Gözyaşı Kadehleri 4.Bölüm

 4.BÖLÜM



Pazartesi sendromu yaşayan insanlardan olmamıştım hiçbir zaman.

Bu sendrom genellikle okul yıllarında filizlenirdi. Okul hayatım boyunca, herkesi gıcık edecek kadar fazla okulu sevdiğim için hiçbir pazartesime çok kötü gözüyle bakarak uyanmamıştım. Gerçekten isteyerek kazandığım üniversitede de durum değişmemişti.

Yoğun olmayı, yapacağım işler olmasını severdim. Aslında buna tam anlamıyla sevmek de denemezdi, benim derdim meşgul olmaktı. Düşüncelerimi duyamayacağım kadar meşgul olmak, etraftaki seslerden kendi sesimi duyamayacak kadar yoğunlukta boğulmak…

Bunca yıl gerçekleşmeyen pazartesi sendromunu ilk kez yaşadığım, daha doğrusu o bunaltıyı hissederek uyandığım gün bugündü.

Bu sabah gözlerimi araladığımda, tıpkı uyumadan önce olduğu gibi aklımın içi dopdoluydu. Hazırlanıp evden çıktığımda hastaneye varıp odama gidene dek köşe kapmaca oynamıştım kendi kendime. Bir kenardan önüme çıkması ihtimali geçtiğimiz bir aya göre çok daha fazla olan Cevahir Avcıoğlu’ndan kaçıyordum.

Bu kaçışın ne sonu ne de sonucu yoktu, bunun farkındaydım. Üstelik odama girsem sanki buranın yolunu bulamayacak mıydı? Ama insan bir umut elinden geleni yapıyordu işte.

Geceyi ve sabahı aslında boşuna pazartesiyi kurgulayarak geçirdiğimi anlamam çok da gecikmemişti. Ceylin ilk hastam gelmeden odama uğrayıp, Cevahir geldiğinden beri istisnasız her pazartesi yapılan toplantının gerçekleşmeyeceğini söylemişti.

Ona hevesle bakıp içimden teşekkürler etmiştim ancak muhtemelen Ceylin benim uykusuzluktan böyle baktığımı düşünmüştü. Tepki vermeden odamdan ayrılmıştı.

Pazartesiyi bu şekilde başlatıp, herhangi bir pürüz olmadan sonlandırdığımda poliklinik saati biter bitmez kendimi hastaneden dışarı çıkmaya odaklamıştım. Yetişeceğim bir yer varmış gibi hızlı hareket ettiğimden kimsenin radarına da takılmamıştım evin yolunu tutarken.

Yorgun argın eve girdiğimde ilk işim kendimi duşa atmaktı. Uzun, gerçekten upuzun bir duşun ardından sıcak suyun altında geçirdiğim dakikalar sonucu gevşemiş halde yarı kapalı gözlerle bornozuma sarınıp odama doğru ilerledim.

Cuma gününden beri doğru düzgün uyuyabilmiş değildim. Uyumamam için zorunlu bir sebep yoktu ancak sürekli bir şeylere kafa yormaktan bilincimi kapalı tutamamıştım hiç.

Saçımdaki havluyu açıp saçlarımdaki fazla ıslaklığı alırken kulağıma dolan telefon zilimle direkt havluyu yatağa atıp makyaj masama adımladım. Hastaneden olabileceğini ve hemen evden çıkmam gerekmesi ihtimalini düşününce gerilmiştim.

Telefona ulaşıp ekranı görebilir hale geldiğimde ekranda gördüğüm isim hastaneyle kesinlikle bağlantılıydı, evet. Ancak acil bir hasta için çağırmadığından da emindim.

Gözlerimi devirerek aramayı yanıtlamak yerine çalmaya devam etmesini umursamadan yatağa bıraktığım havlumu geri almaya gittim. Saç uçlarımı narince sıkıp kuruturken yeniden masaya doğru adımlamıştım.

Telefon çalmayı bırakıp odam yeniden sessizleştiğinde derin bir nefes aldım. Ekranın ışığı sönmeden önce bakışlarım bildirimlerime takılmıştı. Yarı eğik tuttuğum başımı düzeltirken kaşlarım çatılmış halde telefona uzandım.

‘Cevahir Avcıoğlu’ yazılı bildirimin yanında parantez içinde bulunan beş sayısına şaşkınca baktım. Az önceki aramanın beşinci araması olduğunu anladığım için merakım körüklenmişti.

“Umarım doğuruyorsundur da ondan aramışsındır,” dedim kendi kendime söylenerek. Bana yeni bir saçmalıkla, bu akşamımı da zehir edecek bir şeylerle gelmesini hiç ama hiç istemiyordum.

Duşta gevşeyen kasılmış bedenimi yeniden germişti onu anmak.

Bildirimin üstüne dokunup telefonu kulağıma doğru götürdüm. Ayakta dikilmek yerine masamın önündeki küçük pufa yerleşip oturduğumda masanın üstündeki geniş aynada kendimle göz gözeydim.

Telefon ikinci çalışın sonu gelmeden yanıtlandı. Daha önce sesini telefondan duymuşluğum yoktu, duyduğum sesin normalde olduğundan daha boğuk gelişini de ilk defa deneyimliyordum.

“Meşgul müydün?”

“Bu soruyu kendine beş kez beni aramadan önce sorsan ve bir noktada aramayı kessen olmaz mıydı?”

Verdiğim yanıtın ardından rahatça bir nefes aldı. “Güzel,” dedi. “Bu upuzun tepkiye bakılırsa gayet müsaitsin. Kırk dakikaya sokağındayım, hazırlan.”

Aynadaki yansımama gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Pardon?” dedim şaşkınlık ve hafif bir gerginlik sızan sesimle.

“Yemeğe çıkacağız, Seray. Kırk dakika içinde hazırlanmış ol, evdesin değil mi?”

Evde olmasam, bu akşam şehir dışına çıkmaya karar vermiş olsam ve şehir olarak Kars’ı seçseydim keşke. Ondan olabileceğim kadar uzak olmak tercihimdi şu an için.

Bahane bulmak için dudaklarımı aralamakta geciktiğimde Cevahir benim sessizliğimi fırsata çevirip anlayacağını anlamıştı zaten. “Anladım, evdeymişsin. Geliyorum.”

Saçımı başımı yolmamak için derin bir nefes aldım. İçimden sayılar sayarak sakin bir sesle konuşmaya çalıştım. “Ne yemeği? Ne oluyor?”

Nerede olduğunu bilmiyordum ama arabaya bindiğini anlayabileceğim sesler duyuldu. Gerçekten geliyordu. Gerçekten evime geliyordu ve bundan önce yaşanan günler de koca bir kâbus falan değildi.

“Uzun süredir saklıyor olduğum sevgilimle yemek yerken magazin baskınına yakalanmam gerekiyor, Seray. Eşlik edeceksin bana.”

Dudaklarımı büktüm. Söylediklerini anlamaktan hoşlanmamıştım.

“Sevgilinle baş başa otur, bana ne bundan?”

Bahsettiği sevgilinin kim olduğu belliydi. Sadece şansımı zorlamak ve belki benden bıkarak kendine yeni bir şantaj kurbanı bulmasını ummak istiyordum.

Çünkü bu son şansımdı. Bahsettiği yakalanış gerçekleşirse, karşı komşum dışında bir şahidi olmayan yalan birkaç saatte tüm medyaya yansıyacaktı.

“Seray,” dedi sabrının zorlandığını hissetmemenin mümkün olmadığı bir tonla. “Hazırlan, yarın sabahtan itibaren yayılacak görüntülerde etrafta nasıl görünmek istiyorsan öyle giyin. Geldiğimde ararım.”

Telefon pat diye kapandığında öfkemi ona kusamadığım için telefonuma kusarak masaya sertçe bıraktım. Dirseklerimi önümdeki masaya, avuçlarımı yüzüme yaslayıp öne doğru eğildim.

“Sakinleş,” diye mırıldandım kendime. Hayat size sakinleştiriciniz olabilecek birilerini bahşetmediğinde bu görevi kendi kendinize halletmek ve sırtınızı sıvazlayıp nefeslerinizin düzene girmesini bekleyecek kimse olmadığında bunu hiç yaşayamayacağınızı kabullenmek zorunda kalıyordunuz. “Sakinleş, Seray. Kaybedecek bir şeyin yok, sadece bir oyun.”

Günlerdir kendime bunu hatırlatıyordum. Benim bu oyunda kaybedeceğim tek elle tutulur şey, medeni durumumdaki değişim olacaktı. Kalan kısımda hayatımda büyük bir değişiklik yaşanmayacaktı. O kendisine bir eş aramıyordu, bir oyuncu arıyordu.

Cevahir’in bahsettiği kırk dakikayı asla dikkate almayarak o kadar oyalanarak hazırlanmıştım ki her şeyimi tamamlamam muhtemelen en az bir buçuk saatimi alacaktı.

Peki, bekleyecek olması umurumda mıydı? Kesinlikle değildi.

Dakik bir manyak olduğunu belli eder biçimde kırk dakikanın sonunda telefonum çalmaya başladı. Ben bu sırada saçlarımı kurutmak ve ısıyla şekillendirip düzeltmekle uğraşıyordum. Ve evet, kırk dakikanın tamamını buna harcamıştım.

Elimdeki maşayı düzgün bir biçimde kenara koyup telefonuma uzandım. “Alo?” diyerek açtığım telefondan sadece tek bir sözcük duyuldu. “Geldim.”

“İyi,” dedim ‘ne yapalım’ der gibi. “Hazır değilim, arabanda otur biraz.”

“Biraz derken…”

“Birkaç saat,” dedim alayla. Beklemek istemeyip yemeği iptal eder miydi acaba böyle?

“Tamam,” dedi birden. “Yukarı geliyorum, beklerim sorun değil.”

Gözlerim irice açıldı. Ciddi olup olmadığını anlayamadığım için duraksamıştım. “Cevahir?” dedim sorar gibi.

“Evet?”

Çizgisini bozmadığında durumun bir şaka olmadığını kabullenmek zorunda kaldım. “Birkaç saate gerek yok,” dedim boğazım gıcıklanmış gibi küçük bir öksürükle birlikte. “Bir saatten az sürer.”

“Güzel,” dedi. “Aşağıdayım o zaman. Bina girişindeyim inince görürsün.”

“Tamam,” dedim yaratacak başka gerilim bulamayarak. Bünyem ona insani bir tepki vermeye, özellikle de onaylamaya şiddetle karşıydı. İki kere iki dört dese de bir olurunu bulup dört değil beş diyebilmem lazımdı.

Telefon kapandığında kulağımdan çekip masaya bıraktıktan sonra birkaç saniye olduğum gibi kalıp anı sorgulamıştım. Az önce onu birkaç saat bekleteceğimi söylediğimde delireceğinden ve çok sinirleneceğinden emindim, güçlü tahminimi yıkarken aslında bana küçük bir detay daha hatırlatmıştı.

Ben bu adama dair hiçbir şey bilmiyordum.

Neye ne tepki verir gibi bir soruya işiyle ilgili yanıt verebilirdim belki ancak kişisel hayatında nasıl bir adam olduğuna dair zerre fikrim yoktu. Karısı olmak için biçilmiş kaftandım, kim adı soyadından başka bir şey bilmeyen bir eş bulup evlenmezdi ki zaten?

Saçlarımı on dakika içinde tamamlayıp makyajıma geçtim. Orada da elimden geldiğince hızlı olmuştum. Siyahlara bürüneceğim için makyajımı fazla abartmadım. Gözlerimde yüzümde pek bir şey olduğunu söyleyemezdim yani, tek göze çarpan dudaklarımdaki kopkoyu, bordoya çalan kırmızı rujdu.

Siyah straplez üstü ve bol pantolonu üstüme giydikten sonra kapıda uğraşmamak için ucu da topuğu da sivri topuklularımı ayağıma geçirdim. Pantolonun uzunluğundan belli olmasa da topuk boyum azımsanamayacak kadar yüksekti.

Yalanı oyunu bir kenara koyunca etrafta gezinecek fotoğraflarda dev gibi bir adamın yanında yer cücesine benzemek istemiyordum. Cevahir’in göğe eren boyuna biraz uzanabilmemin tek yolu da buydu.

Elimde taşıyabileceğim, fazla büyük olmayan bir çantaya ihtiyacım olabilecek bir iki parçayı koyduktan sonra evden çıkmak için bir engelim kalmamıştı.

Onu tekrar aramaya gerek duymadan kapıya yöneldim. Beş dakika içinde binanın dışına ulaşmıştım.

Ağır bina kapısını geriye çekip kendimi dışarı attığımda hafif serin bir havayla karşılanan bedenim biraz ürpermişti. Dönüp ceket almakla uğraşmadım. Açık bir yerde oturmayacağımızı düşünüyordum. Böyle donmazdım sonuçta.

Kaldırımda sorun çıkarmamalarına dikkat ederek topuklularla attığım iki adımın ardından kısa, anlık bir korna sesi duydum. Sağımdan gelen sese doğru döndüğümde dörtlüleri yanan arabayı görmüştüm.

Arabaya doğru adımlamaya başlamadan önce peş peşe nefesler aldım. Bu gecenin bir felaketle sonuçlanacağından değil de, bu gece bir felaket gerçekleşmez de her şey Avcıoğlu’nun planlarına göre ilerlerse temeli atılacak felaketten ürküyordum.

Ürktüğüm gerçeği bana saklıydı. Bu halimi Cevahir’e gösterip karşısında zayıf bir hale bürünmek gibi bir niyetim yoktu.

Siyah, parlak, benim arabama göre yüksek olan arabaya tamamen yaklaştığımda ön kapıyı kendim açıp içeriye yerleşeceğim sanıyordum. Benim son adımımda kapısını açıp arabadan inmesini ve önden dolanıp kapımı açmasını beklediğim söylenemezdi.

“Teşekkürler,” diyerek ağzımın içinde geveledim. Bu kadarı yeterdi ona.

Pantolonla olduğum için rahattım aslında, ancak sivri topuklarla yüksek bir aracın içine girmek pek konforlu değildi. Kapıyı destek almak için kullanmak üzere elimi uzattığım sırada avucum kapının soğuk yüzeyine değil, sıcak ve kapı olamayacak kadar yumuşak bir yere yerleşti.

Cevahir’in tutunmam için elini uzattığını görmemiştim ancak farkında olmadan tutunmuştum. Sorun etmeden elinden güç alıp koltuğa oturdum. Tekrar teşekkür etmeye gerek duymadım. Bu sırada onun bakışlarının üzerimde olduğunun farkında olsam da bunu umursamadım.

Teşekkürümü tekrarlamam için mi böyle uzun uzun bakmıştı yoksa giydiklerimin gideceğimiz yere uymayacağını mı düşünüyordu, bilmiyordum. İki seçenek de derdim değildi zaten.

Ben tamamen yerleştiğimde kapımı kapattı. Sürücü koltuğuna geri döndüğünde arkama doğru yaslandım.

“İçinde beni de barındıran planlarından hep son dakika mı haberim olacak?” diye sordum kendimi tutmadan. Evlilik konusu zaten bir fiyaskoydu, bunun yanında akşam yemeği işi hafif kalıyordu ama olsundu.

“O an ne gerektiriyorsa, öyle yapıyorum.”

Politik cevabını beğenmediğimi ona boş bakışlar atarak gösterdikten sonra önüme döndüm.

Arabanın içindeki yoğun kokunun ona ait olduğunun farkındaydım. İnkâr edemeyeceğim kadar hoş ve farklı bir kokuydu. Parfümünün öyle her yerde gördüğüm bir parfüm olduğunu sanmıyordum, kendine olabildiğince az kişide bulunan bir parfüm bulduğundan emindim hatta. Muhtemelen özel yapım bile olabilirdi.

“Ağır bir koku var,” dedim ama ağır olan tek şey attığım yalandı şu an. Merakımı bir şekilde gidermem gerekiyordu, yapacak bir şey yoktu. “Ne bu?”

Arabayı park ettiği yerden çıkarttığı sırada bakışları kısa bir an beni buldu. “Bilmiyorum,” dedi. “Almadım ağır koku, kaç dakikadır arabadayım burnum alışmıştır belki. Camı aç.”

“Gerek yok,” dedim. Direkt çözüm sunması işime gelmemişti.

“Sen bilirsin,” derken artık bakışları ön camda, yoldaydı. “Birazdan lavanta kokmaya başlar araba zaten.”

Başımı ona doğru çevirdim direkt. Hangi anlamda söylemişti bunu, öğrenmem lazımdı.

Lavanta kokusunun kaynağı bendim. Bu kokuya nedeni bilinmez bir biçimde de bağımlıydım. Sabunlarım, oda kokularım, kremlerim ve tabii parfümlerimde de hep bir şekilde lavanta kokusu olurdu. Kimi zaman tek başına, kimi zaman diğer kokularla birlikte…

“Camı açabilirsin o zaman,” dedim omuz silkerek. Lavanta kokusunu benim sevdiğim kadar sevmeyen insanların oluşu normaldi. Buna da patlamayacaktım. Tamamen akıl hastası olduğumu düşünmesini istemiyordum.

“Açmayacağım.” dedi net bir sesle. Düşünmeden, direkt konuşmuştu.

Dudaklarımda kuruluk hissetsem de dilimi işe karıştırmadım. Rujumu yerinden oynatmak istemiyordum.

“İyi,” dedim. Sohbetimiz o kadar akıcıydı ki tek kelimelik cümlelerle ilerleyebiliyorduk, daha ne olsundu?

Evimin bulunduğu sokaktan uzaklaştıkça ve anayola yakınlaştıkça trafiğin içine düşmüştük artık. Araba pek ilerleyemiyor olsa da ikimiz de dümdüz karşıya bakıyor, sanki trafik akıyormuş gibi yolu izliyorduk.

“Vaktimiz varken aklında kalması gereken birkaç şeyden bahsedeyim,” dedi birden bire. Uzun süren sessizliği bu şekilde böldüğü için tepki vermek yerine ona doğru baktım sadece. Dinlediğimi anlayabilirdi böyle. “Farklı zamanlarda aynı sorularla karşı karşıya kalırsak eğer, ortak cevaplarımız olmalı. Çelişkilerle bu oyun ilerleyemez.”

“Tanışma hikâyesi mi yazacağız?” diye sordum dalga geçerek.

“Tanışma anımız sabit kalabilir, doktor.” dedi tavrımı taklit ederek. “Benim geldiğim hafta yapılan ilk toplantıda tanıştık, sen toplantıya geç kaldığında yani.”

Göz devirdim. “Ameliyattaydım çünkü.”

“Her neyse işte,” dedi geçiştirip. Trafik az az da olsa ilerledikçe Cevahir de hafifçe gaza basıp arabayı hareket ettiriyordu. O anlar dışında bakışları bendeydi. “İlk andan beri çenenin asla durmaması şu an bizim için avantaj, adını ilk öğrendiğim doktordun zaten. Aramızda bir şeyler olması kimseyi şaşırtmayacaktır.”

“Patron olmanı umursamadan üstüne gelen doktoru kovmak yerine ona aşık olduğunu ve evleneceğini mi söyleyeceksin yani insanlara… Ne kadar hoşmuş.”

“On cümlenden dokuzu alay ve iğneleme içeriyor, törpüle biraz. Yalnızken ne söylediğin umurumda değil ama herhangi bir üçüncü kişi buna şahit olmasın Seray.”

“Emredersiniz,” dedim kucağımdaki çantamı düzelterek. “Emretmiyorum,” dedi bıkkınlıkla. “Söylüyorum sadece.”

Merhaba dese bile sinirlerim hopluyordu, elimde değildi.

“İyi tamam,” dedim. “Başka?”

“Tanıştıktan sonra birbirimizden etkilendik, bir şekilde vakit geçirmeye başladık.”

Omuz silktim çocuk gibi. “Sen benden etkilenmiş ve yalvarmış ol bence, bu daha inandırıcı. Hastanedekiler benim senden etkilenmiş olmama ihtimal vermez.”

Kaşlarını havalandırdı. “Dedikodumu yaptığını söyleme bana.”

“Dedikodu değil,” dedim. “Hiç sevmem dedikodu. Sadece nasıl baskıcı, düşüncesiz ve makineye benzer bir adam olduğunu belirtiyordum arada.”

Sinirle güler gibi oldu. “Aradaysa iyi, bir de sık olsa ne yapardım?”

“Ne oldu? Alındın mı?” diye sorarken bacaklarımı çaprazladım. “Hangi kısma karşı çıkıyorsun?”

“Hiçbirine karşı çıkmıyorum.” dedi düz bir sesle.

Bu andan sonra yolculuğun neredeyse sonuna dek bir daha alaycı bir tavır takınma fırsatım olmadı. Cevahir boşluk bırakmadan bize geçtiğimiz bir ayı hiç olmayan şekilde yeniden yazıp çizmişti. Cümleleri arasında da tıpkı anılar gibi boşluk bırakmadan konuştuğu için ben müdahale etmeden dinlemekten başka bir yol bulamamıştım.

Sayıp durduğu yalanları ezberimde tutmak için kendimi çok zorladığımı söyleyemezdim. Beni yeterince iki arada bir derede bırakmış, büyük bir baskı altında kalmama sebep olarak asla kabul etmeyeceğim bir şeyi kabul etmek zorunda kılmıştı.

“Cevahir,” dediğimde onun durduğu bir boşluk bulur bulmaz acele ettiğim için sesim garip çıkmıştı.

Yolda duran bakışları beni buldu. “Evet?” dedi devam etmem için.

“Nasıl öğrendin?” diye sordum günlerdir en çok düşündüğüm konu haline gelen kısma girmek için daha fazla bekleyemeden. “Bana saklı olanı nasıl bilebilirsin?”

Arabanın içi sıcaktı. Bindiğimden beri bir an olsun üşümemiştim. Straplez bir üstle durmama rağmen vücut sıcaklığım sabitti. Oysa şimdi içim ürperiyordu.

Cevap vermekte acele etmedi. Onun yavaşlığı beni delirtecek gibi olduğunda emniyet kemerinin izin verdiği ölçüde bedenimi de başım gibi ona doğru çevirdim. “Duymuyor musun beni?”

“Duyuyorum,” dedi öylece. “Güzel,” dedim. “Cevap ver o zaman bana.”

“Adının yanında soyadım belirene dek cevaplamayacağım bu soruyu, Seray.”

Kaşlarım çatılmış halde dilimin ucuna gelen soruyu tekrarlama isteğini geri yuttum. Israr etmeme rağmen kendi bildiğini okuyacaktı, onu bu kadarlık tanıyordum. Yalvarır gibi sormaya devam etmem, karşısında ezilip büzülmemden başka bir şeye yaramayacaktı.

Birkaç dakika içinde araba durdu. Son söylediğinden sonra başka hiçbir şey konuşmamıştık ne o ne de ben.

Arabanın durduğu yerin şaşalı bir otelin restoranı ya da bulunduğu konum nedeniyle ünlenmiş bir yer olacağını düşünmüştüm. Camdan gördüğüm manzara ise bu iki seçeneğin de gerçekleşmemiş olduğunu gösteriyordu.

Adını daha önce duymadığım, etrafında kendisinden başka pek bir yer olmadığı belli ve fazlasıyla loş görünen bir restoranın önündeydik.

Geldiğimiz yer için abartılı giyinmiş olup olmadığımı düşünmekle kendimi yormadım. Yanımda takım elbiseli bir adam vardı, ne giyersem giyeyim onunlayken sırıtmazdı üstümde.

İnmek için kapıma uzandım. Ben kapımı açamadan önce kapı dışarıdan açılmıştı. Bunun bir vale tarafından yapılmış olabileceğini düşünmüştüm ilk anda. Çoktan park etmiş olduğumuz için mantıksızdı belki ama kapımı başka kim açacaktı?

“İyi akşamlar,” diyen ses kapımı açan kişiye aitti. Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde karşımda Cevahir’i aratmayacak şekilde ceket-gömlek giyinmiş uzun bir adam görmüştüm.

Adamın açtığı kapıdan inmeden önce bakışlarım istemsizce Cevahir’e döndü bir anlığına. Ona baktığımı gördüğünde bana bir şey söylemek yerine kapıdaki adama doğru bakmıştı. “Her şey yolunda mı, Teo?”

Teo?

Adamın restoranla değil yanımda oturuyor olan adamla ilgili biri olmasını açıkçası beklemiyordum. Ama elimden geldiğince şaşkınlığımı gizledim. “Yolunda Cevahir abi, etrafta bir terslik yok. Siz içeri girdiğinizde fotoğrafı göndereceğim, çıkışınıza kesin yetişir magazinciler.”

Gözlerimi devirmek üzereydim. Bunu yapmayı çok sıklaştırdığım için kendime engel olduktan sonra arabadan inmeye çalışarak yerimde döndüm. Cevahir’in araba tercihi içinde insan değil ayı taşıyacakmış gibi olduğu için tek başıma yapabilmem sağlıklı değildi. İner inmez bileğimi incitmek istemiyordum.

“Yardım edeyim istersen yenge, Teoman ben bu arada. Abim beni tanıtmamış sana galib-…”

Dıştan bir müdahale gelmezse sonsuza kadar konuşmaya devam edecekmiş gibi bir izlenim aldığım Teoman yirmilerinin ortasında görünüyordu. “Uzatma Teo, az konuş.”

Cevahir’in ters sesiyle birlikte Teoman söyleyeceklerini yarıda kesmişti. Bana uzattığı eline tutunup yavaşça yere bastığım sırada Cevahir’in de arabadan indiğinin farkındaydım.

“Memnun oldum demek isterdim,” dedim ayakta durmaya başladığımda. Cevahir kadar uzun değildi ama aralarında çok fark olduğunu sanmıyordum ki zaten her türlü benden uzundu. Hafifçe başımı kaldırarak baktığım açık tenli, kumral çocuğa ağır bir şok yaşatmışa benziyordum.

“Olmadın mı?” dedi kaşlarını aşağı düşürüp. Çocuk gibi surat asmasına, eğer bedenini görmüyor olsaydım belki kanabilirdim. Ancak alıngan bir adam değil, elinde insan ufalayan bir dev gibiydi.

“Adımla seslenirsen tekrar düşüneceğim,” dedim neye gerildiğimi anlaması için yardımcı olarak.

Dudağını hafifçe ağzının içine doğru çekti. “O zor yenge ya, ağzımın alışması lazım. Benim yüzümden pot kırılırsa dünyayı tersten görmek için fazla genç ve yakışıklıyım.”

“Seni de mi tehdit ediyor?” dedim yalandan bir üzüntüyle. Belli ki Teoman bizim dışımızda bu durumun yalandan ibaret olduğunu bilen üçüncü kişi olacaktı.

Sesli bir biçimde güldü. Bakışları arkama doğru takıldığında ise gülüşü yüzünde donakalmıştı. Baktığı yere döndüğümde Cevahir’i fazlasıyla yakınımda bulmuştum.

“Anlamsız sohbetiniz bittiyse…” dedi soğuk tavrıyla. “Hadi artık.”

Teoman direkt toparlanarak başını salladığında ben omuz silktim. “Bitmedi, sen geç içeriye önden.”

Benim cevabımla Teoman az önce toparlanmasının pek kalıcı olmadığını göstererek yanakları havayla dolacak şekilde gülüşünü durdurmaya çalıştı. Cevahir ise artık tamamen yanımdaydı, bakışlarını dik bir biçimde yandan bana odaklamıştı.

“Hiç susmaz mısın sen?” diye sordu. “Ağzından ters olmayan bir şey çıkmaz mı?”

Pantolonumun üzerinde bir toz parçası görmüş gibi üst bacağıma avucumu sürttüm. Bakışlarımı önce oraya odaklayıp birkaç saniye harcadım, sonra gözlerim Cevahir’i buldu. “Senden nefret eden bir kadın bulmayı planlarken bu kısmı hiç düşünmemiştin sanırım Avcıoğlu.”

Teoman’ın kısa bir nefes verdiğini duyumsadım. Biraz ‘sıçtık şimdi’ der gibiydi tavrı. Fakat üzerinde durmadım. Bana mecbur olduğunu kendisi itiraf etmişti, Cevahir’in sınırlarını zorlamaktan korkmuyordum.

Etrafta aşırıya kaçan beyaz ışıklar olmadığında, yani aslında hastanenin dışında kalan her yerde koyu bir kahverengine boyanan gözlerini yüzümde tutmayı sürdürse de herhangi bir şey söylemedi. Yani bana söylemedi. Bir an sonra Teoman’a dönmüştü ve dudakları aralanmıştı.

“Konuştuğumuz gibi her şey, pürüz çıkmasın.”

“Çıkmayacak abi, merak etme.”

Cevahir’den beklediğim karşılığı alamadığım için tadım kaçmıştı. O susunca laf sokmak kadar eğlenceli olmuyordu, keyfini çıkartabilmem için konuşmasına ya da en azından sinirlendiğini yüzünden okuyabilmeye ihtiyacım vardı.

Sırtımın alt kısmında, belime yakın bir yerde aniden oluşan belirgin olmasa da hissedilir baskıyla birlikte kendimi kastım. Cevahir’in yürümem için avucunu oraya bastırdığını anlamam uzun sürmemişti ama anlamış olmam da tamamen gevşememe yardımcı olamamıştı.

“Elin orada durmak zorunda değil,” dedim restorana doğru yürümeye başladığımızda. Bir elimde çantam vardı ve bacağıma doğru bastırıyordum. Ona yakın olan, aramızda kalan elim ise serbestti ve ikide bir bacağına çarptığı için sinirlenerek kendi önüme doğru çekmiştim.

“Kolumu omuzuna atayım ister misin?” dedi. “Askerlik arkadaşım değilsin, temaslarıma alış.”

Karşıya doğru baktığım halde kaşlarımı çattım. “Temaslarına?” dedim sorar gibi.

“Temaslarıma, Seray. Etrafta bizden başka herhangi biri olduğunda gerçekleşecek temaslarıma alış.”

“Ben istediğinde dokunabileceğin bir eşya değilim, yanında zorla tuttuğun bir tutsağım. Sınırlarımı geçtiğinde, ne sırlar ne de çıkacak rezillikler umurumda olmaz Cevahir. Adı batacak olan sen olursun, ben sıradan bir doktorum.”

Restorana girdiğimiz sırada söyleyeceklerimin sonu gelmişti. Bana yanıt verecek miydi bilmiyordum ama zaten önümüzde beliren nazik gülümsemeli bir garson konuyu bölmüştü.

“Hoş geldiniz, rezervasyonunuz var mıydı?”

Dışarıdan salaş görünse de rezervasyonla çalıştıklarına göre çok da sıradan bir yerde değildik. Adının fazla duyulmamış olması belki de sıradanlığından değil, tam tersinden kaynaklanıyordu.

“Cevahir Avcıoğlu adına var.” Cevahir’in toplantılarda duyduğum, mesafeli sesiyle konuşmasının ardından garson kızın gözleri açılır gibi oldu.

Aceleyle bizi masamıza yönlendirdiği sırada belimdeki eli yok saymış, yakın bir zamanda adımın yanına eklenecek soyadın insanlarda böyle etkiler bırakmasına dair ne hissetmem gerektiğini hesaplamaya çalışıyordum.

Arabaya binerken açtığı kapım ve az önce geriye çekip oturmam için beklediği sandalyem bu akşam Cevahir’in gösterdiği inceliklerdendi. Devamının geleceğini sanmıyordum gerçi ama yapacak bir şeyim de yoktu.

Biz yerleşirken yanımızdan ayrılan kızın yerine başka bir garson menüleri uzatmak üzere masanın başında belirdi. Yaşça kızdan daha büyüktü, muhtemelen daha tecrübeliydi. Kızın Cevahir’i duyduktan sonra bizi başka bir garsona postalamasına şaşırmamıştım.

“Hoş geldiniz,” derken sırayla önce bana ve sonra Cevahir’e bakmıştı adam. “Bu akşam ben yardımcı olacağım size.”

Başımı öne doğru bırakıp kafamı boş tabağa vurmak istiyordum. “Birazdan verelim siparişi,” diyen Cevahir’in ardından adam yanımızdan ayrıldı.

“Menüye bakmayı düşünüyor musun?” diye sorduğunda hareketsizce beklediğim saniyeleri sorguluyor gibiydi.

“Düşünmüyorum,” dedim. “Evime gitmek istiyorum.”

Duraksadı. “İyi misin?”

İyi olamamam için kurulmuş bir oyuna beni itip pişkin pişkin bu soruyu sormasının ne anlamı vardı?

“Çok,” dedim alayla. “Ne yiyoruz?” Menüyü önüme doğru açıp herhangi bir sayfaya boş bir dikkatle bakmaya başladım.

İroniyle dolu tavrımı algıladığında bana bir şeyler sormayı kesti. İkimizin de sağlığı için doğru bir tercihti.

En son öğlen yemek yemiş olmama rağmen asla iştahım yoktu. Evde olsaydım muhtemelen tıka basa yiyebilirdim ama şu an birkaç dakika önce yemek yemiş gibi dolu hissediyordum.

Aynı sayfaya bakıyor, sayfa çevirmeye bile gerek duymuyordum. Ne yiyeceğimin bir önemi yoktu.

Cevahir açtığı menüyü kapattıktan sonra bakışlarını bana çevirdi, bunu ona bakmasam da hissediyordum. “Karar verdin mi?”

Omuz silktim. “Ne yiyeceksen, iki tane söyle.” Menüyü kapatıp kenara doğru bıraktım.

Oturduğumuz masa restoranın arka kısmına bakan camlarından birinin tam önündeydi. Bakışlarımı camdan dışarıya dikip etrafa bakarken bir anlığına ortamdan kopmuştum. Aklıma üşüşen, bir türlü bitmek bilmeyen konulardan birini seçip düşünmeye başlamışken kaç dakika aynı şekilde kaldığımı bilmiyordum ama Cevahir’in sipariş verdiği kısmı kaçırmış ve yemeklerin hazır olma süresini de kıpırdamadan geçirmiş olmalıydım ki önüme bir tabak bırakıldığında irkilerek önüme döndüm.

Koyu renkli bir sosun altında duran somonu gördüğümde Cevahir’e bakmıştım.

“İçeceğinizi de hemen servis ediyorum, efendim. Afiyet olsun.”

Garsonun yanımızdan ayrılmasıyla birlikte Cevahir’i duydum. “Sevmiyorsan değiştirsinler, iki tane söyle dediğin için sormadım tekrar.”

Başımı iki yana salladım. “Severim,” dedim sadece.

Başını tek bir kez sallayıp yavaşça onayladı. Bu sırada elinde iki kadeh ve bir şişe şarapla birlikte garson yanımıza dönmüştü.

Şişenin üstünü görmek için gözlerimi kıssam da adamın elinden dolayı göremedim. Bu çabam sanırım pek gizli kalamamıştı ki Cevahir’i duydum. “Seveceksin, şans ver.”

Kadehe dolan şarabın beyaz oluşuna şaşırmamıştım. Balıkla kırmızı şarap açtırmayacağını Cuma gecesi fark ettirmişti bana. Kokusundan tanıyabildiği şarabın hangi çeşidini neyle içeceğini de biliyor olmalıydı.

Birer kadeh şarabı önümüze bıraktıktan sonra adam şişeyi de alıp gidecekken Cevahir durdurmuştu. “Şişe kalsın, ben halledeceğim.”

Garson muhtemelen kadeh boşaldığında yenilemek üzere geri gelecekti ancak duyduklarıyla direkt şişeyi bırakıp gülümsedikten sonra tekrar afiyet olsun demiş ve uzaklaşmıştı.

Bir şeyler konuşmak zorunda hissetmemek için çareyi yemeğe sığınmakta buldum. Bıçağımı ve çatalımı kavramak için hareketlendiğimde bana sesiyle engel oldu. “Şarabı tat önce,” dediğinde her şeyi bir emir halinde dudaklarından dökmesine aklımı oynatacak olsam da derin bir nefesle göğsümü şişirip sustum.

Öne doğru çıkan, üstümdeki kumaşın büyük ölçüde açık bıraktığı göğüs boşluğum bir anlığına bakışlarının hedefi olsa da bakışlarının yüzüme geri dönmesi uzun sürmedi.

Kadehime uzandım. Dudaklarıma yaklaştırdığım anda burnuma buruk koku akın etmişti. Küçük bir yudumu dudaklarımın arasından sızdırıp dilimle buluşturduğumda duyumsadığım tadı çok daha iyi hissetmek istercesine gözlerimi kapattım kısa bir an.

Kadehi dudaklarımdan ayırırken gözlerim de aralanmıştı. Ağzımdaki tadın gayet hoş oluşunu umursamadan kadehi masaya bırakırken ona baktım. “Çok kötü,” dedim. “Lütfen bir daha sen seçme.”

Dudaklarının kıvrılmasını, gerçek anlamda bir gülümsemenin yüzünde yer bulmasını beklemiyordum. “Peki,” dedi gülümsemesinin belirsiz kıvrımı henüz kaybolmamışken. “Sen seçersin bundan sonrakileri.”

Elime aldığım bıçağı ona doğru doğrulttum. “Her şey bitti şarap rehberliği mi yapacağım bir de?”

Öne doğru eğdi bedenini hafifçe. Aramızda masa vardı ama sanki bu hareketi dibime kadar gelmesine sebep olmuş gibi kendimi geriye, sandalyemin sırtına doğru ittim.

“Seray,” dedi fısıltıya yakın kısık bir sesle. “Ben senden karım olmanı istedim ama daha bunun neler içerdiğini hiç konuşmadık. İnan fazlasıyla zengin bir içeriğe sahip ve bunlardan biri şarap rehberliğimi yapman olabilir; neden olmasın?”

Her seferinde yaptığı gibi bastıra bastıra, tok sesiyle ‘karım’ diye tonlamasını dinlerken bıçağı önümdeki somona değil onun kafasına saplamak kesinlikle cezbediciydi.

Cevahir’i deşmemek için somonumu hedef seçmem ve yemeğime odaklanmam sonucu yemeğin kalanında pek iletişim kurmadık. Ben sessiz kalmak istediğimi o kadar belli etmiştim ki ona da pek yol bırakmamıştım. Gerçi her an konuşmak isteyen, cıvıltılı bir adam da değildi zaten. Kimi kandırıyordum?

Yemeğin sonu gelmiş, tabaklarımız çoktan alınmıştı. Garsonun tatlı önerisine düşünmeden olumsuz yanıt vermiştim. Önümde kalan tek şey dakikalar önce Cevahir’in tazelediği ikinci kadehimdi. Ondan da yalnızca bir yudum almıştım.

Şarap güzeldi, her ne kadar gıcık olması için tersini söylemiş olsam da içtiğim güzel beyaz şaraplardan biriydi. Ama buradan çıktığımızda yaşanacak olan durumu kestiremediğimden bir kadehten fazlasına bulaşmak istememiştim. Benim aksime Cevahir’in hiç umurunda gibi görünmüyordu. Üçüncü kadehini içiyordu şu anda.

“Ne zaman gideceğiz?” diye sordum masadaki küçük aksesuarla oynarken bakışlarımı üzerine çevirip.

“Ne zaman gidelim istersin?” diye soruma soruyla yanıt verdiğinde kaşlarımı çattım hafifçe. Ben geldiğimiz ilk andan beri gitmek istiyordum, ne saçmalıyordu?

“Şimdi,” dedim düşünmeden. “Tamam, kalkalım. Sabah uyuyakalıp toplantıya gecikme bahanen oluşmasın, erkenden eve gitmiş ol ve uyu.”

“Toplantı mı var?” derken yüzüm buruşmuştu. “Bilseydim öğleden sonraki ameliyatı sabaha çekerdim.”

Başını eğdi. Ciddi olup olmadığımı ölçmeye çalışır gibiydi. Ama ben kesinlikle ciddiydim.

“Duyan da toplantılarda ağır bir baskı altında kaldığını düşünecek, doktor.”

“Cümlendeki ağır baskı unsuru sensin, aynı odadayken herkesi boğuyorsun.”

“Tüh,” dedi şarabının son yudumunu içmek için kısa bir ara verip susmadan önce. “Bayağı üzüldüm, bundan sonra sabahları herkese sarılıp öyle başlarım toplantıya.”

“Beni listeye ekleme de…”

“Çok geç,” dedi oturmadan önce ceketini çıkarttığı için açıkta kalan gömleğinin kolunu düzeltip. “Listenin en başındasın.”

Başka bir şey söyleyip durumu uzatmadım, artık ne olacaksa olsun da eve gideyim kafasındaydım. Hesabı ödediği sırada da kılımı kıpırdatmamıştım. Hayatımı temelinden sarsıyordu, iki tabak somonun ödemesi için kendimi yırtmayacaktım. Ödesindi.

Masadan kalktığımızda ceketini giyerken oyalanacağını düşünerek biraz bekledim. Ancak ceketi kavradıktan sonra üstüne geçirmek yerine bana uzattı.

Kaşlarımı kaldırdım. “Taşıyayım mı?” diye sordum.

Gülecek gibi baktı. “Hayır, Seray. Giy.”

“Ne alaka şimdi, istemedim ki?”

Yanıma geldiğinde beni dinlemeden ceketi giyebilmem için sırtıma doğru açtı. “Bana ait olduğu belli olan bir ceketle yakalanmanı tercih ediyorum kameralara, uzatamasak mı?”

Ofladım. Kolumu sertçe ceketin içine geçirirken yumruğumun göğsüne çarpması bir tesadüftü, kesinlikle tesadüftü.

“On saniye falan insancıl bir amaç güdüyorsun sanmıştım, üşürüm diye verdiğini düşündüm.”

Ceketi giydiğimde ilerlemeden önce bu kez avucunu sırtıma yaslamak yerine kolu belime dolandı. “Üşüyecektiysen üstündeki yarım tekstil ürününü tercih etmeseydin, kendini tanıyorsundur diye düşündüm.”

“Yarım tekstil ürünü dediğin şeyin benzerlerinin üretimini bir ay öncesine kadar sen de yönetiyordun,” dedim beklemeden cevaplayıp. Birden çok global markanın Türkiye temsilciliğini yapıyorlardı. Hatta üstümdeki de bu markalardan birindendi yanlış hatırlamıyorsam.

“Harika,” dedi. “Holdinge döndüğümde hatırlat, bu saçmalığı yapmayı keselim. Beğenmedim.”

Dayanamayıp güldüm. “Duyan da bunun bir kıskançlık olduğunu düşünecek,” dedim onun biraz önce bana yaptığı şekilde alayla.

Yavaş da olsa yürüyor ve çıkışa ulaşmak için yolumuzu azaltıyorduk. Bu sırada başını eğip bana baktığında odağında gözlerim olduğunu düşünerek bir an başımı kaldırdım. Kahvelerinin hedefinde gülüşümle açığa çıkan gamzem vardı. Sol yanağımdaki derin olmayan çukura bakıyordu.

Restorandan çıktığımız anda gözüme çok fazla beyaz ışık aynı anda akın ettiğinden başıma ani bir sızı saplanmıştı.

Teoman’ın bahsettiği çıkışa yetişecek magazincilerin bu denli kalabalık olmasını beklemiyordum.

Kapının karşısında küçük bir kalabalık halinde bekleyen, çekim yapıyor olan insanlar ikinci adımımızda hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Az çok aynı soruları soruyorlardı ama birini düzgünce dinleyebilmek zordu.

Cevahir’in belimdeki kolunu açmasıyla amacını anlayamadığım için afalladım. Ne yaptığını fısıltıyla da olsa soracakken ceketinden zar zor çıkan elime uzanıp parmaklarımızı birbirine geçirmesiyle taşlar yerine oturdu.

Onun bu hareketliliğiyle kameralardan birkaçının direkt ellerimize doğru çevrildiğini de görmüştüm.

İleriden koştur koştur gelen Teoman, magazincileri kendisinin çağırdığını asla belli etmez şekilde onları geriye çekilmeleri için yönlendirirken sinirlerim bozulmuştu. Kendimi tutamayıp kahkaha atacaktım birazdan.

“Cevahir Bey!” diyerek diğerlerinden gür çıkan sesinin avantajıyla sesini duyuran genç adama doğru aynı anda döndük. “Hanımefendi kim? İlk kez denk geliyoruz sizinle, bir açıklama yapacak mısınız?”

Adamın uzattığı mikrofonu alıp dudaklarıma yaklaştırmak ve ‘bu adam beni yanında zorla tutuyor, imdat’ demek istiyordum. Yapsa mıydım acaba?

Cevahir’in onu yanıtlayıp yanıtlamayacağından habersizdim. Aklında ne çeşit bir plan kurduğunu bilmiyordum. Sormamıştım da akşam boyunca hiç.

Sıkıca tuttuğu elimi bırakmadan başını yan çevirip bana doğru eğilirken dudaklarını aniden şakağıma bastırmasıyla kasıldığımı belli etmemek için insanüstü bir çaba harcıyordum.

“Sevgilim,” dedi düz bir sesle. “Sorularınızı yanıtlamayacağım şu anda, iyi akşamlar.”

Birkaç saniye içinde her şey artık bitmişti.

Dönüşü olmayan, içinden çıkmaya karar versem de öyle birkaç günde çıkamayacağım kaosun kucağındaydım artık.

Birkaç saat içinde medyada boy boy yayılacak fotoğraflardan, kendi ağzıyla sevgilisi olduğumu duyuran adamdan kaçabilmem mümkün değildi.

Öyle ya da böyle, artık sıradan bir doktor olan Seray olmaktan çıkmış ve elimi sıkıca tutan Cevahir Avcıoğlu’nun sevgilisi olarak yeni bir sıfat edinmiştim.

Bu sıfatın bana neler getireceğini bilmiyordum ancak getireceklerinin beni keyiften dört köşe hale değil huzursuzluktan depresyona sokacağını kestirebiliyordum.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm