikkatle Esila’nın kollarına bıraktım.

Umay yüzü annesinin göğsüne gömülü olacak şekilde ona yaslandığında Esila’nın kolları da hiç oyalanmadan Umay’ın bedenine sarıldı. Bakışlarımızın kesişmesini bölerek başını eğip Umay’ı saçlarından öptükten sonra yeniden başını kaldırmasını bekledim ama hareketsizce olduğu yerde kalmıştı.

Onlara en yakın konumdaki sandalyeyi çekip bacaklarım Esila’ya çarpacak kadar az mesafe bırakarak oturduğumda gerginliğim yoğundu.

“Masasına dönmesini ben söyledim,” dedi Esila birkaç saniye sonra. Az önce sorduğum soruya yeni yanıt veriyordu.

“Rahatsız mı oldun?” dedim kaşlarım daha derin çatılırken. “Bir şey söylediyse ya da yaptıysa-…”

Terasta yaşanan sahnenin ardından kimseye karşı iyimser kalamazdım şu an için. Ancak Esila ben cümlemi sonlandıramadan dudaklarını aralamış ve buna engel olmuştu. “Hayır,” dedi sessizce. “Çok tatlı biri, yanlış hiçbir şey de söylemedi. Birlikte son defileden ve öncesinden görsellere bakıyorduk.”

Başımı ağır ağır salladım. Bunu yapmalarından doğal bir şey yoktu. Yeliz’e yüklemem gereken bir şey de yoktu o halde. Böyle durgun görünmesinin sebebi kimdi peki?

“Yalnız çalışmak istersen veya her şeyi sen ayarlamak istersen bunu sağlarım. Yorulmanı istemiyorum ama dilediğin ne varsa onu yapabiliriz. Bu yüzden mi yalnız kalmak istedin?”

Yüzünü Umay’ın sarı saçlarından kaldırırken aceleci değildi. Başını kaldırmasına engel tonla yük varmış gibi bunu yavaşça yapmıştı.

“Ateş,” diye mırıldandığında adımı günler sonra ilk kez böyle ihtiyaçla dudaklarından dökmüştü. Ne hissetmem gerektiğini bir an bilememiş ve donuk bir şekilde kalakalmıştım. Ona her şeyi sorabildiğim ve durumu onun yardımıyla okuyabildiğim zamanlar yıllar öncesinde gömülü kalmıştı.

“Söyle güzelim,” diyebilmiştim sadece.

Esila, Umay’a sarılı olan kollarından birini çözdükten sonra masanın üzerinde duran kâğıt parçalarından birine rastgele uzandı ve o parçayı benim önüme doğru sürükleyip masanın sınırında durdurdu. Biraz daha çekse kâğıt kucağıma düşecekti belki de.

Bakışlarım onun yüzünü terk edip parmaklarını sanki uçları yanmış gibi hızla geri çektiği kâğıda çevrildi.

Üzerinden neredeyse dört yıl geçmiş olan, Esila’nın benim imza tasarımlarımdan biriyle poz verdiği bir dergi sayfasıydı önümdeki.

“Dün her şeye kaldığım yerden başlayabilecekmişim gibi cesaretlenmek çok kolaydı. Aynadan başka bir yerde kendimi görmeden yıllar geçirdim çünkü,” dedikten sonra iç çektiğini duydum. Bakışlarımı önümdeki kâğıttan ayıramadım. Parmaklarıyla fotoğraftaki yüzünü işaret etti uzaktan uzağa. “Ama ben artık bu kadın ile aynı kişi değilim ki. Kaldığım yerden başlamak nasıl mümkün olabilir?”

Başımı itiraz eder gibi iki yana salladım. Bütün bedenim bir yangına, o yangının en alevlenmiş anına denk gelmişim gibi yanıyordu.

“Yapma,” dedim sitemle. “Kendine bunu yapma.”

Güçlükle de olsa bakışlarımı gözlerine çevirebilmiştim. Yanağını Umay’ın saçlarına yaslamış, hafif yan bir biçimde bana bakıyordu. “Tasarladıklarını o kadının taşıması ve benim taşımam arasında fark olmadığını savunamazsın.”

“Sen yanımda da olsan uzağımda da olsan zihnimde doğan her parçanın ilhamı sendin. Hayatıma girdiğin günden beri bu değişmedi. Değişmeyecek. Ne yaşadığımızın, hatalarımın, pişmanlıklarımın bunu değiştirmesi mümkün değil.”

Onun dile getirdiklerini başka biri dile getirseydi elim kolum bu kadar bağlı olmazdı. Tıpkı dakikalar önce yukarıda yaptığım gibi hareket edebilirdim fakat kendisini başka gözle gören bizzat oydu.

Onu aksine ikna etmekten ve hatta belki de yalvarmaktan başka yolum yoktu.

Dudaklarını kıvırmak için kendisini zorladığını görebildim. Bir gülümsemeye evrilememişti dudaklarındaki kıvrım ama gözleri gülümsüyormuş gibi bir an için parlamıştı. O parlamayı nasıl yorumlayacağımı bulamadan iki gözünden birer damla yaş süzülmüş ve Umay’ın sarı tutamları arasında kaybolmuştu.

Boynuma saplanan ağrıyı göz ardı ederek, elimi oraya kaldırmaya gerek bile duymadan bir kolumu yanda bir yere uzanır gibi açtığımda gerçekleşebilecek iki ihtimal vardı ve oranları da eşitti.

Esila, Umay’ı bir koluyla sarmayı bırakmadan öne doğru atıldığında ve yüzünü omuzumla boynum arasında bir yere bastırıp sakladığında gerçekleşmesi için içten içe kavrulduğum ihtimale kavuşmuştum.

Açtığım kolumu onun sırtına dolayıp bedenini tüm gücümle sardığımda Umay aramızda bir nevi sıkışmıştı. Sırtı bana, göğsü annesine yaslıydı. Beni hissettiğinde erir gibi kendisini serbest bırakmasına ve ağırlığını bana doğru yüklemesine karşı ağırlaşmış hissetmek yerine hafiflemiştim.

İkisinin de tüm ağırlığını ben taşıyayım, hem bedenlerine hem ruhlarına ağrı çektiren her ağırlığı ben yükleneyim istiyordum. Ömrüm yettiğince göğsüm ikisi için güvenli bir sığınak olarak kalacaktı. Geç kalışımın cezası belki de o sığınağa hiç uğramamaları olmalıydı ama ben yine de kollarım iki yana açık halde sabırla bekleyecektim.

 

 

~

 

 

- Esila

 

“Yiyeceğim şimdi o kolunu ya!”

Umay, Duygu’nun heyecanlı tepkisine karşı kıkırdarken yükselen sesinden hiç ürkmemesi beni de gülümsetmişti.

Sessiz ve ses yükselirse de olağanüstü şekillerde yükselen bir eve doğmak ve orada üç yıl geçirmek Umay’ı bu konuda diken üstünde bir çocuk haline getirmişti, biliyordum.

Yeni bir Umay ile tanışalı ise neredeyse bir ay dolmak üzereydi artık. Bu Umay ne Sinan’ın ani yüksek seslenişlerinden ne de Duygu’nun heyecanlı tepkilerinden ürküyordu. Aksine onlara eşlik ediyor, sesini daha önce duymadığım kadar kuvvetli çıkartabiliyordu.

Sinan’ın benimle konuşabilmek için her seferinde bir bilgi feda ediyor olması sonucu, ben gelmeden önce Umay’ın buraya alışırken yaşadığı her şeye hâkimdim.

Umay’ın hastaneye gelene kadar geçen günlerde sesli bir şekilde ağlamadığını dile getirirken Sinan hem üzgün hem de şaşkındı. Bense hiç şaşırmamıştım. Umay’a bunu öğreten bendim çünkü. Elimde olsun ve sesi hep gür çıksın isterdim ancak bu şansa sahip olamamıştım yıllarca. Bu yüzden Umay beni anlamaya başladıkça onu özellikle yanında değilsem sessiz olmaya alıştırmıştım.

Kerem’in dikkatini çekmemesi, ani gelişen krizlerinden birinde Umay’ın ağlayışlarıyla tetiklenip onu hedef bellememesi içindi tüm çabam.

Sinan’ın anlattığına göre Umay’ın sesli ağlayışı beni görmesiyle gerçekleşmemişti aslında. Ben zaten yoktum, üstüne bir de Ateş benim peşimden kaybolduğunda Umay küçük bedenine ağır gelen kontrolü tam orada kaybetmişti.

Kontrolü kaybetmek için de güvenli bir yerde olmayı beklemişti. Babasının yanına gelene dek dayanmıştı.

Olduğum yerde boşluğa doğru daldığımı Duygu’nun omuzuma dokunması ile fark ettiğimde toparlanmaya çalıştım. “Efendim?” dedim sanki andan kopmadığıma böyle ikna olacakmış gibi.

“Küçük kuzunun bilekliğine bayıldım, şıkır şıkır sallayıp bana göstermesine ise erimek üzereyim.”

Umay araya girdi hemen. “Kuzucumun deyil, Duygu. Benim bu. Babam öyye dedi.”

Duygu kıkırdayarak Umay’ı kollarının altından kavrayıp kucakladı. Yüz yüze geldiklerinde bir adım atmış ve Umay’ı tezgâhın boş bir kısmına oturtmuştu. “Baban dediyse doğru mu yani?”

Umay hiç beklemeden başını salladı olumlu anlamda. “Evet. Yannış demes.”

Duygu göz ucuyla bana baktı. “Ateş Karmen’e bağlılık işini azaltalım kızlar.”

Umay bir şey anlamadan bakıyorken ben Duygu’nun sevimli alayını omuz silkerek karşılamıştım. Aynı anda mutfağa adım sesleri dolunca hepimiz kapıya doğru döndük.

“Adını söyleyince de hemen geliyor, ürkünçsün sen ya.”

İçeriye giren Ateş’ti. Duygu’yu duymamış gibi normal bir şekilde adımladıktan sonra tezgâhta oturmakta olan ve ayaklarını tatlı tatlı sallayan Umay’a yöneldi.

Ellerini Umay’ı alacakmış gibi uzattığı anda Umay kendisini yükseltmiş, babasına doğru hareketlenmişti.

Ateş, Umay’ı göğsünde sabitleyip bana döndü. “Bir türlü burada işiniz bitmedi,” dedi huysuz bir biçimde. “Bu kadar iş varsa yardımcıları yollamasaydık erkenden.”

Umay’ı özlediğini ve bu yüzden geldiğini belli etmesine karşı sesimi çıkartmadım.

“Bir iş yapmıyorduk,” diyen Duygu ise benim aksime Ateş’e yanıt vermeyi ve ona kaş çattırıp daha da huysuzlaştırmayı görev edinmiş gibiydi. “Kız toplantısı yapıyoruz, içeride hemcinslerinle oturamaz mısın?”

İçeride ikizler, Erdem ve Kuzey vardı. Doğan ve Kuzey’in sorun teşkil ettiğini sanmıyordum ama Erdem ve Sinan için aynı şeyi söyleyemezdim. Ateş’i buraya gelmeye iten biraz da onlar olabilirdi.

“Yok,” dedi Ateş rahatça. “Meraklısıysan sen otur içeride kocanla falan. Ben burada kızım ve k-…” diye devam ediyorken birden pat diye durmuştu.

Kızımın annesi diyecekti sanırım. Buna alınmazdım ki. Öyleydim.

“Heykes gelebiliy,” dedi Umay bu ikiliye arabuluculuk yapmayı üstlenip. Ben kendimi yormayınca iş ona kalmıştı.

Ateş bu iki sözcüğü bekliyormuş gibi derin bir nefes aldı. “Doğru söylüyorsun, bebeğim.”

“Doğyu şöylüyom,” dedi Umay kendisini kutlar gibi baş sallarken. “Piyense söylicem. Hadi. Doğyu şöyleyince hayvanlay veyiyoy bana.”

Doğan’ın nereden yığdığını bilmediğim oyuncak küçük hayvan zulası, Umay her aferinlik bir şey yaptığında -ve aslında genel olarak parmağını bile kıpırdatsa sevimli oluyor diye her an- ortaya çıkabiliyordu.

Umay hayvanları odasında bir köşeye yığmış, onları dağıtıp düzelttiği bir oyun dünyası kurmuşken günbegün kalabalıklaşan sürünün sonu ne olacaktı bilmiyordum.

“Prense söyle tamam,” dedi Ateş Umay ile birlikte adımlamaya başlarken. “Küçük olana değil ama, büyük olana söyle.”

Ateş ve Umay giderek uzaklaşırlarken Duygu ile bakıştık.

“Oğlumu mu dışlıyor o?” dedi şaşkınca.

Omuz silktim. “Ben dışlamak olarak adlandırmazdım.”

Umay, Kuzey’in tepkisiz ve sessiz oluşuna karşılık bir şeyler yapması gerekliymiş gibi her an çaba harcıyordu. Bu çabası ve çabasına rağmen put gibi duran Kuzey ise Ateş’in hedef tahtasıydı.

Duygu’yu kaçış yolu belirlediğim için sık sık çağırıyor ve onun sunduğu her şey aynıymış hissini duyumsamak için bir arada olmaya çalışıyordum. Bu da bizle birlikte diğer herkesin bir arada olması sonucunu doğuruyordu.

Umay ve Ateş’in arkasından çok oyalanmadan salona ilerlediğimizde gördüğüm manzaraya hiç şaşırmamıştım.

Umay, Ateş’in kucağındaydı. Ateş oturduğu koltuğu herkesten en uzak koltuk olarak seçtiği için yanları boştu. Kuzey elindeki robotumsu oyuncak ile uğraşırken Doğan ona bir şeyler söylüyordu ve karşı tarafta da Sinan ve Erdem yan yanalardı.

“Anne buyaya,” diyerek beni yanlarındaki boşluğa davet eden Umay’ı ikiletmeden Ateş’in yanına yerleştim. Duygu da tekli bir koltuğa geçmişti. Kocası ve oğlu arasında tercih yapmak yerine kendisini yalnızlığa mahrum etmişti sanırım.

Umay ben oturur oturmaz babasının kucağında yan dönmüş, bacakları ikimizin arasında kalacak şekilde uzanmıştı. Alnına dökülen saçlarını geriye doğru tarayıp gözlerine düşen bukleleri uzaklaştırırken bakışları üstümdeydi.

“Anne?” diye mırıldandığında Erdem’in herkese yeten sesini bastırabilmek için biraz ona yaklaştım. Erdem’in hangi konudan bahsettiğini baştan kaçırmıştım zaten. Umay’ı dinleyebilirdim seve seve.

“Efendim annecim?”

Umay sesini çok fazla kıstığını ve onu benden başkasının duymadığını sansa da Ateş’in bize kulak kesildiğinin farkındaydım.

“Kusey’in oyuncakını göydün mü?”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kuzey’in geldiğinden beri elinden düşürmediği, neredeyse kolumun yarısı kadar uzun olan robotunu görmüştüm tabii.

“Gördüm bebeğim.”

“Güselmiş di mi?”

Burnumdan kısa bir nefes verip güler gibi oldum. Benim için ilgi çekici bir yanı yoktu ama belli ki Umay beğenmişti.

“Aynısından alırız sana da. Yarın senin de öyle oyuncağın olur.”

Ateş’in konuya dalış yapması üç saniyeden kısa sürmüştü. Şaşırmamıştım. Umay bir şeye gözünün ucuyla baksa ya da bir an için herhangi bir eşyayı ansa o eşya ışınlanmış gibi odasında beliriyordu.

“Alabiliyis,” dedi Umay babasına doğru başını geriye atarak bakarken. “Ama… Ama oyuncakımla yanlıs oynayamam.”

“Ben seninle oynarım, bebeğim.”

Umay iç çekti. “Sen bilmiyoysun baba.”

“Annen oynar o zaman.”

Umay göz ucuyla bana baktı ve sonra babasına döndü yine. “O da bilmiyoy, küçükçük olmak lajım.”

Kollarımı göğsümde kavuşturup hafifçe arkama yaslandım. Umay’ın derdi robottan biraz daha farklıydı anlaşılan.

“Bir tek Kuzey mi biliyor bu oyunu?”

Umay dudakları büzülmüş halde başını salladı.

Merakla Ateş’in ifadesine baktığımda onun muşmuladan hallice olan suratını görmüştüm. Dayanamayıp güldüm.

“O zaman Kuzey’e sorabilirsin annecim. Birlikte oynayabilirsiniz o da isterse.”

Umay al al olmaya başlayan yanaklarıyla bana bakındığında çekindiğini ve soru sorma kısmının onu gerdiğini anlamıştım. Babasının dertleri ise bir miktar farklılık gösteriyordu. “Sinan da mı anlamaz? Oynayabilirdi belki.”

Bir elimi yüzüme kapatarak hızlanan gülüşümü saklamayı denedim. Bu sırada Erdem’in anlık susmuş olması dikkat çekmemize neden olmuştu.

“Neyi anlamam?” diye sordu Sinan.

Umay az öncekinden daha da kızarık halde Ateş’in boynuna saklandığında Ateş de bunu fırsat bilip sıkıca bedenini sarmıştı koca kollarıyla.

“Umay biraz sıkılmış,” dedim toparlamaya çalışarak. Kızımı utançtan kızartarak patlatmak gibi bir niyetim yoktu. “Oyun oynayası var ama biz pek anlamıyoruz oyun işinden.”

Sinan anlamsızca yüzüme bakıyorken onun aksine Doğan daha hızlı analizlemişti durumu. Her zamanki halleriydi yani.

“Kuzey’le oynayabilirler o zaman. Sen de sıkılmış gibisin Kuzey.”

Kuzey adını duyana kadar bakışlarını robotundan kaldırmamıştı bile. İnanılmaz bir çocuktu gerçekten. Ara ara beni ürkütecek kadar büyük bir insan gibi davranabiliyordu. Sinan ve Erdem ondan daha çocuksu sayılabilirlerdi bir bakıma.

“Sıkılmadım,” dedi Kuzey sakince. “Ama bebek sıkıldıysa oyuncağıma bakabilir.”

“Bebek ne annem?” diyerek yakındı Duygu. “Umay ya hani onun adı, öyle seslenmelisin.”

“Bebeğe benziyor ama.”

Yüzümü eğerek yine güldüm. Bu konuşmanın sonu hayırlı bir yere varmayacaktı sanırım.

“Sen de emekli amcalar gibi huysuzsun annecim ben sana öyle sesleniyor muyum hiç?”

Kuzey annesine boş boş baktıktan sonra koltuktan inmek için hareketlendi. Bir elinde robotuyla birlikte bize doğru adımladıktan hemen sonra yanımıza varmıştı.

“Uyuyor mu?” diye Umay’ı bana işaret etti dizimin dibindeyken. “Uyumuyor,” dedim hemen. “Umay? Kuzey sana oyuncağını getirdi, bak.”

Umay babasının boynundan tam olarak doğrulmadı ama tek gözüyle etrafı süzebilecek kadar kendisine alan tanımıştı.

“Ben oynamasını bilmiyoyum,” diye mırıldandı dudaklarını büküp.

Kuzey’de bir heves ışığı görebileceğimi, böyle bir anın geleceğini açıkçası tahmin etmiyordum.

“Öğretebilirim,” diyerek birden, günlerdir onu gördüğüm en heyecanlı -başka bir yaşıtına kıyasla yine az sayılırdı bu ama yapacak bir şey yoktu- hale büründüğünde kısa bir sessizlik oldu salonda. Kuzey’in yükselişi diğerleri için de beklenmedikti belli ki.

“Öğretmeyi seviyor gibisin sanki,” dedim sorarcasına. Kuzey bana bakarak başını salladı. “Ben her şeyi biliyorum, bebeğe de öğretirim.”

Umay, babasından ve benden bolca duyduğu için mi yoksa isimle seslenilmemesine alınmayı bilmediği için mi ya da bebek olmayı gururla üstlendiği için mi bilmiyorum ama Kuzey’in ona Umay değil bebek diye hitap etmesine hiç takılmamıştı.

Umay, Ateş’in kolları iki yana açık halde çaresizce kalakalacağı şekilde onun kucağından dağdan sarkar gibi indiğinde Kuzey boş duran bir koltuğa doğru ilerlediği için Umay da paytak paytak peşine takılmıştı hemen.

“Gitti gerçekten,” diye mırıldanan Ateş’e yan bir bakış attım. “Bir metre uzaklaştı sadece.”

“Gitmesi değil de gittiği kişi biraz gerdi sanki seni Ateş,” diyerek sırıtan Erdem’di. “Seni korkutmak istemem ama oğlumu ilk kez bir şeye heveslenirken gördüm bu arada.”

Ateş burnunun üstünü iki parmağıyla sıkıştırıp gözlerini birkaç saniyeliğine kapatırken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Uzun zamandır bu kadar üst üste gülecek olduğum ve hatta gülüşümü bastırmak zorunda kaldığım anlar yaşamıyordum. Hem yabancılamış hem de bunun eksikliğini aslında nasıl çok hissettiğimin farkına varmıştım.

“Hayırlısı olsun diyebilir miyiz o zaman?”

Sinan’ın tüy dikmesi ile birlikte Ateş boynunu çıtlatacak kadar ani şekilde ona döndü. Hiçbir şey söylemedi ama Sinan’ın onun bu şekilde bakmasından nasıl korktuğunu ezbere biliyordum. Sinan sertçe yutkunmuş ve beni hiç yanıltmamıştı.

Bir anlığına kendimi yıllar öncesinde, Ateş asla harekete geçmeyecek olsa da Sinan’ın koşturup benim arkama saklanacağı bir anıdaymış gibi hissetmiştim. Sinan’la kesişen bakışlarımdan aynı anda aynı şeyi düşündüğümüzü anlamak zor olmamıştı.

Kuzey ve Umay’ın kendi aralarındaki diyalogları bize varamayacak kadar kısıktı. Umay koltuğa tırmanmış, Kuzey ise önünde ayakta durmayı tercih etmişti. Robot da koltuktaydı. Kuzey oyuncağın sağını solunu çevirip bir şeyler gösteriyor, Umay’a anlatır gibi uğraşıyordu. Umay’ın iri iri açılmış gözlerle Kuzey’in yüzünü süzmesine bakılırsa anlatılanlar onun açısından pek iç açıcı değildi.

Rahatsız olmamaları için bakışlarımı üzerlerine dikmeyi bırakıp önüme döndüğümde Duygu’nun sesini duymuştum. “Bilekliğini nereden aldınız? Bayıldım güzelliğine.”

Soruyu yanıtlamak için acele etmedim. Ateş konuşur belki diye bekledim ama sesini çıkartmamıştı. Sonuç olarak iş bana kalmıştı.

“Bir yerden alınma değil,” dedim Duygu’ya. Herkes dinliyordu gerçi. Başımla Ateş’i işaret ettim. “Kendisi tasarlamış.”

Duygu tam bir takı delisiydi. Elleri, kolları, kulakları, boynu… Her yeri şıkır şıkırdı ve üst üste taktığı her şeyi de kendisine her nasılsa yakıştırırdı. Bense daha az ve öz takı kullanırdım. Bu nedenle konunun ilgisini çekmesine şaşırmamıştım.

“Kimsede olmayan bir takıya sahip olayım diye ufacık bir küpe rica ettiğimde ‘ben takı tasarlamam’ diye beni başından savan adam mı tasarlamış?” dedi Duygu sırıtarak. Kollarını göğsünde kavuşturup Ateş’e dönük şekilde tek kaşını kaldırdı.

“Takı mağazası gibi geziyorsun, doy artık.” Sinan yüzünü buruşturarak Duygu’ya baktığında Duygu alınganlaşmış gibi yüzünü düşürdü. “Sen kendine bak be.”

Duygu’nun alınmadığını, aksine Sinan’ı en az iki saat yorulmadan eleştirebileceğini bildiğim için hiç dahil olmamıştım konuya.

İkilinin atışmasına Doğan ve Erdem de müdahil olduğunda dördünün sesi salonu doldurmaya başlamış ancak bir kenarda robotun kritik ameliyatını yapıyor gibi dikkat kesilen Umay ve Kuzey’in odaklarını dağıtamamışlardı.

Geriye kalan herkesin başka bir şeyle meşgul olmasını fırsat bilerek yanında oturmayı sürdürdüğüm Ateş’e doğru baktım. Sessizdi. Bir yere dalmış gibiydi hatta.

Dikkatini çekmek ister gibi hafifçe koluna dokundum. Planım bu dokunuşu direkt olarak sonlandırmak ve bakışlarını yüzüme çevirdiğinde elimi geri çekmekti.

Bakışları yüzüme dönmeden önce diğer eliyle kolundaki elimi kafesler gibi sıkıca kavradığında planım suya düşmüştü. İstemem yan cebime koy insanı değildim. Yapmak istediklerime kılıflar uydurup bir şekilde onların beni bulmasını beklemezdim aslında ama son günlerde hep böyle yaşıyordum.

Bir şekilde Ateş’e temas ediyordum ve onun geri çekilmemem için beni tutmasını umuyordum içten içe. Kendime itiraf etmesi bile zordu. Onun farkına varmaması gerekirdi. Fark edeceğini de düşünmüyordum zaten.

Beni zorla kendisine yakın tuttuğunu düşünüyordu muhtemelen; Umay için burada olduğumu, ona yakın kalma motivasyonumun kızımızdan ibaret olduğunu düşünüyordu.

Ona bunun aksini söylemediğim için kötü biri sayılır mıydım? Belki de…

Elimin üstünü parmaklarıyla usul usul okşadığında nefesim tekler gibi olmuş, yanağımın içini dışarıdan belli olmayacak şekilde ısırıp kendimi uyarmak zorunda kalmıştım.

Haftanın başında yaşadığım farkındalığı, işime geri dönsem bile aynı kadın gibi hissedemeyeceğimi bertaraf etmek istercesine günlerdir bana bakışlarındaki hayranlığı hiç saklamadan bakıyordu. Sanki bu his hep oradaydı ama bir süredir benden gizlemek gibi anlamsız bir çabaya girişmişti. Ben o fotoğraftaki kadın ile aynı hissetmediğimi söylediğimden beri tüm gizleme çabası kaybolmuştu.

Bu, eve geldiğim günlerde üstüme gelmemek için bana bir başkasıymışım gibi mesafeli oluşuyla aynı sebeptendi belli ki. Benim aklımın karıştığı kadar onun da aklı karışıyordu.

Hatalar ve pişmanlıklar yan yana geldiğinde onun tarafı ağır basıyordu ama bu aklının karışabilme hakkını kaybettiği anlamına mı gelirdi? Emin değildim…

Elimin üstündeki dokunuşun ve düşüncelerimin etkisiyle dalgınlaşmışken kulaklarıma tiz bir ses dolmaya başladığında irkilerek kendime gelmiştim. Melodi tanıdıktı. Ateş’in telefonu çalıyordu.

Ateş telefonunu çıkartmak için elini elimden çekmek ya da tutuyor olduğum kolunu oynatmak zorundaydı. Kolunu oynatmadan, elimin üstündeki elini kullanıp telefonunu çıkarttığında arama devam etmekteydi.

Zil sesi ile birlikte salondaki konuşma sesleri de bölünmüş, herkesin dikkati dağılmıştı.

Ateş telefonu açmadan önce ekrana bakmaya çalışmak gibi bir derdim yoktu. Ancak göz ucuyla gördüğüm isim tüm bedenimin birden buz kesmesine ve bir an için titrememe neden olmuştu.

Jülide Altun yazıyordu telefon ekranında.

Ateş’in her yerde soruşturmaya başladığı ancak Doğan’ın o gün söylediği gibi çoktan ortadan kaybolmuş olan kişiydi arayan. Günlerdir hiçbir yerde izine rastlamadıkları, hiçbir yolla ulaşamadıkları kadın şimdi kendisi arıyordu Ateş’i.

Bunun altından iyi bir şey çıkma olasılığı neydi?

 

 

~~~


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm