Sen Başkasın 17.Bölüm
17.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- Ateş
İçinde bulunduğum anların tümünde ışığın onun
üzerinde toplanmasını özlediğimi biliyordum ancak buna kavuştuğumda böyle büyük
bir dinginlik yaşayacağımdan habersizdim.
Varlığı ile yaydığı tatlı enerjiden tıpkı
benim gibi yıllardır mahrum olanlar ve o enerji ile bugün yeni tanışıyor
olanlar arasında hiçbir fark yoktu. Esila bugün kiminle iletişim kurduysa,
karşı tarafta yarattığı izlenim aynıydı.
Birlikte binaya girdiğimiz andan başlamak
üzere her an bir başkası Esila’yı önce şaşkınlıkla süzüyor ve hemen ardından
selam verebilmek için yanına uğruyordu. Toplam sayıyı hesap edemeyecek kadar
yorgundum.
“Başka bir şeyler de hazırlatabilirim Esila
Hanım, kahve yeterli mi emin misiniz?”
Yeliz, az önce bahsettiğim kişilerden en
mutlusuydu. Yanımda Esila ile birlikte görüş açısına girdiğim anda gözleri
parlamıştı. İptaliyle boğuştuğu defilenin önceki planlamadan çok daha ses
getirir şekilde yapılacağını öğrendiğinde bir an karşımda Umay gibi yerinde
sallanmaya başlayacak zannetmiştim.
Umay demişken…
Kucağıma yerleşmiş, ben yokmuşum ve burası
evdeki herhangi bir odaymış gibi rahat bir halde masanın üzerindeki kalemlerle
ve kâğıtlarla uğraşıyordu.
Evde yalnız kalıp ikimizin yolunu saatlerce
gözlemesine müsaade etmemiştim. Bunun yerine Umay’ı da yanımızda getirme
fikrini ortaya atmıştım.
Şimdi de odamın bulunduğu kattaki toplantı
odasındaydık. Yeliz, Esila’ya defileyle ilgili ne var ne yok aktarmakla uğraşıyorken
ben de Umay’ın başının üstünden onun çizimlerini inceliyordum.
“Kahve gayet yeterli, teşekkür ederim.”
diyerek gülümsediğinde Esila’nın dudaklarına bir süre dalgınca bakakalmıştım.
Gülüşlerini özlemiştim. Buruk olmayan, sadece içinden geliyor diye sunduğu
gülüşleri çok özlemiştim. Bugün etraftan ona selam verildikçe bu gülüşlere sık
sık kavuşmuştum. Hedef ben değildim belki ama elimdeki imkânlar bu şekildeydi,
yapacak bir şey yoktu.
“Bu rengisi bitmiş mi?” Umay sırtını aniden
arkaya yaslayıp göğsüme dayandıktan sonra başını geriye yatırdığında
bakışlarımı ona çevirdim. Bir elinde sıkıca tutarak kaldırdığı kaleme
baktığımda sorunu anlamam zor olmamıştı.
“Rengi bitmemiş, bebeğim. Beyaz kalem o.
Kâğıdın da beyaz olduğu için göremiyorsun.”
Umay bir bana bir de elindeki kaleme baktıktan
sonra iç çekti. Kalemi masaya bıraktı. “Göyemiyoyum, bu güsel deyil o zaman.”
Yeterince belirgin renk verecek olan koyu
kırmızı bir kaleme uzanıp kâğıtta çizgiler çekmeye giriştiğinde saçlarından
öptüm.
Karşımdaki ikiliye yeniden kulak kabarttığımda
bir süre daha Esila ve Yeliz’in konuşmalarını dinlemiştim sessizce.
Anlatılanlar hakkında yeterince bilgi sahibiydim ama Esila’nın sesini konu fark
etmeksizin aralıksız şekilde dinleyebilirdim, bu da öyle bir durumdu.
“Baba?” diye mırıldanan Umay’ı duyduğum anda
başımı eğmiştim hemen yüzüne doğru. “Efendim babacım?”
“Buyda süt vay mı?”
Umay’ın benden yemeğe dair bir şey istediği
anlar nadirdi ancak ilk zamanları düşündüğümde bu bile büyük bir adımdı
aslında. Onu açlığını dile getirirken duyabilmem için Esila’nın gelmesi
gerekmişti. O an gelene dek ağzını bu konuda açmamıştı.
Sütünü bal eklendiğinde daha iştahlı içiyordu.
Dolayısıyla süt olması yeterli değildi, bir de bal bulacaktık.
“Var mıymış birlikte bakalım.”
Umay’ı kucağımdan indirmeden ayaklandığımda
sandalyemden çıkan sesle birlikte masanın karşısındaki iki kadının da
bakışlarını üzerimize çekmiştim.
“Ne oldu?” diye soran Esila’nın ilk
refleksinin bu soru olmasına alışmak istemiyordum. Ben buna alışmadan,
değişmeliydi. Hareket ettiğimizde, durum değişecek olduğunda aklına hep kötü
bir şey gelmemeliydi.
“Süt bakıcaz anne,” diyerek bilgilendirme
yapan Umay’a başımı sallayarak eşlik ettim. Ben farklı ifade ederdim bunu ama
sonuçta karşı tarafa ulaşacak olan mesaj aynıydı. Kelime israfına gerek yoktu.
Süt bakacaktık.
Esila, Umay’a küçük bir gülümseme ile baktı.
“Acıktın mı?”
“Biras,” diyerek elini havaya kaldırdı Umay.
Parmaklarıyla bir şey yapmaya çalışır gibi oldu ancak küçük parmakları
yollarını şaşırmış halde birbirine dolanmıştı sadece. Kaşlarını hafifçe çatarak
bana baktı. “Küçükçük yapıcam, piyens gösteydi. Unuttum baba.”
İkizlerin Umay’a hiç beklenmedik şeyler
öğretmeleri ve Umay’ın onları uygulamaya geçirirken biraz zorlanması yeni
değildi. O yüzden pek garipsememiştim ancak Umay’a yapmak istediği işaret
konusunda yardımcı olmadan önce dayanamayıp yanağına dudaklarımı derince
bastırdım.
Kendi parmaklarımla ona yapacağı şeyi
gösterdikten sonra onun parmaklarını da yönlendirmiştim. Birkaç dakikalık
uğraşının ardından annesine baş ve işaret parmağı arasında az mesafe bırakarak
ne kadar acıktığını tarif etmeyi başarmıştı.
Esila hiç müdahale etmeden parlak gözlerle bizi
izlemiş, Umay başardığında ise gülerek ona öpücük atmıştı. Umay annesinin
öpücüğüne benim omuzumda erirken havadan akıp gelen öpücüğün bir nebze de olsa
bana da çarpmış olmasını dileyecek kadar çaresiz ve özlem doluydum.
Onları arkamızda bırakarak Umay ile koridora
çıktığımızda içerideyken hiçbir şey hissetmediğim küçük bedeninde sezmeye
başladığım gerginlik ile birlikte bakışlarım hemen üzerine çevrildi. “Umay?”
dedim burnumu şakağına doğru bastırırken.
“Ney?” Her zamanki şekilde yanıt vermekte
gecikmediğinde endişem biraz azalmıştı.
“Bir şey mi oldu bebeğim? Odadan çıkmak
istemedin mi?”
Sorunun annesini içeride bırakmamız
olabileceğini düşünmüştüm. Esila’dan uzaklaştık diye gerilmiş olabilir miydi?
Gözlerini yüzüme dikip birbirine de dünyadaki
başka hiçbir güzelliğe de benzemeyen irislerini görebilmemi sağladı.
“Keyem gelemes buyaya di mi?”
Umay fark edemezdi ancak tek sorusuyla beni
paramparça etmişti.
Ona hemen ‘gelemez’ demek istedim ancak
dudaklarımın birbirinden ayrılması biraz zaman almıştı. Zira Kerem buraya
gelebilmişti.
Dün Esila avuçlarımın arasında titreyip bir
şeyler mırıldanırken ve beni ‘Jülide kim’ sorusu ile şaşkına çevirirken
şaşkınlığımın bu soru ile sınırlı kalacağını sanmıştım. Oysa devamı çok hızlı
gelmişti.
Jülide, Ayça’ydı. İlk olarak Umay’dan
duymuştum bu ismi. Banyo yapması ile ilgili bir şeyler sorarken öylece dilinden
dökülmüştü. Bu ismin Kerem’le bağlantısı olduğunu anlamak da zor olmamıştı.
Fakat o ismin burnumun dibine kadar girdiğini ve bununla yetinmeyip peşinden
Kerem’i de şirkete soktuğunu anlamam o zaman için mümkün olmamıştı.
Umay birini Kerem’e benzetmemiş, herhangi bir
sanrı görüp öylesine korkmamıştı. Umay o gün gerçekten Kerem’i görmüştü ve
Kerem onu göremeden önce minikliğinin avantajını farkında bile olmadan kullanıp
gözden kaybolmuştu.
Bugün geriye doğru taradığım kamera görüntülerinde
her şeyi anbean görmüştüm. Esila’ya bunu söyleyememiştim fakat Doğan ve Sinan’ı
çoktan haberdar etmiştim.
Şimdi Umay’ın endişeyle bu soruyu sormasına
karşın elim kolum bir an için bağlanmıştı.
“Niden konuşmuyoysun baba?” diyerek benim
sessizliğimi sorguladığında derin bir nefes aldım.
“Ben yanındayım babacım,” dedim sırtını
sıvazlarken. “Artık kimseden korkmana gerek yok. Senin de annenin de
yanındayım. Buradayım. Tamam mı?”
Bir şey söylemedi ama sanki onay vermiş gibi
yüzünü yanağıma doğru yasladı. Yumuşak tenini daha çok hissedebilmek için gözlerimi
yummak ve bir süre bu anda takılı kalmak isterdim ama insanların gelip geçtiği
koridorda daha fazla afişe olmaya niyetim yoktu. Kimin ne yapacağını
kestiremediğim bir dönemdeydim.
Umay ile birlikte, onun benden hiç uzaklaşmadığı
kısa bir yolculuk yaptık. Kat değiştirirken asansör ilgisini çektiği için biraz
kıpırdanır gibi olmuştu ama onun dışında sessizdi.
Sıcak sütü ve balı bulabilmek için binanın
içinde katlara serpiştirilmiş açık mutfaklara uğramamış, direkt olarak en üst
katta bulunan terastaki zincir kafelerden birine çıkmıştım.
Çalışanların belirli molaları yoktu. Her
departman ve ekip kendi zaman aralığını iş yüküne göre belirliyordu.
Dolayısıyla her yerde birileri vardı. Buranın boş olduğu zamanlar nadirdi.
Beni fark eden birkaç kişinin bakışları hızla
Umay’a çevrildiğinde Umay’ın çekingen hale geçip geçmeyeceğini merak ederek
adımlarımı yavaşlattım. Umay bakışların farkına varamadan başka bir yere
dalmıştı.
Pek şaşırtıcı olmayan bir yere… Terasın
etrafına serpiştirilmiş kimi doğal kimi yapay olan çiçeklere…
“Sütünü aldıktan sonra çiçeklere bakabiliriz,”
dedim içini rahatlatmak için. Uzaktan uzağa bakmak zorunda değildi. Umay’ın
çiçeklerle vakit geçirmesinden daha acil olan bir işim yoktu.
“Şüpeyşin,” diye fısıldadığında gülüşümü çok
büyümeden bastırmakta gecikmiştim. Kimden ağzına takıldığını düşünmeme gerek
yoktu, Sinan onu böyle tebrik ediyordu sürekli. Etraftan gülüşüme gelen şaşkın
bakışların farkındaydım. Beni en son gülerken gördükleri an muhtemelen
Esila’nın yoksunluğu çekmiyor olduğum zamanlarda kazılı kalmıştı.
“Süper miyim?” dedim yavaşça etrafı açık olan
kafe tezgâhına doğru yürürken.
“Komik şöyledim,” demişti sorar gibi. Onu
tekrarladığımızda telaffuzunu eleştirdiğimizi düşünüyordu.
“Çok güzel söyledin kızım.”
“Güsel şöyledim,” diyerek başını salladı.
Bakışları kendisiyle gurur duyar gibiydi. Boyun çukuru yüzümü gömemeyeceğim
kadar küçüktü ama burnumu oraya bastırıp kokusunu derince solumuştum.
Umay’ın sıcak sütünü ve süte eklenecek olan
bal miktarını, beni burada görmeye alışkın olmadığı için yaşadığı şaşkınlığı
gizleyemeyen baristaya anlattığım sırada Umay da dikkatle beni ve kendisine
kaçamak bakışlar atan kadını izliyordu.
Kadının hangi hareketi Umay’ı bana daha çok
yapışmaya ve omuzumu sıkıca tutmaya itmişti bilmiyordum. Önce bir şeyden
ürktüğünü düşünüp ben de gerilmiştim fakat yüzüne bakınca durumun bu olmadığını
görebildim.
İstediklerimi düzgünce anlamaya çalışan ve bu
süre boyunca bana dikkat kesilen kadına karşı bu hale gelmişti. Umay hayatıma
girdiğinden beri ilk kez yeni biri ile karşı karşıya kalmıyordu aslında. Her
seferinde tanıştığı kişilere karşı sıcaktı hatta.
Şimdi değişen neydi?
yn: Umay çiçeğim alanını işaretliyor sadece, kadından
hoşlanmadı
kızını oyuncak kuzudan
kıskanan adamın asla Umay’ın derdini anlamaması da ayıp yani bu arada…
Umay’ın beni kaçacakmışım gibi sarması
sürerken sütü de kısa sürede hazır edilmişti. Sütü tezgâhtan alıp az önce
söylediğim gibi Umay ile birlikte çiçekleri görebileceği bir yere adımlamaya
niyetlendim. Kafenin asıl alanında oturup belgeselmişiz gibi izlenilmek
istemiyordum.
Umay’ın üstünde montu duruyor olsa da açık
alanda üşüyebilmesi olasıydı. Aralık ayındaydık. Bu nedenle daha az esintiye
maruz kalacağımız bir köşe seçmeye çalışmıştım. İlerlediğim köşe kalabalıktan
daha uzaktı. Orayı gözüne ilk kestiren kişi olmamam da bu nedenle şaşırtıcı
değildi.
Bir erkek ve bir kadının yarı karşılıklı yarı
yan yana duruyorlardı. Duruş açıları nedeniyle yaklaştığımı göremedikleri o köşede
sigara içiyor olma ihtimallerini düşünüp oraya yürümekten vazgeçeceğim sırada
kulağıma konuşma sesleri dolmuştu.
Kadın konuşuyordu. Sesi kulağımı tırmalamıştı.
Ses tonuyla bir derdim yoktu aslında. Bu tırmalanma hissi tamamen
söyledikleriyle ve söyleme şekliyle ilgiliydi.
“Hasta gibi duruyordu sabah denk geldim ben
de. Aşırı zayıflamış. Ayrıldıkları belliydi ama. Bi’ depresyona bakıyor işte,
podyumun prensesinde pek prenseslik hal kalmamış.”
Kanın beynime bu kadar hızlı sıçradığı anlar
sayılıydı. Hayatım boyunca da bir elin parmağını geçmemişti. Öfkem dışarı
yansımaz, kontrollüymüş gibi görünür ve ne olursa olsun kendi içime patlardım.
Şimdiyse tüm bu duruşumu bozmak ve fırtına
olup burayı yerle bir etmek istiyordum.
İnsanların ayrıntılarını bilmedikleri konular
hakkında bol keseden atmaya eğilimli olduğunu biliyordum ama böyle alay eder
gibi, aşağılar gibi konuşulması göz ardı edip sessiz kalamayacağım kadar
korkunçtu.
Umay sessiz ve hareketsizdi. Benim öfkemin
yansımasını hissettiğinden miydi bilmiyordum ama kıpırdamadan bana yaslı halde
bekliyordu.
“Barıştılarsa yüzü yansa bile defileye o çıkar
zaten, Jülide falan hikâye. Çocuk da varmış, daha ne olsun.”
Bu kez konuşan erkek olandı ve iplerim de tam
o anda kopmuştu. Normal bir şeyden bahseder gibi ‘yüzü yansa’ demesi, kızımdan
bir garantiymiş gibi bahsetmesi…
Kucağımda Umay vardı. Yakınımda Umay’ı güvenle
emanet edebileceğim kimse yoktu. Sırf onun için peş peşe yutkunarak boğazımdaki
alevden öfke yumrusunu yok etmeyi denedim.
Başarısızdım.
Kendimi iki adım öne atıp onlar için görünür
hale geldiğim anda yüzlerindeki bozguna uğramış ifade öfkemi söndürmemişti.
Korkudan ağladıklarını da görsem durulamazdım zaten.
“Ateş Bey-…” diyerek hızla toparlanıp
konuşmaya girişen kadını elimi havaya kaldırarak durdurdum. Yüzüm ne haldeydi
bilmiyordum ama onları duyduğum yeterince açık olacak ki hiç tereddütleri
yoktu.
Esila’nın sırf onları bu şekilde köşeye
sıkıştırıyorum diye bile rahatsız hissedeceğini, söylemlerine rağmen onları
herhangi bir şekilde cezalandırmamı istemeyeceğini adım gibi biliyordum.
Saflığından değildi.
Kötü bir davranışı hak edene hak ettiğini
verirken biraz ölçü kaçtığında dahi bunun geri dönüşünü bizim yaşayacağımızı
düşünüyordu. Bu nedenle aklında her şey iyiye programlıydı.
Tüm bunlara rağmen en kötüsü onu nasıl
bulabilmişti? Belki de bu yol işe yarar bir yol değildi. Nasıl davranırsak
davranalım felaketi yaşamaya bir adımdan daha da yakınsak, bunun bir anlamı
yoktu.
“Kimsiniz siz?” dedim dümdüz bir sesle.
Adam donuk bir hal almıştı. Buradan
dönemeyeceklerini çoktan fark etmiş gibiydi. Kadın ise bir nebze daha umutluydu
sanırım çünkü dudaklarını aralayan o oldu.
“Pazarlama departmanındayız, Ateş Bey.”
İsimlerini söylemekle vaktimi çalmaması iyi
olmuştu.
“An itibarıyla değilsiniz,” dedim bakışlarımı
sırayla ağır ağır ikisinde gezdirip. “Bu çatı altında artık hiçbir şeysiniz.
Tek tepkimin bu olmayacağını da garanti ederim.”
Buradan gitmeleriyle birlikte içleri rahat bir
biçimde hayatlarına devam mı edeceklerdi? Pek zannetmiyordum.
İş hayatlarına bir yerden burnumu sokup onları
kukla gibi oradan oraya sürükletebileceğimi bildikleri için her an diken
üstünde olmaları fazla acımasızca mıydı? Umurumda değildi.
Umay’ın sırtında parmaklarımı hiç durmadan
kıpırdatarak onu sakin tutmaya çalışıyordum. Yüzünü boynuma saklamış, orada
gömülü kalmıştı. Bedenimden yayılan gergin elektriği hissettiği belliydi. Bunun
onun üzerindeki etkisini defetmeye çalışıyordum.
Telefonum çalmaya başladığında ceketimin
cebinde titremeye başlayan telefon ile birlikte Umay da kıpırdanmıştı biraz.
Telefonu çıkartıp ekrana baktığımda içinde bulunduğum anı zerre umursamadan
aramayı yanıtlamıştım hemen. “Efendim?”
“Bulabildiniz mi istediği sütü? Eve
gidebiliriz bulamadıysanız.”
Esila’nın yumuşak, nazik sesi kulağıma
dolduğunda kalp atışlarım az önce öfkeye bulanan başka biriymiş gibi düzene
girmişti. Ancak bir yandan da aklım başka bir şeye takılmıştı.
Süt bulamazsam da buldururdum. Bir şekilde
buraya getirilmesini sağlardım. Esila bunu biliyordu. “Eve mi gitmek
istiyorsun?” diye hiç lafı dolandırmadan soruşum da bu farkındalığım
nedeniyleydi.
Yakalanmayı beklemiyormuş gibi bir an sustu.
Ona dair her şeyi unuttuğuma ve onu artık tanımadığıma öyle kötü bir yerden
inanmaya başlamıştı ki onu aksine ikna edebilmek bir süre imkânsız kalmaya
devam edecekti belki de.
Karşımda allak bullak ifadelerle duran iki
-artık eski- çalışanı yok sayarak adımlarımı binanın içine yönlendirdim. Bir
yandan da konuşmaya devam ettim. “Bir şey mi oldu bebeğim?”
Onu sıkboğaz etmemek için çoğu zaman
kaçındığım bu seslenişi kontrolsüzce bazen ağzımdan kaçırıyordum. Adıyla
seslenip durmak yıllar geçse de kaybolmayan alışkanlığıma tersti çünkü.
“Olmadı bir şey,” dese de inandırıcılığını
kaybetmişti benim gözümde. Bu cevabı doğru kabul edemezdim.
Esila’yı Yeliz ile birlikteyken bıraktığım
odaya döndüğümde içeride onu yalnız başına oturur halde bulmuştum. Kaşlarım bu
eksiklikle çoktan çatılmışken bakışlarımı Esila’nın yüzüne odakladım. Yüzünden
bir şey okunmuyor diyemezdim, aksine yüzünden fazlasıyla bir şeyler
okuyabilmiştim.
Kötü hissediyordu.
“Yeliz nerede? Neden yalnızsın?” diye sorduğum
sırada Umay kucağımda uzun zaman sonra ilk kez kıpırdamaya başladı. Bu, benim
adımlarım Esila’ya yaklaştığında gerçekleşmişti. Umay kollarını öne uzatarak
annesine gitmek istediğini yeterince açık ettiğinde onu dikkatle Esila’nın
kollarına bıraktım.
Umay yüzü annesinin göğsüne gömülü olacak
şekilde ona yaslandığında Esila’nın kolları da hiç oyalanmadan Umay’ın bedenine
sarıldı. Bakışlarımızın kesişmesini bölerek başını eğip Umay’ı saçlarından
öptükten sonra yeniden başını kaldırmasını bekledim ama hareketsizce olduğu
yerde kalmıştı.
Onlara en yakın konumdaki sandalyeyi çekip
bacaklarım Esila’ya çarpacak kadar az mesafe bırakarak oturduğumda gerginliğim
yoğundu.
“Masasına dönmesini ben söyledim,” dedi Esila
birkaç saniye sonra. Az önce sorduğum soruya yeni yanıt veriyordu.
“Rahatsız mı oldun?” dedim kaşlarım daha derin
çatılırken. “Bir şey söylediyse ya da yaptıysa-…”
Terasta yaşanan sahnenin ardından kimseye
karşı iyimser kalamazdım şu an için. Ancak Esila ben cümlemi sonlandıramadan
dudaklarını aralamış ve buna engel olmuştu. “Hayır,” dedi sessizce. “Çok tatlı
biri, yanlış hiçbir şey de söylemedi. Birlikte son defileden ve öncesinden
görsellere bakıyorduk.”
Başımı ağır ağır salladım. Bunu yapmalarından
doğal bir şey yoktu. Yeliz’e yüklemem gereken bir şey de yoktu o halde. Böyle
durgun görünmesinin sebebi kimdi peki?
“Yalnız çalışmak istersen veya her şeyi sen
ayarlamak istersen bunu sağlarım. Yorulmanı istemiyorum ama dilediğin ne varsa
onu yapabiliriz. Bu yüzden mi yalnız kalmak istedin?”
Yüzünü Umay’ın sarı saçlarından kaldırırken
aceleci değildi. Başını kaldırmasına engel tonla yük varmış gibi bunu yavaşça
yapmıştı.
“Ateş,” diye mırıldandığında adımı günler
sonra ilk kez böyle ihtiyaçla dudaklarından dökmüştü. Ne hissetmem gerektiğini
bir an bilememiş ve donuk bir şekilde kalakalmıştım. Ona her şeyi sorabildiğim
ve durumu onun yardımıyla okuyabildiğim zamanlar yıllar öncesinde gömülü
kalmıştı.
“Söyle güzelim,” diyebilmiştim sadece.
Esila, Umay’a sarılı olan kollarından birini
çözdükten sonra masanın üzerinde duran kâğıt parçalarından birine rastgele
uzandı ve o parçayı benim önüme doğru sürükleyip masanın sınırında durdurdu.
Biraz daha çekse kâğıt kucağıma düşecekti belki de.
Bakışlarım onun yüzünü terk edip parmaklarını
sanki uçları yanmış gibi hızla geri çektiği kâğıda çevrildi.
Üzerinden neredeyse dört yıl geçmiş olan,
Esila’nın benim imza tasarımlarımdan biriyle poz verdiği bir dergi sayfasıydı
önümdeki.
“Dün her şeye kaldığım yerden
başlayabilecekmişim gibi cesaretlenmek çok kolaydı. Aynadan başka bir yerde
kendimi görmeden yıllar geçirdim çünkü,” dedikten sonra iç çektiğini duydum.
Bakışlarımı önümdeki kâğıttan ayıramadım. Parmaklarıyla fotoğraftaki yüzünü
işaret etti uzaktan uzağa. “Ama ben artık bu kadın ile aynı kişi değilim ki.
Kaldığım yerden başlamak nasıl mümkün olabilir?”
Başımı itiraz eder gibi iki yana salladım.
Bütün bedenim bir yangına, o yangının en alevlenmiş anına denk gelmişim gibi
yanıyordu.
“Yapma,” dedim sitemle. “Kendine bunu yapma.”
Güçlükle de olsa bakışlarımı gözlerine
çevirebilmiştim. Yanağını Umay’ın saçlarına yaslamış, hafif yan bir biçimde
bana bakıyordu. “Tasarladıklarını o kadının taşıması ve benim taşımam arasında
fark olmadığını savunamazsın.”
“Sen yanımda da olsan uzağımda da olsan
zihnimde doğan her parçanın ilhamı sendin. Hayatıma girdiğin günden beri bu
değişmedi. Değişmeyecek. Ne yaşadığımızın, hatalarımın, pişmanlıklarımın bunu
değiştirmesi mümkün değil.”
Onun dile getirdiklerini başka biri dile
getirseydi elim kolum bu kadar bağlı olmazdı. Tıpkı dakikalar önce yukarıda yaptığım
gibi hareket edebilirdim fakat kendisini başka gözle gören bizzat oydu.
Onu aksine ikna etmekten ve hatta belki de
yalvarmaktan başka yolum yoktu.
Dudaklarını kıvırmak için kendisini
zorladığını görebildim. Bir gülümsemeye evrilememişti dudaklarındaki kıvrım ama
gözleri gülümsüyormuş gibi bir an için parlamıştı. O parlamayı nasıl
yorumlayacağımı bulamadan iki gözünden birer damla yaş süzülmüş ve Umay’ın sarı
tutamları arasında kaybolmuştu.
Boynuma saplanan ağrıyı göz ardı ederek, elimi
oraya kaldırmaya gerek bile duymadan bir kolumu yanda bir yere uzanır gibi
açtığımda gerçekleşebilecek iki ihtimal vardı ve oranları da eşitti.
Esila, Umay’ı bir koluyla sarmayı bırakmadan
öne doğru atıldığında ve yüzünü omuzumla boynum arasında bir yere bastırıp
sakladığında gerçekleşmesi için içten içe kavrulduğum ihtimale kavuşmuştum.
Açtığım kolumu onun sırtına dolayıp bedenini
tüm gücümle sardığımda Umay aramızda bir nevi sıkışmıştı. Sırtı bana, göğsü
annesine yaslıydı. Beni hissettiğinde erir gibi kendisini serbest bırakmasına
ve ağırlığını bana doğru yüklemesine karşı ağırlaşmış hissetmek yerine
hafiflemiştim.
İkisinin de tüm ağırlığını ben taşıyayım, hem
bedenlerine hem ruhlarına ağrı çektiren her ağırlığı ben yükleneyim istiyordum.
Ömrüm yettiğince göğsüm ikisi için güvenli bir sığınak olarak kalacaktı. Geç
kalışımın cezası belki de o sığınağa hiç uğramamaları olmalıydı ama ben yine de
kollarım iki yana açık halde sabırla bekleyecektim.
~
- Esila
“Yiyeceğim şimdi o kolunu ya!”
Umay, Duygu’nun heyecanlı tepkisine karşı
kıkırdarken yükselen sesinden hiç ürkmemesi beni de gülümsetmişti.
Sessiz ve ses yükselirse de olağanüstü
şekillerde yükselen bir eve doğmak ve orada üç yıl geçirmek Umay’ı bu konuda
diken üstünde bir çocuk haline getirmişti, biliyordum.
Yeni bir Umay ile tanışalı ise neredeyse bir
ay dolmak üzereydi artık. Bu Umay ne Sinan’ın ani yüksek seslenişlerinden ne de
Duygu’nun heyecanlı tepkilerinden ürküyordu. Aksine onlara eşlik ediyor, sesini
daha önce duymadığım kadar kuvvetli çıkartabiliyordu.
Sinan’ın benimle konuşabilmek için her
seferinde bir bilgi feda ediyor olması sonucu, ben gelmeden önce Umay’ın buraya
alışırken yaşadığı her şeye hâkimdim.
Umay’ın hastaneye gelene kadar geçen günlerde
sesli bir şekilde ağlamadığını dile getirirken Sinan hem üzgün hem de şaşkındı.
Bense hiç şaşırmamıştım. Umay’a bunu öğreten bendim çünkü. Elimde olsun ve sesi
hep gür çıksın isterdim ancak bu şansa sahip olamamıştım yıllarca. Bu yüzden
Umay beni anlamaya başladıkça onu özellikle yanında değilsem sessiz olmaya
alıştırmıştım.
Kerem’in dikkatini çekmemesi, ani gelişen
krizlerinden birinde Umay’ın ağlayışlarıyla tetiklenip onu hedef bellememesi
içindi tüm çabam.
Sinan’ın anlattığına göre Umay’ın sesli
ağlayışı beni görmesiyle gerçekleşmemişti aslında. Ben zaten yoktum, üstüne bir
de Ateş benim peşimden kaybolduğunda Umay küçük bedenine ağır gelen kontrolü
tam orada kaybetmişti.
Kontrolü kaybetmek için de güvenli bir yerde
olmayı beklemişti. Babasının yanına
gelene dek dayanmıştı.
Olduğum yerde boşluğa doğru daldığımı Duygu’nun
omuzuma dokunması ile fark ettiğimde toparlanmaya çalıştım. “Efendim?” dedim
sanki andan kopmadığıma böyle ikna olacakmış gibi.
“Küçük kuzunun bilekliğine bayıldım, şıkır
şıkır sallayıp bana göstermesine ise erimek üzereyim.”
Umay araya girdi hemen. “Kuzucumun deyil,
Duygu. Benim bu. Babam öyye dedi.”
Duygu kıkırdayarak Umay’ı kollarının altından
kavrayıp kucakladı. Yüz yüze geldiklerinde bir adım atmış ve Umay’ı tezgâhın
boş bir kısmına oturtmuştu. “Baban dediyse doğru mu yani?”
Umay hiç beklemeden başını salladı olumlu
anlamda. “Evet. Yannış demes.”
Duygu göz ucuyla bana baktı. “Ateş Karmen’e
bağlılık işini azaltalım kızlar.”
Umay bir şey anlamadan bakıyorken ben
Duygu’nun sevimli alayını omuz silkerek karşılamıştım. Aynı anda mutfağa adım
sesleri dolunca hepimiz kapıya doğru döndük.
“Adını söyleyince de hemen geliyor, ürkünçsün
sen ya.”
İçeriye giren Ateş’ti. Duygu’yu duymamış gibi
normal bir şekilde adımladıktan sonra tezgâhta oturmakta olan ve ayaklarını
tatlı tatlı sallayan Umay’a yöneldi.
Ellerini Umay’ı alacakmış gibi uzattığı anda
Umay kendisini yükseltmiş, babasına doğru hareketlenmişti.
Ateş, Umay’ı göğsünde sabitleyip bana döndü.
“Bir türlü burada işiniz bitmedi,” dedi huysuz bir biçimde. “Bu kadar iş varsa
yardımcıları yollamasaydık erkenden.”
Umay’ı özlediğini ve bu yüzden geldiğini belli
etmesine karşı sesimi çıkartmadım.
“Bir iş yapmıyorduk,” diyen Duygu ise benim
aksime Ateş’e yanıt vermeyi ve ona kaş çattırıp daha da huysuzlaştırmayı görev
edinmiş gibiydi. “Kız toplantısı yapıyoruz, içeride hemcinslerinle oturamaz
mısın?”
İçeride ikizler, Erdem ve Kuzey vardı. Doğan
ve Kuzey’in sorun teşkil ettiğini sanmıyordum ama Erdem ve Sinan için aynı şeyi
söyleyemezdim. Ateş’i buraya gelmeye iten biraz da onlar olabilirdi.
“Yok,” dedi Ateş rahatça. “Meraklısıysan sen
otur içeride kocanla falan. Ben burada kızım ve k-…” diye devam ediyorken
birden pat diye durmuştu.
Kızımın annesi diyecekti sanırım. Buna
alınmazdım ki. Öyleydim.
“Heykes gelebiliy,” dedi Umay bu ikiliye
arabuluculuk yapmayı üstlenip. Ben kendimi yormayınca iş ona kalmıştı.
Ateş bu iki sözcüğü bekliyormuş gibi derin bir
nefes aldı. “Doğru söylüyorsun, bebeğim.”
“Doğyu şöylüyom,” dedi Umay kendisini kutlar
gibi baş sallarken. “Piyense söylicem. Hadi. Doğyu şöyleyince hayvanlay veyiyoy
bana.”
Doğan’ın nereden yığdığını bilmediğim oyuncak
küçük hayvan zulası, Umay her aferinlik bir şey yaptığında -ve aslında genel
olarak parmağını bile kıpırdatsa sevimli oluyor diye her an- ortaya çıkabiliyordu.
Umay hayvanları odasında bir köşeye yığmış,
onları dağıtıp düzelttiği bir oyun dünyası kurmuşken günbegün kalabalıklaşan
sürünün sonu ne olacaktı bilmiyordum.
“Prense söyle tamam,” dedi Ateş Umay ile
birlikte adımlamaya başlarken. “Küçük olana değil ama, büyük olana söyle.”
Ateş ve Umay giderek uzaklaşırlarken Duygu ile
bakıştık.
“Oğlumu mu dışlıyor o?” dedi şaşkınca.
Omuz silktim. “Ben dışlamak olarak
adlandırmazdım.”
Umay, Kuzey’in tepkisiz ve sessiz oluşuna
karşılık bir şeyler yapması gerekliymiş gibi her an çaba harcıyordu. Bu çabası
ve çabasına rağmen put gibi duran Kuzey ise Ateş’in hedef tahtasıydı.
Duygu’yu kaçış yolu belirlediğim için sık sık
çağırıyor ve onun sunduğu her şey aynıymış hissini duyumsamak için bir arada
olmaya çalışıyordum. Bu da bizle birlikte diğer herkesin bir arada olması
sonucunu doğuruyordu.
Umay ve Ateş’in arkasından çok oyalanmadan
salona ilerlediğimizde gördüğüm manzaraya hiç şaşırmamıştım.
Umay, Ateş’in kucağındaydı. Ateş oturduğu
koltuğu herkesten en uzak koltuk olarak seçtiği için yanları boştu. Kuzey
elindeki robotumsu oyuncak ile uğraşırken Doğan ona bir şeyler söylüyordu ve
karşı tarafta da Sinan ve Erdem yan yanalardı.
“Anne buyaya,” diyerek beni yanlarındaki
boşluğa davet eden Umay’ı ikiletmeden Ateş’in yanına yerleştim. Duygu da tekli
bir koltuğa geçmişti. Kocası ve oğlu arasında tercih yapmak yerine kendisini
yalnızlığa mahrum etmişti sanırım.
Umay ben oturur oturmaz babasının kucağında yan
dönmüş, bacakları ikimizin arasında kalacak şekilde uzanmıştı. Alnına dökülen
saçlarını geriye doğru tarayıp gözlerine düşen bukleleri uzaklaştırırken bakışları
üstümdeydi.
“Anne?” diye mırıldandığında Erdem’in herkese
yeten sesini bastırabilmek için biraz ona yaklaştım. Erdem’in hangi konudan
bahsettiğini baştan kaçırmıştım zaten. Umay’ı dinleyebilirdim seve seve.
“Efendim annecim?”
Umay sesini çok fazla kıstığını ve onu benden
başkasının duymadığını sansa da Ateş’in bize kulak kesildiğinin farkındaydım.
“Kusey’in oyuncakını göydün mü?”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kuzey’in
geldiğinden beri elinden düşürmediği, neredeyse kolumun yarısı kadar uzun olan
robotunu görmüştüm tabii.
“Gördüm bebeğim.”
“Güselmiş di mi?”
Burnumdan kısa bir nefes verip güler gibi
oldum. Benim için ilgi çekici bir yanı yoktu ama belli ki Umay beğenmişti.
“Aynısından alırız sana da. Yarın senin de
öyle oyuncağın olur.”
Ateş’in konuya dalış yapması üç saniyeden kısa
sürmüştü. Şaşırmamıştım. Umay bir şeye gözünün ucuyla baksa ya da bir an için
herhangi bir eşyayı ansa o eşya ışınlanmış gibi odasında beliriyordu.
“Alabiliyis,” dedi Umay babasına doğru başını
geriye atarak bakarken. “Ama… Ama oyuncakımla yanlıs oynayamam.”
“Ben seninle oynarım, bebeğim.”
Umay iç çekti. “Sen bilmiyoysun baba.”
“Annen oynar o zaman.”
Umay göz ucuyla bana baktı ve sonra babasına
döndü yine. “O da bilmiyoy, küçükçük olmak lajım.”
Kollarımı göğsümde kavuşturup hafifçe arkama
yaslandım. Umay’ın derdi robottan biraz daha farklıydı anlaşılan.
“Bir tek Kuzey mi biliyor bu oyunu?”
Umay dudakları büzülmüş halde başını salladı.
Merakla Ateş’in ifadesine baktığımda onun
muşmuladan hallice olan suratını görmüştüm. Dayanamayıp güldüm.
“O zaman Kuzey’e sorabilirsin annecim. Birlikte
oynayabilirsiniz o da isterse.”
Umay al al olmaya başlayan yanaklarıyla bana
bakındığında çekindiğini ve soru sorma kısmının onu gerdiğini anlamıştım.
Babasının dertleri ise bir miktar farklılık gösteriyordu. “Sinan da mı anlamaz?
Oynayabilirdi belki.”
Bir elimi yüzüme kapatarak hızlanan gülüşümü
saklamayı denedim. Bu sırada Erdem’in anlık susmuş olması dikkat çekmemize
neden olmuştu.
“Neyi anlamam?” diye sordu Sinan.
Umay az öncekinden daha da kızarık halde Ateş’in
boynuna saklandığında Ateş de bunu fırsat bilip sıkıca bedenini sarmıştı koca
kollarıyla.
“Umay biraz sıkılmış,” dedim toparlamaya
çalışarak. Kızımı utançtan kızartarak patlatmak gibi bir niyetim yoktu. “Oyun
oynayası var ama biz pek anlamıyoruz oyun işinden.”
Sinan anlamsızca yüzüme bakıyorken onun aksine
Doğan daha hızlı analizlemişti durumu. Her zamanki halleriydi yani.
“Kuzey’le oynayabilirler o zaman. Sen de
sıkılmış gibisin Kuzey.”
Kuzey adını duyana kadar bakışlarını robotundan
kaldırmamıştı bile. İnanılmaz bir çocuktu gerçekten. Ara ara beni ürkütecek
kadar büyük bir insan gibi davranabiliyordu. Sinan ve Erdem ondan daha çocuksu
sayılabilirlerdi bir bakıma.
“Sıkılmadım,” dedi Kuzey sakince. “Ama bebek
sıkıldıysa oyuncağıma bakabilir.”
“Bebek ne annem?” diyerek yakındı Duygu. “Umay
ya hani onun adı, öyle seslenmelisin.”
“Bebeğe benziyor ama.”
Yüzümü eğerek yine güldüm. Bu konuşmanın sonu
hayırlı bir yere varmayacaktı sanırım.
“Sen de emekli amcalar gibi huysuzsun annecim
ben sana öyle sesleniyor muyum hiç?”
Kuzey annesine boş boş baktıktan sonra
koltuktan inmek için hareketlendi. Bir elinde robotuyla birlikte bize doğru adımladıktan
hemen sonra yanımıza varmıştı.
“Uyuyor mu?” diye Umay’ı bana işaret etti
dizimin dibindeyken. “Uyumuyor,” dedim hemen. “Umay? Kuzey sana oyuncağını
getirdi, bak.”
Umay babasının boynundan tam olarak doğrulmadı
ama tek gözüyle etrafı süzebilecek kadar kendisine alan tanımıştı.
“Ben oynamasını bilmiyoyum,” diye mırıldandı
dudaklarını büküp.
Kuzey’de bir heves ışığı görebileceğimi, böyle
bir anın geleceğini açıkçası tahmin etmiyordum.
“Öğretebilirim,” diyerek birden, günlerdir onu
gördüğüm en heyecanlı -başka bir yaşıtına kıyasla yine az sayılırdı bu ama
yapacak bir şey yoktu- hale büründüğünde kısa bir sessizlik oldu salonda. Kuzey’in
yükselişi diğerleri için de beklenmedikti belli ki.
“Öğretmeyi seviyor gibisin sanki,” dedim
sorarcasına. Kuzey bana bakarak başını salladı. “Ben her şeyi biliyorum, bebeğe
de öğretirim.”
Umay, babasından ve benden bolca duyduğu için
mi yoksa isimle seslenilmemesine alınmayı bilmediği için mi ya da bebek olmayı
gururla üstlendiği için mi bilmiyorum ama Kuzey’in ona Umay değil bebek diye
hitap etmesine hiç takılmamıştı.
Umay, Ateş’in kolları iki yana açık halde
çaresizce kalakalacağı şekilde onun kucağından dağdan sarkar gibi indiğinde Kuzey
boş duran bir koltuğa doğru ilerlediği için Umay da paytak paytak peşine
takılmıştı hemen.
“Gitti gerçekten,” diye mırıldanan Ateş’e yan
bir bakış attım. “Bir metre uzaklaştı sadece.”
“Gitmesi değil de gittiği kişi biraz gerdi
sanki seni Ateş,” diyerek sırıtan Erdem’di. “Seni korkutmak istemem ama oğlumu
ilk kez bir şeye heveslenirken gördüm bu arada.”
Ateş burnunun üstünü iki parmağıyla sıkıştırıp
gözlerini birkaç saniyeliğine kapatırken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
Uzun zamandır bu kadar üst üste gülecek olduğum ve hatta gülüşümü bastırmak
zorunda kaldığım anlar yaşamıyordum. Hem yabancılamış hem de bunun eksikliğini
aslında nasıl çok hissettiğimin farkına varmıştım.
“Hayırlısı olsun diyebilir miyiz o zaman?”
Sinan’ın tüy dikmesi ile birlikte Ateş boynunu
çıtlatacak kadar ani şekilde ona döndü. Hiçbir şey söylemedi ama Sinan’ın onun
bu şekilde bakmasından nasıl korktuğunu ezbere biliyordum. Sinan sertçe yutkunmuş
ve beni hiç yanıltmamıştı.
Bir anlığına kendimi yıllar öncesinde, Ateş
asla harekete geçmeyecek olsa da Sinan’ın koşturup benim arkama saklanacağı bir
anıdaymış gibi hissetmiştim. Sinan’la kesişen bakışlarımdan aynı anda aynı şeyi
düşündüğümüzü anlamak zor olmamıştı.
Kuzey ve Umay’ın kendi aralarındaki diyalogları
bize varamayacak kadar kısıktı. Umay koltuğa tırmanmış, Kuzey ise önünde ayakta
durmayı tercih etmişti. Robot da koltuktaydı. Kuzey oyuncağın sağını solunu çevirip
bir şeyler gösteriyor, Umay’a anlatır gibi uğraşıyordu. Umay’ın iri iri açılmış
gözlerle Kuzey’in yüzünü süzmesine bakılırsa anlatılanlar onun açısından pek iç
açıcı değildi.
Rahatsız olmamaları için bakışlarımı üzerlerine
dikmeyi bırakıp önüme döndüğümde Duygu’nun sesini duymuştum. “Bilekliğini
nereden aldınız? Bayıldım güzelliğine.”
Soruyu yanıtlamak için acele etmedim. Ateş
konuşur belki diye bekledim ama sesini çıkartmamıştı. Sonuç olarak iş bana
kalmıştı.
“Bir yerden alınma değil,” dedim Duygu’ya. Herkes
dinliyordu gerçi. Başımla Ateş’i işaret ettim. “Kendisi tasarlamış.”
Duygu tam bir takı delisiydi. Elleri, kolları,
kulakları, boynu… Her yeri şıkır şıkırdı ve üst üste taktığı her şeyi de
kendisine her nasılsa yakıştırırdı. Bense daha az ve öz takı kullanırdım. Bu nedenle
konunun ilgisini çekmesine şaşırmamıştım.
“Kimsede olmayan bir takıya sahip olayım diye
ufacık bir küpe rica ettiğimde ‘ben takı tasarlamam’ diye beni başından savan
adam mı tasarlamış?” dedi Duygu sırıtarak. Kollarını göğsünde kavuşturup Ateş’e
dönük şekilde tek kaşını kaldırdı.
“Takı mağazası gibi geziyorsun, doy artık.” Sinan
yüzünü buruşturarak Duygu’ya baktığında Duygu alınganlaşmış gibi yüzünü
düşürdü. “Sen kendine bak be.”
Duygu’nun alınmadığını, aksine Sinan’ı en az
iki saat yorulmadan eleştirebileceğini bildiğim için hiç dahil olmamıştım
konuya.
İkilinin atışmasına Doğan ve Erdem de müdahil
olduğunda dördünün sesi salonu doldurmaya başlamış ancak bir kenarda robotun kritik
ameliyatını yapıyor gibi dikkat kesilen Umay ve Kuzey’in odaklarını
dağıtamamışlardı.
Geriye kalan herkesin başka bir şeyle meşgul
olmasını fırsat bilerek yanında oturmayı sürdürdüğüm Ateş’e doğru baktım. Sessizdi.
Bir yere dalmış gibiydi hatta.
Dikkatini çekmek ister gibi hafifçe koluna
dokundum. Planım bu dokunuşu direkt olarak sonlandırmak ve bakışlarını yüzüme
çevirdiğinde elimi geri çekmekti.
Bakışları yüzüme dönmeden önce diğer eliyle
kolundaki elimi kafesler gibi sıkıca kavradığında planım suya düşmüştü. İstemem yan cebime koy insanı değildim.
Yapmak istediklerime kılıflar uydurup bir şekilde onların beni bulmasını
beklemezdim aslında ama son günlerde hep böyle yaşıyordum.
Bir şekilde Ateş’e temas ediyordum ve onun
geri çekilmemem için beni tutmasını umuyordum içten içe. Kendime itiraf etmesi
bile zordu. Onun farkına varmaması gerekirdi. Fark edeceğini de düşünmüyordum
zaten.
Beni zorla kendisine yakın tuttuğunu
düşünüyordu muhtemelen; Umay için burada olduğumu, ona yakın kalma
motivasyonumun kızımızdan ibaret olduğunu düşünüyordu.
Ona bunun aksini söylemediğim için kötü biri
sayılır mıydım? Belki de…
Elimin üstünü parmaklarıyla usul usul okşadığında
nefesim tekler gibi olmuş, yanağımın içini dışarıdan belli olmayacak şekilde
ısırıp kendimi uyarmak zorunda kalmıştım.
Haftanın başında yaşadığım farkındalığı, işime
geri dönsem bile aynı kadın gibi hissedemeyeceğimi bertaraf etmek istercesine
günlerdir bana bakışlarındaki hayranlığı hiç saklamadan bakıyordu. Sanki bu his
hep oradaydı ama bir süredir benden gizlemek gibi anlamsız bir çabaya girişmişti.
Ben o fotoğraftaki kadın ile aynı hissetmediğimi söylediğimden beri tüm gizleme
çabası kaybolmuştu.
Bu, eve geldiğim günlerde üstüme gelmemek için
bana bir başkasıymışım gibi mesafeli oluşuyla aynı sebeptendi belli ki. Benim
aklımın karıştığı kadar onun da aklı karışıyordu.
Hatalar ve pişmanlıklar yan yana geldiğinde
onun tarafı ağır basıyordu ama bu aklının karışabilme hakkını kaybettiği
anlamına mı gelirdi? Emin değildim…
Elimin üstündeki dokunuşun ve düşüncelerimin
etkisiyle dalgınlaşmışken kulaklarıma tiz bir ses dolmaya başladığında
irkilerek kendime gelmiştim. Melodi tanıdıktı. Ateş’in telefonu çalıyordu.
Ateş telefonunu çıkartmak için elini elimden
çekmek ya da tutuyor olduğum kolunu oynatmak zorundaydı. Kolunu oynatmadan,
elimin üstündeki elini kullanıp telefonunu çıkarttığında arama devam
etmekteydi.
Zil sesi ile birlikte salondaki konuşma sesleri
de bölünmüş, herkesin dikkati dağılmıştı.
Ateş telefonu açmadan önce ekrana bakmaya
çalışmak gibi bir derdim yoktu. Ancak göz ucuyla gördüğüm isim tüm bedenimin
birden buz kesmesine ve bir an için titrememe neden olmuştu.
Jülide
Altun yazıyordu telefon ekranında.
Ateş’in her yerde soruşturmaya başladığı ancak
Doğan’ın o gün söylediği gibi çoktan ortadan kaybolmuş olan kişiydi arayan.
Günlerdir hiçbir yerde izine rastlamadıkları, hiçbir yolla ulaşamadıkları kadın
şimdi kendisi arıyordu Ateş’i.
Bunun altından iyi bir şey çıkma olasılığı
neydi?
~~~
Çok güzel bir bölümdü❤️
YanıtlaSil