Gözyaşı Kadehleri 2.Bölüm
2.BÖLÜM
“Yeterince derin nefes
aldıysan, devam edeceğim.”
Bana resmi bir
biçimde hitap etmeyi kesişi, eğer son birkaç dakikayı yaşamamış olsaydık
kesinlikle dikkatimi çekecek olan ve garipseyeceğim bir durumdu.
Hastane sınırları
içerisinde kimseyle senli benli olduğuna şahit olmamıştım daha önce. Her an
üzerine örtülü duran ciddiyeti ve asla sarsılmayan ifadesiyle bir aydır
etraftaydı. Yaratılışının bu olduğuna inanmaya başlamıştım. Ben de öyle
sıcakkanlı, samimi bir insan değildim belki genel izlenime göre ancak o farklı
bir boyutta yaşıyordu bu konuda.
“İstifa etmemi mi
istiyorsun?” diye sordum. Onun kaldırdığı resmiyeti kendim de kaldırmakta hiç
tereddüt etmemiştim.
Kaşları çatılmaya
yüz tutarak hareketlendiğinde birden fazla şeyi düşünmeye çalışan aklım durmak
üzereydi.
Girişte, birden
bire beni yanına çağırıp karşımda hiçbir şey olmamış gibi sırlardan bahsedeli en fazla beş dakika oluyordu. Ben henüz ağzımı
açıp ona bir şey sorup söyleyemeden eliyle ileriyi gösterip yürümeye
başladığında ise konuşmanın kalanını odasında yapacağımızı anlayabilmiştim.
Şimdi daha önce
yalnızca bir kez bulunduğum odasında, kapının eşiğinde ayakta duruyordum. İçeri
girdiğimizde o adımlarını masasına yöneltip sandalyeye yerleşmekte bir sakınca
görmemişti. Fakat ben kapıdan geçtikten sonra kıpırdayamayacak kadar
düşüncelerle dolup taşmıştım.
“Neden istifa
etmeni isteyeyim?”
Nasıl olduğunu
bilmediğim bir şekilde eline geçen bir koz vardı. Kozunu bana sunmasının akıl
alır tek nedeni benim için istifa konusuydu. Sürekli ona kafa tutan bir doktoru
Vita’da tutmak istemiyor ve kovacak bir sebep de bulamadığından beni istifa
etmeye zorluyor olabilirdi.
“Karşıma geçip
saklanamayan sırlardan bahsediyorsun, elindeki kozu açıkça gösteriyorsun.”
dedikten sonra hafifçe yutkundum. “Benden bir şey isteyebileceğin ortada,
istifa etmemi istemiyorsun yani öyle mi?”
Önceliğim
sırrımın Cevahir Avcıoğlu’na nasıl ulaştığını bulmak olmalıydı belki de, asıl
kilit nokta bu olabilirdi. Ama istifadan bahsettiğimde bunu aklından
geçirmiyormuş gibi bir hale bürünmesi bana isteğini bilme arzusu yüklemişti.
“İstifa etmeni
istemiyorum,” dedi kollarını masasına doğru dayarken. “Burada çalışmanı
istemiyor olsaydım, çoktan çalışmıyor hale gelmiş olurdun. Böyle basit durumlar
için sırların peşinde dolanmam, doktor.”
Sinirlerimin
zorlanışı onun tüm bu saçmalığa rağmen asla tavrını bozmamasındandı çoğunlukla.
Sanki öylesine bir şeyler anlatıyormuş gibi rahattı. Belki de rahat oluşu, kozu
elinde tutan taraf olmasındandı. Sinirimi yerinden oynatan da buydu; rahatlığı
değildi, üzerimde kurmaya çalıştığı üstünlüktü.
“Ne istiyorsun o
halde?”
Burnundan kısa
bir nefes verdiğini işittim. Sandalyesine oturmadan önce giydiği kopkoyu
lacivert takım elbisesinin ceketini çıkartıp kenara bırakmıştı. Şimdi ise kırık
beyaz gömleğin kol düğmelerini açıyor, bunu yaparken bakışlarını üzerimden
çekme telaşına asla düşmüyordu. Düğmelerini açtığı manşetler gevşediğinde her
iki kolunu da birer kat katlayıp geriye doğru çekti.
“Öncelikle buraya
adımlayıp oturmanı istiyorum,” dedi masanın önündeki deri koltuğu işaret
ederek. “Basit olanla başla ve otur artık.”
Söylediği
herhangi bir şeyi yapmama, her şeye karşı çıkma güdüsüyle doluydum. Susuzluktan
ölürken bana su içmemi söylese itiraz etmek için bir yol bulurdum. Savaş
verdiğim tüm değerleri yakıp yıkmakta hiçbir tereddüdü olmayan Cevahir
Avcıoğlu’nun bende gerçekten ağır bir nefret uyandırdığını gün geçtikçe daha
iyi anlıyordum.
Topuklarımı yere
sertçe vurarak birkaç adımlık mesafeyi katedip masanın önünde duran tekli
yumuşak deri koltuğa yavaşça oturdum. Eteğim yukarı doğru sıyrılarak
bacağımdaki çıplaklığı genişletse de üzerimdeki önlük beni büyük ölçüde
saklıyordu.
Bir bacağımı
diğerinin üzerine doğru atarak çaprazladığımda bedenim biraz ona doğru dönüktü
artık. “Dinliyorum,” dedim bastıra bastıra. “Asıl isteğinizi…”
İlk kez,
gerçekten ilk kez yüzünde sıkıntıda olduğunu belli eden bir ifade belirdi.
Saniyeler bile sürmeden ortadan kaybolmuştu bahsettiğim ifade ama yüzü hep
aynıyken aniden bu farklılığın gerçekleşmesi nedeniyle kaçırmam mümkün değildi.
“Bildiğim şeyin
açığa çıkmasını isteseydin, çoktan sır olmaktan çıkardı. Bu nedenle ortaya
çıkmaması için her şeyi yapabileceğini düşünüyorum.”
Doğru
düşünüyorsun demek yerine tepkisiz bir biçimde bekledim. Kendimi tamamen açık
hedef haline getirmek istemiyordum, fakat çoktan o hedefe dönüştüğüm de acı
verici bir gerçek olarak ortadaydı.
Aşağıdaki ışığa
göre odasında daha az beyaz ışık vardı. Ortam az aydınlıkken gözlerinin çok
daha koyu bir kahveye büründüğünü ilk kez şimdi fark etmiştim. Daha doğrusu
kendimi oyalamak için bu detaya tutunmuştum o an.
Bakışları
bakışlarımdan hiç kopmadan, az önce sıyırdığı gömleğinin sıkıca sardığı
kollarını masaya doğru yaslayarak öne doğru yaklaştı biraz.
“Benimle evlenmeni istiyorum, Seray.”
Zihnimde gezindiğini
söylediğim birden fazla ses aynı anda yok olurken geride yalnızca uğultuları
kalmıştı.
Ondan duyacağım
en şok edici şeyi çoktan duyduğumu ve bunun bana ait büyük bir sırrı bilişi
olduğunu düşünen aklım yeni gelen bu bilgiyi nereye koyacağını şaşırmıştı.
Aklım
duyduklarımın bir alaydan ibaret olduğuna kanaat getirerek ulaşabildiği tek
sonuca vardığında ona uyarak sesli bir biçimde güldüm. Bakışlarını benden hiç çekmeden,
tüm dikkatiyle yüzüme bakıyor olan soğuk varlığının karşısında ilk kez gülüyordum
sanırım.
Bir elimi
kaldırıp yüzüme hava gelmesi için hafifçe salladım. Durdurulamaz bir biçimde
gülüyordum. Bu, bir açıdan da endişemi dışarıya vuruş yöntemimdi.
Gülüşümün ona
nasıl yansıdığını gözlemleyemeyecek kadar kendime odaklıydım. Sinirlerim
öylesine bozulmuştu ki gülmemin durması bana tahminimden daha uzun süreye
patlamıştı.
“Pardon,” dedim
kendime doğru salladığım elimi düz bir biçimde özür diler gibi kaldırıp.
“Beklemiyordum böyle bir şaka yapmanızı, sinirlerim boşaldı birden.”
Anlayış göstermesini
beklemiyordum. Muhtemelen insanların gülebildiğini henüz keşfedemediğinden az
önce yaptığım eylemi anlayamamış olabilirdi.
Peki, ne
bekliyordum?
“Bu bir şaka
değil,” diyerek düz bir biçimde yüzüme bakmasını beklemediğim kesindi.
Onun bozulmayan ciddi
tavrı dudaklarımdaki tebessüme dönüşmüş gülümsemeden hiçbir eser kalmayacak
şekilde ağzımın düz bir çizgi halini almasına sebep oldu.
“Ne?” diyebildim
sadece.
Bu bir şaka
değilse, neydi?
Onun gibi bir
adamın şaka yapması ihtimali düşüktü, evet; fakat karşımda ciddi bir evlilikten
bahsediyor olması ihtimalinden düşük olduğunu sanmıyordum.
“Fazlasıyla açık
değil miydi?” diye yalandan bir soru sordu. Hemen ardından az önce duyduklarımı
bire bir aynı şekilde tekrarladı. Böylece ilkinin kendi uydurmam olduğuna
dayanıp avunma şansımı da ellerimden koparıp almıştı. “Benimle evlenmeni istiyorum, Seray.”
~
‘Benimle evlenmeni istiyorum…’
Öğle vakti
zihnime kazınan bu cümleyi, bir insan bir cümleyi beş altı saatte aklından kaç
kez tekrarlayabilirse o kadar kez tekrarlamıştım.
İkinci kez
söylediği cümlesinden sonra boş bakışlar atarak durumu ciddiye bile almadan
odasını hızla terk edişimin ardından, öğle arasının sonuna dek kendimi odama
atıp zonklamaya başlayan baş ağrımla yalnız kalmıştım.
Öğleden sonraki
hastalarla düzgün bir biçimde ilgilenebilmek için sınırlarımı zorlayıp zihnimin
verdiği savaşı dışarıya yansıtmadan saatleri geçirirken son hastanın ardından
direkt olarak çıkışa yönelmiştim.
Hesaba katmadığım
kısım, öğlen yanına dönmeyip sadece ‘konuşma uzadı, bir sorun yok’ mesajı
atarak geçiştirdiğim Oğuz’un otoparkta arabamın önünde beni bekliyor oluşuydu.
Kollarını
göğsünde kavuşturmuş, kalçasını arabamın ön kısmına doğru yaslamıştı. Beni kaç
dakikadır beklediğini bilmiyordum ama bekleme pozisyonuna bakılırsa durumdan
öyle kolay sıyrılamayacaktım.
“Selam,” derken
sesi hafif sitem doluydu. Bu sitemin neye olduğunu bilsem de o an bilmezlikten
geldim.
“Selam,” diye
karşılık verdim sadece. Kısa yanıtım kaşlarının havalanmasına ve dikkatle
yüzümü süzmesine sebep oldu.
“İyi misin sen?”
“İyiyim,” dedim
programlanmış gibi direkt.
“Dalga geçtik
öğlen… Ama gerçekten kovulmuş gibi neden bu hale geldin sen?”
Gülümsemeye
çalıştım. “Kovulmadım,” dedim günün -tek- iyi haberini vererek.
“Harika,”
dedikten sonra yaslandığı yerden doğrulup karşıma dikildi. “O zaman kovulmuştan
beter olmanın sebebi konuşmanızın içeriğini paylaşmaya başlayabilirsin.”
“Oğuz,” dedim
omuzlarımın düşmemesi için çenemi kasarak kendimi sıkıp. “Ben çok yorgunum,
sonra konuşsak olur mu?” Bir şey olmadığına ikna edemezdim onu. Ancak en
azından yapacağım açıklamayı erteleyebilirdim belki.
“Korkutuyorsun
beni, tüm hastanenin olduğu toplantılarda bile laflarınla üstüne gitmekten
çekinmediğin adam ne oldu da böyle yordu seni?”
Beni hiç ummadığım bir yerden vurdu, sana bile
anlatamadığım bir sırrımı biliyormuş… Aaa, bir de benimle evlenmek istediğini
tam olarak iki kez belirtti.
Oğuz’a bunları
söyleyebilirdim ancak henüz kendim sindirip bir yere varamamışken bir de onun
aklını bulandırıp durumun içine çekemezdim. Üstelik ona durumu anlatmam demek,
ortada olan sırrın ne olduğunu merak etmesi demekti. Bu riski de göze
alamazdım.
“Korkacak bir şey
yok, tartıştık biraz.” dedim istemeye istemeye bir yalanın ardına sığınarak.
Tartışmamıştık aslında ama hastanede kimseyi şaşırtmazdı tartışmış olmamız,
yalan olduğu belli olmayacak en güvenli seçenek buydu.
Kaşları çatıldı.
“Çok mu üstüne geldi? Neden anlatmıyorsun?”
Direkt savunmaya
geçmesi içimi ısıtırken yorgunluğum dayanılmaz bir hal aldı. Öne doğru atılıp
kollarımı sırtına doğru dolayıp sarıldım.
Kolay kolay böyle
temaslarda bulunmazdım. Sevgi dilim hiçbir zaman temas olmamıştı, kimse bana
bunun bir sevgi dili olduğunu gösterip öğretmemişti çünkü.
Oğuz birkaç
saniyelik duraksamasının ardından bir elini sırtıma doğru bırakıp hafifçe
bastırdı.
“Anlatmak
istediğinde, ne zaman olursa olsun, dinlerim seni. Bunu biliyorsun değil mi?”
Onaylar bir ses
çıkarttım sadece. Omuzuna doğru yasladığım çenemi geri çekip sarılışımıza bir
son vermek için hareketlendiğimde diretmeden bana uyum sağladı.
Oğuz daha fazla
bir şey söylemeye ya da dinlemeye halim olmadığını kabullenerek bana güven
verici bir gülümseme hediye ettikten sonra kendi aracına doğru ilerledi. O
arabasına binip otoparktan çıkıyorken ben de omuzuma asılı duran çantamdaki
anahtarımı çıkartmak için elimi oynattım.
Anahtarımı
çantamın içinde ararken geçirdiğim bir dakikadan çok daha kısa sürenin sonunda parmaklarım
anahtara dokundu. Anahtarı çekip çıkaracak, arabama binip hızla buradan
uzaklaşıp evime dönecektim. Konfor alanıma geçmek ve izole olmak için bütün
öğleden sonrayı sabırsızlıkla geçirmiştim.
Tüm bu
sabırsızlığım, neden o an gerçekleştiğini bilemediğim bir dürtüyle anlamını
yitirirken aniden elimdeki anahtarı yeniden çantamın içine bıraktım.
Son bir saattir
yağmur yağmıyor olsa da yerler gün boyu yağışlı olan havanın ıslak izlerini
taşıyordu. Hastaneye hızlı adımlarla geri dönerken su birikintilerinden kaçıp,
ayakkabılarımın herhangi bir çukura takılmamasını sağlamak için yere baka baka
yürümem gerekmişti.
Omuzumdan düşecek
gibi sallanan çantamı, darlandığım için ensemde alelade topladığım saçlarımın
iyice gevşiyor olmasını umursamadan binaya geri döndüm.
Acil girişi diğer
tarafta kalıyordu. Ana binaya giriş çıkış yapan tek tük insanların yatışlı
hastaların yakınları olduğunu biliyordum. Etrafta az insan olması da işime
gelmişti.
Aceleyle girişimi
muhtemelen odamda bir şey unutmama bağlayan danışmadaki nöbetçi sekreterin bana
sadece gülümsemekle yetinmiş olmasına kendimi zorlasam da karşılık verememiştim.
Yapacağım işe öylesine odaklıydım ki önümü görmüyorum desem yeriydi.
Yoğun olmayan
asansöre direkt binebildiğimde parmaklarım on yazan tuşu buldu. Kapılar kapanıp
asansör yukarıya doğru hareket etmeye başladığında iki dakikadan kısa sürecek
olan yolculuk iki saatmiş gibi gelmişti bana.
Asansörden
indiğimde yönüm, adımlarım hiç şaşmayacak kadar kesindi. Birbiri ardına attığım
adımlarım beni bir kapının önünde durdurdu. Kapıya uzanmama bir kala sağımdan
gelen sesle birlikte irkilerek oraya döndüm.
“Bir sorun mu
var, Seray Hanım?” diye soran kişiyi bakmasam da sesinden tanıyabilirdim.
Başhekimimiz olan
Muhsin Paker’in tamamen ona dönmüş halde karşıladığımda yüzünde sorgular bir
ifade vardı. Asabi bir sorgudan çok gerçekten neden burada olduğumu sorgular
gibiydi.
“Ben,” diye
başladım anlamsızca. Kelimeleri bir ara getirmek o an çok zor bir işe
dönüşmüştü benim için. Önünde durduğum kapı açıldığında aslında kurtulduğumu
düşünmeliydim, ancak kapının ardındaki kişi kurtarıcım olabilecek son insandı.
Cevahir, odasının
önünde yaşanan konuşmayı duyduğundan ya da belki de tesadüfen kapısını
açtığında beni tam karşısında bulmuş oldu. Refleksle ona doğru bakmış olsam da
bedenim Muhsin Paker’e dönüktü.
Cevahir’in
bakışları benimkileri takip ederek odağımdaki kişiyi buldu. Soluma saplanan
ağrıyı yok saymayı denedim. Bakışları direkt bana geri döndüğünde, Avcıoğlu’nun
bugün oltasını boşluğa sallamadığı kesinleşmişti.
“İçeri gelin
Seray Hanım, sizi bekliyordum.” demesi başhekim için yeterli bir cevaptı. Bana
neden burada olduğumu sormuştu, cevabı benden alamasa da artık bir cevabı
vardı.
Küçük bir baş
selamı vermekle yetinerek kendimi hızla odanın içine doğru attım. İkinci adımım
tamamlanmadan kapının kapanma sesi duyulmuş ve içeride sadece Cevahir ve ben
kalmıştık.
Dudaklarımı
aralayıp, içimdekileri sertçe dökmek için hamle yaptığımda ben ne olduğunu
anlayamadan sağ eli havaya kalktı. Aralanan dudaklarımı işaret parmağıyla
kapatır gibi baskıladığında şaşkın bakışlarım yüzündeydi.
“Bekle,” diye
konuştu tekdüze bir sesle. Omuzunun üzerinden kapıya doğru baktı. Onu taklit
ederek aynı şeyi yapıp bakışlarımı kapıya çevirdiğimde buğulu cama sahip
kapının önünden geçen gölgeyi görmüştüm.
Dudaklarıma
bastırdığı parmağı, haykırmaktan çekinmeyeceğim her neydiyse bunu kapıdan henüz
ayrılmamış olan Muhsin Bey’in duymasına engel olmuştu.
Ani gelişen
hareketine geç de olsa tepki vererek bir bacağımı geriye doğru attım. Böylece
elinin dudaklarımla olan temasını kesmiştim.
Yine konuşmaya
başlayacaktım ki bu kez sesiyle durdurdu beni. “Oturalım,” dedi sadece.
Önden ilerlememe
müsaade verdiğinde seçtiğim yer sabah oturduğum tekli koltuktu. Onun da yerine
geçmesini bekledim. Ancak masanın diğer tarafındaki sandalyesine geçmek yerine
karşımdaki, oturduğum koltuğun eşi olan yere yerleşti.
Koltukta boşluk
bırakmayan iri bedeniyle oturduğu yeri kapladığında, ben karşısında bu kez
olmayan önlüğüm sebebiyle bir anlığına fazla göz önünde hissetmiştim.
Gömleğimin üstten
açık üç düğmesi göğüs oluğumu, eteğimin kıvrılan kumaşı ise bacaklarımın büyük
bir kısmını açık ediyordu. Karşımda oturmasına rağmen bakışları yüzümden hiç
ayrılmadığında üstümdekiler hakkında düşünmeyi bıraktım.
Nefret edilesi
özellikleri listesine ‘sapık’ maddesini eklememe gerek kalmamıştı. Geriye kalan
yaklaşık yüz maddelik kısım için ne bir eksik ne bir fazla bir şey fark
etmiyordu gerçi…
“Karar verdin
mi?”
İki kez beni
durdurmuş ve konuşturmamıştı. Üçüncü kez buna teşebbüs edemeden ilk konuşan o
olunca yerimde kıpırtısızca bekledim.
“Evet,” dedim
titretip durduğum dizime sahip çıkabilmek için bacaklarımı çaprazlarken. “Karar
verdim, sen kafayı yemişsin.”
Karar verdiğim
kısmı onunla paylaştığımda söylediklerim onda hiçbir yankı uyandırmışa
benzemiyordu.
“Dinlemeyi bilmez
misin sen?” diye sordu bu kez. “İğnelemeye çalışmaktan başka bir çözümün yok
mu?”
“Neyi
dinleyeceğim?” diyerek dişlerimin arasından sinir dolu bir sesle konuştum.
Birden bire
bedenini öne doğru yaklaştırdı. Ben oturduğum yerde sırtımı koltuğa yaslamış
olsam da onun öne gelişi sanki çok yakınıma gelmiş gibi gerilmeme neden
olmuştu. Aramızdaki cam masayı saymazsak, pek bir engel de yoktu ortada.
“Eğer,” dedi
kısık bir sesle. “Az önce kapıdan ayrılan adamı buraya çağırmamı istemiyorsan,
söyleyeceklerimi ona dinletmemi istemiyorsan; dinleyeceksin beni.”
Söyledikleri düpedüz
tehditti. Karşımda beni alenen tehdit eden bir adam oturuyordu. Asla sessiz
kalmayacağım, gerekirse her şeyi yakıp yıkacağım bir durumdu bu. Normal şartlarda tabii… Şimdi ise elim
kolum bağlanmış halde onu sessizce beklemek zorundaydım.
Kapıdaki kişiyi
anmasıyla dilimi ısırdım sertçe.
“Tamam,” dedim
gözlerimi birkaç kez kapatıp açarak. “Nasıl bir açıklama yapacaksın bilmiyorum
ama, yap. Dinliyorum.”
“Açıklama
yapmayacağım, Seray.” dediğinde tek yaptığı sınırlarımı zorlamaktı.
“Karşıma geçip
seninle evlenmemi istedin sen benden!” dedim kısık bir sesle olsa da bağırır
gibi. “Açıklama yapmayacaksın öyle mi?”
“O garip aklında
ne canlandı bilmiyorum, aşkımdan yanıp tutuşup sunmuyorum sana bu teklifi.”
Kasıldım.
Sessizliğe gömülmemi fırsat bilerek devam etti. Konuşması daha açık hale
geldikçe bunun sinirimi törpülüyor olduğunu fark etmiş miydi bilmiyordum.
“Anlaşmalı bir
evlilikten bahsediyorum, anlaşmalı ve
sadece bir yıl sürecek bir evlilik.”
Çoktan bozulmuş
olan topuzumdan kaçarak yüzüme düşen saç tutamını özensizce kulağımın arkasına
sıkıştırdım.
Neden anlaşmalı
bir evlilik yapacak olduğunu sorgulamayacaktım. Umurumda değildi. Ailesinin
manyaklığı olabilirdi, kendi saçmalıyor olabilirdi, bambaşka bir şey
olabilirdi… Beni ilgilendiren kısım bu saçmalığa neden benim ortak olmamı
istediğiydi.
“Şantaj yapmana
gerek kalmadan seninle seve seve evlenebilecek kadınların bulunduğu koca bir
liste oluşturabilirim.” dedim başımı omuzuma doğru çok hafif eğerek. “Bu
saçmalığı bana sunmak yerine, kollarına atılacak onlarca kadından birine sunmak
garip olmayan aklına gelmedi mi?”
Az önce aklıma
garip diyerek beni aşağılamaya çalışmasına yaptığım göndermeyi alıp başına
çalabilirdi.
“Sorun da bu
zaten,” dedi gözlerini kısarak. İfadesiz hali korkutucuydu. En azından benim
gibi onunla didişecek cesareti bulamayan herkesi korkuttuğunu biliyordum,
birden fazla kez duymuştum. Ama gözlerini kısmış, dikkatle gözlerime bakıyorken
ifadesiz halinden çekinmeyen beni de biraz gerdiğini söyleyebilirdim.
“Ne sorun?” dedim
sesimin düzgün bir biçimde ve söylediklerimin tam halde ağzımdan çıkmasına
dikkat ederek.
“Bir yıl boyunca
gerekmedikçe karım olduğunu bile hatırlamayacağım, bu evliliği en az benim
kadar anlaşmadan ibaret görecek bir kadına ihtiyacım var. Benden nefret edecek
biri yerine, bana kapılacak birini hayatıma alırsam neler yaşanacağını çok iyi
biliyorum.”
Duraksadım. Öğlen
bana yaptığı teklifin gerçekten mantıklı bir açıklaması olabileceğine asla
inanmamıştım. Ancak öyle konuşuyordu ki… Söylediklerini düşündüm, bahsettiğim
bu evliliği seve seve yapacak kadınlardan biriyle evlendiğini düşündüm.
Kimseyi ilgisiyle
şımartacak, hatta ilgi vermeye değer görecek kadar his barındırmıyordu içinde
karşımdaki adam. O kadınlardan biriyle evlenmesi demek aynı anda iki tarafın da
ağır bir işkenceye maruz kalması demekti.
Yutkundum.
Söylediklerini anlamış olmam düşüncelerimde çok da büyük bir değişiklik
yaratmamıştı.
“Anladım,” dedim
önce. “Senden nefret edecek birini bulmak istemeni anladım.”
Omuzlarının
kasılı olduğunun farkında değildim ancak cümlem bittiğinde gevşediğini görünce
bunun farkına varmıştım.
“Ama hayır,”
dedim. “Ben böyle bir şey yapmayacağım. Eminim senden nefret ediyor olan tek
kadın değilimdir, Cevahir. Biraz düşün.”
“Düşünmeyeceğim,”
dedi. “Sen öyle ya da böyle bana evet diyecek, bu evliliği kabul edeceksin.
Beni elimdeki kozu kullanmaya mecbur bırakırsan… Kullanırım, kimseyi
umursamam.”
Saç diplerim
elektriklenmiş gibi sızlarken ellerimi oraya koyup parmaklarımla başımı
ovuşturdum.
“Vita’nın en genç
doktorlarından birini, insanların gözü önünde bana karşı çıkmaktan çekinmeyen
tek kadını karım olarak ortaya
çıkarttığımda kimse garipsemeyecek. Her yönden bunun için biçilmiş kaftansın ve
ben bu açıktan yararlanacağım.”
Başımı iki yana
salladım. “Sen çıldırmışsın,” dedim. Aklıma gelenle birden gözlerim açıldı.
“Sevgilim olup olmadığını, belki de bir başkasıyla evlenmek üzere olup
olmadığımı bilmiyorsun bile.”
Evlenmeyecek
oluşuma dair ettiğim yeminin üzerinden pek uzun bir süre geçmiş değildi. Bana o
yemini ettiren olayların üstünden geçen zaman da aynı şekilde kısaydı. Tabii bu
detayı Cevahir’in bilmesi gerekmiyordu.
Dudakları hantal
bir biçimde kıvrıldı. O kadar nadir bir andı ki istemsizce bakışlarımı
dudağındaki kıvrıma dikmiştim.
“Bu seçeneklerden
biri şayet gerçekten var olsaydı… Öğlen bana verdiğin ilk tepki bunu içerirdi,
doktor. Bu odadaki tek zekasını kullanabilen varlığı kendin mi sanıyorsun?”
Ağzımın içinde
bir şeyler mırıldandım. Geneli hakaret içerdiğinden sesim yükselmemişti, ancak
biraz daha şansını zorlarsa kesinlikle bir sonraki hakaretim mırıltıdan ibaret
olmayacaktı.
Dilim ikide bir
ısırmaktan sızlamaya başlamıştı. Yine de kendimi az da olsa kontrol edebilmek
için sürekli buna başvurup durmaktan kaçınmıyordum.
“Bu oyun ne
kazandıracak sana?” diye sordum. “Asıl derdin ne?”
“Bu, öyle
herkesle paylaşabileceğim basit bir bilgi değil.” dediğinde anlamsızca baktım
yüzüne. Burnundan kısa bir nefes verip gülmeye yakın bir ses çıkartarak devam
etti. “Ama dersen ki müstakbel karın
da mı bilmeyi hak etmiyor..?”
Çaprazladığım
bacaklarımdan üstte olanı düzensiz hareketlerle sallayıp duruyordum. Son
cümlesiyle bu düzensiz hareketlerin sonu geldi ve duraksadım.
Gerçekten
doğruları söylüyordu. Resmen aklında her şeyi tamamlayıp bitirmiş ve benim bu
anlaşmaya ‘tamam’ diyeceğime dair inancını yüzde yüze ulaştırmıştı. Her
zerresinden kendinden emin oluşu belli, her sözünden benim itirazlarımla
savaşacak gücün bin katını ellerinde tuttuğu açıktı.
“Ailevi
meseleler,” dedi kısa kesip. “İstemesen de öğrenirsin yakında, acele etmeye
gerek yok.”
“Avcıoğlu soyu mu
tükeniyor?” dedim alayla. “Benden bir veliaht doğurmamı da isteyecek misin?”
Dudaklarında az
önce doğan kıvrım yeniden kendini gösterirken bakışlarını gözlerimden kısa bir
yolculukla karnıma doğru çevirip aynı hızda geri döndü. Bu yavaşlık ve
yavaşlığın bıraktığı garip anlamsızlık kanımı dondurmuştu.
“Rahminde bir
Avcıoğlu büyütmek istediğini düşünmemiştim, eğer-…”
Alışkın olmadığım
şekilde alayıma alayla karşılık veriyor olması tüylerimi ürpertti. Kendime
itiraf etmekte zorlanıyordum ancak sanırım Cevahir’i ifadesiz suratıyla daha
çekilir bulmaya başlamıştım. İnsan elindekini kaybetmeden değerini kolay kolay
anlayamıyordu.
“Yeter,” dedim
devam etmesine izin vermeden. “Elinde bir koz var diye seninle evlenmeyeceğim,
bu öyle basit bir konu mu Allah aşkına?”
Ayağa kalkmak
için bacaklarımı düz hale getirdim. Doğrulmak üzere avuçlarımı koltuğun iki
yanına yaslamıştım. Bedenimi henüz koltuktan ayıramamışken sesini duydum.
“Ne istiyorsun?”
dedi soğuk bir sesle. “Ayak diretmemen için ne yapmam gerekiyor?”
Evlilik,
bağlanmak, aile kurmak… Bunlara dair her şeyden uzaktım.
Ne bu etmenlerin
bulunduğu bir yuvada doğup büyümüştüm, ne de otuz yaşına basmak üzere olduğum
halde kendim bu fikirlerden birini gerçekleştirebilmiştim.
Yalnız ölmeyi,
muhtemelen bunu yaparken de artık yalnızlığa çok alışmış olmayı planlıyordum.
Son altı saattir
yaptığım gibi, aldığım şantaj içerikli teklifi son bir kez daha düşündüm. Bu
kez durumu ilk anda olduğundan daha iyi kavrayabiliyordum. Bir insanı nefret
ettiği bir insana evlenme isteğiyle ilerletenin ne olabileceğini açıkça
öğrenmiştim.
Ömrümün ne
kadarını yaşamıştım, önümde yaşanacak ne kadar zaman kalmıştı; bilmiyordum.
Ancak geçirdiğim yirmi dokuz yılın bana gösterdiği en büyük gerçek, yalnızlığımdı.
Eğer yalnızlığım
elimden kopup gitmeyecekse, bahsettiği evlilik ne bağlılığı ne de bir aile
olmayı gerektirmeyecekse buna verdiğim onay benden hiçbir şey götürmezdi.
Ortaya çıkması
istemediğim sırrım güvende kalır, bir yılın sonunda her şey sona ererdi.
Aklımın daha
farklı yerlere çalışmayı seven ucunda ise az önce gelen sorunun tetikledi alarmlar
çalıyordu. Kozu elinde tutan taraf olmasına rağmen, Cevahir Avcıoğlu bana açık
bir çek sunmuştu.
“Sana onay
verirsem, istediklerimi yapacaksın… Doğru mu anlıyorum?” diye sordum sakince.
Az önce kalkıp
gidecek olan bir başkasıymış gibi aniden durulmam dikkatini çekmişe benziyordu.
Kaşları yavaşça havalandı.
“Aklından ne
geçtiğini bilmiyorum, sadece saçma sapan bir şeyler isteyecek birine
benzemediğin için doğru anlıyorsun diyeceğim.”
Bana güveniyor
olması egomu okşasa da, aslında güvenmemesi gerektiğini seve seve öğretecektim.
İkinci bir alarma
kadar, Avcıoğlu’na daha fazla ayak diretmeme kararı almıştım.
Sahibi olduğu
hastanenin uzman doktoruyken karşısında durabilmek beni çoğu zaman zorluyordu.
Ancak aynı sahneler karısı olarak
karşısına geçtiğimde sanırım biraz iyiye evrilecekti. Tabii sadece benim açımdan…
~
Bazı kararlar
verildiği anda değil, o andan belli bir süre sonra aklınıza dank edip sertçe
yerleşirdi.
Verdiğim olumlu
cevabın ardından ondan gelecek herhangi bir cevabı çok da önemsemeden, herhangi
bir ayrıntının peşinde dolaşmadan evime dönmüştüm.
Eve gelir gelmez
kendimi salondaki salıncağıma bırakıp küçük bir top halini alarak yerimde
küçüldüğümde zihnim tüm gün yaşananların üzerinden geçmeye başlamıştı.
Tamam, demiştim.
Ben resmen nefretiyle son bir aydır ruhumu karartan adama ‘tamam seninle
evlenirim’ demiştim.
Olumlu hale gelen
cevabımın en büyük motivasyonu şüphesiz, ondaki kozdu. Bu tek başına yeterli
olmaya yakın bir güçteydi. Üzerine eklenen ‘zaten bu saçmalıktan başka bir
yolla evlenmezsin’ ve ‘Avcıoğlu’nu bir yıllığına karısıyken bile isteye
çıldırtabilirsin’ ikilisi duruma tuz biber olmuştu.
Belki de
hayatımın en saçma kararını veriyordum. Bir yıl öyle az buz bir süre değildi.
On iki ay boyunca evli kalacak ve bu süre boyunca muhtemel olarak onunla aynı
evi paylaşmak zorunda kalacaktım.
Düşündükçe
durumun eksilerini bulmak kolaydı. Sonu gelmeyecek bir liste yapmaya
başlayabilirdim.
O kadar sıkıcı ve boş bir hayat sürüyorsun ki… Bu
saçmalığa bir gün bile geçmeden onay verdin. İçimden yükselen, doğruları söylemesinden nefret
ettiğim ses canımı acıtmıştı.
Son aylarda,
artık hiçbir şeyin benim için oyalayıcı olmamaya başladığının farkındaydım.
İşim dışında hiçbir şeyde odağımı toplayamıyordum. Yoğun bir mesleğe sahip
olmasaydım, çok daha boş vakti olan biri olsaydım muhtemelen bugünkü halimden
çok daha beter bir konumda olurdum bugün.
Cuma gecesinde
oluşumuz, bu gece ve yarın öğlene dek Volkan’ın nöbetçi oluşu ile birleştiğinde
bana yarın öğlen olana dek özgürlük alanı doğuruyordu.
Yerimden kalkıp önce
odama yol aldım. Üstümdeki gömlek ve etekten kurtulup evin içindeki ısının
fazlalığı ve birazdan daha da ısınacak olmamın hesabıyla ince yumuşak kumaşlı
askılı geceliğimi üstüme geçirdim. Üst bacağımın yarısına zar zor yetişiyordu,
sırtında ve göğsünde de bolca alan olduğundan beni darlatmayacak oluşuna
güveniyordum.
Odamdan çıkıp
yeniden salona geçmeden önce uğradığım durak odamın karşısındaki kiler oldu.
Burası sanırım
komşularım tarafından normal bir oda olarak kullanılıyordu, ancak benim birden
fazla odaya ihtiyacım yoktu. Evin bir cephesinin güneş almayışı, bu odayı serin
ve kuru bıraktığından kiler diye andığım odam aslında benim için bir mahzendi.
Henüz yalnız
olmanın benim yazgım olduğunu kabullenemediğim yıllarda, kendimi bunu sindirebilmek
için bir yere sığınmak zorunda hissetmiştim.
Bu yer de bir
şekilde şaraplar oluvermişti.
Yalnızlığı
romantize etmeye en büyük yardımcıydı. Ancak kısa süreli işe yarıyordu, size
bunu garanti edebilirdim.
Aynı derecede
kalması için serinliğini ayarlamak üzere özel bir sistemle ne az ne çok olacak
şekilde dengeli soğuttuğum odaya girdiğimde kitaplığa benzeyen ancak odanın
duvarını boydan boya kaplayan göz göz ayrılmış dolaplarda duran şişelerden
birine rastgele uzandım.
Şişeyle birlikte
dolabın karşısındaki alçak masaya yöneldim. Açıkta duran geniş kadehlerden
birini öne çekerken aynı anda da şişeyi açmakla uğraşıyordum.
Mantarını kenara
bıraktığım şişeyi sıkıca kavrayıp diğer elime de kadehi alarak odadan çıkıp
kapıyı ayağımla çekiştirdim ve kapadım.
Salona doğru
ilerlerken ilkini içerideyken doldurduğum kadehten küçük bir yudum almıştım.
Seçtiğim kırmızı
şarabın buruk tadı dilimin ucundan başlayarak ağzımda gittikçe yayılırken
yutkunduğum anda aynı burukluk boğazıma taşınmıştı.
Şaraplarla aram
sıkılaştıkça hangi şarabın kaç kadehte beni hangi hale getireceğini de artık
ezberlemiştim. Orta sehpaya bıraktığım şişenin üçüncü kadehin yarısına gelmeden
beni çakırkeyif bir hale sokacağını biliyordum bu nedenle.
İki kadehi çoktan
bitirmiş, açmadığım televizyonun siyah ekranından kendimi izliyorken salonun en
kısık ışığını açmayı tercih ettiğimden etraf boğuk bir aydınlıkla sarılıydı.
Üçüncü kadehimi
doldurup şişeyi masaya geri bıraktım. Henüz kadehi dudaklarıma doğru
ulaştıramadan önce kapı zilini duyduğumda dudaklarımı büzmüştüm istemsizce.
Kapımı çalan kişi
sayısı fazlasıyla sınırlıydı.
Leman Hanım’ın
acilen genel cerrahi müdahale
ihtiyacı doğmuş olması en büyük ihtimaldi. Alt komşum olan yaşlı çiftin
herhangi bir ilacı aniden bitmiş olabilirdi. Bina yöneticisi sık sık yapılan
aidat zamlarından birini gece haber vermeye karar vermiş de olabilirdi.
Genel olarak
apartman sakinleri dışında misafirim olmuyordu kısacası.
Kadehimi
bırakmadan, çıplak ayaklarım yere temas edip içimi ürpertirken kapıya doğru
ilerlemeye başladım.
Kapıdakinin kim
olduğunu delikten görüp, üstüme bir şey alıp almayacağıma öyle karar
verecektim. Hatta tahminlerimden bir iki tanesi doğru çıkarsa şayet, evde
olmama rolü yapmayı planlıyordum.
Kapıya varıp,
evde olmama rolü yapma ihtimalimi göz önüne alarak olabildiğince sessiz şekilde
parmak uçlarımda hafifçe yükselip gözümü dışarıyı göreceğim deliğe
yaklaştırdım. Bu evde en 1.70’lik birinin yaşayacağı düşünülerek tasarım
yapılmıştı ancak ben ve sürekli ölçsem de asla değişmeyen 1.62’lik boyum
buradaydık işte…
Tek gözümü deliğe
yaslayıp apartman boşluğundaki kişiyi görmeye çalışmam çok kısa sürede sonuç
vermişti.
Gözümü
yaklaştırdığım anda apartmanın sensörlü ışığını yanık bulmuş, yanma sebebini de
kolayca görebilmiştim.
Görüş açımın
tamamını kaplayan koca beden, saydığım tahminlerden hiçbirine uymuyor; aksine
kapımda olacağını hayalime -ya da kâbusuma- dahi almadığım birini önüme
sunuyordu.
Cevahir Avcıoğlu buradaydı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder