Düşten Farksız 54.Bölüm
54.BÖLÜM
“İstemiyorum,” diyerek güçsüzlüğüne
şaşıracağım kadar zayıf düşen elimle Özgür’ün elini tutmaya çalıştım. “İyiyim
ben gerçekten, yapmasınlar iğne.”
“Güzelim,” dedi sakin sakin. Beni
uzandırdıkları sedyeden doğrulmuş, inmek ister gibi ayaklarımı yere
sarkıtmıştım. “Kan alacaklar sadece, gözlerini kapat bir dakika bile sürmeyecek
zaten.”
Başımı iki yana salladım. Henüz tam anlamıyla
kendime gelemediğim için bu hareketle birlikte biraz sarsılmıştım.
Özgür’ün kollarındayken kapattığımı
hatırladığım gözlerim yeniden aralandığında konumum aynıydı. Kendimi yine onun
kollarında fakat bu kez evin koridoru yerine babamın arabasının arka koltuğunda
bulmuştum.
Uzun sürmeyen, hastaneye varmadan ortadan
kaybolan baygınlığım bir türlü onları iyi olduğuma ikna etmeye yetmemişti. Eve
dönmek istediğimi söylesem de kimse beni dinlemiyordu.
Özgür beni sararak, babam aynadan bakışlarını
üstüme dikerek bastırmıştı ısrarlarımı. Ön yolcu koltuğundaki bedene ise ne ben
bakmıştım ne de o arkasına dönebilmişti.
“Almasınlar, ben istemiyorum. Eve gidelim,
n’olur.” Yalvarır gibi konuşmam, uzattıkça uzatmam yanımızda bekleyen hemşire
için bir işkenceydi biliyordum ama bu susup kabullenmeme yetmiyordu.
İğneler, hastaneler, ilaçlar… Hepsinden
iğreniyor, hepsinden korkuyordum. Her biri annem için umut olacakmış gibi
hayatımıza girmiş, hiçbiri onun canını acıtmaktan başka bir şeye yaramamıştı.
Acısını dindirmemişti.
“Abim,” dedi Özgür yanaklarımı avuçlarıyla
kavrayıp. “İyiliğin için yapıyoruz, başın ikinci kez döndü ve bu kez resmen
bayıldın gözlerimin önünde. Hiçbir şey yapmadan eve nasıl gidelim kurban
olayım?”
“Baba,” diyerek son bir umutla sağıma doğru
baktım. O biraz daha uzakta, bakışları bende oyalanmadan bekliyordu. Yüzüm
nasıl bir hal aldıysa, bana direnemeyeceğini biliyor gibi bu görevi Özgür’e
bırakıp susmuştu geldiğimizden beri.
Göğsünü titreten bir nefes aldığını fark
ettim. Özgür’e başıyla yana kaymasını işaret etti. O çekildiğinde babam sedyede
yanıma oturmuştu saniyeler içinde.
Onun tarafında olan kolum aramızda sıkışacak
şekilde beni sırtımdan göğsüne doğru çekti. Bedenimi kendisine, yüzümü omuzuna
yasladığında hemşirenin tarafında olan kolum dışında hiçbir yerimi
kıpırdatamıyordum.
O kolumu sarsmamam için de elimden
kavranmıştım. Elimi tutanın Özgür olduğunu biliyordum, bakmasam da dokunuşunu
ayırt edebilmiştim.
İçli içli ağlamaya başladığımda koluma soğuk
bir şey sürüldüğünü, üst koluma sıkıca kemere benzer bir şey bağlandığını
hissettim. Çırpınsam da babamın beni bırakmayacağını bildiğimden çaresizce
kalakalmıştım.
Saçlarımın üstüne tonla öpücük bıraktı,
kulağıma bir şeyler mırıldandı ama o küçük tüpler kanımla dolana ve iğne
kolumdan ayrılana dek algılarım örtülmüştü.
“Geçmiş olsun,” diyen yabancı ses hemşireye
aitti. Koluma bir pamuk parçası bastırılıyordu. Özgür yapıyordu belli ki bunu
da.
“Bitti babam, bitti bebeğim.”
Babamın beni omuzundan hafifçe doğrultarak
konuşmasıyla gözlerim gözlerine çarptı. “Çok mu acıdı?” diye sorduğunda başımı
iki yana salladım. Acımamıştı pek.
“Ne diye ıslattın mavilerini boşu boşuna o
zaman?” Gözlerimin altlarına parmaklarını bastırıp sürttü. Biriken yaşları
parmaklarıyla kurutmasını uslu uslu bekledim.
“Uzan biraz, sonuçlar birkaç saate anca
çıkarmış. Uykun var mı?”
“Yok,” demiştim bu soruya. Sedyeye uzandığımda
ve başım yastıkla buluştuğunda çok geçmeden gözlerimin kapanması ve bilincimle
vedalaşmam ise yanlış cevap verdiğimin kanıtıydı.
Gözlerimi yeniden açtığımda yattığım yerin
yanında duran sandalyede oturan ne babamdı ne de Özgür. Kolları göğsünde,
bakışları dalgın bir biçimde bulunduğum yeri çevreleyen krem renkli perdede
olan Özgün Kılıç uyandığımı fark edemeyecek kadar derin bir noktadaydı belli
ki.
Kıpırdamadan, yalnızca bakışlarımı ona doğru
tutarak biraz yüzüne baktım.
Yalnız kalmak istedi diye ona küsecek
değildim. Ben sırf bunun için koskoca bir ay ortadan kaybolmuş, ülkeden
kaçmıştım bir nevi. Yalnız kalmak, o an yalnız kalmanın iyi geleceğine inanmak
normaldi.
Odadan çıkmamı istediğinde direnmeden çıkacak
olmamın sebebi de buydu. Biraz geciktim diye odadan beni tutup atması, düşmemek
için kapısına tutunduğumda geri gireceğimi sanarak çıldırması beklenmedikti
sadece.
O kadar beklenmedikti ki korumaya almaya
fırsat bulamadığım kalbimin kırılmasına engel olamamıştım. Kötü bir gün
yaşadığını anlıyordum, yine de kendime ‘kırgınlığını bir kenara bırak’
diyemiyordum.
Bir süre daha onu izlemeyi ve uyandığımı belli
etmemeyi planlıyordum. Gözlerinin altında sanki birkaç gündür uyumuyormuş gibi
gölgeler belirmişti, kendini sıktığında ve yorduğunda oluyordu bu genellikle.
Planımı bozan, boğazımdaki ani kuruluk oldu.
Yumuşatmak için öksürmem gerekiyordu, durduramayacağım kadar baskın olan
öksürüğü sesli olarak dudaklarımdan döktüğümde hızla yerinde öne doğru doğrulup
bakışlarını yüzüme çevirmişti.
Öksürmemişim de son nefesimi vermişim gibi
panikle hareket etmesine hafif bir şaşkınlıkla baktım. O, hayatıma sonradan
dahil olan insanlar arasında en soğukkanlı olandı. Kriz anlarında öfkesine ya
da telaşına yenik düşmezdi. Belki de bugün ona kırgın oluşumun bir sebebi de
buydu.
Özgür’ün beni sinirle uzaklaştırmasına
birazdan geçecek olan bir öfke nöbeti olarak bakabilirdim, babamı aklı karıştı
diye savunabilirdim ama konu abim olunca… Her zaman kontrolü elinde olan o
adamın beni kovacak kadar ileri gitmesine kırılmıştım.
Onun için ‘hiç kimse’ olmadığımı biliyordum
ama yaşanan kısa fakat karışık an tam olarak böyle hissettirmişti.
“İyi misin? Doktor… Doktoru mu çağırayım?”
Acili ayağa kaldırmasına az kalmış gibi
göründüğünden cevap vermekte olabildiğince acele ettim. “İyiyim,” dedim
yavaşlayan öksürüğümden fırsat bulur bulmaz.
Uzanır halde olmak boğazımı daha beter hale
getirdiği için doğrulmaya çalıştım. Ben daha azıcık bile kıpırdayamadan
sırtımdan destekleyerek bedenimi dik hale getirdi. “Su vereyim mi?”
Başımı olumlu anlamda salladım. Bir kenarda
duran su şişesini kapağını açarak bana doğru uzattı. Elime alacaktım ama
dudaklarıma kadar yaklaştırdığı için uğraşmadan onun yönlendirmesiyle birkaç
yudum içtim.
Taş taşımış, birkaç gündür ayakta kalmış gibi
yorgundum. Bayılmak böyle mi hissettiriyordu?
Yeterli olduğunu belli ettiğimde şişeyi tekrar
kapatıp kenara koydu. “Babam eve mi gitti?” diye sordum bulunduğumuz alanda
bizden başka kimseyi göremeyince.
“Gider mi sen buradayken? Acilde hepimiz
duramazmışız, onlar bahçedeler. Zorla yolladım.”
Kısa bir süre önce ben yanında durmayayım diye
direnen adam şimdi yanımda durmak için zor kullanıyordu. Bu çelişkiye yorum
yapmadan tekrar geriye düşürdüm bedenimi. Başım yastığa denk gelince omuzlarım
gevşedi.
“Çok korktum,” gibi bir şey mırıldandı ağzının
içinde kaybolacak şekilde yarım yamalak. Kendine bile zor söylüyor gibiydi
bunu. Sessizce bekledim. Bakışlarımı ondan kaçırmak yerine yüzünü inceledim
açıkça.
“Sen öyle Özgür’ün kucağında gözlerin kapalı…
Sanki nefeslerin bitmiş gibi yatıyorken ben çok korktum.”
Onu korkutan bayılmamdan çok, bayılmadan
önceki tavırlarının farkındalığıydı muhtemelen. “Senin yüzünden olmadı,” dedim
kıyamayarak. Üstüne gitsem, üzdün beni ben de bayıldım işte desem pişmanlıktan
önümde paramparça olacakmış gibi duruyordu. Böyle bir caniliği kimseye yapmaz,
hele ona hiç yapamazdım. “Başım Özgür beni omuzuna alınca da dönmüştü.”
“Söyledi, evet.” dedi başını sallarken. Yine
de rahatlamış durmuyordu pek. “İyisin ama şimdi,” derken soru sorar gibiydi.
“Başın dönüyor mu hâlâ?”
“Dönmüyor,” dedim. “Geçti.”
“Çok şükür,” derken eli yüzüme doğru uzandı.
Alnıma hafifçe yaslanan avucuyla saçlarımı geriye doğru çektiğinde gözlerim
kısılmıştı. “Uyandığını söyleyeyim bizimkilere, merak etmesinler.”
Alnımda biraz daha oyalandırdığı elini çekip
telefonuyla uğraşmaya başladı. Özgür’ü aradığını konuşma şeklinden anlamıştım,
karşıdan gelen sesi duyamıyordum.
“Tamam,” dedi en son. “Gelsin, ben çıkarım.”
Telefon kapandığında bana daha dikkatli baktı.
“Babanı bahçede beklemeye daha fazla ikna edemiyorum,” diyerek omuz silktiğinde
dudaklarım az da olsa kıvrıldı. Eğer bayılmadan önce yaşananlar ve abimin
pişmanlığı ortada olmasa babam zaten bunu baştan beri hiç kabul etmezdi.
Birkaç dakika geçmeden babam perdenin ardında
belirdi. O geldiğinde abim ayaklandı. Elinin gezindiği alnıma doğru yüzünü
eğip, kısa bir öpücük bıraktıktan sonra doğruldu.
“Özür dilerim,” dediğini babamın duyduğunu
sanmıyordum. Bu, benden uzaklaşmadan önce kısıkça dudaklarından dökülen bir
özürdü. Kısıklığına rağmen samimiyetini hissediyordum. Gözlerimi yavaşça
kapatıp açarak yanıt verdim.
Abim perdenin küçük boşluğundan çıkıp görüş
açımdan yok olunca gözlerimi babama çevirdim. “Nasıl hissediyorsun Ahu’m? Daha
iyisin değil mi?”
“İyiyim,” dedim rahatlaması için. Abimin
boşalttığı sandalyeyi yatağa daha da yakınlaştırıp oturdu. Onun tarafında olan
elimi kaldırıp dudaklarına yaklaştırdı. Elimin üstünden öptüğünde huzurla
gülümsedim. Prensesmişim gibi hissettirmişti.
“Hep iyi ol sen, hep iyi ol ki ben de iyi kalabileyim babam.”
~
“Pişt, cam güzeli!”
Arkamdan yaklaşan, yaklaştığı gibi de
kollarını öne uzatıp boynuma sıkı sıkı dolanan Mayıs’ı hissettiğimde bana doğru
bıraktığı ağırlığına tezat bir biçimde hafiflemiş gibiydim.
Yanağımdan öpüp başıma doğru yasladı yüzünü.
“Kimin gelişini bekliyorsun öyle camdan hiç ayrılmadan? Gecikeceklermiş ya
aşkım benim.”
Kimsenin gelişini beklediğim yoktu aslında.
Camın önüne sinmiş halde pek kıpırdamadan dışarıyı izlerken amacım birinin
yolunu gözlemek değildi.
“Kimseyi beklemiyorum, ısınıyordum.”
Pencerenin altındaki kalorifer peteğini göstererek konuştuğumda Mayıs da yanıma
sığıştı kollarını çözüp. Kalorifere yakın şekilde konumlandırılan pufun asıl
yeri burası değildi. Ben üşüyorum diye kış başladığından beri sızlanıp durunca
babam böyle bir çözüm bulmuştu. Burada oturuyor ve sıcacık oluyordum.
Ayaklarını peteğe dayayıp bacaklarını
havalandırırken bana doğru dönmüştü. “Sen biraz fazla dalıyorsun bu sıralar,
sorduğumda geçiştiriyorsun beni ama böyle de olmuyor Despoşum.”
Omuzlarımı silktim yavaşça. “Yıl bitiyor ya,
ondan olabilir. Değişik bir yıldı benim için. Hayatımda değişebilecek her şey
değişti, bambaşka oldu.”
“Pek öyle gelmiyor bana, üstüne gidip seni
daha da üzmek istemiyorum diye hep erteledim ama artık tamam. Bitti. Dökül
hemen.”
“Mayıs…” dedim ‘lütfen’ dercesine.
“Bu bakışlarla anca abimi kandırırsın sen, yok
ikna olmuyorum. Susmayacağım sen içini dökene kadar.”
Burnumu çektim öylesine. “Abin ben bakmadan da
kanıyor ki bana.”
Beni ikna etmek için giydiği ciddi tavrı darbe
alarak parçalandı. Kıkırdadı dediklerime.
“Abin yanmış bitmiş kül olmuş sana Despoşum,
evet. Bunlar eski konular artık, güncele gel hemen.”
“Bir zamanlar bayılabilirdin bu konuşmayı
yapmak için, şimdi konuyu kapatıyorsun.”
“Ben sizin aranızdaki uyumu herkesten önce
anlayıp harekete geçtim kızım, az çırpınmadım aklına abimi sokacağım diye.”
Aklım aylar öncesine gitti. Yaşananlar hızlı
ve eksik parçalar halinde de olsa zihnimde birleşti.
“İnsanın aklı kalıyor tabii biraz, maşallah
birisi çünkü.”
Mayıs koca bir kahkaha attı. “Maşallah birisi
mi?”
Başımı salladım. “Evet, Özgür öğretti. Ona
söyleyeyim diye öğretti gerçi ama delirsin diye Pars’a söylüyorum.”
“Görümcelerin birtanesisin gerçekten, geline
değil kendi abisine işkence etmeye bayılan eşsiz bir görümcesin.”
Görümcenin ne olduğunu onlar sayesinde
bildiğimden övgüsünü rahatça kabul edebildim. “Evet,” dedim yavaşça omuzlarımı
dikleştirip. “Harika biriyim.”
Sırnaştı hemen. Kollarını bana dolayıp
yapıştığında ben de ona sarıldım.
Bir hafta önceki bayılmam, bunu duyan herkes
için bir kırmızı alarm haline geldiğinden o günden beri günlerimden hiçbirini
doğru düzgün yalnız geçirmemiştim. Bir kere bayıldım diye her saniye ayılıp
bayılırım sanıyor olmalarını bir türlü aksine çevirememiştim.
İşi olmayan her kimse, o mutlaka evde
benimleydi. Dışarı çıkarsam tepemde kesin biri vardı, telefonum iki kere çalar
da açılmazsa kapıya ambulans dayanma olasılığı yüksekti.
Endişeleri ve gördüğüm değer aslında beni
sevindirmeliydi belki ama üstüme bu denli düşmeleri bir yandan da beni
boğuyordu. Kimse benim boğuluyor oluşuma dikkat etmiyordu gerçi, akıl
sağlığımdansa fizyolojik sağlığım daha önemliydi her biri için.
Mayıs’ın ‘bu bakışlarına anca o kanar’ dediği
abisi olacak sevgilimden tutun, bir haftadır bana kırılacak cam gibi yaklaşan
Özgün’e kadar kimseyi benim istediğim şekilde yaşama devam edebilmeme ikna
edememiştim.
Bugünün şanslısı da Mayıs’tı. İtiraf etmem
gerekirse onunla olduğum anlar daha rahattı. Bir haftanın tamamını onla
geçirsem de olurdu yani. Diğerlerinden sık sık gelen kontrol bakışları ve
sorularıyla sınanmak yerine Mayıs’la yayılıp oturmak çok daha iyiydi.
Basit bir baş dönmesini krize çevirmeleri
abartılıydı.
Kan vermiştim, garip birkaç aletin içinde
zaman geçirip hastaneden çıkmadan önce bolca çekime maruz kalmıştım; acile her
bayıldım diye gelen bu kadar kontrol ediliyor muydu emin değildim. İçimden bir
ses babamın bu konuya el attığını söylemişti, çok da irdelememiştim.
Mayıs veya Pars’ın bana evde eşlik ettiği
günlerin sonunda, akşam diğeri de mutlaka benim ısrarımla bize geliyordu.
Böylece akşam yemeğini hep birlikte yiyorduk. Bu hafta ikinci kez Mayıs’laydım,
bir kez de -geriye kimse kalmadığından babam mecburen onaylayınca- Pars’la evde
kalmıştım. Üçüncü hep birlikte yemek yeme akşamımızdı.
Kimsede öyle geniş sofra kuracak bir yetenek
olmadığından aslında dışarıda yiyeceğimiz yemeği eve söyleyip yiyorduk sadece
fakat bu benim için dışarıdan yemek yemenin ötesinde bir etkinlik oluyordu.
Mayıs’la pencerenin önünde biraz daha
oyalandık. Özgür, Mayıs’a bir saat kadar önce mesaj atmış ve biraz
gecikeceklerini söylemişti. Herkes aynı yerde ne yapıyor da geç kalacaklarını
toplu haber veriyorlar diye düşünsem de geldiklerinde yüz yüze sormaya karar
vererek kendimi yormamıştım şimdiden.
Kapı zili duyulduğunda aynı anda kalktık.
Birimizin kalkıp kapıyı açması yeterliydi ama ikimizde de oturup diğerini
bekleyecek sabır yoktu.
Kapıya vardığımızda önde ben vardım, Mayıs da
hafif çaprazımda ve bir adım gerimdeydi. Kapıyı beklemeden açtığımda en önde
Özgür’ü bulacağımı tahmin ediyordum. Hepsini ittirip öne geçmiş olma ihtimali
yüksekti.
Kapıyı açınca kimin en önde olduğunu dahi algılayamayacak
kadar şaşkın hale geleceğimi, son sorgulayacağım şeyin Özgür’ün önde olup
olmaması olacağını bilemezdim.
Dördü de karşımdaydı: Babam, Özgün, Özgür ve
Pars.
“Ne…” diyebildim şaşkınca. “Ne oldu?”
Hepsinin yüzü duvar gibiydi. Dümdüz hale gelen
dudakları, solan renkleriyle öylece duruyorlardı. Ancak şaşkınca kalakalmamın
nedeni bundan ibaret değildi.
Gözleri… Gözleri çok kötüydü.
“Baba?” dedim ona odaklanarak. Ne diyeceğimi
bulamıyor, ne soracağımı seçemiyordum.
“Babam,” dedi sadece. Sesi pürüzlü, hafif
kısıktı. Bağırıp çağırmış mıydı? Sesine ne olmuştu?
Aklıma dolan ve dolduğu gibi taşanlarla
birlikte geriye doğru bilinçsizce adımladım. “Birine bir şey mi oldu?”
“Özgür…” dediğini duydum Mayıs’ın. “Ağlıyor
musun sen? Aşkım bizi korkutuyorsunuz susarak.”
Özgür’e baktığımda gözlerinin ıslandığını,
taşacak gibi göründüğünü fark etmiştim ben de Mayıs gibi.
“Birine bir şey oldu,” dedim bu kez kendi
sorumun cevabını kabullenerek. Başımı şaşkınca salladım iki yana. “Kim?”
Hepsi neden çok kötüydü?
Aklıma düşen ihtimalle birlikte panikledim.
“Dedem,” diyebildim. Ona mı bir şey olmuştu? Söylemekte zorlandıkları,
yüzlerini solduran neydi?
“Hayır,” dedi babam hızla. Tek bir kelimeden
ibaretti konuşması ama o kelimeden sonra yutkunarak devam etmeye kendini hazırlaması
gerekmişti. “İyi onlar, hepsi iyi.” Hepsi diyerek o evin diğer üyelerini de
kapsamasıyla biraz rahatlamıştım. Merak edeceğim insanlar onlardan ve şu an
burada olanlardan ibaretti. Kimseye bir şey olmamıştı demek ki.
Kapının önünde durmayı keserek içeri
girdiğinde arkasında kalan üçlüye baktım. Onlar da içeri girsin diye bekledim.
Abim girdi babamın arkasından. Benden
bakışlarını kaçırdı. Bunu bir hafta önceye, ona kırılışıma yormak istedim ama
günlerdir tam aksini yapıp her an gözlerimin içine içine bakıyordu kalbimdeki
kırgınlık geçsin diye. Bu akşam gözlerini kaçıran bir adama dönüşmesi
çelişkiliydi.
Özgür girdi içeri sonra. Artık gözlerinde
durmayan, yanaklarına doğru yuvarlanmış yaşları gördüğümde alt dudağımı ağzımın
içine doğru çektim. Ağlıyordu.
Mayıs’a doğru gitmesini bekledim. Ona
sarılacak ve dinlenecek sandığım anda ise beni yanıltarak kollarını öyle ani ve
öyle sıkı bedenime doladı ki gücünü beni ayakta tutmak için harcamasa yere
kapaklanırdım.
“Özgür…” dedim hayretle. Elim sırtına doğru
düştü. Benim iki katım olan bedenini kollarımla tamamen saramazdım ama elimden
geleni yaptım. Yüzünü omuzuma doğru yasladı.
Üstümdeki tişörtü ıslatan, omuzlarıma dökülen
yaşlarını hissettikçe içim burkuluyordu. Onu bu kadar üzen neydi?
“Niye ağlıyorsun?” diye mırıldandım sırtını
sıvazlarken. Elim onda geziniyor, bedenim kolları arasında duruyorken
bakışlarım omuzunun üstünden görebildiğim kadarıyla arkaya kaydı. Omuzuma
yaslanmak için eğildiğinden arkasını görebilmem mümkün olmuştu.
Kapıyı açtığımdan beri her birinin yüzünü
incelemiş, gözlerine bakabilmiştim. Bunu en az yapabildiğim kişi ise eve en son
giren, en geride kalandı. Pars’tı.
Çekingen bir çocuk gibi başını eğmiş, yüzünü
saklı tutuyordu. Merakım körüklenirken bakışlarım onda takılı kaldı.
“Pars,” dedim sayıklar gibi. Dört koca bedenin
hüznünde boğuluyordum. Nedenini söylemediklerinden bir şeyler üretmeye çalışan
aklım patlayacak gibiydi.
Adını seslendiğimde başını kaldırdı yavaşça.
Tonları epey farklı olan mavilerimiz çarpıştığında Özgür’ün sırtında duran
ellerim titremişti.
Kıpkırmızıydı gözlerinin içi.
Dudaklarımdan dökülenler, Pars’ın gözleri ve
Özgür’ün ilk beni bulan kolları yüzündendi. Kendimi çok değerli gördüğümden ya
da başka her şeyi unuttuğumdan değildi.
“Bana
bir şey olmuş,” dedim usulca.
Cevap buydu.
Özgür’ü kollarımda ağlatacak, Pars’ın
gözlerini kızartacak, abimi bakışlarını bana çevirmekten eksik bırakacak ve
babamı gözünü kırpmadan beni izler hale getirecek olan ‘ben’ olabilirdim
yalnızca.
İyi de bana benim bilmediğim ama onların bildiği
ne olmuş olabilirdi?
- 1 hafta önce
Timur
oturduğu sandalyede öyle çok rahat sayılmazdı ve bunun sandalyenin konforuyla
hiçbir alakası yoktu. Hemen önündeki hastane yatağında uzanıyor olan kızını
izlerken diken üstünde olmasındandı asıl rahatsızlığı. Derin bir uykuda gibi
görünüyordu, sık sık uyanıyor ancak bir süre sonra yeniden uykuya yenik
düşüyordu.
Bayıldığı
ilk anda Timur olduğu yerden bir süre hiç kıpırdayamamış, Özgür’ün
bağırışlarıyla birlikte kalakalmıştı koridorun bir ucunda.
Özgün’ün
kendisine de bir türlü söylemediği konunun ne olduğunu bilmiyordu. Despina’nın
onun yanına gitmesine daha ciddi şekilde engel olmadığı için kendine kızmıştı
direkt olarak. Üzüldü diye bayıldığını, kalbi yoruldu diye düştüğünü sanıyordu
çünkü.
Özgür
hastaneye geldiklerinde doktorlara onlar gelmeden önceki baş dönmesinden
bahsettiğinde ise Timur’un aklı karışmıştı. Durup dururken ne diye başı
dönüyordu kızının?
Kan
alınırken canından can gitmişti. Aklı onunla tanıştığı ilk güne, doğru düzgün
bir diyalog bile kurmadan peşinden hastaneye sürüklediği ve DNA testi için kan
verdikleri zamana gitmişti.
Gıkı
çıkmamıştı o zaman Despina’nın. O anda da çok korkmuştu, biliyordu. İğne
korkusunu öğrendiğinde bunu anlamıştı zaten ama bugün bir de şahit olmuştu o
korkuya Timur. Geriye alamayacağı zamanlarda yaptıklarına bir kez daha nefretle
dolmuştu içi.
Kan
verirken zorluk çıkarttığından serumu uyuyorken takılmıştı. Timur derin bir
nefes aldı. Eğilip serumun damarlarına karıştığı yerin biraz altına dudaklarını
bastırdı nazikçe.
“Bebeğim
benim,” diye mırıldandı Despina duyamasa da kendi kendine. Kızını uzun uzun
izlemeyi sürdürdü, Despina gözlerini açmadı bir süre daha. Uykusu bu kez daha
uzun sürmüştü.
Timur’u
onu izlemekten alıkoyan bulundukları alana taşan adım sesleri oldu. Sesin
geldiği yere doğru baktığında sabırsızlanan Özgür ya da Özgün’ü göreceğini
düşünmüştü ama bir doktor vardı baktığı yerde.
“Hastamız
uyanmamış henüz,” diyen adama doğru baktı Timur. “Uyanıyor ara sıra ama tekrar
dalıyor, normaldir değil mi?”
Doktor,
yanında duran asistanına baktı göz ucuyla konuşması için. “Serumun etkisidir,
normal.” demişti doktora göre yaşça küçük genç kadın.
“Yakınlık
dereceniz nedir sizin?” diyen doktorla Timur’un omuzları gevşedi. Bu soruya
cevap vermeyi çok seviyordu. Bilen birilerine bile tekrarlamak keyifliydi onun
için, yeni öğrenecek birilerine söylemek ise çok daha fazlası…
“Babasıyım,”
dedi elinin altındaki teni usulca okşayıp. Doktor başını salladı hafifçe.
“Sizinle biraz görüşelim o halde, hastamız uyanana dek birkaç sorumu size
yönelteyim. Onu çok yormayalım.”
Timur
kaşlarının çatılmasına engel olamayarak baktı adama doğru. “Bir sorun mu var?”
diye sorarken yanlış anlıyor olmalı ummuştu delice.
Doktorun
kendisini rahatlatacak bir şey söylemesini bekledi birkaç saniye boyunca.
Beklediği o telkin geciktiğinde ise kalbi göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi
hızlı atmaya başlamıştı.
Bir
dakika kadar sonra artık Despina’nın uyuduğu alanda değil, acilin diğer
kısmındalardı.
“İsminiz
neydi?” diye soran adama dalgınca baktı Timur. Kısaca adını söylediğinde doktor
bu kez ona hitap ederek devam etmişti. “Timur Bey… Rutin olarak istediğimiz
değerlerin sonuçları elime az önce ulaştı, daha detaylı tetkikler yapılmasını
uygun buldum.”
“Neden?”
diyebildi Timur önce sadece. “Neyi var?”
“Şu an
için size ihtimallerden uzun uzun bahsetmemin bir yararı yok, hastaneden
ayrılmadan önce detayla bir tarama yapalım. Onların sonuçları geldiğinde tekrar
konuşalım isterim.”
Timur,
karşısında lafı eveleyip geveleyen adamın halinden yaptığı çıkarımlar sonucu
gözlerini sıkıca kapattı bir anlığına. Açık konuşmaması ne demekti? İyiye
işaret olamazdı.
“Dilerseniz
hastamızın da bilgisiyle hareket edelim, bunca ölçümün nedenini sorgulayacaktır
çünkü. Uyandığında kendisiyle de görüşeyim.”
Timur
başını dalgınca iki yana salladı. “Ben evhamlanıyorum zanneder, sorgulamaz.”
dedi kızını doğru şekilde tanıyarak. “Yeterince düşünceli, yeterince dalgın
zaten. Sizin adını bile koymadığınız bu şeyi öğrenmesini istemiyorum.”
“Pekâlâ,”
diyerek fazla üstelemedi doktor. “Kızınız uyandığında işe koyulalım o halde,
asistanım size süreç boyunca eşlik edecek. Şimdiden geçmiş olsun.”
Timur
kendisiyle vedalaşan ve ardından da uzaklaşan doktorun farkında bile değildi o
an. Bakışlarını öylece bir duvar kenarına odaklamış, gözü görmez bir halde
düşüncelerinde boğulmuştu.
Doktorun
kaçınarak etrafından dolandığı o ihtimallerin hangi birine oran vermeliydi,
hangisini düşünüp kendini hazırlamalıydı bilmiyordu. Herhangi birine kendini
bir şekilde hazır edebileceği de şüpheliydi zaten.
Yunanistan’dan
döndüklerinden beri her gece rüyalarını, birden fazla kez de kâbuslarını
ziyaret etmiş olan Helen düştü aklına yine.
Kâbuslarına,
mezarını görene dek gerçekliğiyle yüzleşmediği ölümü ve ölümünün sebebi olan
hastalığıyla konuk olmuştu hep.
Timur
her uyanışında bunun bir son bulmasını, onu öyle görmeye dayanamadığını
söylüyordu kendi kendine. Yatakta dönüyor, kollarını yanında uzanıyor olan
kızına doluyor ve daha huzurlu geçeceğini umduğu yeni bir uyku kovalıyordu.
Dileklerini
daha dikkatli dileme ve sonuçlarını öngörebilme konusunda ders almayan bir
adamdı. Zira Helen ile ilgili rüyaları da kâbusları da bugünden itibaren son
bulacaktı, dileği kabul olmuştu. Fakat yerini alacak olan düşleri Ahu’suyla
dolu olacaktı. Timur’un kestiremediği, tahmin edemediği kısım burasıydı.
“Bana bir şey olmuş,” demiştim
en son. Yaşadığım farkındalık fazlasıyla garipti. Biri için endişelenmek
istemiyordum elbette, ‘kime ne oldu’ sorusunun cevabının benden başka biri
olmasını tercih etmezdim hiçbir şekilde ama yine de içinde bulunduğum
karmaşanın beni sarsmaması da mümkün değildi.
Ben konuştuktan sonra Özgür’ün sırtı ellerimin
altında kaskatı kesildi. Beni daha sıkı sardı kollarıyla. Doğruyu bulduğumu
yeterince belli ettiğinde aklım darmadumandı.
Benim bilmediğim, onların bildiği ve bu denli
dağılmalarına sebep olan şey hakkında tahmin yürütemiyordum ya da yürütmekten
bile korkuyordum.
Babamın boğazını temizler gibi öksürdüğünü
duyduğumda Pars’ta duran bakışlarım onu buldu. Bir şey söyleyecekmiş de ona
hazırlanıyormuş gibiydi öksürüğü. Ya da bir türlü hazırlanamıyormuş gibi…
“Oturalım önce,”
dedi babam. Sakin duruyor gibi görünse de içinde kopan kıyameti bakışları
saklayamıyordu. Bu çelişkiler ve yavaşlık sinirlerimi yıprattığında Özgür’ü bir
şekilde kendimden ayırarak geri adımladım sertçe. Hepsini rahatça görebileceğim
şekilde karşımda tutarken dudaklarımı araladım. “Yeter!” dedim sinirle. “Ne bu
delirmiş gibi haliniz? Yanınızdayım ama ölmüşüm gibi saçma sap-…”
“Sus!” diye
bağırarak benim sesimi bastıran ve cümlemi yarıda kesen, bana bağırmasını
bekleyeceğim son kişiydi. Pars canını söküyormuşum gibi bağırdığında yerimde
dengesizce sallandım.
“Pars?” dedim
şaşkınca. “Sus,” dedi bir kez daha. Bu kez bağırmıyordu, yalvarıyor gibi
söylüyordu aynı sözcüğü.
Babam elini bana
doğru uzattığında güven sızan avucuna tutundum sıkı sıkıya. Elimi kavrayıp beni
kendisine doğru çekti. Pars’tan ayıramadığım bakışlarıma rağmen beni salona
doğru ilerleten babama direnmeye çalışmadım. Birlikte yürüdük, kapıya en yakın
koltuğa oturduğumuzda bacağım onun bacağına değecek kadar yakındık.
Diğerlerinin de
salona geleceğini sanarak bekledim sessizce. Kimse kapıdan girmedi. Hiçbiri
girmeye niyetlenmedi mi yoksa biri diğerine engel olur biçimde mi orada
kaldılar bilmiyordum ama gelmediler yanımıza.
Beklentimi
sürdürmemeye karar verdiğimde babama doğru çevirdim afallamış bakışlarımı.
Elalarını
çevreleyen kızarıklığa dikkatle baktım. Rengi solan, solgun görünen
yanaklarında bakışlarımı dolaştırdım.
“Dinliyorum ben
seni baba,” dedim birleşik halde onun dizinde duran ellerimizi ayırmadan daha
da sıkılaştırarak. Diğer elimi de oraya kapattım hatta hemen sonrasında.
“Yarın sabah,” dedi
zar zor. “Birlikte hastaneye gitmemiz gerekiyor.”
Birkaç kelime
çıkmıştı ağzından alt tarafı. Sanki saatlerce konuşmuş da ağzı dili kurumuş
gibi yutkundu peş peşe. Bakışları gözlerimde duramıyor, sürekli yüzümde
geziniyordu.
“Neden ki?” dedim
kısıkça mırıldanarak.
Burnunu çeker gibi
oldu. Çenesinin kasıldığını gördüm. Elimi tuttuğu elinin üstüne bıraktığım
elimi kaldırıp yüzüne dokundum. Sakalları avuç içlerime batarken dokunuşuma
gözleri kısılarak tepki vermişti.
“Ahu,” dedi gözleri
eski halini bulamadan. “Ahu’m,” diye bu kez daha içli konuştu sonra.
“Yine kan mı
vereceğim?” diye sordum. Bir şeyler anlıyor fakat anladıklarımın hepsini
istemsizce reddediyordum. Aklım yokmuş gibi saçmalarken, ortaya çıkmış olanı
görmezden gelirken kendimi nereye kadar oyalayabileceğimi düşünüyordum ki?
“Bilmiyorum,”
diyebildi sadece. “Bilmiyorum babam, bilmiyorum bebeğim.”
Beni sırtımdan kavrayıp
kendisine doğru çekti. Göğsüne doğru düştüğümde yanağımı ona yaslayıp bekledim
konuşmaya devam etmesini. “Geçen hafta gittik ya hastaneye,” dedi küçük bir
çocukla konuşur gibi tane tane. “Kan aldılar senden, değerlerine bakmak için…”
“Evet,” dedim sessizce.
“Sonra bir sürü
kontrol daha yapıldı, istemedin ama zorladım ben seni.”
Başımı salladım.
Yüzümün göğsüne doğru sürtünmesine neden olmuştum.
“O kontrolleri
doktor istedi, ben istemedim aslında.”
Kaşlarım çatılırken
doğrulmaya çalıştım. İzin vermeyerek beni sabit tuttu. Yüzüne bakmak için geri
çekilecektim ama buna müsaade etmiyordu.
“Neden istedi?
Sadece başım döndü biraz benim, sonra geçti ki.”
Yaslı olduğum göğsü
titremeye başladığında panikledim. Ona bakamıyordum ama göğsündeki titremenin
neye ait olduğunu biliyordum.
“Bir şeylerden
şüphelenmiş,” derken resmen teklemişti heceler arasında. Konuşamıyordu. Onu
konuşamayacak hale getirenin bugün ‘şüphe’ olmaktan çıktığı o kadar belliydi
ki…
İhtimallerle
savaşmayı ve felaket senaryolarını savuşturmayı bıraktığım anda bütün bedenim
çözüldü. Dudağımın kenarını ısırıp bekledim biraz daha.
“Şüphelendikleri…
Doğru muymuş?” diye sordum sesimi bulabildiğimde.
Sustu.
Öyle uzun süre
sustu ki o sessizlik büyüyüp beni kavradığında gözlerimden ne zaman ince ince yaşlar
düşmeye başladığını anlayamadım.
“Ne olmuş bana?”
diye sordum dalgınca. Daha eve gelmeden yasımı tutmaya başladıklarına göre
duyacağım şey öyle basit bir şey olamazdı.
Babam yine sustu
soruma. Sanki söylediğinde kabullenecek, sesli olarak dile getirince birden
beni o hastalığa kaptıracak gibi kendine saklıyordu cevabı.
Aradan birkaç
dakika ya da belki benim zamanın yavaşladığını sandığımdan karıştırdığım birkaç
saniye geçti.
Babam bana cevap
verecek gücü buldu. Ama hastalığın adını koyacak gücü yine bulamamıştı.
“Helen gibi,” dedi
titreyen sesiyle. Beni sırtımdan daha sıkı tutmuş, göğsüne daha sert
bastırmıştı aynı anda da.
Acı bir suyun
boğazıma tırmandığını, midemin çalkalandığını hissettim.
Bu anda değil,
birkaç yıl öncedeydim sanki şimdi.
Annemin beni
karşısına oturtup ‘hastaymışım ben’ dediği andaydım.
Belirtiler… Onu
hastaneye gitmeye iten belirtileri düşündüm.
Hiçbir şey yapmasa
da yorulmasını, beslenme düzeni değişmese de zayıflamasını hatırladım. Sonra da
aynılarını haftalardır yaşadığımı ama her seferinde tüm bunların ‘üzüntüden’
kaynaklandığına kendimi inandırıyor olduğumla yüzleştim.
Yok böyle bir şey
diye itiraz edemedim.
İçim kaynıyormuş
gibi hareketlenirken elim babamın üstündeki kazağa kapandı. Parmaklarımla o
kazağa öyle sıkı tutundum ki elim kaskatı kesildi.
“Kanser miyim ben?”
dedim usulca. Babamın kaçtığını ben seslendirdim, ona duyurdum. “Annem gibi…
Onunki gibi miymiş sonum?”
“Sakın,” dedi beni
bu kez kendi isteğiyle göğsünden ayırmak için hareketlenirken. “Sakın, duydun
mu beni? Son falan yok Ahu, ağzından böyle şeyler çıkmayacak.”
Parmaklarımla
tutunduğum kazağını bırakmamıştım ama artık göğsüne yaslı değildim. Mavilerim
elalarını buldu.
Hastalığı boyunca
annemin yanında olan o değildi, bendim. Hiçbirinin bir kanser hastasıyla benim
kadar uzun ve yakın vakit geçirmediğinden de emindim.
Dudaklarım titrese
de kıvrılmaları için çabaladım. Gelecek olan günlerin bana neler getireceğini
artık tahmin ediyor olmama rağmen onun sözünü dinlemişim gibi yaptım. “Son
falan yok,” dedim tekrarlayarak.
Yanağıma elini
yasladı. Yüzümü tek eliyle kavrayabilecek gibi büyük ve güçlüydü ama
kırılacakmışım gibi nazik bir tutuştu bu.
“Beni bırakamazsın,
beni öylece bırakamazsın.” Bunu bana değil kendine hatırlatır gibiydi. Onun
sesiyle paralel olarak kendi sesimi duydum zihnimde.
‘Gidemezsin ki sen. Sensiz yaşayamam ben anne.’ diyerek ona duyurmadığım fısıltılarla, uyuduğu anlarda kaç kez
konuşmuştum annemle; sayamazdım.
Yaşadın ama, dedim
içimden. Bak nasıl yaşıyorsun aylardır annen olmadan Despina?
Babama bunu
anlatsam ona iyi gelmek yerine daha kötü hissettireceğimi bildiğimden sessizce
göğsüne gömüldüm tekrar.
Saçlarımdan sayısız
kez öptü. Sırtımı uzun uzun okşadı. Sıcaklığını benimle paylaşırken ağlamamak
için kendini nasıl zor tuttuğundan da kapının kenarına ilişmiş dakikalardır
bizi izleyen bakışlardan da bihaberdim.
~
Paketinden
ayırdığım bir şekeri daha ağzıma yuvarlarken bakışlarım salonun farklı
yerlerinde dağılarak oturuyor olan herkeste gezindi.
Üçüncü şekerden
sonra uzandığım her yeni pakette yavaş yavaş tepki çekmeli, uyarılar almalıydım
normal şartlarda. Karnımın ağrıyacağını söyleyen babam, kusarsam beni evden
atacağının altını çizen Özgür, şekerleri önümden paldır küldür almaya çalışan
abim… Hiçbiri kıpırdamıyor, altıncısını açtığım şekere göz ucuyla bile
bakmıyorlardı.
Üçünü yeterince
inceledikten sonra bakışlarım ikili koltukta yan yana oturuyor olan Eraslan
kardeşlere takıldı. Mayıs’ın şişmekten açılmayacak kadar kapanan gözleriyle,
kızarık burnuyla dalgın dalgın oturduğunu görüyordum. Özgür’ün odasına kendini
kapattığı sırada nefessizce ağladığını tahmin etmemek için aptal olmak
gerekiyordu.
En son bakışlarım
sevgilimde durakladı. Ona döndüğümde gizli gizli kendisini süzme şansım
olmamıştı. Gözlerini üstüme dikmiş, pür dikkat beni izliyordu çünkü.
Salondaki
katlanılmaz sessizliği biraz kırması için benim açtığım televizyonda saçma bir
program dakikalardır akıştaydı. Ne konuşulduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama
arada bakıyordum ekrana öylece.
Babamın benimle
birlikte şu an oturduğumuz koltukta yaptığı konuşmadan sonra öyle uzun saatler
gelip geçmiş değildi henüz.
Korkunç bir
hastalığa yakalanmış olduğunu, aynı hastalıktan annesini kaybetmiş birinin
karşısına geçip söylediğinizde o kişi ne tepki verirdi?
Ben o kişiydim.
Verdiğim tepki ise ilk yarım saat sessizliğe gömülüp hıçkırıklara bile
bulanmayan yalnız gözyaşları dökmekten ibaretti. Sonrasında kendimi normal bir
akşamın, normal bir anındaymış gibi programlamıştım.
Kimse yemek yemek
ya da en azından sipariş etmeye girişmek üzere hareket etmeyince ben de uyum
sağlamış ve kucakladığım kahveli şekerlerle koltuğa gömülmüştüm.
Mayıs, Özgür’ün
odasında; Özgür ise balkonda uzun süre kalmış ve tiplerinden anlaşıldığı üzere
bayağı ağlamışlardı. Kimseye ne bir teselli veriyor ne de teselli aranıyordum.
Babam ve abim ise
bana baktıklarında somut bir hastalık görecekmiş gibi tereddütle bakışlarını
uzaklarda gezdiriyor, sadece belli aralıklarla ne yaptığıma bakıp önlerine
dönüyorlardı. Salondan pek çıkmamışlardı tüm bu zaman boyunca.
Geriye Pars kalıyordu
bir tek.
Pars hepsinden daha
farklı, daha karmaşıktı benim için.
Bakışları benden
doğru düzgün kopmuyor, ne zaman ona baksam bakışlarımız kesişiyordu. Gözleri
kıpkırmızıydı ama yanaklarına tek yaş düşmüyordu. Kendi içinde nasıl bir savaş
veriyorsa, o savaşın dışa yansıması bunlardan ibaretti.
Ağzımdaki şeker eme
eme dakikalarca bitmeyecekti, bu nedenle dişlerimi bastırıp kırılmasına yol
açtım. Bundan önceki son iki şekeri de kıra kıra, sesli şekilde yiyip
bitirmiştim.
Yedinci şekerimi
almak için koltuğa bıraktığım poşete doğru uzandım. Elimi daldırıp ilk bulduğum
şekeri çekecekken sonunda aradığımı buldum.
“Kaçıncı şekerin
o?” diye soran abimdi.
Göğsüm derin bir
nefesle şişti.
Sırf uyarsınlar
diye, bu akşam diğer akşamlara benzesin diye midem bulanana kadar aç karnına
şeker yemek zorunda kalmıştım.
“Yedinci,” dedim
hemen. “Bırakayım mı? Yemeyeyim mi daha?”
“Yeme,” diyerek
beni saymazsak ikinci konuşan kişi de Özgür oldu. “Aç aç yedin, kusacaksın
şimdi üstümüze.”
Yapmaya çalıştığımı
geç de olsa fark edebilmeleri göğsümdeki bin kilonun sadece binde birini de
olsa almış, yükümü birazcık hafifletmişti.
“O zaman yemek
yiyelim,” dedim elimi şeker poşetinden çıkartarak. Döndüğümde bakışlarını yine
bende bulacağımı bildiğim Pars’a baktım. Mavilerine mavilerimi çarptım.
“Yiyelim değil mi?”
“Yiyelim güzelim,”
dedi ikinci sözcüğü bastırarak. Abilerimden sonra o da durumu benim istediğim
şekilde devam ettiriyordu şimdi.
Babama doğru
döndüm. Yanımda oturuyordu zaten. Koluna dokundum. “Duydun mu?”
Başını belli belirsiz
omuzuna doğru eğerek baktı bana. Ona yalvarır gibi bakarak karşılık verdim.
Benim ne susmalarına ne de kızarık bakışlarına ihtiyacım vardı. İhtiyacım olanı
görmeleri için çırpınıyordum akşamdan beri.
“Güzelim deme lan
kızıma,” diyerek bana istediğimi verdi. Pars’a pek bakmamıştı ama bu onaydı,
yani rutinleriydi işte.
“Güzel ama abi,”
dedi Pars. Hepsinin sesinde normalde olmayan birer yabancı parça vardı ama
duymazlıktan geldim. Zorlama da olsa, yapmacık da olsa bu akşamın böyle
sürmesine ihtiyacım vardı.
“Güzelse sana mı
güzel? Bana güzel.”
Erkekleri normal
rolü yapmaya itebildiysem de balon gibi şişen gözleri ve ara ara çektiği
burnuyla dalgınca oturan Mayıs’ı böyle bir zorunluluğa sürüklemem mümkün
değildi.
Şeker poşetinden
birkaç tane paket çıkartıp onlarla birlikte ayaklandım. Hepsinin bakışları aynı
anda bana çevrilmişti. Pek karşılık vermeden Mayıs’ın yanındaki küçük boşluğa
kadar ilerleyip sığıştım.
Tekli koltuktaydı
ama koltuk ikimizi yan yana alabilecek kadar genişti. Fazlasıyla dip dibe
oturmuştuk tabii.
Şekerleri ona
uzattım. “Bunları sevgilinle paylaşmıyorum istese de ama sen yiyebilirsin Mayıs
böceği.”
Avucumun içinde
duran şekerlere baktı uzun uzun. Dudakları titrer gibi oldu. İç çekerek onun
kendisini toparlaması için bekledim biraz.
Şekerleri elimden
almak yerine bana en az şekerler kadar tatlı bakışlar atıyordu şu an. Yaklaşıp
şişmiş gözlerinden birini öptüm.
“Romantizmin dozunu
kaçırmazsak yalnız…” diyen Özgür’e baktım yan yan. Mayıs bakmaya tenezzül bile
etmemişti. Bana bakıyordu dikkatle.
“Kıskandın mı?”
diye sordum Özgür’e. Başını salladı ‘e tabii’ der gibi. Özgür’ün cevabını belli
eden tepkisinin hemen ardından Mayıs’ın yanağına yapıştım bu kez. Peş peşe öpüp
durmaya başladığımda o huylanarak istemsizce gülmeye, Özgür de yalandan kaş
çatmaya başlamıştı.
Yüzlerinde beliren
gülümsemelerin ne denli gerçek olduğunu ölçmem mümkün değildi. Ancak öyle ya da
böyle gülebilmek zorundalardı.
Hayatlarına pat diye girmiştim, gelişimi hiçbirinin tahmin edebilmesi mümkün değildi. Eğer çıkışım da bu şekilde ani olacaksa, o zamana kadar elimde kalan vakti doyasıya kullanmak zorundaydım. O vakitlerin yarısını sızlanmalarla ve ağlanmalarla doldurmaya niyetim yoktu.
Yorumlar
Yorum Gönder