Düşten Farksız 54.Bölüm

 54.BÖLÜM



“İstemiyorum,” diyerek güçsüzlüğüne şaşıracağım kadar zayıf düşen elimle Özgür’ün elini tutmaya çalıştım. “İyiyim ben gerçekten, yapmasınlar iğne.”

“Güzelim,” dedi sakin sakin. Beni uzandırdıkları sedyeden doğrulmuş, inmek ister gibi ayaklarımı yere sarkıtmıştım. “Kan alacaklar sadece, gözlerini kapat bir dakika bile sürmeyecek zaten.”

Başımı iki yana salladım. Henüz tam anlamıyla kendime gelemediğim için bu hareketle birlikte biraz sarsılmıştım.

Özgür’ün kollarındayken kapattığımı hatırladığım gözlerim yeniden aralandığında konumum aynıydı. Kendimi yine onun kollarında fakat bu kez evin koridoru yerine babamın arabasının arka koltuğunda bulmuştum.

Uzun sürmeyen, hastaneye varmadan ortadan kaybolan baygınlığım bir türlü onları iyi olduğuma ikna etmeye yetmemişti. Eve dönmek istediğimi söylesem de kimse beni dinlemiyordu.

Özgür beni sararak, babam aynadan bakışlarını üstüme dikerek bastırmıştı ısrarlarımı. Ön yolcu koltuğundaki bedene ise ne ben bakmıştım ne de o arkasına dönebilmişti.

“Almasınlar, ben istemiyorum. Eve gidelim, n’olur.” Yalvarır gibi konuşmam, uzattıkça uzatmam yanımızda bekleyen hemşire için bir işkenceydi biliyordum ama bu susup kabullenmeme yetmiyordu.

İğneler, hastaneler, ilaçlar… Hepsinden iğreniyor, hepsinden korkuyordum. Her biri annem için umut olacakmış gibi hayatımıza girmiş, hiçbiri onun canını acıtmaktan başka bir şeye yaramamıştı. Acısını dindirmemişti.

“Abim,” dedi Özgür yanaklarımı avuçlarıyla kavrayıp. “İyiliğin için yapıyoruz, başın ikinci kez döndü ve bu kez resmen bayıldın gözlerimin önünde. Hiçbir şey yapmadan eve nasıl gidelim kurban olayım?”

“Baba,” diyerek son bir umutla sağıma doğru baktım. O biraz daha uzakta, bakışları bende oyalanmadan bekliyordu. Yüzüm nasıl bir hal aldıysa, bana direnemeyeceğini biliyor gibi bu görevi Özgür’e bırakıp susmuştu geldiğimizden beri.

Göğsünü titreten bir nefes aldığını fark ettim. Özgür’e başıyla yana kaymasını işaret etti. O çekildiğinde babam sedyede yanıma oturmuştu saniyeler içinde.

Onun tarafında olan kolum aramızda sıkışacak şekilde beni sırtımdan göğsüne doğru çekti. Bedenimi kendisine, yüzümü omuzuna yasladığında hemşirenin tarafında olan kolum dışında hiçbir yerimi kıpırdatamıyordum.

O kolumu sarsmamam için de elimden kavranmıştım. Elimi tutanın Özgür olduğunu biliyordum, bakmasam da dokunuşunu ayırt edebilmiştim.

İçli içli ağlamaya başladığımda koluma soğuk bir şey sürüldüğünü, üst koluma sıkıca kemere benzer bir şey bağlandığını hissettim. Çırpınsam da babamın beni bırakmayacağını bildiğimden çaresizce kalakalmıştım.

Saçlarımın üstüne tonla öpücük bıraktı, kulağıma bir şeyler mırıldandı ama o küçük tüpler kanımla dolana ve iğne kolumdan ayrılana dek algılarım örtülmüştü.

“Geçmiş olsun,” diyen yabancı ses hemşireye aitti. Koluma bir pamuk parçası bastırılıyordu. Özgür yapıyordu belli ki bunu da.

“Bitti babam, bitti bebeğim.”

Babamın beni omuzundan hafifçe doğrultarak konuşmasıyla gözlerim gözlerine çarptı. “Çok mu acıdı?” diye sorduğunda başımı iki yana salladım. Acımamıştı pek.

“Ne diye ıslattın mavilerini boşu boşuna o zaman?” Gözlerimin altlarına parmaklarını bastırıp sürttü. Biriken yaşları parmaklarıyla kurutmasını uslu uslu bekledim.

“Uzan biraz, sonuçlar birkaç saate anca çıkarmış. Uykun var mı?”

“Yok,” demiştim bu soruya. Sedyeye uzandığımda ve başım yastıkla buluştuğunda çok geçmeden gözlerimin kapanması ve bilincimle vedalaşmam ise yanlış cevap verdiğimin kanıtıydı.

Gözlerimi yeniden açtığımda yattığım yerin yanında duran sandalyede oturan ne babamdı ne de Özgür. Kolları göğsünde, bakışları dalgın bir biçimde bulunduğum yeri çevreleyen krem renkli perdede olan Özgün Kılıç uyandığımı fark edemeyecek kadar derin bir noktadaydı belli ki.

Kıpırdamadan, yalnızca bakışlarımı ona doğru tutarak biraz yüzüne baktım.

Yalnız kalmak istedi diye ona küsecek değildim. Ben sırf bunun için koskoca bir ay ortadan kaybolmuş, ülkeden kaçmıştım bir nevi. Yalnız kalmak, o an yalnız kalmanın iyi geleceğine inanmak normaldi.

Odadan çıkmamı istediğinde direnmeden çıkacak olmamın sebebi de buydu. Biraz geciktim diye odadan beni tutup atması, düşmemek için kapısına tutunduğumda geri gireceğimi sanarak çıldırması beklenmedikti sadece.

O kadar beklenmedikti ki korumaya almaya fırsat bulamadığım kalbimin kırılmasına engel olamamıştım. Kötü bir gün yaşadığını anlıyordum, yine de kendime ‘kırgınlığını bir kenara bırak’ diyemiyordum.

Bir süre daha onu izlemeyi ve uyandığımı belli etmemeyi planlıyordum. Gözlerinin altında sanki birkaç gündür uyumuyormuş gibi gölgeler belirmişti, kendini sıktığında ve yorduğunda oluyordu bu genellikle.

Planımı bozan, boğazımdaki ani kuruluk oldu. Yumuşatmak için öksürmem gerekiyordu, durduramayacağım kadar baskın olan öksürüğü sesli olarak dudaklarımdan döktüğümde hızla yerinde öne doğru doğrulup bakışlarını yüzüme çevirmişti.

Öksürmemişim de son nefesimi vermişim gibi panikle hareket etmesine hafif bir şaşkınlıkla baktım. O, hayatıma sonradan dahil olan insanlar arasında en soğukkanlı olandı. Kriz anlarında öfkesine ya da telaşına yenik düşmezdi. Belki de bugün ona kırgın oluşumun bir sebebi de buydu.

Özgür’ün beni sinirle uzaklaştırmasına birazdan geçecek olan bir öfke nöbeti olarak bakabilirdim, babamı aklı karıştı diye savunabilirdim ama konu abim olunca… Her zaman kontrolü elinde olan o adamın beni kovacak kadar ileri gitmesine kırılmıştım.

Onun için ‘hiç kimse’ olmadığımı biliyordum ama yaşanan kısa fakat karışık an tam olarak böyle hissettirmişti.

“İyi misin? Doktor… Doktoru mu çağırayım?”

Acili ayağa kaldırmasına az kalmış gibi göründüğünden cevap vermekte olabildiğince acele ettim. “İyiyim,” dedim yavaşlayan öksürüğümden fırsat bulur bulmaz.

Uzanır halde olmak boğazımı daha beter hale getirdiği için doğrulmaya çalıştım. Ben daha azıcık bile kıpırdayamadan sırtımdan destekleyerek bedenimi dik hale getirdi. “Su vereyim mi?”

Başımı olumlu anlamda salladım. Bir kenarda duran su şişesini kapağını açarak bana doğru uzattı. Elime alacaktım ama dudaklarıma kadar yaklaştırdığı için uğraşmadan onun yönlendirmesiyle birkaç yudum içtim.

Taş taşımış, birkaç gündür ayakta kalmış gibi yorgundum. Bayılmak böyle mi hissettiriyordu?

Yeterli olduğunu belli ettiğimde şişeyi tekrar kapatıp kenara koydu. “Babam eve mi gitti?” diye sordum bulunduğumuz alanda bizden başka kimseyi göremeyince.

“Gider mi sen buradayken? Acilde hepimiz duramazmışız, onlar bahçedeler. Zorla yolladım.”

Kısa bir süre önce ben yanında durmayayım diye direnen adam şimdi yanımda durmak için zor kullanıyordu. Bu çelişkiye yorum yapmadan tekrar geriye düşürdüm bedenimi. Başım yastığa denk gelince omuzlarım gevşedi.

“Çok korktum,” gibi bir şey mırıldandı ağzının içinde kaybolacak şekilde yarım yamalak. Kendine bile zor söylüyor gibiydi bunu. Sessizce bekledim. Bakışlarımı ondan kaçırmak yerine yüzünü inceledim açıkça.

“Sen öyle Özgür’ün kucağında gözlerin kapalı… Sanki nefeslerin bitmiş gibi yatıyorken ben çok korktum.”

Onu korkutan bayılmamdan çok, bayılmadan önceki tavırlarının farkındalığıydı muhtemelen. “Senin yüzünden olmadı,” dedim kıyamayarak. Üstüne gitsem, üzdün beni ben de bayıldım işte desem pişmanlıktan önümde paramparça olacakmış gibi duruyordu. Böyle bir caniliği kimseye yapmaz, hele ona hiç yapamazdım. “Başım Özgür beni omuzuna alınca da dönmüştü.”

“Söyledi, evet.” dedi başını sallarken. Yine de rahatlamış durmuyordu pek. “İyisin ama şimdi,” derken soru sorar gibiydi. “Başın dönüyor mu hâlâ?”

“Dönmüyor,” dedim. “Geçti.”

“Çok şükür,” derken eli yüzüme doğru uzandı. Alnıma hafifçe yaslanan avucuyla saçlarımı geriye doğru çektiğinde gözlerim kısılmıştı. “Uyandığını söyleyeyim bizimkilere, merak etmesinler.”

Alnımda biraz daha oyalandırdığı elini çekip telefonuyla uğraşmaya başladı. Özgür’ü aradığını konuşma şeklinden anlamıştım, karşıdan gelen sesi duyamıyordum.

“Tamam,” dedi en son. “Gelsin, ben çıkarım.”

Telefon kapandığında bana daha dikkatli baktı. “Babanı bahçede beklemeye daha fazla ikna edemiyorum,” diyerek omuz silktiğinde dudaklarım az da olsa kıvrıldı. Eğer bayılmadan önce yaşananlar ve abimin pişmanlığı ortada olmasa babam zaten bunu baştan beri hiç kabul etmezdi.

Birkaç dakika geçmeden babam perdenin ardında belirdi. O geldiğinde abim ayaklandı. Elinin gezindiği alnıma doğru yüzünü eğip, kısa bir öpücük bıraktıktan sonra doğruldu.

“Özür dilerim,” dediğini babamın duyduğunu sanmıyordum. Bu, benden uzaklaşmadan önce kısıkça dudaklarından dökülen bir özürdü. Kısıklığına rağmen samimiyetini hissediyordum. Gözlerimi yavaşça kapatıp açarak yanıt verdim.

Abim perdenin küçük boşluğundan çıkıp görüş açımdan yok olunca gözlerimi babama çevirdim. “Nasıl hissediyorsun Ahu’m? Daha iyisin değil mi?”

“İyiyim,” dedim rahatlaması için. Abimin boşalttığı sandalyeyi yatağa daha da yakınlaştırıp oturdu. Onun tarafında olan elimi kaldırıp dudaklarına yaklaştırdı. Elimin üstünden öptüğünde huzurla gülümsedim. Prensesmişim gibi hissettirmişti.

“Hep iyi ol sen, hep iyi ol ki ben de iyi kalabileyim babam.

 

 

~

 

 

“Pişt, cam güzeli!”

Arkamdan yaklaşan, yaklaştığı gibi de kollarını öne uzatıp boynuma sıkı sıkı dolanan Mayıs’ı hissettiğimde bana doğru bıraktığı ağırlığına tezat bir biçimde hafiflemiş gibiydim.

Yanağımdan öpüp başıma doğru yasladı yüzünü. “Kimin gelişini bekliyorsun öyle camdan hiç ayrılmadan? Gecikeceklermiş ya aşkım benim.”

Kimsenin gelişini beklediğim yoktu aslında. Camın önüne sinmiş halde pek kıpırdamadan dışarıyı izlerken amacım birinin yolunu gözlemek değildi.

“Kimseyi beklemiyorum, ısınıyordum.” Pencerenin altındaki kalorifer peteğini göstererek konuştuğumda Mayıs da yanıma sığıştı kollarını çözüp. Kalorifere yakın şekilde konumlandırılan pufun asıl yeri burası değildi. Ben üşüyorum diye kış başladığından beri sızlanıp durunca babam böyle bir çözüm bulmuştu. Burada oturuyor ve sıcacık oluyordum.

Ayaklarını peteğe dayayıp bacaklarını havalandırırken bana doğru dönmüştü. “Sen biraz fazla dalıyorsun bu sıralar, sorduğumda geçiştiriyorsun beni ama böyle de olmuyor Despoşum.”

Omuzlarımı silktim yavaşça. “Yıl bitiyor ya, ondan olabilir. Değişik bir yıldı benim için. Hayatımda değişebilecek her şey değişti, bambaşka oldu.”

“Pek öyle gelmiyor bana, üstüne gidip seni daha da üzmek istemiyorum diye hep erteledim ama artık tamam. Bitti. Dökül hemen.”

“Mayıs…” dedim ‘lütfen’ dercesine.

“Bu bakışlarla anca abimi kandırırsın sen, yok ikna olmuyorum. Susmayacağım sen içini dökene kadar.”

Burnumu çektim öylesine. “Abin ben bakmadan da kanıyor ki bana.”

Beni ikna etmek için giydiği ciddi tavrı darbe alarak parçalandı. Kıkırdadı dediklerime.

“Abin yanmış bitmiş kül olmuş sana Despoşum, evet. Bunlar eski konular artık, güncele gel hemen.”

“Bir zamanlar bayılabilirdin bu konuşmayı yapmak için, şimdi konuyu kapatıyorsun.”

“Ben sizin aranızdaki uyumu herkesten önce anlayıp harekete geçtim kızım, az çırpınmadım aklına abimi sokacağım diye.”

Aklım aylar öncesine gitti. Yaşananlar hızlı ve eksik parçalar halinde de olsa zihnimde birleşti.

“İnsanın aklı kalıyor tabii biraz, maşallah birisi çünkü.”

Mayıs koca bir kahkaha attı. “Maşallah birisi mi?”

Başımı salladım. “Evet, Özgür öğretti. Ona söyleyeyim diye öğretti gerçi ama delirsin diye Pars’a söylüyorum.”

“Görümcelerin birtanesisin gerçekten, geline değil kendi abisine işkence etmeye bayılan eşsiz bir görümcesin.”

Görümcenin ne olduğunu onlar sayesinde bildiğimden övgüsünü rahatça kabul edebildim. “Evet,” dedim yavaşça omuzlarımı dikleştirip. “Harika biriyim.”

Sırnaştı hemen. Kollarını bana dolayıp yapıştığında ben de ona sarıldım.

Bir hafta önceki bayılmam, bunu duyan herkes için bir kırmızı alarm haline geldiğinden o günden beri günlerimden hiçbirini doğru düzgün yalnız geçirmemiştim. Bir kere bayıldım diye her saniye ayılıp bayılırım sanıyor olmalarını bir türlü aksine çevirememiştim.

İşi olmayan her kimse, o mutlaka evde benimleydi. Dışarı çıkarsam tepemde kesin biri vardı, telefonum iki kere çalar da açılmazsa kapıya ambulans dayanma olasılığı yüksekti.

Endişeleri ve gördüğüm değer aslında beni sevindirmeliydi belki ama üstüme bu denli düşmeleri bir yandan da beni boğuyordu. Kimse benim boğuluyor oluşuma dikkat etmiyordu gerçi, akıl sağlığımdansa fizyolojik sağlığım daha önemliydi her biri için.

Mayıs’ın ‘bu bakışlarına anca o kanar’ dediği abisi olacak sevgilimden tutun, bir haftadır bana kırılacak cam gibi yaklaşan Özgün’e kadar kimseyi benim istediğim şekilde yaşama devam edebilmeme ikna edememiştim.

Bugünün şanslısı da Mayıs’tı. İtiraf etmem gerekirse onunla olduğum anlar daha rahattı. Bir haftanın tamamını onla geçirsem de olurdu yani. Diğerlerinden sık sık gelen kontrol bakışları ve sorularıyla sınanmak yerine Mayıs’la yayılıp oturmak çok daha iyiydi.

Basit bir baş dönmesini krize çevirmeleri abartılıydı.

Kan vermiştim, garip birkaç aletin içinde zaman geçirip hastaneden çıkmadan önce bolca çekime maruz kalmıştım; acile her bayıldım diye gelen bu kadar kontrol ediliyor muydu emin değildim. İçimden bir ses babamın bu konuya el attığını söylemişti, çok da irdelememiştim.

Mayıs veya Pars’ın bana evde eşlik ettiği günlerin sonunda, akşam diğeri de mutlaka benim ısrarımla bize geliyordu. Böylece akşam yemeğini hep birlikte yiyorduk. Bu hafta ikinci kez Mayıs’laydım, bir kez de -geriye kimse kalmadığından babam mecburen onaylayınca- Pars’la evde kalmıştım. Üçüncü hep birlikte yemek yeme akşamımızdı.

Kimsede öyle geniş sofra kuracak bir yetenek olmadığından aslında dışarıda yiyeceğimiz yemeği eve söyleyip yiyorduk sadece fakat bu benim için dışarıdan yemek yemenin ötesinde bir etkinlik oluyordu.

Mayıs’la pencerenin önünde biraz daha oyalandık. Özgür, Mayıs’a bir saat kadar önce mesaj atmış ve biraz gecikeceklerini söylemişti. Herkes aynı yerde ne yapıyor da geç kalacaklarını toplu haber veriyorlar diye düşünsem de geldiklerinde yüz yüze sormaya karar vererek kendimi yormamıştım şimdiden.

Kapı zili duyulduğunda aynı anda kalktık. Birimizin kalkıp kapıyı açması yeterliydi ama ikimizde de oturup diğerini bekleyecek sabır yoktu.

Kapıya vardığımızda önde ben vardım, Mayıs da hafif çaprazımda ve bir adım gerimdeydi. Kapıyı beklemeden açtığımda en önde Özgür’ü bulacağımı tahmin ediyordum. Hepsini ittirip öne geçmiş olma ihtimali yüksekti.

Kapıyı açınca kimin en önde olduğunu dahi algılayamayacak kadar şaşkın hale geleceğimi, son sorgulayacağım şeyin Özgür’ün önde olup olmaması olacağını bilemezdim.

Dördü de karşımdaydı: Babam, Özgün, Özgür ve Pars.

“Ne…” diyebildim şaşkınca. “Ne oldu?”

Hepsinin yüzü duvar gibiydi. Dümdüz hale gelen dudakları, solan renkleriyle öylece duruyorlardı. Ancak şaşkınca kalakalmamın nedeni bundan ibaret değildi.

Gözleri… Gözleri çok kötüydü.

“Baba?” dedim ona odaklanarak. Ne diyeceğimi bulamıyor, ne soracağımı seçemiyordum.

“Babam,” dedi sadece. Sesi pürüzlü, hafif kısıktı. Bağırıp çağırmış mıydı? Sesine ne olmuştu?

Aklıma dolan ve dolduğu gibi taşanlarla birlikte geriye doğru bilinçsizce adımladım. “Birine bir şey mi oldu?”

“Özgür…” dediğini duydum Mayıs’ın. “Ağlıyor musun sen? Aşkım bizi korkutuyorsunuz susarak.”

Özgür’e baktığımda gözlerinin ıslandığını, taşacak gibi göründüğünü fark etmiştim ben de Mayıs gibi.

“Birine bir şey oldu,” dedim bu kez kendi sorumun cevabını kabullenerek. Başımı şaşkınca salladım iki yana. “Kim?”

Hepsi neden çok kötüydü?

Aklıma düşen ihtimalle birlikte panikledim. “Dedem,” diyebildim. Ona mı bir şey olmuştu? Söylemekte zorlandıkları, yüzlerini solduran neydi?

“Hayır,” dedi babam hızla. Tek bir kelimeden ibaretti konuşması ama o kelimeden sonra yutkunarak devam etmeye kendini hazırlaması gerekmişti. “İyi onlar, hepsi iyi.” Hepsi diyerek o evin diğer üyelerini de kapsamasıyla biraz rahatlamıştım. Merak edeceğim insanlar onlardan ve şu an burada olanlardan ibaretti. Kimseye bir şey olmamıştı demek ki.

Kapının önünde durmayı keserek içeri girdiğinde arkasında kalan üçlüye baktım. Onlar da içeri girsin diye bekledim.

Abim girdi babamın arkasından. Benden bakışlarını kaçırdı. Bunu bir hafta önceye, ona kırılışıma yormak istedim ama günlerdir tam aksini yapıp her an gözlerimin içine içine bakıyordu kalbimdeki kırgınlık geçsin diye. Bu akşam gözlerini kaçıran bir adama dönüşmesi çelişkiliydi.

Özgür girdi içeri sonra. Artık gözlerinde durmayan, yanaklarına doğru yuvarlanmış yaşları gördüğümde alt dudağımı ağzımın içine doğru çektim. Ağlıyordu.

Mayıs’a doğru gitmesini bekledim. Ona sarılacak ve dinlenecek sandığım anda ise beni yanıltarak kollarını öyle ani ve öyle sıkı bedenime doladı ki gücünü beni ayakta tutmak için harcamasa yere kapaklanırdım.

“Özgür…” dedim hayretle. Elim sırtına doğru düştü. Benim iki katım olan bedenini kollarımla tamamen saramazdım ama elimden geleni yaptım. Yüzünü omuzuma doğru yasladı.

Üstümdeki tişörtü ıslatan, omuzlarıma dökülen yaşlarını hissettikçe içim burkuluyordu. Onu bu kadar üzen neydi?

“Niye ağlıyorsun?” diye mırıldandım sırtını sıvazlarken. Elim onda geziniyor, bedenim kolları arasında duruyorken bakışlarım omuzunun üstünden görebildiğim kadarıyla arkaya kaydı. Omuzuma yaslanmak için eğildiğinden arkasını görebilmem mümkün olmuştu.

Kapıyı açtığımdan beri her birinin yüzünü incelemiş, gözlerine bakabilmiştim. Bunu en az yapabildiğim kişi ise eve en son giren, en geride kalandı. Pars’tı.

Çekingen bir çocuk gibi başını eğmiş, yüzünü saklı tutuyordu. Merakım körüklenirken bakışlarım onda takılı kaldı.

“Pars,” dedim sayıklar gibi. Dört koca bedenin hüznünde boğuluyordum. Nedenini söylemediklerinden bir şeyler üretmeye çalışan aklım patlayacak gibiydi.

Adını seslendiğimde başını kaldırdı yavaşça. Tonları epey farklı olan mavilerimiz çarpıştığında Özgür’ün sırtında duran ellerim titremişti.

Kıpkırmızıydı gözlerinin içi.

Dudaklarımdan dökülenler, Pars’ın gözleri ve Özgür’ün ilk beni bulan kolları yüzündendi. Kendimi çok değerli gördüğümden ya da başka her şeyi unuttuğumdan değildi.

“Bana bir şey olmuş,” dedim usulca.

Cevap buydu.

Özgür’ü kollarımda ağlatacak, Pars’ın gözlerini kızartacak, abimi bakışlarını bana çevirmekten eksik bırakacak ve babamı gözünü kırpmadan beni izler hale getirecek olan ‘ben’ olabilirdim yalnızca.

İyi de bana benim bilmediğim ama onların bildiği ne olmuş olabilirdi?

 

 

- 1 hafta önce

 

Timur oturduğu sandalyede öyle çok rahat sayılmazdı ve bunun sandalyenin konforuyla hiçbir alakası yoktu. Hemen önündeki hastane yatağında uzanıyor olan kızını izlerken diken üstünde olmasındandı asıl rahatsızlığı. Derin bir uykuda gibi görünüyordu, sık sık uyanıyor ancak bir süre sonra yeniden uykuya yenik düşüyordu.

Bayıldığı ilk anda Timur olduğu yerden bir süre hiç kıpırdayamamış, Özgür’ün bağırışlarıyla birlikte kalakalmıştı koridorun bir ucunda.

Özgün’ün kendisine de bir türlü söylemediği konunun ne olduğunu bilmiyordu. Despina’nın onun yanına gitmesine daha ciddi şekilde engel olmadığı için kendine kızmıştı direkt olarak. Üzüldü diye bayıldığını, kalbi yoruldu diye düştüğünü sanıyordu çünkü.

Özgür hastaneye geldiklerinde doktorlara onlar gelmeden önceki baş dönmesinden bahsettiğinde ise Timur’un aklı karışmıştı. Durup dururken ne diye başı dönüyordu kızının?

Kan alınırken canından can gitmişti. Aklı onunla tanıştığı ilk güne, doğru düzgün bir diyalog bile kurmadan peşinden hastaneye sürüklediği ve DNA testi için kan verdikleri zamana gitmişti.

Gıkı çıkmamıştı o zaman Despina’nın. O anda da çok korkmuştu, biliyordu. İğne korkusunu öğrendiğinde bunu anlamıştı zaten ama bugün bir de şahit olmuştu o korkuya Timur. Geriye alamayacağı zamanlarda yaptıklarına bir kez daha nefretle dolmuştu içi.

Kan verirken zorluk çıkarttığından serumu uyuyorken takılmıştı. Timur derin bir nefes aldı. Eğilip serumun damarlarına karıştığı yerin biraz altına dudaklarını bastırdı nazikçe.

“Bebeğim benim,” diye mırıldandı Despina duyamasa da kendi kendine. Kızını uzun uzun izlemeyi sürdürdü, Despina gözlerini açmadı bir süre daha. Uykusu bu kez daha uzun sürmüştü.

Timur’u onu izlemekten alıkoyan bulundukları alana taşan adım sesleri oldu. Sesin geldiği yere doğru baktığında sabırsızlanan Özgür ya da Özgün’ü göreceğini düşünmüştü ama bir doktor vardı baktığı yerde.

“Hastamız uyanmamış henüz,” diyen adama doğru baktı Timur. “Uyanıyor ara sıra ama tekrar dalıyor, normaldir değil mi?”

Doktor, yanında duran asistanına baktı göz ucuyla konuşması için. “Serumun etkisidir, normal.” demişti doktora göre yaşça küçük genç kadın.

“Yakınlık dereceniz nedir sizin?” diyen doktorla Timur’un omuzları gevşedi. Bu soruya cevap vermeyi çok seviyordu. Bilen birilerine bile tekrarlamak keyifliydi onun için, yeni öğrenecek birilerine söylemek ise çok daha fazlası…

“Babasıyım,” dedi elinin altındaki teni usulca okşayıp. Doktor başını salladı hafifçe. “Sizinle biraz görüşelim o halde, hastamız uyanana dek birkaç sorumu size yönelteyim. Onu çok yormayalım.”

Timur kaşlarının çatılmasına engel olamayarak baktı adama doğru. “Bir sorun mu var?” diye sorarken yanlış anlıyor olmalı ummuştu delice.

Doktorun kendisini rahatlatacak bir şey söylemesini bekledi birkaç saniye boyunca. Beklediği o telkin geciktiğinde ise kalbi göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi hızlı atmaya başlamıştı.

Bir dakika kadar sonra artık Despina’nın uyuduğu alanda değil, acilin diğer kısmındalardı.

“İsminiz neydi?” diye soran adama dalgınca baktı Timur. Kısaca adını söylediğinde doktor bu kez ona hitap ederek devam etmişti. “Timur Bey… Rutin olarak istediğimiz değerlerin sonuçları elime az önce ulaştı, daha detaylı tetkikler yapılmasını uygun buldum.”

“Neden?” diyebildi Timur önce sadece. “Neyi var?”

“Şu an için size ihtimallerden uzun uzun bahsetmemin bir yararı yok, hastaneden ayrılmadan önce detayla bir tarama yapalım. Onların sonuçları geldiğinde tekrar konuşalım isterim.”

Timur, karşısında lafı eveleyip geveleyen adamın halinden yaptığı çıkarımlar sonucu gözlerini sıkıca kapattı bir anlığına. Açık konuşmaması ne demekti? İyiye işaret olamazdı.

“Dilerseniz hastamızın da bilgisiyle hareket edelim, bunca ölçümün nedenini sorgulayacaktır çünkü. Uyandığında kendisiyle de görüşeyim.”

Timur başını dalgınca iki yana salladı. “Ben evhamlanıyorum zanneder, sorgulamaz.” dedi kızını doğru şekilde tanıyarak. “Yeterince düşünceli, yeterince dalgın zaten. Sizin adını bile koymadığınız bu şeyi öğrenmesini istemiyorum.”

“Pekâlâ,” diyerek fazla üstelemedi doktor. “Kızınız uyandığında işe koyulalım o halde, asistanım size süreç boyunca eşlik edecek. Şimdiden geçmiş olsun.”

Timur kendisiyle vedalaşan ve ardından da uzaklaşan doktorun farkında bile değildi o an. Bakışlarını öylece bir duvar kenarına odaklamış, gözü görmez bir halde düşüncelerinde boğulmuştu.

Doktorun kaçınarak etrafından dolandığı o ihtimallerin hangi birine oran vermeliydi, hangisini düşünüp kendini hazırlamalıydı bilmiyordu. Herhangi birine kendini bir şekilde hazır edebileceği de şüpheliydi zaten.

Yunanistan’dan döndüklerinden beri her gece rüyalarını, birden fazla kez de kâbuslarını ziyaret etmiş olan Helen düştü aklına yine.

Kâbuslarına, mezarını görene dek gerçekliğiyle yüzleşmediği ölümü ve ölümünün sebebi olan hastalığıyla konuk olmuştu hep.

Timur her uyanışında bunun bir son bulmasını, onu öyle görmeye dayanamadığını söylüyordu kendi kendine. Yatakta dönüyor, kollarını yanında uzanıyor olan kızına doluyor ve daha huzurlu geçeceğini umduğu yeni bir uyku kovalıyordu.

Dileklerini daha dikkatli dileme ve sonuçlarını öngörebilme konusunda ders almayan bir adamdı. Zira Helen ile ilgili rüyaları da kâbusları da bugünden itibaren son bulacaktı, dileği kabul olmuştu. Fakat yerini alacak olan düşleri Ahu’suyla dolu olacaktı. Timur’un kestiremediği, tahmin edemediği kısım burasıydı.

 

 

Bana bir şey olmuş,” demiştim en son. Yaşadığım farkındalık fazlasıyla garipti. Biri için endişelenmek istemiyordum elbette, ‘kime ne oldu’ sorusunun cevabının benden başka biri olmasını tercih etmezdim hiçbir şekilde ama yine de içinde bulunduğum karmaşanın beni sarsmaması da mümkün değildi.

Ben konuştuktan sonra Özgür’ün sırtı ellerimin altında kaskatı kesildi. Beni daha sıkı sardı kollarıyla. Doğruyu bulduğumu yeterince belli ettiğinde aklım darmadumandı.

Benim bilmediğim, onların bildiği ve bu denli dağılmalarına sebep olan şey hakkında tahmin yürütemiyordum ya da yürütmekten bile korkuyordum.

Babamın boğazını temizler gibi öksürdüğünü duyduğumda Pars’ta duran bakışlarım onu buldu. Bir şey söyleyecekmiş de ona hazırlanıyormuş gibiydi öksürüğü. Ya da bir türlü hazırlanamıyormuş gibi…

“Oturalım önce,” dedi babam. Sakin duruyor gibi görünse de içinde kopan kıyameti bakışları saklayamıyordu. Bu çelişkiler ve yavaşlık sinirlerimi yıprattığında Özgür’ü bir şekilde kendimden ayırarak geri adımladım sertçe. Hepsini rahatça görebileceğim şekilde karşımda tutarken dudaklarımı araladım. “Yeter!” dedim sinirle. “Ne bu delirmiş gibi haliniz? Yanınızdayım ama ölmüşüm gibi saçma sap-…”

“Sus!” diye bağırarak benim sesimi bastıran ve cümlemi yarıda kesen, bana bağırmasını bekleyeceğim son kişiydi. Pars canını söküyormuşum gibi bağırdığında yerimde dengesizce sallandım.

“Pars?” dedim şaşkınca. “Sus,” dedi bir kez daha. Bu kez bağırmıyordu, yalvarıyor gibi söylüyordu aynı sözcüğü.

Babam elini bana doğru uzattığında güven sızan avucuna tutundum sıkı sıkıya. Elimi kavrayıp beni kendisine doğru çekti. Pars’tan ayıramadığım bakışlarıma rağmen beni salona doğru ilerleten babama direnmeye çalışmadım. Birlikte yürüdük, kapıya en yakın koltuğa oturduğumuzda bacağım onun bacağına değecek kadar yakındık.

Diğerlerinin de salona geleceğini sanarak bekledim sessizce. Kimse kapıdan girmedi. Hiçbiri girmeye niyetlenmedi mi yoksa biri diğerine engel olur biçimde mi orada kaldılar bilmiyordum ama gelmediler yanımıza.

Beklentimi sürdürmemeye karar verdiğimde babama doğru çevirdim afallamış bakışlarımı.

Elalarını çevreleyen kızarıklığa dikkatle baktım. Rengi solan, solgun görünen yanaklarında bakışlarımı dolaştırdım.

“Dinliyorum ben seni baba,” dedim birleşik halde onun dizinde duran ellerimizi ayırmadan daha da sıkılaştırarak. Diğer elimi de oraya kapattım hatta hemen sonrasında.

“Yarın sabah,” dedi zar zor. “Birlikte hastaneye gitmemiz gerekiyor.”

Birkaç kelime çıkmıştı ağzından alt tarafı. Sanki saatlerce konuşmuş da ağzı dili kurumuş gibi yutkundu peş peşe. Bakışları gözlerimde duramıyor, sürekli yüzümde geziniyordu.

“Neden ki?” dedim kısıkça mırıldanarak.

Burnunu çeker gibi oldu. Çenesinin kasıldığını gördüm. Elimi tuttuğu elinin üstüne bıraktığım elimi kaldırıp yüzüne dokundum. Sakalları avuç içlerime batarken dokunuşuma gözleri kısılarak tepki vermişti.

“Ahu,” dedi gözleri eski halini bulamadan. “Ahu’m,” diye bu kez daha içli konuştu sonra.

“Yine kan mı vereceğim?” diye sordum. Bir şeyler anlıyor fakat anladıklarımın hepsini istemsizce reddediyordum. Aklım yokmuş gibi saçmalarken, ortaya çıkmış olanı görmezden gelirken kendimi nereye kadar oyalayabileceğimi düşünüyordum ki?

“Bilmiyorum,” diyebildi sadece. “Bilmiyorum babam, bilmiyorum bebeğim.”

Beni sırtımdan kavrayıp kendisine doğru çekti. Göğsüne doğru düştüğümde yanağımı ona yaslayıp bekledim konuşmaya devam etmesini. “Geçen hafta gittik ya hastaneye,” dedi küçük bir çocukla konuşur gibi tane tane. “Kan aldılar senden, değerlerine bakmak için…”

“Evet,” dedim sessizce.

“Sonra bir sürü kontrol daha yapıldı, istemedin ama zorladım ben seni.”

Başımı salladım. Yüzümün göğsüne doğru sürtünmesine neden olmuştum.

“O kontrolleri doktor istedi, ben istemedim aslında.”

Kaşlarım çatılırken doğrulmaya çalıştım. İzin vermeyerek beni sabit tuttu. Yüzüne bakmak için geri çekilecektim ama buna müsaade etmiyordu.

“Neden istedi? Sadece başım döndü biraz benim, sonra geçti ki.”

Yaslı olduğum göğsü titremeye başladığında panikledim. Ona bakamıyordum ama göğsündeki titremenin neye ait olduğunu biliyordum.

“Bir şeylerden şüphelenmiş,” derken resmen teklemişti heceler arasında. Konuşamıyordu. Onu konuşamayacak hale getirenin bugün ‘şüphe’ olmaktan çıktığı o kadar belliydi ki…

İhtimallerle savaşmayı ve felaket senaryolarını savuşturmayı bıraktığım anda bütün bedenim çözüldü. Dudağımın kenarını ısırıp bekledim biraz daha.

“Şüphelendikleri… Doğru muymuş?” diye sordum sesimi bulabildiğimde.

Sustu.

Öyle uzun süre sustu ki o sessizlik büyüyüp beni kavradığında gözlerimden ne zaman ince ince yaşlar düşmeye başladığını anlayamadım.

“Ne olmuş bana?” diye sordum dalgınca. Daha eve gelmeden yasımı tutmaya başladıklarına göre duyacağım şey öyle basit bir şey olamazdı.

Babam yine sustu soruma. Sanki söylediğinde kabullenecek, sesli olarak dile getirince birden beni o hastalığa kaptıracak gibi kendine saklıyordu cevabı.

Aradan birkaç dakika ya da belki benim zamanın yavaşladığını sandığımdan karıştırdığım birkaç saniye geçti.

Babam bana cevap verecek gücü buldu. Ama hastalığın adını koyacak gücü yine bulamamıştı.

“Helen gibi,” dedi titreyen sesiyle. Beni sırtımdan daha sıkı tutmuş, göğsüne daha sert bastırmıştı aynı anda da.

Acı bir suyun boğazıma tırmandığını, midemin çalkalandığını hissettim.

Bu anda değil, birkaç yıl öncedeydim sanki şimdi.

Annemin beni karşısına oturtup ‘hastaymışım ben’ dediği andaydım.

Belirtiler… Onu hastaneye gitmeye iten belirtileri düşündüm.

Hiçbir şey yapmasa da yorulmasını, beslenme düzeni değişmese de zayıflamasını hatırladım. Sonra da aynılarını haftalardır yaşadığımı ama her seferinde tüm bunların ‘üzüntüden’ kaynaklandığına kendimi inandırıyor olduğumla yüzleştim.

Yok böyle bir şey diye itiraz edemedim.

İçim kaynıyormuş gibi hareketlenirken elim babamın üstündeki kazağa kapandı. Parmaklarımla o kazağa öyle sıkı tutundum ki elim kaskatı kesildi.

“Kanser miyim ben?” dedim usulca. Babamın kaçtığını ben seslendirdim, ona duyurdum. “Annem gibi… Onunki gibi miymiş sonum?”

“Sakın,” dedi beni bu kez kendi isteğiyle göğsünden ayırmak için hareketlenirken. “Sakın, duydun mu beni? Son falan yok Ahu, ağzından böyle şeyler çıkmayacak.”

Parmaklarımla tutunduğum kazağını bırakmamıştım ama artık göğsüne yaslı değildim. Mavilerim elalarını buldu.

Hastalığı boyunca annemin yanında olan o değildi, bendim. Hiçbirinin bir kanser hastasıyla benim kadar uzun ve yakın vakit geçirmediğinden de emindim.

Dudaklarım titrese de kıvrılmaları için çabaladım. Gelecek olan günlerin bana neler getireceğini artık tahmin ediyor olmama rağmen onun sözünü dinlemişim gibi yaptım. “Son falan yok,” dedim tekrarlayarak.

Yanağıma elini yasladı. Yüzümü tek eliyle kavrayabilecek gibi büyük ve güçlüydü ama kırılacakmışım gibi nazik bir tutuştu bu.

“Beni bırakamazsın, beni öylece bırakamazsın.” Bunu bana değil kendine hatırlatır gibiydi. Onun sesiyle paralel olarak kendi sesimi duydum zihnimde.

‘Gidemezsin ki sen. Sensiz yaşayamam ben anne.’ diyerek ona duyurmadığım fısıltılarla, uyuduğu anlarda kaç kez konuşmuştum annemle; sayamazdım.

Yaşadın ama, dedim içimden. Bak nasıl yaşıyorsun aylardır annen olmadan Despina?

Babama bunu anlatsam ona iyi gelmek yerine daha kötü hissettireceğimi bildiğimden sessizce göğsüne gömüldüm tekrar.

Saçlarımdan sayısız kez öptü. Sırtımı uzun uzun okşadı. Sıcaklığını benimle paylaşırken ağlamamak için kendini nasıl zor tuttuğundan da kapının kenarına ilişmiş dakikalardır bizi izleyen bakışlardan da bihaberdim.

 

 

~

 

 

Paketinden ayırdığım bir şekeri daha ağzıma yuvarlarken bakışlarım salonun farklı yerlerinde dağılarak oturuyor olan herkeste gezindi.

Üçüncü şekerden sonra uzandığım her yeni pakette yavaş yavaş tepki çekmeli, uyarılar almalıydım normal şartlarda. Karnımın ağrıyacağını söyleyen babam, kusarsam beni evden atacağının altını çizen Özgür, şekerleri önümden paldır küldür almaya çalışan abim… Hiçbiri kıpırdamıyor, altıncısını açtığım şekere göz ucuyla bile bakmıyorlardı.

Üçünü yeterince inceledikten sonra bakışlarım ikili koltukta yan yana oturuyor olan Eraslan kardeşlere takıldı. Mayıs’ın şişmekten açılmayacak kadar kapanan gözleriyle, kızarık burnuyla dalgın dalgın oturduğunu görüyordum. Özgür’ün odasına kendini kapattığı sırada nefessizce ağladığını tahmin etmemek için aptal olmak gerekiyordu.

En son bakışlarım sevgilimde durakladı. Ona döndüğümde gizli gizli kendisini süzme şansım olmamıştı. Gözlerini üstüme dikmiş, pür dikkat beni izliyordu çünkü.

Salondaki katlanılmaz sessizliği biraz kırması için benim açtığım televizyonda saçma bir program dakikalardır akıştaydı. Ne konuşulduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama arada bakıyordum ekrana öylece.

Babamın benimle birlikte şu an oturduğumuz koltukta yaptığı konuşmadan sonra öyle uzun saatler gelip geçmiş değildi henüz.

Korkunç bir hastalığa yakalanmış olduğunu, aynı hastalıktan annesini kaybetmiş birinin karşısına geçip söylediğinizde o kişi ne tepki verirdi?

Ben o kişiydim. Verdiğim tepki ise ilk yarım saat sessizliğe gömülüp hıçkırıklara bile bulanmayan yalnız gözyaşları dökmekten ibaretti. Sonrasında kendimi normal bir akşamın, normal bir anındaymış gibi programlamıştım.

Kimse yemek yemek ya da en azından sipariş etmeye girişmek üzere hareket etmeyince ben de uyum sağlamış ve kucakladığım kahveli şekerlerle koltuğa gömülmüştüm.

Mayıs, Özgür’ün odasında; Özgür ise balkonda uzun süre kalmış ve tiplerinden anlaşıldığı üzere bayağı ağlamışlardı. Kimseye ne bir teselli veriyor ne de teselli aranıyordum.

Babam ve abim ise bana baktıklarında somut bir hastalık görecekmiş gibi tereddütle bakışlarını uzaklarda gezdiriyor, sadece belli aralıklarla ne yaptığıma bakıp önlerine dönüyorlardı. Salondan pek çıkmamışlardı tüm bu zaman boyunca.

Geriye Pars kalıyordu bir tek.

Pars hepsinden daha farklı, daha karmaşıktı benim için.

Bakışları benden doğru düzgün kopmuyor, ne zaman ona baksam bakışlarımız kesişiyordu. Gözleri kıpkırmızıydı ama yanaklarına tek yaş düşmüyordu. Kendi içinde nasıl bir savaş veriyorsa, o savaşın dışa yansıması bunlardan ibaretti.

Ağzımdaki şeker eme eme dakikalarca bitmeyecekti, bu nedenle dişlerimi bastırıp kırılmasına yol açtım. Bundan önceki son iki şekeri de kıra kıra, sesli şekilde yiyip bitirmiştim.

Yedinci şekerimi almak için koltuğa bıraktığım poşete doğru uzandım. Elimi daldırıp ilk bulduğum şekeri çekecekken sonunda aradığımı buldum.

“Kaçıncı şekerin o?” diye soran abimdi.

Göğsüm derin bir nefesle şişti.

Sırf uyarsınlar diye, bu akşam diğer akşamlara benzesin diye midem bulanana kadar aç karnına şeker yemek zorunda kalmıştım.

“Yedinci,” dedim hemen. “Bırakayım mı? Yemeyeyim mi daha?”

“Yeme,” diyerek beni saymazsak ikinci konuşan kişi de Özgür oldu. “Aç aç yedin, kusacaksın şimdi üstümüze.”

Yapmaya çalıştığımı geç de olsa fark edebilmeleri göğsümdeki bin kilonun sadece binde birini de olsa almış, yükümü birazcık hafifletmişti.

“O zaman yemek yiyelim,” dedim elimi şeker poşetinden çıkartarak. Döndüğümde bakışlarını yine bende bulacağımı bildiğim Pars’a baktım. Mavilerine mavilerimi çarptım. “Yiyelim değil mi?”

“Yiyelim güzelim,” dedi ikinci sözcüğü bastırarak. Abilerimden sonra o da durumu benim istediğim şekilde devam ettiriyordu şimdi.

Babama doğru döndüm. Yanımda oturuyordu zaten. Koluna dokundum. “Duydun mu?”

Başını belli belirsiz omuzuna doğru eğerek baktı bana. Ona yalvarır gibi bakarak karşılık verdim. Benim ne susmalarına ne de kızarık bakışlarına ihtiyacım vardı. İhtiyacım olanı görmeleri için çırpınıyordum akşamdan beri.

“Güzelim deme lan kızıma,” diyerek bana istediğimi verdi. Pars’a pek bakmamıştı ama bu onaydı, yani rutinleriydi işte.

“Güzel ama abi,” dedi Pars. Hepsinin sesinde normalde olmayan birer yabancı parça vardı ama duymazlıktan geldim. Zorlama da olsa, yapmacık da olsa bu akşamın böyle sürmesine ihtiyacım vardı.

“Güzelse sana mı güzel? Bana güzel.”

Erkekleri normal rolü yapmaya itebildiysem de balon gibi şişen gözleri ve ara ara çektiği burnuyla dalgınca oturan Mayıs’ı böyle bir zorunluluğa sürüklemem mümkün değildi.

Şeker poşetinden birkaç tane paket çıkartıp onlarla birlikte ayaklandım. Hepsinin bakışları aynı anda bana çevrilmişti. Pek karşılık vermeden Mayıs’ın yanındaki küçük boşluğa kadar ilerleyip sığıştım.

Tekli koltuktaydı ama koltuk ikimizi yan yana alabilecek kadar genişti. Fazlasıyla dip dibe oturmuştuk tabii.

Şekerleri ona uzattım. “Bunları sevgilinle paylaşmıyorum istese de ama sen yiyebilirsin Mayıs böceği.”

Avucumun içinde duran şekerlere baktı uzun uzun. Dudakları titrer gibi oldu. İç çekerek onun kendisini toparlaması için bekledim biraz.

Şekerleri elimden almak yerine bana en az şekerler kadar tatlı bakışlar atıyordu şu an. Yaklaşıp şişmiş gözlerinden birini öptüm.

“Romantizmin dozunu kaçırmazsak yalnız…” diyen Özgür’e baktım yan yan. Mayıs bakmaya tenezzül bile etmemişti. Bana bakıyordu dikkatle.

“Kıskandın mı?” diye sordum Özgür’e. Başını salladı ‘e tabii’ der gibi. Özgür’ün cevabını belli eden tepkisinin hemen ardından Mayıs’ın yanağına yapıştım bu kez. Peş peşe öpüp durmaya başladığımda o huylanarak istemsizce gülmeye, Özgür de yalandan kaş çatmaya başlamıştı.

Yüzlerinde beliren gülümsemelerin ne denli gerçek olduğunu ölçmem mümkün değildi. Ancak öyle ya da böyle gülebilmek zorundalardı.

Hayatlarına pat diye girmiştim, gelişimi hiçbirinin tahmin edebilmesi mümkün değildi. Eğer çıkışım da bu şekilde ani olacaksa, o zamana kadar elimde kalan vakti doyasıya kullanmak zorundaydım. O vakitlerin yarısını sızlanmalarla ve ağlanmalarla doldurmaya niyetim yoktu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm