Düşten Farksız 47.Bölüm

 47.BÖLÜM



Titreyen parmaklarıma rağmen sıkıca kavradığım, gücüm çekilmiş gibi hissetsem dahi bir an bile tutunmayı bırakmadığım beden de en az benim kadar sarsılmıştı.

Ona tutunurken umudum güç almak değildi. Güç verecek gibi de değildim.

Sadece yalnız olmadığıma, yanımda varlığının beni ürkütmeyeceği kadar güven duyduğum biri olduğuna kendimi inandırmak ve bunun sayesinde nefes alabilmek içindi çabam.

“Birazdan gelirler,” dediğini duydum Mayıs’ın. Dudaklarımı birbirine bastırmakla yetindim.

Kaçıncı kez bunu dile getirdiğini saymayı bırakmıştım artık. Dün akşamdan beri dönüp dolaşıp bunu söylüyor, sessizliği bu şekilde bölüyor ancak söyledikleri bir türlü gerçekleşmiyordu.

Kimse gelmiyordu.

Mayıs’ın kastettiği kişilerin kimler olduğunun farkındaydım. Yokluğumuzdan habersiz olmaları imkânsızdı. Nerede olduğumuzu bilseler, bir an bile zaman kaybetmeden burada belireceklerini biliyordum. Ancak gelmeme sebeplerini bilmem beni rahatlatmıyordu.

‘Birazdan gelirler’ diyerek dilediği kişiler gelmemeye devam ettikçe, hapsolduğumuz yerin kapısından başka birilerinin girme ihtimali artıyordu.

Kolumdaki ince, gümüş kordonlu saat olmasa tamamen zamana dair bilincimi yitireceğim kadar uzun süredir etraftaki her şey hareketsizdi.

Bu odaya gireli yirmi dört saat çoktan geçip gitmiş, kapı sadece aynı adam tarafından yiyecek ve içecek bir şeyler bırakmak üzere açılıp kapanmıştı.

Odaya getirildiğimiz sırada kendimde değildim. Bu da bulunduğum yer dışındaki hiçbir alanı tanımıyorum demekti. Bu yüzden buradan çıkmamak şu an diğer seçeneklerden daha az riskliydi.

Aklım düne, bilincimi kaybettiğim anın biraz öncesine gittiğinde göğsüm sıkıntıyla sızladı.

Evden çıktığımızı, Mayıs’ın benim biraz kendime gelmem için dışarı çıkma teklifi sunduğunu hatırlıyordum. Aşağı indiğimizi, sokağı baştan sona yürümeye başladığımızı… Sonrası ise koca bir karmaşaydı.

Birden etrafta beliren, başka bir anda görsem dikkatimi çekmeyecek kadar normal giyime ve yüzlere sahip birkaç adam tarafından Mayıs’ın yakalandığını gördüğümde ilk tepkim ona doğru uzanmaya çalışmak olmuştu. Aynı anda da sesimi birilerine duyurmak üzere ağzımı açmış, ancak dudaklarıma kapanan yabancı bir el yüzünden sadece boğuk sesler çıkartabilmiştim.

Mayıs’a ‘babanızın yanına götüreceğiz, korkmanıza gerek’ yok gibi bir şeyler saçmaladıklarını hatırlıyordum. Beni tutan adamın esaretinde Mayıs’ın da benzer bir tutuşla arabaya bindirildiğini gördüğümde tüm gücümü hareket edebilmek için harcamıştım.

En sonunda beni tamamen güçsüz bırakan ise üst kolumda hissettiğim ince sızıydı. Bu sızının bir iğnenin eseri olduğunun ve iğnenin bedenime sızdırdığı her neydiyse o maddeye birkaç saniyeden fazla direnemediğimin farkına çok geç varmıştım.

Hiç durmadan ağlayan, uzandığım yerde beni kollarıyla sıkıca sarmış ve delice titreyen Mayıs’ın yanında gözlerimi araladığımda bulunduğum dört duvarın arasından o andan beri hiç çıkamamıştım.

Odanın bağlandığı küçük bir banyo vardı. Banyo odadan daha beter bir çıkmazdı. Her detayı düşünerek bu odayı içinden çıkılamaz bir labirente çevirmeleri, durumun iki günde karar verilmiş bir plan olmadığını kanıtlıyordu.

Mayıs o kadar çok ağlıyor ve o kadar korkuyla bakıyordu ki tüm çaresizliğime rağmen onu teselli edebilmek için bir şeyler aramak zorunda hissediyordum. Babasına dair her şeyin onu nasıl korkuttuğunu, adını andığı anlarda bile canının acıdığını biliyordum. Ancak güvende olduğumuzdan eminken Mayıs’ın aklını dağıtmak elbette şimdi olduğundan daha kolaydı.

Kapının açılmasını ve bu kez gelenin o korkunç suratlı adam yerine bizi buradan çıkaracak olan biri olmasını çok kez dilemiştim. Bir yandan da o kapının ardında İshak Eraslan’ı görme ihtimali aklımı zorluyor ve beni onun yerine adamlarından birini görmeye şükredecek hale sokuyordu.

Ara ara kapının önünden yükselen seslerde adını duyduğum ve böylece kendisinin burada olmadığından emin olduğum adamın ne çevirdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Mayıs’ı görmeye gelmemiş olmasını mantığıma sığdıramıyor ve düşündükçe delirecek gibi oluyordum.

Gözümü kapatışlarımdan birçoğu uykuyla sonuçlanmalıydı, ne kadar stresliysem ne kadar yorgunsam o kadar uyurdum ancak öylesine diken üstündeydim ki gözlerimi açtıktan sonra bir kez bile uykuya dalmamıştım. Mayıs ağlayışlarının etkisiyle kısa kısa uykulara, daha doğrusu bilinç kayıplarına çekiliyordu. Ben de gözlerimi kapatırsam biri gelip Mayıs’ı yanımdan alacakmış gibiydi.

Bir odaya kapatılmış halde korkuyla titriyor olmamızın İshak Eraslan’a getirisi neydi? Bilmiyordum. Düşünmeye başladığımda hiçbir yere ulaşamamak beni çıldırtıyor ve her şeyi daha da beter bir hale sokuyordu.

Uyumuyordum ve bu yüzden rüya göremezdim ancak gözlerimi her yumuşumda beni bir başka umudum karşılıyordu. Babamı görüyor, telaşla gözlerimi açıp gerçekliğin farkına varıyor; bir an sonra yine unutup gözlerimi kapatıyor ve bu kez Pars’ı gözlerimin önünde buluyordum. Özgür’ü, Özgün’ü hatta dedemi ve amcamı dahi görüyordum. Onlar bana uzanmaya çalışıyor ancak yaklaşmayı bile başaramıyorken tek yaptığım öylece beklemek oluyordu.

Güvende hissetmeyi çok yeni öğrenmiş, bununla tezat bir biçimde de hızla bu hisse alışmıştım. Şimdi bana bunu hissettirebiliyor olan herkesten uzakta ve tehlikenin kucağında uzanmaktan başka yolum olmaması ise hayatın sanırım benimle dalga geçiş şekliydi.

Geçirdiğim kötü yıllara karşılık bir hediye olduğunu sandığım herkes ve her şey kısacık bir an sonucu benden geri alınırken düştüğüm hal belki de gülünçtü. Hayallerimden bile büyük, düşlediklerimden farksız hatta daha güzel anlar yaşıyorken biri bunun hak ettiğimden fazla olduğunu düşünmüş ve hemen müdahale etmişti.

Her şeyin başa sarmasını kaldırabilecek kadar gücümün bulunduğundan ise şüpheliydim.

 

~

 

İshak Eraslan’ın o odanın kapısında belirdiği anın, bundan önceki anların hepsinden kötü olacağını tahmin edebiliyor olmak, o an geldiğinde buna hazır olabilmek demek değildi.

Mayıs’ın onu gördüğü anda dudakları birbirine bağlanmış gibi kalakalması beni olacağımdan daha da korkmuş bir hale gelmeye itmişti. Sayıklayan, bizi kurtarmaya geleceklerini fısıldayıp ben cevap vermesem de kendi kendine konuşan Mayıs gitmiş ve yerine dudaklarını nefeslenmek için dahi aralamaktan çekinen birini bırakmıştı.

Odaya girer girmez yarattığı hareketlilikle ikimiz de oraya dönmüştük. Mayıs’ın aksine ben bir anda haykırmaya başlayacak kadar dolu hissediyor, kendimi sıkıyordum.

Korkuma karışan öfkenin bir anlığına kaybolmasına sebep olan ise içeri giren adamın yüzüydü.

Gözlerini renklendiren mavinin tonuna, yanaklarındaki ve çenesindeki belirgin hatlara kadar her şeyiyle karşımda Pars vardı sanki. Dudaklarım kontrolsüzce titrerken bakışlarımı yüzünden çekemeyerek uzunca ona bakakaldım.

Mayıs’ın odasında, Pars’ın odasında, salonda… Her yerde annelerine ait fotoğraflar vardı. O fotoğraflar bana Mayıs’ın gelecekteki haline bakıyormuş gibi hissettiriyordu. Kıvırcık saçlar, kahverengi saç ve göz rengi, şişkin yanaklar… Mayıs annesinin bir kopyasıydı. Pars ve Mayıs’ın ise fiziksel olarak en ufak bir benzerliği yoktu. Bu yokluğun sebebiyle şimdi karşı karşıyaydım.

Pars her aynaya bakışında babasının bir siluetini görüyor olduğunu söylese, abartmış sayılmazdı.

“Mayıs,” diyerek sesini ilk kez duymama yol açtığında yerimde kaldım. Kapı açılmadan önce ben odanın içinde anlamsızca sağa sola yürüyorken Mayıs ise odanın sayılı eşyalarından olan yatakta uzanıyordu. Kapı sesiyle birlikte direkt olarak o da ayaklanmış ve yanıma gelmişti. Sürekli dip dibeydik. Buraya getirilirken birbirimizi korumaya gücümüz yetmemişti ancak şimdi bir şekilde yan yana durarak bunu başarabileceğimizi düşünüyorduk içten içe.

“Çok özledim seni meleğim.” Konuşmaya devam edişiyle birlikte Mayıs telaşla iç çekip koluma doğru yaklaştı. Bir sonraki hamlesinin ne olacağını anlamak güçtü, İshak’ın yüzüne baksam da bir şey anlayamıyordum. Sadece dikkatle Mayıs’a bakıyor, konuşuyordu.

Tüm korkusuna rağmen arkama geçmeden yanımda durmaya devam eden, kendini düşünüp gerilemek yerine benimle birlikte duran arkadaşımı bundan kurtaran ben oldum. Sola doğru küçük bir adım atarak önünü kapattığımda artık İshak ona bakamıyor, sadece önünü kaplamış olan beni görebiliyordu.

Bize doğru adım attığında zorlukla bir nefes almış ve yutkunmuştum. Sınırlarını kestirememek, karşımdaki adamı hiç tanımamak beni çok zorluyordu. Neyden korkmam gerektiğini, hangi yerden darbe geleceğini asla bilmiyordum.

“Mayıs,” dedi tekrar. “Sarılmayacak mısın babana, sen hiç özlemedin mi beni?”

Dalga mı geçiyordu? Yoksa gerçekten Mayıs’ın ona dair ne düşündüğünden hiç haberi yok muydu?

“Abin burada değil, aramızda bir engel yok. Yanımdasın artık kızım.”

Dalga geçmiyordu.

Mayıs’ın ondan uzak olmasının tek sebebi Pars sanıyordu. Kendini buna şartlamış, kızının ondan korktuğunu kabullenememiş olmalıydı.

“Gelme,” dedim bir adım daha attığını fark ettiğimde. O yaklaştıkça Mayıs daha çok titriyor, koluma daha sıkı tutunuyordu.

Koyu mavi gözlerinin yeni hedefi yüzümdü. Bu tonda gözlerin üzerimde olmasına alışkındım, tenimde gezindikçe göğsümü ferahlatan Pars’a ait bakışların aksine şimdi onun mavileri üstümdeyken midem düğümlenmişti.

Mayıs’a seslenirken kıstığı sesini ve yumuşattığı bakışlarını direkt olarak geride bırakmış; donuk bakışlarla beni süzerken soğuk bir sesle konuşmuştu. “Davetsiz misafirimiz dilsiz değilmiş,” derken başını hafifçe iki yana salladı. “O sesine sahip çıksan burada değil, evinde olacaktın. Görüyorum ki dersini almamışsın.”

Mayıs’ı gözümün önünde kaçırıyorlarken arkamı dönüp sessizce uzaklaşmamı mı bekliyordu?

“Baba mı diyorsun sen kendine?” diye sordum bir anda. “Kızını kaçırıp bir odaya hapsettin, baba mısın sen?”

“Sus,” diyen İshak değildi. Mayıs yalvarır gibi fısıldamıştı arkamdan. Onun yaptığı gibi sessiz kalmamı ve karşıdaki adamı sinirlendirmememi istiyordu belli ki.

Söylediklerimden sonra Mayıs’ın korktuğu şey gerçekleşmedi. İshak en ufak bir sinirlenme belirtisi göstermedi, kaşları bile çatılmadı.

“Doğru söylüyorsun,” dedi kalakalmama sebep olacak şekilde sakince. “İnsan kızına zarar verecek şeyler yapar mı?” Kendi sorusunu kendi cevaplayıp başını iki yana salladı.

“Elimde bambaşka bir koz varken… Onu kullanarak dilediğim herkesi kapımda köpek edebilecekken bu işe kızımı karıştırmama gerek yok değil mi?”

Kalp atışlarım aniden hızlanırken titrek bir nefes aldım. Tepkisiz kalmak için kendimi zorlamıyordum. Karşısında güçlü bir duruş sergilesem de oturup ağlasam da onun aklındakileri değiştiremezdim.

“Vedalaşın,” dedi hemen sonra. Mayıs’a döndü. “Bu odayı sen rahatça kullanmaya devam et meleğim, evin her yeri senin. İstediğinde odadan çıkabilirsin artık.”

Mayıs’ın duraksadığını ona bakmasam da hissettim. Arkamdan çıkar gibi oldu. Ancak bana tutunmayı bırakmadı. “Ne?” diye soludu. “Ne vedası?”

“Davetsiz misafirimizi daha konforlu bir yere yerleştireceğim, yeterince rahat eder etmez de sana döneceğim babacım. Merak etme, ona geri dönmem gerekmeyecek zaten.”

Ona geri dönmem gerekmeyecek…

Neden dönmesi gerekmeyecekti? Beni götüreceği yerde kalmak bana zaten yeterince ağır mı gelecekti? Yoksa… Yoksa aklından başka bir şey mi geçiriyordu?

 

~

 

Susmuyordu.

Ne o susuyordu ne de onun yüzünden zihnimde birbirine karışan sesler…

“Bunu da mı sevmedin?”

Sert bir zeminde uzanmaktan hiçbir farkı olmayan, daha önce bedenimin karşı karşıya kalmadığı kadar rahatsız bir yatakta; bacaklarım kendime çekili halde cenin pozisyonunda yatıyordum. Kolumu kaldırıp sarılabileceğim, tutunabileceğim bir Mayıs yoktu.

Kaç saati geride bıraktığımdan habersizdim.

Saatimi o odada, Mayıs’ın yanından ayrılırken düşürmüş olmalıydım. İshak beni o odadan çekip alırken acımasızdı, bana karşı acıması olmaması şaşırtıcı değildi ama ‘değer verdiği ve özlediği’ kızının haykırışlarını da bir an olsun duymamıştı.

Yüzümü yastığa gömüp hıçkırdım. Boğuluyordum.

Beni burada bıraksa ve yalnızlığımın içinde kaybolup tükensem bu kadar acıyacağımı sanmıyordum.

Masallar anlatıyordu. Susmuyor, bana doğru düzgün bakmaya bile gerek duymadan odanın diğer ucundaki bir sandalyede oturup anlatıyordu. Gerçeğin gölgesinde, yalandan uzak, acımasız masallar…

Parmağının ucuyla bile bana dokunmuyordu ama bin kat fazla zararı kendime verecek kadar delirmemi istiyordu.

Ona bakmamaya çalışıyordum. Yüzüne baktıkça Pars’ı andıran, hatta Pars’a bakıyormuş gibi hissettiren tüm her şeyden kaçıyordum.

“Kuşların fısıldadıklarına göre sen de öyle tatlı bir çocukluk geçirmemişsin oysa,” dediğinde gözlerimi sıkıca kapattım. “Onlara ait anıları dinlemek seni neden çok üzüyor ki?”

Cevabını bilmesine rağmen alayla sorduğu sorusuna karşın hiçbir şey söylemedim. Buraya geldiğimden beri dudaklarımı o kadar az aralamıştım ki, denesem bile sesim çıkmayacakmış gibi hissediyordum artık.

“En çok sevgilinden bahsettiğimde titriyorsun, için en çok ona mı yanıyor? İlginç…” dedikten sonra bir an duraksadı. “Kendini birine sevdirmeyi başarmış, öyle mi?”

‘Sana ölürüm, sen farkında bile olmadan ihtiyaç duyduğum her hissi bana sunan kalbine ölürüm Ahu’ Bana doğum gününün ilk saatlerinde, dudaklarını babasına dair bir şeyler anlatmak için aralamadan önce söylediklerini hatırladığımda biri kalbimi eline alıp eze eze parçalamaya başlamıştı sanki.

Dünyayı karşısına alsa devirecek gibi görünen bir adamı seviyordum. İçindeki yaralarla ise hiç bu kadar çıplak şekilde göz göze gelmemiştim. İshak Eraslan bunun benim kıyametim olabileceğini fark ettiği andan beri susmadan o yaraların hikâyesini anlatıyordu bana.

Pars’la yetinmiyor, Mayıs’tan bahsediyordu. Mayıs için ağlamaya başladığımda bu kez tanışmamama rağmen, öldüğü anı öğrendiğimden beri içimi sızlatan kadını anlatıyordu.

Tüm bunları anlatırken sesinde bir kez bile bir hareketlilik olmamış, nefesi bile teklememişti. Cehennemini anlatırken sanki öyle sıradan bir şeyden bahseder gibiydi. Kimseyi o ateşlerle yakmamış, hepsinin hayatında büyük bir karanlık doğurmamış gibi rahattı.

“Bana cevap vermediğinde keyfim kaçıyor, güzel gelinim. Anlattıklarıma karşı bir şeyler söylemek istemez misin?”

Yutkundum peş peşe. Boğazımdaki ağrıyı geçirememiş, aksine daha da canımın acımasına sebep olmuştum.

Ofladı çocuk gibi. Gözlerimi açmadım. Odadan çıkıp gitmesini diledim. İstediği acıyı çekiyordum, bunu dışarı yansıtmamamdan şikâyetçiydi. Amacına ulaşıyor olduğunun farkına varamayacak kadar kör bir canavardı.

“Bundan sonrasını kendin okursun o halde,” dediğinde zihnimdeki sesler de dahil olmak üzere bedenimdeki tüm uğultu kesildi.

Gözlerimi kısıkça araladığımda görüşümün netleşmesi birkaç saniyeden uzun sürmüştü. Ayağa kalktığını gördüm, odaya girdiğinde elinde olduğunu gördüğüm ancak bir daha gözümü çevirip bakmadığım kahverengi kapaklı solmuş bir defterle birlikte uzandığım yere doğru adımlamaktaydı.

Bana yaklaşıyor olması kendimi refleksle geri itmeme neden oldu. Uzandığım yatak tek kişilikti, odanın penceresinin önünde duvarla arasında sıfıra yakın mesafe kalacak şekilde konumlandırılmıştı. Bedenimi geri çektiğimde sırtım duvara çarpmış, daha fazla geri gidebileceğim bir alanım kalmamıştı.

“Sezen’in günlüğü,” dedi defteri yatakta bıraktığım boşluğa yavaşça atıp. “Masalları bir de onun anlatımından dinle.”

Sezen’in günlüğü… Sezen Eraslan’ın günlüğü…

Arkasını dönüp odadan çıktı. Kapıyı üstüme kapatırken beni ne ile baş başa bıraktığını çok iyi biliyor, belki de en başından beri bunu yapacağı anı bekliyordu.

Yaşadıklarına dayanamayarak intihar eden birinin günlüğünü başucuma bırakırken, direnip okumama ihtimalim olmadığını biliyordu. Tıpkı o günlüğü okumanın bana neler yapacağını bildiği gibi.

 

~

 

“Daha hızlı olmuyor mu bu siktiğimin yer tespiti Emre?”

Timur kanlanmış gözleriyle donuk bir şekilde kardeşine doğru bakarken odadaki kimsenin kendisinden çok da farklı bir halde olmadığını göremeyecek kadar karanlıktaydı.

Despina’nın bayılacağı, herkesi bir araya topladığı her an olduğu gibi cıvıldayacağı şekilde doluydu evin salonu.

Mayıs’ın Özgür’ün telefonuna ulaşmasından sonra yaşanan her şey hem çok hızlı hem de bir o kadar yavaştı. Mayıs’ın ağlaya ağlaya, boğuluyormuş gibi anlattıkları telefonun diğer ucunda onu duyan herkes için farklı bir yerden yıkımdı.

‘Annem gibi gidecek Despina,’ demişti öylece. Annesini hayattan kopartanın tükenen umutları değil, bizzat babası olduğu söylemişti bir de. Tüm bunlar birleşince ortaya çıkanlar şu an salonda dört bir yana dağılmış olan adamların her birini kolayca bitirebilirdi.

“Buldukları anda haber verecekler, uzun sürmeyecek.”

“Yeterince uzun sürdü,” diyen Özgür’dü. Kastettiği yalnızca sinyalden telefon takip etmenin onlara mal olduğunu süre değildi. Mayıs ve Despina gideli o kadar çok zaman olmuştu ki şimdi gelecek bir bağlantının önemi kalmayabilirdi. Şimdiye kadar bir iz bulamamak, geç kalmak öyle riskli olmuştu ki ipin diğer ucunda artık Despina’nın nefesleri asılıydı.

“Bir şey yapmamışlardır değil mi? Telefon kapanmadan önce sesler vardı dediniz…”

Cemre ağlamaktan kısılan sesiyle sessizce konuşurken onu duyabilen yalnızca aralarında oturduğu iki adamdı. Solunda oturan Mirza Akdoğan kızına herhangi bir teselli vermemiş, kısa bir an ona baktıktan sonra dik tutmaya çalıştığı omuzlarıyla birlikte önüne dönmüştü.

Cemre’nin diğer tarafında ise Pars vardı.

Mayıs’ı duyduğundan beri tek kelime etmeyen Pars, evden çıkmaya çalıştığında Özgün ve Özgür tarafından zorla yerine oturtulan Pars, herkes Mayıs ve Despina’ya yanıyorken bu sızılar yetmiyormuş gibi annesine de sızlamaya başlayan Pars…

Tim bunların arasından sıyrılıp Cemre’ye telkinler vermesi mümkün değildi. Öyle de oldu. Sessizce bekledi o da tıpkı Mirza gibi.

Cemre kucağına bıraktığı telefonu çalmaya başladığında irkilmiş, sesle birlikte diğer herkesin bakışları da kendisine çevrilmişti. “Annem arıyor,” dedi babasına doğru dönüp fısıltıyla. Başka kimse duysun istememişti, şu an Canan Akdoğan’ın adının anılması kimseye iyi gelmeyecekti biliyordu.

Mirza ara ara yoklayan göğüs ağrısını göz ardı ederek telefona uzandı. “Söyle,” demişti telefonu kulağına yasladığı anda.

“Mirza!” demişti hemen karşıdaki ses. Kızının açmasını beklediği telefonu eşi açtığında alacağı cevaplar konusunda bir nebze daha umutluydu. “Var mı bir haber?”

“Yok,” demişti Mirza düz bir sesle. “Bir haber yok.”

Canan oturduğu yerde küçülmek ister gibi büzüşmüş, gelen cevaba ve cevabın ait olduğu sesin tonuna dikkat kesilmişti.

İki gün önce akşam yemeğindelerken Emre’nin telefonu Timur’dan gelen aramayla çalmaya başladığından beri tüm Akdoğan ailesi Despina ve Mayıs’ın yokluğundan haberdarlardı.

Mirza ve Emre ulaşabilecekleri her kaynağı zorluyorken, Cemre de oradan oraya koşturarak birilerine iyi gelmeye çabalamış ancak kendi iyi olmayı başaramadığından diğerlerine de pek yararı dokunamamıştı. Geriye kalansa Canan’dı.

Üzerinden neredeyse bir ay geçmiş olan günün ardından evinin içindeki üyeleri dahil olmak üzere tüm ailesiyle arasında soğuk rüzgarlar esiyordu Canan’ın.

Büyük oğlunun sesini en son akşam duymuştu. Kendisine ‘anne’ demekten dahi gocunduğunu söyleyen oğlunun ardından toparlanması zaten mümkün değildi ancak üstüne eklenen kişi sayısı arttıkça Canan’ın omuzundakiler de ağırlaşmıştı.

Emre ve Cemre’nin yeğenlerini çoktan benimsediğini biliyordu. Onlardan gelen kırgın ve kızgın tepkilere şaşkın değildi. Asıl darbeyi eşinden yemişti.

Doğru düzgün kavga ettiklerini dahi hatırlamadığı, kırk yılı deviren evliliklerinde her an saygıyla ve sevgiyle kendisine baktığını bildiği eşinin gözlerine koca bir hayal kırıklığıymış gibi bakmasını sindirebilmiş değildi.

Kocasını tanıyordu. Yüzünde kolay kolay duygular ağırlamayan bir adamla, işini ve ciddiyetini her şeyinin önüne koyan bir askerle evliydi ancak bakışlarından onu okurdu. Bu kez okuduğuna pişmandı. Yeşil gözlerin içinin kendisine bakarken keşkelerle kavrulduğunu ilk kez görmüştü.

Canan tüm bunların suçunu kendi sırtlanmadan, bu yıla kadar yaptığı gibi kendini aklayarak günlerini devam ettirebilirdi. Ben doğru olanı yaptım der ve şimdiye kadar tek bir gün dahi duymadığı vicdanın sesini yine hiç tanımıyor olurdu.

Mümkün olamamıştı.

‘Evli bile değillerdi, ülkesine dönüp orada birine kabul ettirebilirdi çocuğunu.’ demişti o gün Helen’in hamileliğinden herkesten önce haberdar olduğunu anlatırken. Aldığı yanıt ise duyduğu andan beri her gece kâbuslarında, her gün düşüncelerinde yakasına yapışıyor. Bir gün dahi bunu düşünmeden nefes alabilmesine fırsat vermiyordu. ‘Kabul ettirdiği o adam pedofili bir ruh hastasının tekiydi, kabul ettiği o çocuğu yıllarca taciz etti.’

Bu sesler bir gün susar mıydı, kesin değildi. Ancak Canan’ın o seslerle geçireceği zaman boyunca yaşayacağı kıvranmanın yaşattıklarıyla ölçüşemeyeceği kesindi.

“Haber gelirse,” diyebildi hemen Canan, Mirza telefonu kapatmasın diye aceleyle. “Haber gelirse bana da söyleyin, Mirza.”

Onay alamadı. Olumsuz bir şey de duymadı ancak telefon kapanmıştı.

Cemre babasının kendisine uzattığı telefonu kavrayıp alacakken Emre kulağında duran telefonunu sıkıca tutarak yerinden hızla doğrulmuştu. Böylece tüm bakışlar artık ondaydı.

“Çıkıyorum, Korel. Siz daha yakınsınız ama ben gelmeden ağaçtan yaprak bile düşmeyecek. Duydun mu beni?”

Emre telefonu kulağından çekerken salonda oturan herkes artık ayaktaydı.

“Bakmayın öyle,” dedi Emre. “Ordu gibi peşimden gelemezsiniz.”

“Kimin işini kime öğretiyorsun lan sen,” dedi Mirza oğluna bakarken. “Durdursana bi’ beni.”

Emre babasına göz ucuyla baktığında kastettiği ‘ordu’yu komuta ediyor olanın o olduğunu kabullenmiş ve direnmek yerine sessiz kalmıştı. Kaybedecek vakit yoktu. Asla ikna olmayacağını bildiği insanları burada kalmaya zorlaması anlamsızdı.

Evde bırakabildikleri tek isim Cemre’ydi. Geriye kalanlar iki araba şeklinde yola koyulmuşken araçlardan birini Emre, diğerini ise Özgün kullanıyordu.

Emre yan koltuğunda oturan abisi ve arkadaki babası eşliğinde onlara telefondan gelen tek bilginin adres tarifi olduğunu anlatmaya çalışırken, diğer arabada Pars ve Özgür’ün sessizliğine aynı şekilde dahil olan Özgün vardı.

Telefonun sinyalinin geldiği alanın gerisinde, Emre’nin gelecek olanlara söylediği şekilde konumlanmış olan ekibe ulaştıklarında en gerideki isimlerden biri Özgün’dü. İşin şu an polisler eşliğinde yürüyeceğini görüyor olsa da güvenebileceği birilerini de buraya yığmaktan kaçınmamıştı. Verdiği emir için -artık elini tüm o karartıdan çekiyor olsa dahi- gözünü kırpmadan öne atılabilecek adamlara sahipti.

“Sinyalin geldiği evde hiçbir hareketlilik yok komiserim,” diyerek Emre’nin geldiğini gördüğü anda durumu açıklamaya girişen kişi Korel’di.

Aradan az önce inenler arasında Özgün dışında herkes tarafından tanınıyor olan bu sima, Despina’nın peşinde bir korumayla gezmek zorunda olduğu dönemi aniden anımsattığında herkes daha da gergindi artık.

“İçeride kaç kişi var, yaklaşan oldu mu ileriye?”

“Duvarlar yüksek, bahçeyi buradan görüntüledik ancak evin içini dikkat çekmeden görmemiz güç. Bahçede en az üç kişi var, silahlı olup olmadıklarını bilmiyoruz.”

Mirza gözlerini Korel’e doğru çevirdi. “Bahçede üçse, evde daha fazlası vardır. Herkesi dışarı dikecek kadar deli değildir.”

“Belli olmaz,” diyen Pars oldu. “İçeride bir kişi de bırakmış olabilir, yirmi kişi de. Neyi nasıl tarttığını tahmin edemezsiniz.”

“Etrafı sarıyoruz,” derken sesini biraz yükseltti Emre. “İçeride güvenliğini sağlamanız gereken iki kadın var. Eşkâllerini biliyorsunuz, ikisinin güvenliği önceliğiniz. Kimse acele etmesin.”

İçeride Despina’nın olma ihtimali düşüktü. Mayıs ‘onun gittiğini’ söylemişti ancak belki de İshak’ın kızı götürdüğü yer evin başka bir köşesiydi. Emre bu ihtimali göz ardı edecek değildi.

Emre’nin emri altında çalışan ekip düzenli bir biçimde dağılmaya başladığında Korel onlarla ilerlemeden önce Emre’ye doğru döndü. “Komiserim siz geliyor musunuz?”

“Ben geliyorum, sen kalıyor ve bu arkamdaki adamları burada tutuyorsun Korel. Göreyim yeteneklerini aslanım.”

Emre hızlı adımlarla gözden kaybolmaya başlayan ekibine yetişirken arkasında patlamak üzere beş bomba ve bir de Korel bırakmıştı.

Korel öne atılma konusunda başı çeken Timur ve Pars’ı gördüğünde önlerine doğru geçti. Bakışları Timur’daydı. “Kalalım burada,” dedi sakince. “Oraya gitmeniz Despina ve Mayıs’a yarar değil, eğer… Eğer evdelerse birazdan burada olacaklar zaten.”

Korel, Emre komiserinden gelen haberle birlikte iki gün önce durumdan haberdar olduğundan beri gergindi. Kısa bir tanışıklığı olmasına rağmen küçük kız kardeşi gibi hissederek peşinde dolandığı Despina’nın ve onunla birlikte birden fazla kez görüp iletişim kurduğu Mayıs’ın kaçırılmış olması aklına ilk olarak gözünü dört açıp etrafı taradığı Nikolos meselesini getirmişti. Ancak durum bu değildi.

Durum yine kendisinin haberi olan, Nikolos’la bağlantılı sandığı ancak sonra Pars’la konuşmak zorunda kalarak fark ettiği İshak’tan ibaretti.

‘Kızları güvende tut, yarı yolda sizi karşılayacağım. Korkmasınlar ama korkmaları gereken bir durum olduğunu bil’ demişti telefonun ardından Pars ona.

Az önce açıklamış olduğunu zannetse de karşısındaki hiçbir adamın yüzünde bu açıklamayı kabullendiğine dair bir iz bulamamıştı Korel. Hepsi aynı anda öne atılsa üstünden geçebileceklerini de görüyordu. Hoş bir farkındalık değildi ancak yarısı iki metreye yakın, ölüm makinesi gibi görünen adamların karşısında tek başına direnmesi imkansıza yakındı.

Kendisine öğretilenleri hatırladı. Gücünü kullanamayacaksa başka bir şey kullanması gerekirdi.

“Eğer beni atlatıp gitmeye çalışırsanız amirimden aldığım emri yerine getirmek için size direnmek zorundayım. Burada bir kargaşa çıksın, ses yükselsin isterseniz… Buyurun.”

Mirza, Korel’e baktı. Uzunca süzdü. Korel asıl problemin diğer dörtlünün fiziksel gücü olabileceğini düşünmüştü ancak bu adamın bakışlarında da aşağı yukarı aynı kuvvet vardı.

“Sadece beş dakika bekleyelim,” dedi Mirza’dan önce konuşup. Üzerindeki bakışların tümü gözlerinin beyazına kırmızılar çökmüş şekilde, yorgun ve odaksızdı. Geçen günlerin hiçbiri için kolay ilerlemediği belliydi.

“Beş dakika,” dedi Timur. “O beş dakika dolduğunda seni eze eze de olsa ben o eve gireceğim.”

Korel söylediği süreyi uzun tutmadığı için pişman olsa da bir şey söylemeden başıyla onayladı. Ardından o işkenceden farksız beş dakika başlamış oldu.

Saniyeler büyüdü, dakikalara dönüştü. Saat akşam denemeyecek kadar geç olmaya başlamıştı. Sokak lambalarının aydınlattığı alanda görüş açıktı ancak buradan o bahsedilen evi görebilmeleri mümkün değildi.

Bahsedilen beş dakika geride kaldığında Korel herhangi bir atak gelecek mi diye tetikteydi ama karşısındakiler öyle dalgındı ki hiçbir hareketlilik yoktu. Ne süre tutacak ne de o sürenin sonunda bir şeyler söyleyecek kadar algıları kalmamıştı.

Korel’in elinde duran telsizden uğultulu bir ses yükseldi o sırada.

“Bilinen adrese acil ambulans istiyorum, tamam.” diyen ses tanıdıktı hepsi için. Emre konuşmuştu. İletişim kurmaya çalıştığı yer Korel değildi ancak hat açık olduğundan onu duymuşlardı.

Özgür ellerini sıkıca yüzüne kapattı. Onun düşecek gibi olduğunu fark eden Özgün’dü. Kardeşini omuzundan tutarak kendisine doğru çekti.

“Bir şey oldu,” dedi Timur boğuk bir sesle. “Kızlara mı bir şey oldu? Neden ambulans istiyor?”

Korel ne diyeceğini bilemeyerek duraksadı. Silah sesleri yükselmemişti. Evin içindeki adamlar yaralandı diye ambulans istenmesi ihtimalini aşağı çekiyordu bu.

“Etraf temiz, şüpheliler etkisiz halde.” Bu kez telsizden başka birinin sesi yükselmişti. Bu sesten sonra Korel olduğu yere tank da yığsa karşısındakileri durdurması mümkün değildi.

Birkaç dakikadan kısa bir süre içinde artık evin bahçesinin sınırlarında olan grubun ilk karşılaştığı manzara yerde yüzüstü yatırılmış, kelepçelerle zapt edilmiş olan adamlardı. Birkaç polis tepelerinde bekliyor, etraftaki hareketlilik sürerken adamların gözcülüğünü yapıyorlardı.

Evin iç kapısına doğru gideceklerken onları bundan alıkoyan ise Özgür ve Pars’ın aynı anda konuşup aynı şeyi söylemesiydi.

“Mayıs,” demişlerdi aynı anda. Baktıkları yerde, bahçenin diğer tarafında onlara bunu söyleten manzara vardı.

Emre sıkıca önünde duran bedeni sarıyor, göğsüne doğru kapanan ve sarsılan sırtından anlaşıldığı üzere hıçkırarak ağlıyor olan Mayıs’ı ayakta tutuyordu.

Sırtını sıvazladığı kızın arkasından kendilerine doğru gelenleri gördüğünde Korel’in yine de iyi direnebildiğini düşünmüştü önce. Bu adamları bir süreliğine yerlerinde tutabilmiş olması bile mucizeydi.

“Kimler geldi Mayıs? Bak güzelim, dön arkana. Geçti artık hadi.”

Özgür onun dönmesini beklemeden çoktan adımlamış, Emre’nin kollarında duran bedeni tek bir hamleyle kendisine çevirip çepeçevre sarmıştı.

Mayıs tanıdık kokuyu aldığı anda delirmiş gibi bağırarak ağlamaya başlarken kendisini öyle bırakmıştı ki Özgür onunla birlikte dizleri üstünde çimlerin üstüne düşmek zorunda kalmıştı.

Geçen iki günde nasıl bir korku yaşadığını saniyeler içinde göstermişti herkese. Nefesi kesilircesine ağlıyor, anlayamadıkları bir şeyler sayıklıyordu.

“Ahu…” diye soludu Timur gözlerini Mayıs’ın çıldırmış halinden çekemezken. “Ahu nerede?”

Mayıs tüm ağlayışına rağmen bu soruyu duymuş, duyduğu anda da soluk soluğa Özgür’ün bedeninden ayrılmıştı. Çöktüğü yerden kalkmadan, başını yukarı doğru kaldırıp Timur’a baktı. Gözleri ufacık kalmıştı.

“Gelmediniz!” dedi pürüzlü bir sesle. “Geleceğinizi söyledim, hep söyledim. Birazdan gelecekler dedim ona, gelmediniz! Yetişemediniz.”

Mayıs, Despina yanından gittiğinden beri, yani bu sabahtan beri aklını tamamen yitirmiş gibiydi. Annesi ile ilgili anımsadıklarıyla birlikte Despina’nın gidişi üst üste gelmiş ve onu çıkmaza sürüklemişti. O odaya hapsolduklarından beri arkadaşına ‘birazdan gelecekler’ diyordu ancak o ‘birazdan’ hiç gelmemişti.

Timur göğsünden vurulmuş gibi sarsılarak geriye küçük bir adım attı. Sarsılan tek isim değildi elbette.

Yüzüne dökülen, birbirine karışmış kıvırcıklarıyla birlikte bedenine tezat koca bir yorgunlukla bakıyordu Mayıs herkese. Bakışları en çok Timur’da oyalanıyordu. Sanki… ‘Babasısın sen onun, benim babam gibi değilsin; kızını niye kurtarmıyorsun’ diye yakınıyordu içten içe. Despina’nın en büyük umudunun Timur olduğunu bilecek kadar tanıyordu arkadaşını.

“Yetişemedim,” dedi Timur kabullenerek. İçinden belki on kez daha tekrarladı bunu. Aklına çoktan kazınmıştı ama yine de devam etti.

Mayıs kırgın ve çokça kızgın bakışlarının hedefini değiştirmişti bu sırada. Elini kaldırıp yanaklarını hızlıca sildi, ıslaklıklardan arındırdığı yanakları saniyeler içinde yine sırılsıklam olacaktı ama bunu düşünmemişti.

“Yıllar önceki gibi,” dedi irislerini birazdan yere devrilecekmiş gibi görünen abisine çevirmişken. “Kızdın, gittin. Sen yokken her şey mahvoldu. Sonra geldin. Gelmen annemi yaşatmaya yetmemişti abi.”

Devamını getirmedi. Ancak kimsenin buna ihtiyacı yoktu zaten. ‘Despina’ya da yetmezse..?’ demeye çalıştığını herkes anlayabilmişti.

Bu döngünün farkında olan tek isim Mayıs değildi. Pars çoktandır bunun acısıyla kıvranıyordu.

Despina’yı en son gördüğü anın, onu arkasında bıraktığı an oluşunu kaldıramıyordu.

“Yetecek,” dedi Pars. Keskin bir sesle, yemin eder gibi konuşmuştu. “Aksi mümkün değil, duyuyor musun beni? Ya yetecek ya da ben de geberip gideceğim.”

Birden arkasını dönüp hızla yürümeye başladığında ne olduğunu anlayamadıkları için kimse onu durdurmak için yeterli tepkiyi gösterememişti. Bahçeden çıkıp gideceğini düşündükleri anda ise Pars’ın hedefi kapı değil evin girişiydi. Az önce gözüne çarpan, bir polis tarafından elleri arkadan kelepçeli şekilde ayakta bekletilen yüzü tanıyordu.

“Vedat!” diye bağırdı bahçeyi de evi de inletecek bir sesle. Henüz kimse onun hedefini tam olarak bulamadan attığı adımların sonunda kapıya kadar gitmiş ve kelepçelenen adamın boğazına tek eliyle yapıştığı gibi bedenini savurmuştu.

Kelepçelenmesine ve etraftaki önlemlere güvenerek öyle çok sıkı tutmadığı adam saniyeler içinde elinden koptuğunda polis hamle yapacak gibi olmuş ancak bakışları Emre’ye çarptığında kendini geri çekmişti. Amirinden ‘bekle’ emri gelmişti.

Pars boğazından tutarak, nefesini tamamen kesecek şekilde sıktığı adamı kapının yanındaki duvara kemiklerini parçalayacakmışçasına çarptığında adamdan kopan sızlanma etraftaki gergin sessizliği bölmüştü.

“Nerede o orospu çocuğu? Hangi delikte? Kız nerede?”

Peş peşe sorduğu sorulara cevap almak için adama tanıdığı süre sadece birkaç saniyeden ibaretti. “Konuş,” dedi Pars tükürür gibi. “Kime güveniyorsun? Polisler mi alacak seni elimden? Bak lan etrafa! Kimsenin seni kurtarmaya niyeti var mı?”

Vedat etrafa bakmak için kızarmaya başlayan yüzünü çevirdiğinde kimsenin kılının kıpırdamadığını fark edebildi. Polislerin hepsi put gibi duruyor, bahçedeki kalabalık karşısındaki adamın onu boğmasını izliyordu.

“Bilmiyorum,” dedi yarım yamalak hecelerle kekeleyerek. “Bilmiyorum nerede olduğunu.”

Pars başını geriye attı. Damarlarından kan yerine akan öfkesi, her hücresine yayılan korkularıyla birleşerek parmaklarına sonsuz bir kuvvet emanet ediyordu. Yeniden adamın gözlerinin içine bakmak üzere başını düzelttiğinde dümdüz bir suratla boynundan sıktığı adamın kafasını duvara sertçe vurdu.

“Günde kaç kere sıçtığını bile bildiğin adamın hangi cehennemde olduğunu bilmiyorsun, öyle mi?”

Vedat’ın yıllardır İshak’ın peşinde kuyruk olmaktan başka bir vasfı olmadığını biliyordu Pars. Mayıs’ı koruyabilmek için İshak’ı istemese de ezbere bilmek zorundaydı, tanımalıydı. Öyle de yapmıştı. Bu koca iki gün boyunca da bildiği her adresi gerek Özgün gerek Emre tek tek dağıtmış ancak hiçbir sonuca varamamışlardı.

Şu an sınırlarında bulundukları ev yeniydi. Bu adresin İshak’a ait olduğuna dair hiçbir iz yoktu, olsa… Olsa Mayıs’ın bir telefona ulaşmasını beklemeden önce çoktan burayı bulmuş olurlardı.

“Yemin eder-…”

“Sikerim lan senin yeminini. Ağzın yemin mi tutar senin?”

Bir kez daha başını duvara vurdu. Gözleri kaymaya başlamıştı artık adamın. Boğazındaki baskı ve başına aldığı darbeler bilincini sökmek üzereydi.

Emre başıyla Korel’e ileriyi işaret ettiğinde Korel aldığı emrin ‘Pars’ı durdur’ olduğunu çözmüş olsa da risk almaktan çekinmedi.

Belindeki silahı çıkartarak kapıya doğru adımladı. “Al bunu, sık göğsüne doğru. Çatışma çıktı, geberdi diye tutanak tutarız.”

Silahı uzattığı Pars’ın dikkatini çekmemişti. Niyeti de bu değildi. Yem Vedat içindi.

Boğazındaki baskıyla ve darbelerle ölmeyeceğini, bilinci kaybolunca polislerin onu bu delinin elinden alacağını düşünüyordu. Ötmeyecekti, bayıldığında da işkencesi bitecekti.

Az önce duyduklarına kadar planı buydu.

Vedat acıdan ve korkudan ıslanan gözlerle kendilerine doğru yaklaşan adama doğru baktığında kuş gibi titriyordu.

“Verme!” diye bağırdı sesini çıkarabildiği kadar. “Öldürür, acımaz öldürür. Babası bile korkuyor, alın beni bunun elinden yalvarırım.”

Hıçkıra hıçkıra ağlayacak gibi görünen adam utanmazca yalvarırken Korel olduğu yerde dümdüz durdu. “Bana ne lan senin canından?” dedi umursamazca. Umursuyor da değildi gerçekten. “Gebermekten korkuyorsan anlat, madem babası bile korkuyor sen ne diye bu adamın yanında babasını koruyorsun?”

Vedat öksürüklere boğulduğunda Pars etraftan gelen seslere tamamen kapalıydı. Gözlerinin önünde can çekişen bir şerefsiz yerine sevgilisi vardı o anda. Sadece onu görüyordu.

“Tamam,” dedi Vedat. “Tamam bıraksın beni. Bıraksın söyleyeceğim.”

Korel, Pars’ın adamı pek dinlemediğini anladığında derin bir nefes alıp onlara yaklaştı. Pars’ın kolunu dirseğinden kavradı. Vedat’ı ondan kurtarmak yerine sadece nefes alabileceği kadar boşluk bırakmakla yetinmişti.

“Eski ev,” dedi Vedat nefes alabilmeye başladığı anda. “Eski eve götürecekti kızı.”

Pars’ın Vedat’ı tamamen bıraktığı, yere savrulmasına gözünü dahi çevirip bakmadığı anda kulakları uğuldamaya başlamıştı.

‘Annem gibi gidecek Despina’ diyen Mayıs’ı duyar gibi oldu tekrar.

Pars aynı evin kaç farklı can alabileceğini düşünüyordu. Aynı dört duvar, hem kendi çocukluğunu hem Mayıs’ın çocukluğu tüketmişti. Sonra yine aynı cehennemde annesi son kez nefes almıştı. Şimdi…

“Hayır,” dedi Pars. Sarsak adımlarla ilerlemeye başlarken susmadan tekrarlıyordu. “Hayır,” diyerek neyi durdurabileceği belirsizdi ancak susmuyordu.

“Hadi!” diye bir bağırış duyuldu sonra birden. “Hadisenize, ne bekliyorsunuz hadi!” Bahçedeki kalabalığı hareketlendiren, boğazı parçalanacakmış gibi bağıran Timur’du.

Özgün’ün arabası Pars’ın sürücülüğü ile yola koyulurken arkasından onu takip eden birden fazla araç vardı. Pars bulunduğu arabada kimlerin var olduğunu dahi algılamaya gerek duymadan büyük bir hızla araba kullanıyordu.

Yan koltuğunda Timur vardı. Pars’ın hızla basıp gitmesine yetişebilen tek isim oydu. Arkalarındaki arabalar da hızla dolmuş ve peşlerine takılmıştı ancak kimse bu ikili kadar ani hareket etmemişti.

Dakikalar yılları aratmaz şekilde uzamış ve yavaşlamışken Pars arabayı bugün ikinci kez uğradığı yerin önünde durdurdu.

Aklındaki sorulardan biri de ‘ben bu bahçedeyken içeride miydin Ahu’ olmuştu. Kapısından girmemeye yemin ettiği, bir yıkıntıdan ibaret evin saklanacak bir köşesi kalmadığını düşündüğünden hiç denemediği seçenek aslında onu sevgilisine mi kavuşturacaktı?

Arabanın kapısını kapatıp kapatmadığına bakmadan koşar adım içeri yönelirken etraftan gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı hiçbir önlemi yoktu. Onu takip eden Timur da aynı haldeydi.

Kapıya doğru yöneldiklerinde arkalarından gelen arabalar da peş peşe park etmiş ve kapılar açılarak içeridekiler dışarıya dökülmüşlerdi.

Emre, Korel ile birlikte temkinli bir şekilde ilerlemeyi planlamıştı ancak kimsenin bunu bekleyecek sabrı kalmamıştı.

Küçük bir kalabalık olarak önden adımlayan iki adamın arkasına takıldıklarında evin içine ilk giren, buraya ölse dahi adım atmayacağına dair yeminleri olan Pars’tı.

İçeride Despina’yı bulacağına dair en ufak bir ihtimal dahi tüm yeminlerini bozdurabilir, önündeki engellerin tümünü yıkmasına sebep olurdu.

Menteşelerinden biri sökülmüş, diğeri kapının kapalı kalması için zor direnen kapıyı ittiğinde zorlamaya gerek kalmadan evin girişi açılmıştı.

Küçük bir ev değildi burası.

Hangi kapının ardı nereye açılırdı, Pars avucunun içi gibi biliyor ve hatırlıyordu.

“Bodrum kata da inin,” dedi kendi adımları üst kata yönelmişken.

Özgün kimseyi beklemeden aşağıya yönelmiş, Özgür ve Korel bulundukları katta iki kanada dağılmışlardı. Üst kata fırlayan Pars’ın arkasında ise Timur vardı. Nereye bakacağını bildiğini, kızı bu evdeyse eğer Pars’ın o odayı tahmin edeceğini biliyordu.

Pars’ın adımları merdivenlerin sonunda koridorun sağına yöneldi. En uçtaki odaya yürürken önünden geçtiği odaların kapısını açmaya gerek duymamıştı.

“Cehennemime düşmemiş ol Ahu,” diye mırıldandı.

On beşine dek içinde büyüdüğü, her anı içinde geçse de benimsemesine fırsat tanınmayan odanın kapısına geldiğinde avucunu kapıya bastırdı Pars. Kapı geriye doğru gıcırtılı sesler çıkartarak açıldı, ardı duvara çarpıp bir gürültü patlattı.

Pars bakışlarını başka hiçbir yere çevirmedi. Nereye bakacağını, odanın hangi köşesinde ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Sağa doğru baktı. Odanın küçük penceresine, o pencerenin önündeki yatağa…

Bakışlarının çarptığı yerde, yatağın üzerinde onu karşılayan bedeni gördüğünde ise olduğu yerde sallanmıştı. Dudakları aralanmadı, yerinden kıpırdayamadı.

Timur önünde donakalan bedenin kapladığı kapının ardını göremediğinde delirerek Pars’ı sertçe kenara itmiş, önünü açmıştı.

Pars’ın bakışları baktığı yerden bir an olsun kopmadı, sırtına uygulanan baskı normal bir anda belki onu yerinden bir santim bile oynatmazdı ancak içi boş bir çuvaldan farksızdı şimdi. Dizlerinin üzerine sertçe düşmüştü.

“Ahu?” diye seslendi Timur. Gözlerini birkaç kez açıp kapadı. Uyumadığı halde bir kâbusta mıydı?

Bunun bir kâbus olmadığını anladığında dudaklarından kopan nida aynıydı, fakat sesi bütün bu harabeyi dolduracak kadar gürdü.

“Ahu!” diye feryat edişi evin içindeki her kulağa ulaşmış, etrafı talan eden herkesçe duyulmuştu.

Aynı anda herkes olduğu yerde durmuştu.

Özgün girmek üzere olduğu bodrumdaki son odanın kapısında kalakaldı.

Özgür kendi baktığı yerlerde sonuçsuz kalınca peşine takıldığı Korel’in arkasında onunla aynı anda duraksadı.

Emre çaresiz sesler, acıyla dolu haykırışlar duymaya aşina olmalıydı; bu sesin ucu kendisine dokunacak olduğunda o aşinalıktan eser kalmıyordu. Derisi soyuluyormuş gibi canı yanarak yerinde sarsılmıştı. Bakışları sağına kaydığında ise bir eli sol göğsüne kapanmış halde yarı sağlam bir sandalyeye çökmüş olan babasına çarpmıştı gözleri.

Mirza Akdoğan oğlunun acıyla bağırdığını duyduğu anda, iki gündür yaşıyor olduğu ağrıların bir hiç olduğunu kanıtlar gibi kalbine saplanan kuvvetli sancıyla boğuşuyordu.

Timur’un bağırışının, iki gündür duydukları haykırışlarıyla hiçbir benzerliği yoktu.

Timur’u Ahu’nun yokluğundan daha acılı haykıracak kadar yakan ne olurdu?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm