Gözyaşı Kadehleri 38.Bölüm

 38.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

Odamın kapısı kapandıktan sonra içeride yalnız kaldığımda yerimden kalkmamaya en fazla birkaç dakika direnebilmiştim.

Birkaç dakikanın az önce odamdan çıkan kişinin kattan uzaklaşmış olmasına yettiğine kendimi ikna ettiğimde ise hızla ayaklandım ve kapıya yöneldim. Odamdan hemen çıkmak için kapıyı biraz ani açmış olacağım ki dışarıya olan ilk adımımda Ceylin sandalyesinde hareketlenip bana döndü.

“Hocam?” diyerek nabzımı ölçer gibi sorgu dolu bir sesle konuştu. Yürümeye başlarken elimde duran telefonumu işaret ettim. “Telefonum yanımda, yukarı çıkmam lazım. Bir şey olursa ararsın beni.”

Birbirine bastırıp gizlemeye çalışsa da dudaklarının kıvrıldığını görmemek mümkün değildi. Uzunca bir nefes verdim. Ceylin’in üzerinde geçtiğimiz yıllarda nasıl bir izlenim bıraktıysam evlendiğimizden beri konu ne zaman Cevahir olsa böyle sırıtık bir ifadeye bürünüyordu.

“Ceylin!” dediğimde eliyle ağzına fermuar çeker gibi yaptı ancak bu gösterişten ibaretti, çenesini kapattığı yoktu. “Acele etmeyin hocam, ben size ulaşamazsam kimi aramam gerektiğini biliyorum. Her türlü ulaşırım acil bir durumda.”

Baygın bakışlarla Ceylin’i süzdükten ve ondan yaramaz bir çocukmuş gibi arsız bir kıkırdama aldıktan sonra en yakındaki asansöre doğru yürüdüm. Sanırım Ceylin, özlemimden dolayı yönetim katına çıktığımı düşünüyordu; oysa derdim acilen kocama bir şeyler yetiştirmek ve fikrini öğrenip kendimi uzun uzun düşünmekten kurtarmaktı. Konuşmak için akşamı beklemememin tek nedeni bu değildi fakat birkaç saatte dahi Cevahir’i özleyebildiğimi ve dibinde durmanın bana nasıl iyi geldiğini Ceylin’e itiraf etmem mümkün değildi. Bu itirafı henüz sadece kendime yapabilecek kadar cesaret sahibiydim.

Asansör onuncu katta durduğunda koyu renk, kısa kumaş eteğimin altına uydurduğum ayakkabılarımın topuk sesleri binanın en sessiz katında fazlasıyla yankılı şekilde yayılmıştı. Üstümdeki gömleğin göğsüme doğru inen düğmelerinden ikisini az önce asansördeyken geri açmıştım.

Sabah giydiğimde sırf Cevahir’in uykulu ama kaba bakışlarını elde edebilmek için bu şekilde bıraktığım düğmeler aslında odamdayken olağan ölçüde kapalılardı. Odama geçtiğim anda kapatmıştım hatta. Cevahir’in bir süredir devam eden, giydiğim, sürdüğüm, denediğim hatta bahsini ettiğim her şeye ‘güzel, çok güzel’ demek dışında tepki vermeme grevini kırmaya çalışıyordum aslında.

Geçen haftadan beri aynıydı. Hoşuna gitmeyeceğini bildiğim saçmalıkta renkler, dekolteler, kendim bile anlam veremediğim uyumlarla kombinler yapmıştım ama bana mısın demiyordu. Sakince beni süzüyor ve güzel göründüğümü farklı şekillerde dile getirmekle yetiniyordu.

Bir şeyler sezmiyor değildim ancak sezdiklerimin doğru olmaması işime geldiğinden aklımı bunlarla meşgul etmemeye çabalıyordum.

Cevahir’in odasının önüne geldiğimde kapıyı açmadan önce usulen kapıyı çalmıştım. İçeride başka biri varsa dan diye girmem hoş durmazdı. Yalnız olduğundan emin olabilseydim, yani şansıma asistanı tam şu an masasını terk etmemiş olsaydı kendimi içeri atacağım kesindi.

“Gel,” diyen soğuk sesini duyduğumda kapıyı açmıştım. İçeride yalnız olmadığını gördüğümde sesinin sertliğine karşı yüzümde oluşmak için can atan buruşukluğu güç bela engelledim.

Atalay hoca, Cevahir’in masasının önündeki deri koltuklardan birinde oturuyordu. Ciddi bir konuşmayı ortadan bölmüş hissederek gerildiğimde daha fazla adım atmadan durdum. “Daha sonra gelebilirim,” dedim ikisine sırasıyla bakıp. Onların bakışları kapıyı açtığım anda bana çevrilmişti zaten.

“Gel Seray,” dedi Atalay hoca ayaklanırken. “Ben de çıkmak üzereydim.”

Emin olmak ister gibi Cevahir’e döndüm ama o en hararetli konuşmasını bile ben geldim diye keyfince yarıda kesebilirdi, güvenmem mantıksızdı.

“İşle ilgili bir şey mi konuşacaksın? Bugün acilde bir karmaşa çıkmış sanırım, orada mıydın?” diyen Atalay hocaya doğru baktım. “Öyle olsa size uğrardım hocam,” dedim omuz silkerken. “Önce bu odaya gelmem birçok yönden etik dışı.”

Atalay hoca önce bıyık altından güler gibi görünse de sakin ama resmi ifadesini pek bozmadı. Neredeyse gülecek olmasına neden olan Cevahir’in benim cevabımdan sonraki huysuz suratıydı muhtemelen, hak veriyordum.

Atalay hoca kapıya yöneldiğinde kapının önünden biraz sola doğru kaydım. O kapıyı açmadan önce tekrar konuştum. “Hocam?” dediğimde bana döndü eli kapıdayken.

“Mesai bitene kadar başhekim kimliğinizden çıkmayı sevmiyorsunuz ama akşam sizi belki göremem…”

Başını hafifçe omuzuna doğru eğdi. “Nil’le mi ilgili?”

Ben cevap veremeden Cevahir homurdanışı kulaklarımıza doldu. “Nilgün.”

Yanağımın içini ısırarak tepki vermekten kaçtıktan sonra konuştum. “Kendisi ile bir miktar küsüm. Sizin yanınıza uğrayıp benim odamın önünden bile geçmemeye devam ederse küslüğümün dozajını arttırmayı planlıyorum. Bu mesajımı iletirseniz çok sevinirim.”

Atalay hoca bu kez gerçekten gülümsedi. Kısa sürdü ama en azından resmi ifadesini bozabildiğim için daha rahat hissetmiştim.

“Oğlu bu mesajları direkt kendisine iletiyor, sen neden beni elçi yaptın?”

Cevahir’in arayıp annesine sitem ettiğine ara ara şahit oluyordum, şaşırmamıştım hiç.

“İşe yarayacak olanın bu yol olduğundan eminim,” dedim yan bir sırıtışla. Nilgün teyzenin kendisine yakınmalarımızı pek kafasına takmadığını biliyordum, ancak Atalay Kansu tarafından ikna edilmesini çok daha olasıydı.

Burnundan kısa bir nefes verdikten sonra başka bir şey söylemedi ancak bakışlarından beni gayet iyi anladığını görebilmiştim. Kapıyı açmadan önce Cevahir’le kısa bir bakışma yaşamış ve daha sonra odadan çıkmıştı.

Odada yalnızca iki kişi kaldığımızda olduğum yerde ellerimi üstümdeki beyaz önlüğün ceplerine sıkıştırdım.

Cevahir sandalyesini yavaşça geriye itip masasıyla arasında bir mesafe açtığında ağır çekim sayılabilecek bir uyuşuklukla ona doğru yürüdüm. Odaya gelene kadar ona varmak için aceleciydim ama bunu bilmesine gerek yoktu.

“Ben geldim,” dedim son bir adım kala haber vererek.

“İşle ilgili konuları benimle görüşmen etik dışı ama bu odada işle yakından uzaktan ilgisi olmayan şekillerde kalıcı izler bırakman etik çerçevesinin içinde mi, karım?”

Pekâlâ, ben daha çok ‘hoş geldin’ gibi bir karşılık vermesini bekliyordum. Direkt savaşmak mı istiyordu?

Boğazımı temizler gibi kısaca öksürdükten sonra kalçamı masasına yaslayıp ona dönük kalacak şekilde durdum. Bacaklarının hizasında değildim, masanın biraz daha ucuna doğru dayanmış ve bana bakabilmesi için sandalyesini biraz çevirmesine neden olmuştum.

“Bir daha olmaz,” dedim içerlemiş gibi. “Küçük bir hataydı.”

Gözlerindeki anlık alevlenmeyi elbette görmüştüm. Zihninden bu odada olup biten ve on günden daha uzun bir maziye sahip olan sahnelerin akıp gittiğinden emindim.

“İnsan hata yapa yapa öğreniyor, kendine fazla yüklenme.”

Kendimi tutamayarak güldüm. “Yüklenmem,” dedim kabul eder gibi.

Ellerim ceplerimde durduğu için dokunuşuna müsaade yoktu ama bunu pek umursamadan kolumdan tutup beni biraz çekmiş ve karşısına doğru kaymama neden olmuştu. Geri ittiği sandalyesiyle masası arasında kaldığımda bir nevi onun kıskacındaydım.

Neden odamdan çıktığımı ve apar topar buraya geldiğimi yeniden hatırladığımda kaşlarım karmaşayla dolu hislerle çatıldı. “Ben bir şey söyleyeceğim sana, o yüzden geldim.”

Benim aksime onun kaşlarının çatılması kesinlikle gerginliktendi. İlk aklına gelen ihtimalin çokça olumsuz olduğunu dile getirmesine gerek olmadan ifadesinden anlamıştım.

“Bir şey mi oldu? İyi misin?”

Başımı iki yana salladım. “Bir şey olmadı,” dedikten sonra düzeltir gibi devam ettim. “Yani bir şey oldu ama kötü olacağım bir şey olmadı.”

Üstü kapalı konuştukça onun da aklını bulandırıyordum sanırım. Bir elimi zorla cebimden çıkartıp tuttuktan sonra beni öne doğru düşmeye teşvik ettiğinde hiçbir direniş göstermedim.

Dizine oturmuş, bacaklarım onun bacaklarının arasında kalacak şekilde yan dönmüştüm. Ayakta dikilmek benim için akıl kârı değildi zaten ve masanın diğer tarafına geçmeme de onun surat ekşiteceğini biliyordum. Ortak çözüm buydu.

Bir kolunu belime sardığında ben de avucumu omuzuna yaslayıp yüzümü yüzüne doğru çevirdim. “Buraya gelmeden önce odamda kim vardı biliyor musun?” diye sordum gözlerimi gözlerinden ayırmazken.

Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Hangi tahmini cevap yüzünden kaskatı kesildi bilmiyorum ama beni de germiş ve hızla kendi sorumu kendim cevaplamama sebep olmuştu.

“Beril,” dedim açıklayarak. “Beril uğradı yanıma.”

Gergin ifadesi parçalanırken yüzünde biraz merak can buldu. “Bir sorun mu varmış?” diye sordu tereddütle. “Bebeği için mi gelmiş?”

Dudaklarımı büktüm bilmiyorum dercesine. “İlk sorunun cevabı hayır, ikincisinin cevabı ise hem evet hem de hayır.”

“Niye bilmece gibi konuşuyorsun yavrum?”

Gözlerimi kıstıktan sonra biraz yüzüne bakındım. “Bir an önce anlat da odamdan çık git mi diyorsun?”

Ona yüz kızartıcı bir iftira atmışım gibi baktı. Belimde duran kolu daha hissedilir hale geldiğinde sırtım ona değil koltuğa dayalıymış gibi rahatça yükümü bırakmıştım. “Ölen kalan yoksa mesai bitimine kadar odamda kalabilirsin, yerimden kıpırdamam.”

Kısa bir nefes vererek güldüm. “Bensiz beş dakika bile duramıyorsun, Avcıoğlu. Ne bu halin?”

Bir an dudakları aralandı ve gözleri her ne söylemeyi planlıyordu ise o planın gölgesinde parladı. Dudaklarından hiçbir şey dökülmeden sessizleştiğinde kaşlarımı çattım. “Neyi yuttun öyle zar zor? Ne söyleyecektin?”

Dudaklarını dudağımın kenarında bir noktaya usulca bastırdığında gözlerim kısılıp kapanır gibi olmuştu. İstemsizce kendimi yan bir şekilde göğsüne doğru bıraktığımda bir diğer öpücüğü de dudaklarımın tam üstüne denk gelmişti.

“Beril neden gelmiş?” diye sorduğu sırada yüzlerimiz arasındaki mesafeyi de biraz açmıştı.

“Cumartesi akşamı onu yanlış anlamış olmamdan şüphelenmiş, kendisini açıklamak istemiş.” dedim konuya giriş yaparak. “Sana yetiştiririm diye bana değil Volkan’a gitmişler ya hani…”

“Dışarıya kocasından gizlisi saklısı olmayan bir kadın imajı yansıtıyorsun demek ki.”

Sinir bozukluğuyla güldüm. “Sürprizlerini bozmayı göze alıp sana koşmazdım öğrendiğimde.”

Dudaklarını birbirine bastırdı. Başını hafifçe sallarken ‘biliyorum’ demişti bakışlarıyla. Az rastlanır anlardandı ama Cevahir Avcıoğlu da şaka yapabiliyordu. Çoğunlukla sadece bana…

Konuya geri döndüm biraz sonra. Bir yandan da elim gömleğinin yaka kısmındaki olmayan kırışıklığı düzeltir gibi kıpırdayıp duruyordu. “En azından herkes öğrendikten sonra rutin kontrollerine benimle devam ederler diye düşünmüştüm o akşam, bir şey söylemedim ama tabii.”

“Ben de öyle düşünmüştüm,” dediğinde şaşkınca baktım. “Ama bana bir şey söylemedin. Evde bile..?”

“İrdelemek istemedim, konuyu sen açmasan söylememeye devam ederdim.”

“Neyse işte,” dedim omuz silkerek. “Beril yalnız geldi yanıma bugün, yabancı biriyle görüşmeyi daha uygun bulan Doğan’mış. Beril de ısrarcı olmak istememiş. Benimle ilgili bir durum olmadığını ve aklına bir şey takılırsa zaten elinin beni aramaya gideceğini söyledi.”

Cevahir söylediklerimi dinledikten sonra belimdeki eliyle parmaklarının altındaki tenimi okşadı. “Bu nasıl hissettirdi?” diye sorduğunda yüzüm kontrolsüzce buruştu.

“Psikolog diliyle konuşma,” dediğimde tepkimin aniliğinin onu şaşırtmasını beklemiştim ancak beklentime ters bir şekilde bunu garipsememiş gibi düz bakışlarla bana bakmakla yetinmişti.

Onun benim tepkilerimi ve hareketlerimi öngörebilmesine karşın ben yarı yarıya başarısız sayılabilirdim. Aylar geçmişti ama zaman zaman beni hiç beklemediğim hamlelerle şaşırttığı oluyordu.

Başını birden eğip yüzünü gömleğimden açıkta kalan yere, boynumla göğsüm arasındaki boşluğa bastırdığında şaşkınca duraksamıştım. Olduğu yerden kıpırdamadan, her hecesinde dudakları tenimle buluşurken mırıldandığı yarı anlaşılır sözcükler ise şaşkınlığımı daha da arttırmıştı.

“Bana kızacak olman umurumda değil.”

“Ne?” diye fısıldarken sesim aklımdaki karmaşa ile doluydu. Ne kızmasından bahsediyordu?

“Bildiğimi okuyacağım ve karşılığında senden alacağım tepki umurumda değil.”

Hızla geri çekildim. Omuzlarından tutarak geriye ittiğim bedeni benden uzaklaştığında bakışlarımı yüzüne dikmiş ve kaşlarım çatık halde ona bakmaya başlamıştım.

“Ne demek bu? Hangi konudan bahsediyorsun?”

İfadesiz bakışlarla beni izlerken sakindi. Cevap vermekte geciktiğinde -yaklaşık üç saniye kadar sabretmiştim- dudaklarımı araladım. “Cevahir?” dedim bastıra bastıra. “Ortaya üstü kapalı bir şeyler atıp susamazsın.”

“Neden?”

“Ne demek neden?” diye patladım gerginlikle. “Aynı anda kaç konuyu düşünmeye çalıştığımdan haberin var mı? Çok rahatmışım gibi bir de sen garip bir şeyler saçmalıyorsun şimdi.”

Ona kızıyorken kucağında bebek gibi oturmamın çelişkili olduğunu düşünerek bacağına yaslı duran kalçamı oynattım. Kalkmak için kıvrandığımı anlamıştı tabii ki. Kolunu belime daha sıkı sardı.

Ne kadar sıkı tutarsa tutsun canımı yakacak kadar ileriye gitmeyeceğini biliyordum. Eğer direnip kendimi zorlarsam kolunu mutlaka gevşetecekti. Öyle de oldu.

Kendimi savurur gibi öne attığımda kolunu belimden ayırmasını sağlamıştım. Ayağa kalktıktan hemen sonra uzağına bir adım atıp bedenimi ona doğru çevirdim.

Oturuyor olduğu için ona biraz yukarıdan bakıyordum. Gözlerimi gözlerine dikip boş bakışlarla yüzünü süzdüm. “Derdin benim sinirlerimi bozmaksa, derdin bizi aylar öncesinde olduğumuz konuma geri taşımaksa… Sahne senin, Avcıoğlu. Beni kızdır, oyununu arkamdan sürdür ve benim hissettiklerimin ‘umurunda olmadığını’ anlatmaya devam et.”

“Söylediklerimi anlayabileceğin en yanlış yerden tutup anlıyorsun,” derken yüzü kaskatıydı.

“Ve bunun suçlusu ben miyim?” dedim alayla gülüp. “Öyle çok ayrıntı verdin ki ben mi neyi nasıl anlayacağımı bilemedim?”

“Hiçbir şeyin suçlusu sen değilsin,” derken sesi az önceki ifadesizlikten uzaklaşmış, sitemli bir hal almıştı. “Ama öyle davranmaktan geri duramıyorsun. Bu yüzden burnumu sana dair her konunun içine sokmaktan gocunmayacağım.”

Hayatımda bu söylenenlere uyabilecek birden fazla sorun bulunması küçük(!) bir talihsizlikti. Hangi birinden bahsettiğini, konunun şu anda tam olarak ne olduğunu anlayamıyordum. Rastgele bir tahminde bulunup onu diğer yöne yönlendirmek gibi bir düşüncem de yoktu ama çenemi tutamamıştım.

Çenemi tutamamak… Yine son zamanlarda değişen bir özelliğimdi. Konuşmayı hiç öğrenmemişim gibi susabilir, içimi dökmeden yıllarca yaşam sürebilirdim; daha önce denememiş değildim. Ancak onun karşısındayken bunu yapamıyordum.

“Oğuz yurtdışına geri dönecekmiş,” dedim sessizce. “Bu konuda bir şey yapman gerekm-…”

Yüzü bir kilo limon yemiş gibi buruştu. Kusacak gibi görünüyordu. “Adım atmayı bilmeyen, cesaretin c’sini taşımayan herifin tekiyle uğraşacak değilim, Seray.”

Evet… Bu nedenle adamı kovup üstüne bir ton da para ödemişti, değil mi? Kesinlikle sıfır umursama etkisi altında verilmiş kararlardı bunlar.

Omuzlarımı düşürdüm. Konu Muhsin’di o halde.

Dudaklarımı aralayacağım sırada önlüğümün cebinde duran küçük çağrı cihazı titremeye ve tiz bir ses çıkartmaya başladı. Elim hızla oraya gitmiş ve Cevahir’e son bir bakış attıktan sonra tek kelime etmeden odasından bir hışımla çıkmıştım.

Acilden gelen çağrı hem en doğru anda hem de en yanlış anda gelmiş sayılırdı.

İlerleyen saatler boyunca başımı kaşıyacak zamanımın olmadığı, hastalar dışında başka bir şeyle ilgilemeyecek kadar yoğun olduğum bir süreç geçirmiştim.

Son hastamı odamdan uğurladıktan sonra, iki gün burada olmayacağımdan Cuma akşamları asla atlamadığım viziteleri halletmek için servis katına çıktım.

Hastanede yapmam gereken her şey bittiğinde odamdan çantamı almış ve boşalan koridorlarda sadece kendi topuk seslerimi duymanın sakinliği ile yürümeye başlamıştım.

Giriş kata geldiğimde asansörden iner inmez otoparka doğru açılan çıkışa yöneldim. Sessizce çıkıp gidebileceğimi umuyordum ama Vita’nın tabii ki farklı planları vardı.

“İyi akşamlar, hocam!” diyerek diğer uçtan buraya kadar tok sesini ulaştıran tanıdık tınıyı duyduğumda adımlarımı yavaşlatmış ve sesin geldiği yöne dönmüştüm. Asansörden inmeden önce dışarıda uğraşmamak için düzgünce taktığım güneş gözlüğümü aşağıya doğru hafifçe kaydırdıktan sonra boşta kalan elimi yavaşça kaldırdım.

Alper gibi buradan oraya bağırmayacaktım ancak hiçbir tepki vermeden de gidemezdim. Alper de benim elimi havalandırmamın verebileceğim en yüksek tepkim olduğunu bildiği için otuz iki diş sırıtmıştı zaten.

Yanında durmakta olan, kıyafetlerinden stajyer olduklarını anladığım öğrencilerden birini dürttü omuzuyla. Alper’in benim sessiz vedam ile hava atmasına içten içe gülerek gözlüğümü eski haline getirdim ve çıkışa doğru yürümeye devam ettim.

Aklı yerinde tek bir insanın dahi beni bulmaması, sanıyorum ki artık üstüme yapışmıştı. Dönüşü yoktu.

Aklı yerinde olmayanlardan bahsetmişken… Arabamın şoför kapısına yaslanmış, elleri pantolonunun cebinde bekleyen biri vardı.

Tıpkı benim gibi onun da gözlerinde güneş gözlüğü bulunduğu için bakışlarının nerede olduğunu aslında görmemem gerekirdi fakat dümdüz bir şekilde olduğum yöne dönük başı yeterince büyük bir ipucuydu.

Onu yok sayarak elimdeki anahtar ile arabamın kilidini açtıktan sonra ön yolcu kapısını araladım. Çantamı koltuğa bıraktım. Acele etmeden doğruldum ve açtığım kapıyı sert bir sesle kapattım.

Arabanın önünden dolanıp bineceğim kapıya, dolayısıyla onun olduğu yere vardığımda derin bir nefes aldım. “Arabanız mı bozulmuş Cevahir Bey? Neden arabamdasınız?”

Sabah ayrı ayrı saatlerde gelmiştik. Ben işim olduğu için o uyanmadan çoktan hazır olup evden çıkmıştım. Bu nedenle Vita’da birlikte olduğumuz günlerde nadiren yaşanan bir durum doğmuştu, ikimizin de arabaları buradaydı.

“Bozulmuş,” dedi tam önünde durduğum halde daha yakın olabilmemiz için yaslandığı yerden doğrulurken. Yalan söylediğini ikimiz de biliyorduk. “Seninle geleceğim.”

Dudaklarımı büktüm. “Aynı yere gitmiyoruz ama.”

Gözlerini görmeme engel olan siyah güneş gözlüğünü çıkartıp elinde tutmaya başladıktan sonra yüzüme dikkat kesildi. “Ne demek şimdi bu?”

“Beste ile buluşacağım,” dedim omuz silkip. “Seni eve bırakabilirim ama çok zor durumdaysan.”

Arabası görüş açımdaydı. İki sıra ötede duruyordu. Çalışıyor olduğundan da emindim.

“Aniden mi planladınız?” Cevap evetti. Bugün, gün içerisinde konuşmuştuk. Aslında odasına gittiğimde bu konudan da bahsedecektim ona fakat beni bambaşka bir ruh haline sürüklemişti.

“Yok,” dedim rahatça yalan söyleyerek. “Belliydi aslında.”

Ona haber vermek aklıma bile gelmemiş gibi konuştuğumda kaşları havalanır gibi oldu ama günün sonunda karşımdaki adam bir çeşit robottu, ifadesini değiştirmemeye direnebilmişti.

“Güzel,” dedi başını yavaşça sallayıp.

“Evet,” dedim iç çekerken. “Müsaadenle o zaman, kocam.” Oyuncu bir tavırla eklemiştim son kelimeyi. Gözlüğümün arkasında hin bir parıldama vardı ancak ondan saklıydı. Onun gözlerindeki anlık parlama ise az önce gözlüğünü çıkarttığı için gayet açıktı.

Başını eğip bana yaklaşacağını hissettiğimde yana doğru hafifçe çekilerek ondan kaçtım. “Zamanı geriye sardık, Avcıoğlu. Keyfi öpücüklerin iptal.”

“Hastanenin otoparkında olmamızı umursamadan seni arabaya yaslamamı ister gibi baktığından eminim, gözlükle mi gizleniyorsun?”

Sıkkın bir nefes alıp gözlüğümü burnumun ucuna kaydırıp ona çerçevenin üstünden baktım. “Neyin umurunda olup olmadığı ile ilgilenmemeye karar verdim, belli ki sık sık değişikliğe uğruyor. Arabaya da yaslasan yaslasan kendini yaslarsın şu an, Cevahir. Kendimizi kandırmayalım olur mu?”

Üstüme gelir gibi adımladığında arabanın kapısından uzaklaşmasını fırsat bilerek sürücü kapısını açıp içeri geçtim. Kemerimi çekiştirirken kapımı kapatmakta acele etmemiştim. Cevahir hareketsizce, bana dönük halde ayakta dikilirken hiçbir şey olmamış gibi kapımı kapattım.

Arabayı çalıştırıp çıkışa doğru hareketlendirdikten birkaç saniye sonra yorgunlukla iç çektim. Vitesi geriye alıp az önce ayrıldığım noktaya doğru geri sürdüm. Bu sırada camı da açmıştım.

Henüz yerinden kıpırdamamış olan, bir eli cebinde benim gidişimi izlerken şimdi yeniden görüş açıma giren Cevahir’le aynı hizaya geldiğimde başımı cama doğru çevirdim.

Sorgu dolu gözlerle bana bakıyordu.

“Evde yemek yok,” dedim kötü haberimi dile getirirken. Onu düşünerek bunu söylemek için geri geldiğimi sandığından olsa gerek dudağının kenarı kıvrılır gibi oldu. Ben onun aksine kıvrımdan daha fazlasını sunarak genişçe gülümsedim. “Zıkkımın kökünü tüketebilirsin bu akşam.”

Az önce uzaklaştığımdan çok daha hızlı şekilde gaza bastığımda önce onu görüş açımdan çıkartmış, sonra da hastane sınırından ayrılmıştım.

Kendi kendime gözlerimi devirdim. Uzun zamandır böyle sinir uçlarıma dokunduğu bir tavrına maruz kalmadığım için bağışıklığım düşmüştü anlaşılan. Zira bundan birkaç ay önceki Seray için Cevahir Avcıoğlu’nun bugünkü tavrı fazlasıyla olağandı.

 

 

~

 

 

“Yemeği neden apar topar yediğimizi ve buraya gelene kadar konuşmakla bile vakit kaybetmediğimizi şu an daha iyi anlıyorum sanırım.”

Beste gözlerini kısmış bir şekilde beni izliyordu. Elinde henüz sadece bir iki yudum aldığı, hiç ilgimi çekmeyen bir kokteyl vardı. Benim önümde ise dibini görmek üzere olduğum şarap kadehim… Devamının gelmeyeceğinden endişe etmiyordum, açtırdığım şişe masanın kenarında beni bekliyordu. Garsonun bittikçe yenileyebileceğini teklif etmesine karşın ben şişeyi kucaklamış ve masaya almıştım.

“Ne anladın tam olarak?” dedim kadehte kalan son iki yudumluk şarabı biraz sallarken.

“Yurttayken aynı etkinliği ağırlığını zor kaldırdığın boyuttaki kola şişeleri ile falan yapıyordun. Kolanın sarhoş etmediğinden emindim aslında ama zaman zaman beni şüphelendiriyordun açıkçası.”

İstemsizce güldüm. “Bütçe meselesiydi,” dedim omuz silkerek. “Kolayla sarhoş olacak kadar param vardı Beste.”

Sarhoşluktan kastı benim herhangi bir içeceği patlayana kadar içmem ve karnım ağrımaya başladığında bunu bahane ederek ağlamaya başlamamdı. Bu, sarhoşken duygu patlamaları yaşayan Seray’ın ilk versiyonuydu. Sadece Beste haberdardı.

Derin bir nefes aldıktan sonra kokteylinin garip bir şekle sokulmuş pipetinden büyükçe bir yudum çekti. Büyük derken abartmıyordum, neredeyse bitirmişti. Ben ne yapmaya çalıştığını anlamayı denerken elini nazikçe havaya kaldırıp bir yere doğru salladı. Saniyeler içinde masanın başında bizimle ilgilenen garson belirmişti.

“Boş bir kadeh alabilir miyim?” dediğinde garson başıyla hemen onaylamış ve yanımızdan uzaklaşmıştı. Hızlı bir şekilde elinde benim elimdeki kadehin aynısı ile geri geldiğinde Beste kadehi ondan aldı. Ben bu sırada sessizdim.

Üstümdeki gömleğin düğmeleri ile oynamış, eteğimi çekiştirmiş ve yerimde biraz kıpırdanmıştım.

Masada yeniden yalnız kaldığımızda Beste kenara bıraktığım şarap şişesine uzanıp kadehini hatırı sayılır oranda kırmızı şarapla doldurdu.

“Evet,” dedi şişeyle işi bittikten sonra. Kadehini tutup bana doğru uzattı, kadehimle onunkini buluşturmamı beklerken sakindi. “Geçtiğimiz on yılda, birbirimizden zerre haberimiz yokken neler yaşadığımızı konuşacağımız geceye hoş geldik.”

Kadehlerden çıkan çınlama sesinin arkasına karışan cümlesini duyduğumda başımı omuzuma doğru eğdim. Karşılaştığımız günden beri ertelemiştik bunu sessiz bir anlaşma ile. Tıpkı lisedeyken yaptığımız gibi, konuşmak yerine birbirimizin yanında gölge gibi durmakla yetindiğimiz uzunca bir süre geçmişti.

Beste açık kumral saçlarıyla ve bala benzeyen irisleriyle benim renklerime zıtken, paylaşacağımız şeylerde ortak noktalar çıkacağından fazlasıyla emindim. Birbirimize dair hem çok şey biliyor hem de hiçbir şey bilmiyorduk aslında.

“Hoş geldik,” diye mırıldandım onu kısaca tekrar ederken. Bu bir onaydı.

Kimin hangi konu ile konuşmaya başlayacağı belli olmadığı için kısa bir an ikimiz de sustuk. Sonra komik sayılabilecek bir uyumla, aynı anda konuştuk.

“Babamı buldum.”

Seslerimiz birbirine karıştığında ikimizin de aynı anda gözleri iri iri açılmıştı.

“Nasıl buldun?” diye sormakta birinci olan oydu. Bu nedenle ilk cevap verme yükü bana yüklenmişti.

Göğsüm ağır bir nefesle şişti. “Vita’da çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra,” dedim kısıkça. Beste daha da merakla bakmaya başladı. “Oradan biri mi?”

“Biriydi,” dedim düzelterek. “Başhekimdi. Artık değil.”

Beste masaya göğsünü dayayıp öne doğru eğildi. “Sen mi kovdurdun?” derken keyiflenmek üzere gibiydi. “Cevahir’in senin için kovduğu ilk isim Oğuz değildi yani?”

Oğuz konusunu Beste’ye ben anlatmıştım. Cevahir’e daha az tazminat ödeyebileceği yollar sunup hukuki danışmanlık verirken konuyla ilgili hiçbir çekincesi olmamıştı. Levent’in ‘bu iki duvar seni neden bu kadar önemsiyor’ sorusunu andığım bir süreç olmuştu.

“Kimseyi kovdurduğum yok,” dedim biraz karmaşık olan olaya giriş yapmak için. Sonra bir süre boyunca Beste’ye Muhsin Paker ile aramda geçen her şeyi anlatmıştım. Ben susana kadar araya girmemiş ancak bakışlarıyla nefret kusmuştu.

En son geçen hafta yaşanan, İzel ve annesinin odama gelişinden sonra onun da gelmesiyle devam eden anı anlatmıştım. Beste ben sustuğumda sövecek gibi bakmış ancak sanırım bunu yutmak için şarabından büyük bir yudum almıştı.

Bu konunun zihnimde şu an için dallanıp budaklanmaması adına elimle onu işaret ettim. “Sıra sende.”

“Ben tesadüfen bulmadım aslında,” dedi düz bir şekilde bana bakarken. Buna şaşırmamıştım. Beste, onu tanıdığım ilk yıllarda da babasının izini sürmeyi aklına koymuştu zaten. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, hiçbir iz olmayan babasının yokluğunda da annesinin akrabaları arasında göçebe hayatı yaşamıştı yollarımız kesişene kadar. Her yerde fazlalıkmış gibi hissetmiş, hiç kimsenin hayatına sığmamıştı. Tıpkı benim gibi o da olabilecek en erken zamanda, liseyi yatılı okumayı seçerek bir başına kalmayı tercih etmişti.

“Bir iz buldun yani?” dedim merakla.

Başını salladı. “Annemin günlüğünü buldum, daha doğrusu bir günlüğünün olduğunu ağzından kaçıran teyzemden sonra didik didik her yeri ve herkesi aradım.”

“Günlük babanı bulmana yetti o halde…”

Yanaklarını şişirir gibi oldu. “Yetti evet. Elimle koymuş gibi buldum ve yanına gittim.”

Devamında iyi bir şey duyacakmışım gibi hissetmiyordum. Beste’nin bakışları biraz dalgınlaşmıştı çünkü. “Beni gördüğünde bana inanmaz ya da inansa da umursamaz sanmıştım ama çok mutlu oldu. Özellikle avukat olduğumu öğrendiğinde…”

Beklemediğim şekilde ilerleyen hikâyeye şaşkınca gülümsedim. “Görüşüyorsunuz o zaman, İstanbul’da mı o da?”

“İstanbul’da evet. Ümraniye’de.”

Gülümsedim. Ancak gülümsememi yüzümde donduracak bir eklenti duyduğumda kadehime sarılmış ve koca bir yudum almıştım. “Cezaevinde. Yirmi yılının henüz üçte birini yattı.”

Buz kesmiş gibi kalmıştım. Avukat olduğumu öğrendiğinde sevindi derken konunun böyle bir yere bağlanacağını tahmin etmem mümkün değildi.

“Onu kurtaracağımı düşünerek bana yaptığı her haltı anlattı, adımı sorup bir iki şey öğrendikten sonra tek odağı buydu. Ceza Kanununa benden daha iyi hakim olan bir suç makinesi olduğunu fark ettiğimde içeri tıkılmasına öncülük ettim.”

Beni ‘babanı kovdurdun mu’ diyerek tebrik etmeye çalışması, kendisinin ‘babasını hapse attırmasıyla’ karşılaştırıldığında hafif kalmıştı sanırım.

Ne diyeceğimi bilemeyerek ağzım yarı açık kalakaldığımda Beste de iç çekerek şarabından yudumladı.

“Neyse,” dedi yudumunu bitirip kadehini masaya bırakırken. “Baba itiraflarımızın sonuna geldiysek…”

“Geldik,” dedim hemen. “Geldik evet, başka bir konuya geçebiliriz.”

“İlişkilerden konuşalım diyeceğim ama evlisin, bana romantik tanışma hikâyenizi falan anlatırsan masaya kesin kusarım Seray.”

Sırıttım.

“Tanışma hikâyemize kesinlikle kusarsın, evet.” dedim gülmeye devam ederken. Ama masaya değil Cevahir’in üstüne kusmaya çalışabilirdi, emin değildim.

Beste’ye bir şeyler anlatmak tahmin ettiğimden çok daha kolaydı. Lisedeyken bu kadar aptal olmayıp onunla konuşabilsem belki de o günden bugüne biriktirmediğim bazı şeyler bugün daha az yük taşıyor olmamı sağlayabilirdi.

“Evlilik hikâyesi istemiyorsan… Elimde nişan da var.” dedim bir bacağımı diğerinin üstüne atıp. “Bu kadar zaten,” diye ekledim göz devirerek. “Seçimleriyle ve zorunluluklarıyla birlikte hepi topu iki tane hikâyem var.”

“En azından hikâyelerin var,” dedi beni tebrik eder gibi. Dinledikten sonra tebrik etmek yerine beni masada pataklamaya başlayabilirdi belki. “Benim gibi kimseye bağlanamayıp dünyanın en sıkıcı -yani bana benzeyen- insanlarıyla vakit de öldürebilirdin.”

Kendi ilişki hayatını bıkkınca özetlemesine kıkırdadım. Beste’nin karşı tarafta kendisi gibi birini aramasına şaşırmamıştım. Güvenli bölge olarak görmüş ve hiçbir çıkıntı istememişti muhtemelen. Riskten fazla kaçtığı için de hayat ona bir adet Levent Avcıoğlu armağan etmiş olmalıydı. Yürüyen riskti. Her anlamda…

Acaba önce nereden başlamalıydım?

Anlaşmalı bir evlilik kabul ettiğimi duyduğunda mı yoksa kendimi iyileştirmek için yirmili yaşlarımın başında başvurduğum psikoloğum ile olabilecek en toksik ilişkiyi yaşadığıma ve onunla nişanlandığıma mı daha çok şaşırırdı?

“İki hikâyeyi de her ayrıntısıyla anlatacağım,” dedim dirseklerimi masaya yaslayıp. “Ama bir şartım var.”

Kaşını kaldırıp şartımı duymak ister gibi göründüğünde şartı sunarken daha havalı durmak adına kadehime uzanmış ve dibi görünen kadehe şişeden şarap doldurmaya başlamıştım.

“Levent ile ne haldesiniz? Dürüst ol.”

Şişeyi geri bıraktıktan sonra kadehimdeki şarabı biraz havalandırmak için çevirdim ve camı dudaklarıma yasladım.

Bir saniye sonra ise şarabı bardağa geri püskürtmem ve kalanıyla da boğulup öksürmeye başlamam gerekmişti. Zira Beste çok netti.

“Sevişmiş haldeyiz.”

 

 

~

 

 

Cevahir Avcıoğlu’nun akşam rutinleri, aslında bir süredir tüm rutinleri, içerisinde karısını da barındırmaya başladığı için o etrafta bulunmadığında asık suratlı, hantal bir adamdan fazlası değildi.

Seray’a sorulsa Cevahir zaten hep öyle bir adamdı ancak gerçekler biraz daha farklıydı.

Seray’ın dışarıda geçirdiği bu Cuma akşamı, Cevahir’e hiçlikteymiş gibi hissettiriyordu. Eve geldikten sonra elini neye atsa yüzünü huysuzca buruşturmuş ve her şeyden bıkıp saatlerini hiçbir şey yapmadan geçirmişti.

Geleceği zamanı bilmediği halde sürekli saati kontrol edip duruyordu. Yine saati kontrol etmek için eline aldığı telefonunu geri fırlatamadan önce telefonu çalmaya başladığında ekranda görme ihtimali olan birkaç isim vardı. O isimlerden yalnızca biri kaskatı kesilen bedenini rahatlatabilirdi.

Arayanın Teoman olduğunu gördüğünde sıkıntılı bir nefes üflemiş ve gerginliğinin daha da katlanacak olması riskini alarak aramayı yanıtlamıştı.

“Söyle.” dediğinde sesi yeterince keyifsizdi. Normal şartlarda da yumuşak seslerle telefon yanıtlayan biri değildi ancak bu onun için bile belirgin bir keyifsizlikti.

“Müsait misin?”

Cevahir sorunun sorulma nedenini gayet iyi biliyordu. Bir süredir devam eden bir diyalogdu. Teoman’ın amacı Cevahir’in yanında kendisini duyabilecek yakınlıkta bir yerde Seray’ın bulunmadığından emin olmaktı.

“Yalnızım,” dedi Cevahir. Buna lanetler ediyormuş gibi tonlamıştı gerçi… “Bir hareketlilik mi var?”

“Hareketlilik bol, abi.”

Cevahir yayılmış bir halde oturduğu koltuktan doğrularak dik bir konuma gelirken kaşlarını çatar gibi oldu. “Ne oldu?”

“Bu itin bir ilişkisi varmış.”

“Öğrendik bunu zaten, Teo. Kliniğinin diğer ortağı olan kadın işte.”

Teoman hattın diğer ucundan yarı keyifli bir sesle konuştu. “Yok abi, onu demiyorum. Herif kliniğin etinden sütünden bayağı faydalanıyor. Şu an asistanı ile birlikte. Saçma sapan bir lokasyondayız, bir onlar bir de ben varız.”

Cevahir bu bilgiye çok şaşırmış değildi. Kazdıkça çıkacak olan hiçbir pislik onu şaşırtmayacaktı. Zira gözlemlemekte oldukları adamın hamurunu fazlasıyla doğru anlamıştı artık.

Dudaklarından ağır bir küfür döktükten sonra sinirini atabilmiş değildi ancak öfkesini Teoman’a püskürtmesinin bir anlamı da yoktu, biliyordu. “Dikkat çekme, dön. Bu gece için yeterli.”

“Nasıl istersen,” diyerek onaylamıştı Teoman hemen. Cevahir bu esnada telefonun kapanacağını düşünüyordu ancak Teoman’ın bir sorusu daha vardı. “Biz bu herifi sadece izlemekle mi yetineceğiz, abi?”

Günlerdir hakkında bir şeyler aradığı ve fiziksel olarak da takip etmekte olduğu adamın akıbetinin ne olacağını merak ediyordu. Bu adamın ismini bulup ortaya çıkartan da haftalar önce yine kendisiydi. Cevahir kendisini aramış ve soğuk terler dökmesine neden olan bir sesle ‘Seray biriyle nişanlanmış, bul onu’ demişti.

Aradan bolca zaman geçmiş, Cevahir bir gözün üzerinde olsun demekten başka bir emir vermemişti. Teoman bu konunun böylece kapanacağını düşünüyordu. Ta ki geçen hafta, daha öncekinden çok daha korkunç bir sesle kendisini arayan Cevahir’le karşı karşıya kalana kadar…

Bu kez basit bir gözün üstünde olsun emri almamıştı. İçtiği suyun markasından, gün içinde kullandığı güzergâhlara kadar her şeyi öğrenmesini istemişti Cevahir. Teoman da tam olarak bunu yapmıştı.

Teoman sorduğu sorunun karşıya ulaşmadığını düşünecek olduğunda, birkaç saniyeden fazla sürenin sonunda Cevahir dümdüz bir sesle dudaklarını araladı. “Hayır. Avlayacağız.”

Teoman bulunduğu yerden uzaklaştırmaya başladığı aracının kontrolünü sağlamaya çalışırken bir yandan da Cevahir’e ne demesi gerektiğini seçmeye çalışıyordu. Ne derse desin onu aklındakinden uzaklaştırması mümkün değildi. Elinde böyle bir güç olan tek isim, bu konudan asla haberi olmaması gereken tek isim ile eşleşiyordu.

Başka bir konu için Cevahir’in durdurulması gerekseydi Teoman koşarak Seray’a gitmeyi düşünebilirdi ancak bu konu için bu kapı kapalıydı.

Teoman bir şey söylemeden Cevahir konuştu tekrar. “Yarın haber bekle benden.” Konuşmuş ve son sözcük ağzından çıktıktan sonra telefonu kulağından çekip aramayı sonlandırmıştı.

Telefonu bir kenara bırakmadan önce parmakları ekranda gezindi. Sık aramadığı ancak aradığında mutlaka açılacağını bildiği numarayı bulup telefonu tekrar kulağına yasladı.

Uzun zamandır saklı duran bir alacağı vardı. O alacağın işe yarayacağı günün gelmesini beklemiş, borcun kapanması için hiç aceleci olmamıştı.

Telefon açıldıktan sonra sırtını yeniden rahatça koltuğa yaslamış, konuşurken olduğu yere yayılmıştı. Tamamen rahatlamış değildi fakat daha fazla bekletmemeye karar verdiği plan akıcı bir şekilde devam ettiğinde omuzlarındaki gerginlik biraz olsun azalmıştı.

Cevahir’in aklında yarını kurgulayarak geçirdiği yaklaşık bir saatlik sürenin ardından yeniden telefonu çalmaya başladığında bu arama onu mutfakta yakalamıştı. Henüz bir yudum bile almadığı suyu tezgâha geri bıraktıktan sonra telefonuna uzandı.

Gözü önce saati buldu. Saat gece yarısına yakındı. Yarım saat kadar sonra yeni bir gün başlayacaktı.

Arayan isim ise bu saatte çok önemli bir şey için mi yoksa çok saçma bir şey için mi aradığı anlaşılamayacak birine aitti.

“Levent?” dedi şüpheyle. Hem bunun boş bir arama olmasını diliyor hem de boş bir arama yapıyorsa onu ne şekilde boğabileceğini hesaplıyordu.

“Neredesin?”

Cevahir kaşlarını çattı hızla. “Evdeyim. Ne oluyor?”

“Sen evde kıçını devirmişken karın da kadeh kadeh içki deviriyor, Cevahir. O oluyor, kardeşim. On dakikaya kapıdayım, yolumun üstündesin. Alırım seni.”

Cevahir’in aklına ilk düşen senaryo -ve devamındaki en az on ayrı senaryo da- fazlasıyla karamsardı. “İyi mi?” diye sormuştu bu nedenle öfkeyle. Öfkesi çoğunlukla kendisineydi.

“İyi, iyi. Bi’ sakin ol. Beste aradı. Mekândan çıkamıyorlar, kapıda magazinciler varmış. Biri Seray’ın orada olduğunu yumurtlamıştır kesin.”

“Niye çıkamıyorlar?” dedi Cevahir afallayarak.

Levent gözünü yoldan ayırmadan içine içine güldü. “Onu söylemedi ama Beste benimle konuşurken arkadan Seray sana saydırıyordu, belki bununla ufaktan bir ilgisi olabilir. Uzatılan ilk mikrofona karşı yedi sülalene sövmesin diye Beste önlem almak istemiştir.”

Cevahir bugün hastanede yaşanan konuşmalarını ve en son nasıl ayrıldıklarını düşündüğünde duyduklarına pek şaşırmamıştı. Bir şey söylemedi. Levent gelene dek hızla üzerini değiştirmiş ve zaman kaybetmemek için kapıya kadar çıkmıştı.

Levent, Beste’nin ilettiği konuma sürmeye başlarken yan koltuğundaki Cevahir’in ağzından karısının neden kızgın olduğu ile ilgili laf almaya çalışmış ancak duvardan farksız görünen kuzeninin aşılamayacağını anladığında kendisini çok yormamıştı.

Araba girecekleri mekânın biraz ilerisinde durduğunda Cevahir arabadan hızla indi. Girişte biriken grubun magazinciler olduğunu anlaması zor olmamıştı.

Avcıoğlu ailesi ile ilgili her haber şu an medyada altından değerliydi. Ailedeki neredeyse tüm ilişkiler birbiri ardına sallanıp yıkılmışken Cevahir ve Seray’ın her hareketi uzunca analiz ediliyordu. Birlikte görülme sıklıkları, nerelerde bulundukları… Hepsi üzerinde magazinsel teoriler üretiliyordu.

Şimdi Seray’ın Cevahir’siz bir şekilde burada olması elbette meraklı bir kalabalık yaratmıştı.

Cevahir içeriye yöneldiğini fark ettikleri anda hareketlenen kalabalığın arasından hiçbir şey söylemeden, kimseye doğru düzgün bakmadan geçip içeri girdiğinde onun oluşturduğu yoldan faydalanarak Levent de hızlıca adımlamıştı.

“Bu taraftalar,” diyerek Levent sol kısmı işaret ettiğinde Cevahir de varmaları gereken masayı gördü. Büyük adımlar atarak oraya ilerlediğinde Seray’ı masaya kollarını yaslamış ve yüzünü de oraya gömmüş halde bulduğu için hafifçe telaşlanarak iki eliyle onun başını iki yandan tutup kaldırmaya çalıştı. “Seray?”

Cevahir karısını masadan kaldırmaya çalışmakla meşgul olup onun yanına oturmuşken, Beste de kendi yanına sıkışan Levent’i çatık kaşlarla süzmekteydi. “Tebrik ederim Levent. Gerçekten yalnız gelmeyi başarmışsın.”

“Haber vermeseydim bu adamın bana neler yapacağına dair en ufak bir fikrin bile yok değil mi?” dedi kendisini acındırarak Levent.

“Seray gelmesini istememişti, o yüzden seni aradım. Beni kötü bir duruma sokuyorsun. Seray üzülecek.”

Levent göz ucuyla masanın karşısına doğru baktığında gördüğü manzarayı başıyla Beste’ye işaret etti. “Bayağı üzgün görünüyor.”

Beste başını çevirip tam karşıya baktığında Seray’ı dudakları bükülmüş halde, yüzü Cevahir’in avuçlarının arasındayken ona göz süzdüğü anda yakalamıştı.

Beste omuzlarını düşürdü. “Yelkenlerini bu kadar erken suya indiremezsin ya,” dedi hayretle. “Son iki saattir nefessiz bir şekilde bu adamı yeriyordu, en son yorgunluktan bayılıp masaya kapandı. Ne bu şimdi?”

Levent sessizce gülüp başını eğdi. “Kendine dışarıdan bakabilmen için tertemiz bir ayna.”

“Ne demek istiyorsun?”

Beste, Seray kadar bilincini yitirmiş değildi ancak kontrolünün tamamını elinde tutamayacak kadar da çakırkeyifti.

“Seray’ın sarhoşken yaptığını sen ayık halinle yapıyorsun, diyorum. Bana direnmeye çalışıp kendini yoruyorsun ama günün sonunda kollarımın arasında olmaktan kaçamıyorsun. Günlerdir bizi iki adım ileri bir adım geri sürüklüyorsun.”

Beste kulaklarına dolanları duymuyormuş gibi olduğu yerde dönüp dümdüz karşıya bakmaya başladı. Duymazlıktan gelirse düşünmekten de kaçabilirmiş gibi hissediyordu.

“Ağzını bile açamıyorsun,” demişti bu sırada Cevahir, Seray’a. Hemen ardından Beste’ye baktı. “Kaç saattir bu halde?”

Beste omuz silkti. “Konu sana gelince bu kadar beter oldu, kendindeydi.”

Cevahir buz kesmiş gibi hareketsiz kaldı. Beste onun tavrını okuyamayacak kadar dalgındı. “Sana küsmüş,” dedi Seray’ın açamadığı ağzı olurken. “Konuyu tam anlamış değilim ama ana fikir buydu.”

Seray masadaki konuşmalardan bağımsız bir şekilde öne doğru düşecek gibi olduğunda Cevahir onu daha sıkı kavramış ve göğsüne doğru yaslanmasını sağlamıştı. Anlamsız bir şeyler homurdanan kadını sakinleştirebilmek için sırtını sıvazlamaya başladığında Seray burnuna yakından dolan kokuyu tanıdığı için kendisini evde sanarak bütün direncini kenara bırakmıştı.

Seray sanki yatağına ulaşmış gibi kendini bırakınca Cevahir dudaklarını onun saçlarına bastırdı. “Seni en çok üzdüğüm anlar nasıl seni özel olarak üzülmekten korumaya çalıştığım anlar olabiliyor?” diye fısıldadı.

Yakın zamanda yaşadıkları telefon yanlış anlaşılmasına benzer şekilde Cevahir yine karısından bir şeyler gizlemeye çalışırken işleri eline yüzüne bulaştırmış ve günün sonunda onu üzmüştü. Bir an için o gece olduğu gibi Seray’ı mahvolmuş bir halde görme ihtimalini düşününce çenesini sıkarak yeniden kadını saçlarından öptü.

Beste yeniden Levent’e bakmamaya yemin etmiş gibi put kesildiğinden, masada bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Seray sızmak üzere Cevahir’in boynuna gömüldüğünde Cevahir, Levent’e döndü. “Seray’ın arabası yolun karşısında,” dedi içeriye girmeden önce gördüğü aracı tanıdığı için.

“Aynı arabayla gidelim!” diyerek birden ortaya atlayan Beste iki adamın bakışlarını üstüne çekmekle kalmamış, sızmak üzere olan arkadaşının baygın bakışlarını da yüzünde ağırlamıştı.

Cevahir anlamsızca Beste’yi çözmeye çalışırken Seray olduğu yerden doğrulmaya çalıştı. Ellerini Cevahir’in göğsüne yaslamış ve güç alarak dik konuma gelmişti. “Yalnız kalırsanız Levent seni yer diye mi korkuyorsun?” diye sordu kelimelerin yarısını yuvarlayarak.

Levent adını duyunca dikkat kesilmişti hemen. Seray bu sırada Beste’yi telkin etmek isteyerek dudaklarını tekrar araladı. “Korkma,” dedi başını iki yana sallayıp. “Zaten yiyeceği kadar yemiş.”

Beste şokla açılan ağzına elini kapattı. Levent de şaşkındı ancak şaşkınlığı Beste’nin aralarındaki durumu Seray’a anlatmasınaydı. Levent, Beste’nin onunla anılmaktan hoşlanmadığını ve kendisine metresiymiş gibi gizli bir hayat bahşedeceğini düşünüyordu şu an için.

Cevahir ise masadaki en hayret dolu isimdi. “Ne yapmış, ne yapmış?” diye sordu Seray’a doğru eğilip. Seray normal şartlarda merakı kendisi dışında hiçbir konuya canlanmayan kocasının gözlerindeki parlamayı gördüğünde ellerini çırptı. “Dedikodu yapacağız.”

“Seray!” diyen Beste’nin sesine, “Biz buradayız yalnız,” diyen Levent karışmıştı. Seray onlara doğru bakıp iç geçirdikten sonra Cevahir’e döndü. “Eve gidelim o zaman. Bunlar gelmesin ama.”

“Gelsin desen eve alacakmışım gibi…” diye homurdandı Cevahir. “Ben Seray’ın arabasını alıyorum, siz de her ne yapıyorsanız artık.” derken sırası ile Levent ve Beste’yi süzmüştü.

Cevahir ayaklandı. Ayaklanırken Seray’ı da elinden tutup kaldırabileceğini düşünmüştü ancak Seray kalçasını koltuktan doğru düzgün ayıramadan geri düştüğünde burnundan uzunca bir nefes verdi.

Bir kolunu beline, diğerini bacaklarına sararak Seray’ı kucaklayarak kaldırdı. Dizlerinin arka kısmına değmemeye özen göstermişti. Kadının huylanıp kıkır kıkır gülmeye başlaması ve kulaklarını şenlendirmesi aslında kaçacağı bir şey değildi ancak etraf bunun keyfini çıkaramayacağı kadar fazla kalabalıktı.

“Yüzünü boynuma sakla, ışıklar gözünü rahatsız etmesin.”

Cevahir bunu bir teklif gibi sunsa da kadını çoktan dediği şekilde konumlandırmıştı zaten.

“Ne ışığı?” diye mırıldandı Seray bir kolu Cevahir’in omuzundan sarkıyorken.

“Kapıda magazinciler var, çıktığımız anda durmadan ilerleyeceğim ama yine de küçük bir önlem alalım. Başını kaldırma olur mu?”

Seray duraksadı. Başını bir an için dik tutmayı denedi. “Böyle mi çıkacağız?” Aklı bulanıktı, mantığı ayıkken olduğundan farklı işliyordu.

“Benimle görülmek istemiyor musun, doktor?” diyerek Seray’ı daha sıkı sardı kucağında Cevahir.

Seray dudaklarını birbirine bastırdı. Sorusunu kendisi açısından değil, onun açısından problem olurmuş gibi düşünerek sormuştu. Zil zurna sarhoş görünen karısını gecenin bir vakti kucaklayıp yarı sızmış halde kamera karşısına çıkartmak hiçbir koşulda Cevahir Avcıoğlu imzası taşımazmış gibiydi çünkü.

Ölçülü ve düzgün yansımaya özen gösterdiği basın, ailenin diğer tüm kaosları ile yeterince besleniyordu. Bir de böyle bir bombaya ihtiyaç olmayabilirdi.

“Senin için söylemiştim,” diye fısıldadı Seray. “Yürüyebilirim, eğer böyle… Bu şekilde çıkarsak farklı algılanacak.”

“Umurumda değil,” dedi Cevahir bugün ikinci kez. İlki kadını bu hale getirmişti, ikincisi ise bu halini diriltecek kadar kuvvetliydi çünkü devamı da hiç oyalanmadan gelmişti. “Senden başka bir şey umurumda değil, karım. Keyfine bak.”

Cevahir’in konuştuktan hemen sonra kadının şakağına bıraktığı kısa öpücük bir sus payı gibiydi. Seray bu payı usulca kabul etmiş ve karşılığında sessizliğe gömülerek adamın boynunda yüzünü saklı tutmaya başlamıştı.

Cevahir tıpkı dile getirdiği gibi kollarındaki kadın dışında hiçbir şeyi umursamadan, sorulan soruları da girdikleri kadrajları da yok sayarak Seray’ın arabasına kadar ilerlemişti.

Cevahir’in arabaya binişine kadar onu rahat bırakmamış olan kalabalık kapıdan sıyrılmaya niyetli olan Levent Avcıoğlu’nu gördüklerinde ise Cevahir rahata ermişti. Seray’ı rahatça uzanabilmesi için arka koltuğa bıraktıktan sonra geçtiği sürücü koltuğunda arabayı çalıştırmadan önce yarım ağız güldü. Bu gülüş, Levent’e doğru bakış attığında doğmuştu.

Levent kendisine uzatılan mikrofonlardan birine konuşmaktaydı. Cevahir’i güldüren ise hemen arkasında saklı durmak ister gibi bekleyen Beste olmuştu. Levent eline tüm gücüyle yapıştığı için bir adım bile gidemiyor ancak kameralardan kaçabilecekmiş gibi adamın arkasına doğru sinmeyi deniyordu.

Cevahir orada daha fazla oyalanmadan arabayı hareket ettirerek bulundukları caddeyi hızla terk ettikten sonra eve varana dek bir gözü yolda bir gözü arkada sızmış olan karısında kalmıştı.

Araba evin sınırlarına girdiğinde Cevahir yol boyunca gözünü bile aralamaya gerek duymayan, yaşanan küçük sarsıntılara bana mısın demeyen karısını tıpkı arabaya binerken olduğu gibi kucağına aldı. Kapıdan geçtiklerinde Seray yaşanan ısı değişimine karşı bir şeyler homurdanmış ancak bunu uykusunu bölecek kadar mühim görmeyince yeniden gözlerini kapatmıştı.

Yatak odasına geçtiklerinde Cevahir onu önce yatağın üstüne bırakmış, ardından kısa süreliğine gözden kaybolup elinde ince bir gecelik ile geri gelmişti. Döndüğünde Seray kırk yıldır yatağın bu kuytu köşesinde uyukluyormuş gibi yerine yapıştığı için bir an gülmek istese de kendini tutabildi.

“Üzerini değiştirmemiz gerekiyor, beş dakika dayanabilir misin?”

“Yok,” dedi Seray dürüstçe. Cevahir bu kez direnememiş ve gülmüştü. Kadını sırtından destekleyerek yatakta oturur hale getirdi. “Kısa sürecek, yavrum. Söz.”

Seray tek gözü açık bir hal alıp karşısındaki yüze bakındı. “Yavrum deme bana.”

“Demem, karım.” dedi Cevahir çocuk eğler gibi.

“Karım da deme,” diye söylendi Seray. Enerjisi pek kalmamıştı ama bir şekilde kaşlarını çatacak kadar güç üretti kendince.

“Sebep?”

“Canım öyle istiyor.”

“Canın beni üzmek istiyor,” dedi Cevahir iç çekerek. “Ödeşmeye çalışıyorsun çünkü. Bugün seni çok mu üzdüm?”

Seray alt dudağını ağzının içine yuvarladı. Omuz silkti sadece.

“Özür dilerim, yavrum.” Cevahir çenesinden destek verip yüzünü kaldırmış ve karısını kendisine bakmaya mecbur bırakmıştı. “Seni bile isteye üzmek istediğim aptal günlerim geride kaldı. O günlere bir daha dönmeyeceğiz. Öyle sanarak mı küstün bana?”

“Küsmedim,” dedi Seray gözlerini kırpıştırıp. “Kim küsmüş?”

Cevahir başını iki yana ağır ağır sallarken gülümsedi. “Kimse küsmemiş.”

Bu andan sonra doğan sessizlik eşliğinde Cevahir önce Seray’ın üzerini değiştirmişti. Teninin açılan her noktasına bir öpücük borcu varmış gibi oyalandıysa da bir şekilde işi bitmiş ve sonunda Seray gecelik üstünde uyumaya hazır bir hale gelmişti.

Cevahir daha önceki deneyimlerinden yararlanarak banyodan bulduğu pamuklar ve makyaj temizleme suyu ile kadının cildini de usul usul temizlemişti. Seray özellikle bu aşamada yatakta iyice mayışmış, pamukların masaj yapar gibi teninde gezinmesine karşılık kendisi de bir pamuk kadar yumuşamıştı.

Dakikalar sonra Cevahir kendi üstünü de değiştirmiş halde -ki Temmuz ayı için bu bol bir şort giymekten ibaretti- Seray’ın yanına uzandığında odaya yoğun bir karanlık hakimdi. Cevahir tüm ışıkları kapatmış, içeriyi neredeyse zifiri karanlığa bürümüştü.

Yastığa başını koyduğu anda henüz bedenindeki kasların gevşemesine bile izin vermeden ilk işi kollarını uzatıp Seray’ı kendisine doğru çekmek oldu. Kadını kavradığı gibi göğsüne çekmiş, yan bir şekilde ona yaslı uzanmasını sağlamıştı.

Seray itiraz etmeden burnunu Cevahir’in çıplak göğsünde rastgele bir yere yasladığında iç çekti. “Aslında küsmüştüm,” diye fısıldadı dürüst olmamayı kendisine yediremeyince.

Cevahir çenesini kadının saçlarının üzerine doğru yasladı. Hiçbir şey söylemedi. Seray’ın derin bir uykuya çekildiğinden emin olana dek sessiz kaldı.

Ne zaman ki Seray’ın nefesleri düzenli bir hal aldı, Cevahir o zaman dudaklarını araladı. “Yarın beni yanında göremediğinde tekrar küseceksin galiba, karım. Ama hayırlı bir iş için seni biraz yalnız bırakmam gerekiyor.”

Cevahir kendince kadına dürüst olmuş ve böylece üstünden bir parça da olsa yük atmıştı. Seray onu duymamışsa duymamıştı, sonuçta sızması Cevahir’in teşvikiyle gerçekleşmemişti…

 

 

~

 

 

“Tam olarak böyle bir ödeşme bekliyordum, şaşırtmadın beni Cevahir.”

Cevahir bir eli pantolonunun cebinde, diğeri ise elindeki küçük dalı sıkıca tutuyor haldeydi bunları duyduğunda. Dalı sabahın ilk ışıklarında evden ayrılmadan önce oradan almıştı eline. Kuru bir lavanta dalıydı.

Aklına estikçe demet demet lavanta götürdüğü karısının evlerinin her köşesinde vazolarda kurutup biriktirdiği çiçeklerin kokusu kadının kokusuyla yarışamıyordu elbette ama yine de Cevahir için dinginleştirici oldukları söylenebilirdi.

“Şaşırsan da sorun olmazdı,” dedi omuz silkerken. Altuğ’un dün akşamki konuşmanın ardından dediklerini kısa zamanda yapacağını ve sorgulamayacağını Cevahir zaten biliyordu. Şaşırsa da şaşırmasa da isteğini yerine getirecekti. Kendisine çok önceden, bambaşka bir konu nedeniyle borçluydu çünkü.

Bulundukları alan, üretim faaliyetleri durduktan sonra boşaltılan bir fabrikanın girişe en uzaktaki ek binasıydı. Soğuk hava deposu gibi görünüyordu ancak ortada soğukluk bırakılmamış, bomboş bir hal almıştı içerisi.

Cevahir burayı da, buranın Altuğ açısından neye kullanıldığını da sorgulayacak değildi. Kendi işinin görülmesi yeterliydi. Altuğ ile ilişkileri genel olarak böyle ilerliyordu.

Deponun içindeki ayrı bir odadalardı. O odanın kapısı birden açıldığında içeriye giren Teoman olmuştu.

“Hareketlenmeye başlamış. Yalnız uyanırsa mı daha çok korkar yoksa karşısına birini dikersek mi, bilemedim.” diyerek yan odadaki adam hakkında bilgi verirken bir yandan da karşı karşıya durmakta olan Cevahir ve Altuğ’a doğru adımlamıştı.

“Karşısına kendisine her nasılsa bayağı benzeyen birini koysak ve bu adam ona duvar gibi bakıyor olsaydı altına sıçardı bence.” Altuğ’un sesi soğuk ama alaycıydı. İçerideki adamı buraya sürükleyen kendisi değildi ancak adamları tarafından depoya getirilen adamı ilk gördüğünde aklı karışmıştı.

Cevahir kendisine benzer tipleri avlayıp dünya üzerinde kendisini tek tür haline mi getirmeye çalışıyordu?

Taşlar çok kısa süre sonra, Cevahir gelip içerideki adamın kim olduğunu söylediğinde yerine oturmuştu. Ancak Altuğ bu kez daha da keyiflenmişti. İrite edici bir keyiflenmeydi tabii.

“Eğleniyorsunuz bayağı,” dedi Cevahir düz bir sesle. Sırasıyla Altuğ’a ve Teoman’a bakmıştı.

“Zerre eğlenmiyorum abi,” dedi Teoman içine içine. “Herifi siktir edelim de asıl ben altıma sıçacağım korkudan. Yengem rekora koşuyor, yaklaşık otuz kez falan aradı sabah. Sen açma dedin diye açmadım ama… Geri döndüğümüzde arka bahçeye gömecek beni.”

Cevahir burun kemerini parmaklarıyla sıkıştırdı. “Telefonu açınca çenen duracak mıydı? Sence neden açtırmıyorum?”

Teoman başını ağırca salladı. “Ex nişanlını depoya kaldırttık, merak edilecek bir şey yok derim diye açtırmıyorsun abi.”

Altuğ kendisine has bir sesle boğukça gülerken başını biraz eğdi. “Öğrendiğinde seni de ex kocası yapacak diyorsunuz yani.” Cevahir’den kazandığı boş bakışlar eşliğinde Altuğ susmaya karar vermişti.

“İçeriye geçiyorum ben,” dedi Cevahir hareketlenirken. Altuğ’un derdi dalgaydı ancak Cevahir gerçekten o gözlerini araladığında karşısında bulduğu ilk yüz olmayı planlıyordu. Kendisini tanıdığından da, kimliğinden haberdar olduğundan da emindi.

“Kolay gelsin,” dedi Altuğ kısa bir baş selamı verip. Yapacak daha keyifli bir işi olmadığından burada onlarlaydı. Şahit olmak istiyordu.

Cevahir bir şey söylemeden arkasını döndüğünde Altuğ onun birkaç adımı atıp uzaklaşmasını beklemiş gibi tam o anda dudaklarını araladı. “Cevahir?” diye seslendi.

Cevahir arkasını dönmedi ancak adımlarını durdurup dinleyeceğini belli etmişti. Teoman ise tenis maçı izler gibi iki adamın diyaloğunu takip ediyordu.

“Borcumu bu şekilde ödedim. Artık aramızda bir alacak verecek kalmadı.” dedikten sonra bir an duraksadı Altuğ. Kimseye koz vermeye niyetli, buna can atan bir adam değildi elbette. Kimse bunu istemezdi, Altuğ ise bunu isteyecek son kişiydi. Elindekilerin sömürülebileceğini ve kimseye açık çek vermemesi gerektiğini iyi biliyordu. Yine de risk aldı. Almaktan başka yol bulamamıştı çünkü.

“Sana tekrar borçlanmamı ister miydin? İşin düştüğünde yine sorgusuzca imkânlarımdan faydalanmayı…”

Cevahir duyduklarıyla birlikte başını omuzuna doğru hafifçe eğdi. Birkaç saniye bekledikten sonra yavaşça arkasına dönüp Altuğ ile yüz yüze geldi. Aralarında birkaç adımdan fazla mesafe vardı ama karşılıklı duruyorlardı.

“Ne istiyorsun?” diye sordu Cevahir uzatmadan. Böyle bile isteye ona borçlu olmak için teklif sunduğuna göre isteyeceği şey de fazlasıyla ağır olacaktı, Cevahir böyle düşünüyordu.

Altuğ’un talihsizliği cevap cümlesinin başı için tercih ettiği sözcük olmuştu. “Karın-…” diyerek başladığı cümlesi henüz hiçbir yere varamadan Cevahir gözlerindeki öfke patlaması eşliğinde Altuğ’un üstüne fırlamış ve yakasından kavradığı gibi onu kıskıvrak yakalamıştı.

“Yavaş!” diye hırladı Altuğ. “Tez canlılığını sikeyim, yavaş. Bi’ dur bekle de tamlamam sonlansın. Kulüpteyken yaşanan olay yanlış anlaşılmaydı, konuştuk. Karına göz koyup bir de senden onu mu isteyeceğim lan? Ne hayal ediyorsun?”

“Hayal etmesine gerek yok,” dedi Teoman sıradan bir durumdan bahseder gibi. “Ağzından çıkması yetti.”

Altuğ yakasındaki elleri sertçe üstünden atarken burnundan solur bir halde siyah gömleğini düzeltti. “Kardeşi,” dedi bastıra bastıra. “Konu karın değil, kardeşi. Bana onu bul, karşılığında açık çek. Her ne boktan işe burnunu sokarsan, ararsın ve hallederim.”

Cevahir duraksadı. Çenesi gerilmiş şekilde geri çekildiğinde bakışları Altuğ’dan ayrılmamıştı. “Seray’ın kardeşi?”

Altuğ başını salladı. “Kim olduğunu biliyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum. Bana nerede olduğunu söyle. Karına mı sorarsın ne yaparsın bilmiyorum.”

Cevahir aklı karışık halde duruyorken odada aynı karmaşanın farklı bir versiyonu ile boğuşan diğer isim Teoman’dı.

“Haber mi yapmış seni?” diye sordu Teoman, Altuğ’a bakıp. “Kaldırtırım. Delinin teki ama biraz ısrara pes ediyor, zararı yok. Kıza bunun için bir şey yapacaksan eğer-...”

Altuğ kaşlarını çattı. “Sen de mi tanıyorsun? Ne haberi lan?” dedikten sonra Cevahir’e baktı göz ucuyla. “Karının etrafını adamlarımın sarma nedeni buydu, gösterdiğim görüntüdeki kadın Seray değilmiş. Kardeşiymiş. Aradığım kişi o.”

Cevahir bir eliyle yüzünü ovuşturdu. O sırada Teoman konuştu. “Ne görüntüsü? Anonimliği mi bırakmış?”

Altuğ ve Teoman birbirine dönük halde birbirlerinin sorularından olayı çözmeye çalışırken Cevahir ikisine de acır gözlerle baktı. “Farklı kız kardeşlerden bahsediyorsunuz gerizekalılar,” dedi sakince.

Seray’la karıştırılabilecek kadar benzerliğe sahip olan kız kardeş, büyük olandı. Altuğ’un derdi Yasmin Paker’di.

Magazin haberleri peşinde koşan ve bir miktar deliliği kucaklayan ise küçük kız kardeşti. Teoman’ın yüz yüze gelmediği ancak mesajlaştığı ve az önce Altuğ’dan korumaya çalıştığı kişi İzel Paker’di.

Cevahir önce Teoman’a doğru bakındı. Kısık gözlerle onu süzüp neden horoz gibi kabardığını anlamaya çalışsa da başarısızdı. “Seninle sonra görüşeceğiz,” dedi bu nedenle. Teoman yutkunup sessiz kalmayı tercih etmişti. Cevahir’in bir sonraki hedefi Altuğ’du.

“Yasmin’nin nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi açıkça. “Bir gözümün Paker ailesinin üstünde olduğundan emin olabilirsin, bulunabilecek bir yerde olsa bilirdim. Bir aile faciası yaşandı diyelim. O zamandan beri ortada yok.”

Cevahir yeterince dürüsttü. Seray onlarla yüzleştiğinden beri sık sık bu aileyi yokluyordu. İpin ucu karısına dokunabileceği için tetikteydi. Yasmin’in nereye kaybolduğundan ise haberi yoktu. Diğerlerinin aksine Seray ile tekrar yüz yüze gelmemiş, ortadan kaybolmuştu.

Bu kez burnundan soluyarak öne adımlayan Altuğ oldu. “Ne faciası?” dedi öfkeyle. “Ne yaşandı da yer yarılıp içine girdi?”

Cevahir omuz silkti. “Bilmem. Bulabilirsen bul ya da akışına bırak. Bir şekilde döneceğini um.” dedikten sonra arkasını dönmeden önce son bir bakış attı. “Borç harç meselesini de kapat, sen benim işimi göreceksin diye kimsenin -özellikle de karımın özelini sana dökmem. Şimdi izninle, sormam gereken kısa sayılamayacak bir hesap var.”

 

 

~

 

 

- Cevahir

 

 

Mantığımı her şeyin dışında bıraktığım ve yoluma çıkmasına izin vermediğim anlar hayatımın tamamı ele alındığında çok az yer kaplıyordu. Tek tük birkaç fevri karar vermiştim bugüne dek. Kalanların hepsi, üzerinde fazlaca düşünülmüş ve mantık çerçevesini hiç aşmamış kararlardı.

Şimdi tahta bir sandalyede oturuyor ve aralı tuttuğum bacaklarıma yaslı duran dirseklerimle hafifçe öne eğik halde karşımdaki görüntüyü izliyorken bugüne kadar aldığım en hırçın kararın yanı başındaydım.

Bu konuma bir günde ya da öyle bir anlık yaşadığım bir öfke eşliğinde gelmemiştim aslında. Aylardır ilmek ilmek aklımda bu anın gelebilmesi için an kovalayan şüpheler taşıyordum. Son virajı biraz hızlı almıştım sadece.

Evlenilebilecek bir kadın olduğumu, birinin hayatına girdiğimde orada yaşayabileceğimi görmek istedim diyerek onu tamamen şantajla mecbur bıraktığımı sandığım evliliği aslında içinde bir köşenin bile isteye kabul ettiğini dile getirdiğinden beri bir daha sırtım doğrulmamıştı bu konuda. Başka konular, başka karmaşalar araya girdiyse de aklımın yarısı o günden beri hep buradaydı.

Bu itiraftan saniyeler sonra da ‘nişanlıydım’ bombasını kucağıma bırakmış ve bunu sakince kabullenip bir daha irdelemeyeceğime garip bir şekilde güvenmişti.

Güvenini boşa çıkartmayı sevdiğimden değildi ancak bu konuda tereddüt bile etmemiştim. Evlenmeyi düşlediği bir başka adamın hayatında bulunmuş -benden önce olsa dahi- olması her hücremde ayrı bir ayaklanma başlatmıştı.

Annesine ve babasına yorduğum çoğu konunun bir yandan bu herifi de ilgilendirdiğini hissetmeye başladığımdan beri ise saatli bir bombaydım. Kucağıma bıraktığı bomba patlamamıştı ancak ben bizzat o bombaya dönüşmüştüm.

Kapalı duran konuyu açmamı istemeyeceğini bilerek adımlarımı yavaş ve sessiz tutuyordum. En azından bir hafta öncesine kadar bunu yapmayı deniyordum.

Aslında açıkta duran çoğu detayı delirmemek adına görmezlikten geliyor, parçaları birleştirmekten kaçınıyordum. Tapınmam gerekiyormuş gibi hissettiren güzelliğinden çoğu zaman şüphe duyması, ağlamak için kontrolünü tamamen kaybetmesi gerekmesi, özenli olmadığı herhangi bir anda üstünde hayranlıkla oyalanan bakışları biri onu eleştiriyormuş gibi algılaması…

Her şey açıktı. Her şey netti.

Hayatında hiç yer edinmemiş ve edinmeye de çaba göstermemiş anne-babasının bunlara sebep olmaları mümkün değildi. Onların yarattığı tahribat bambaşkaydı. Bu enkazın kaynağı, karşımdaki adamdı.

Bir hafta önce, onu koltukta sızmış halde bulup dizlerimde uyuması için saatlerce oyalandığımda bana artık görmezden gelmemem gerektiğini fısıldamıştı. Fısıldadığının farkında bile değildi belki ama ben bunu işaret olarak kabul etmiştim.

Yaşadıklarımdan yola çıkarak konuşuyorum demişti. Yaşadıkları… Duydukları, hissettikleri, hissedemedikleri… Hepsinin mimarı şimdi tam karşımdaydı.

Düşüncelerim dikkatimi dağıtacak kadar yoğundu ancak karşımdaki hareketlenmeyi fark edemeyecek kadar kör olmamıştım.

Oturtulduğu sandalyede başı öne doğru düşmüş şekilde bir süredir derin(!) bir uykuda görünüyordu. Hareketlenmeye başladığında ilk yaptığı başını hızla kaldırmak ve nerede olduğunu anlamak için etrafı bakışlarıyla taramayı denemek olmuştu.

Oturduğu yere hiçbir şekilde bağlı değildi. Ayağa kalkabilir, tüm uzuvlarını kontrol edebilirdi. Elini kolunu bağlayıp ondan çekiniyormuşum gibi karşısında ahkâm kesecek değildim.

Bu serbestliğe rağmen yerinden kalkamamış, kolunu bile oynatamamıştı. Çünkü bakışlarının boş odada çarptığı ilk yerde ben vardım.

Beni tanıdığından kesinlikle emindim. Tıpkı kiminle evli olduğumu bildiğinden emin oluşum gibi…

“Sen-…” diyecek oldu ancak devamı gelecek gibi olan sözcüğün ardı boş kalmıştı. Gözlerini birkaç kez kırpıp suratıma baktığı sırada arkama doğru yaslandım.

Bu asalak mı bana benziyordu?

Pekâlâ. Benzemiyordu diyemezdim. Göz rengimiz dışında yüzümüzde eşleşebilecek birden fazla benzerlik vardı.

“Başka birini mi bekliyordun?” dedim ne yüksek ne kısık bir ses seçip.

“Ne istiyorsun?” derken cesaret gösterisine hızlı bir geçiş yapmış gibiydi. Omuz silktim. “Hiçbir şey. Senin sahip olduğun ama benim olamayacağım hiçbir şey yok, Yener. Senden bir şey isteyecek kadar çaresiz mi görünüyorum?”

Yüzündeki her çizgiyi yeniden çizmesi gerekecek şekilde onu mahvedebilirdim. Yüzlerimizde bir nebze benzerlik vardı belki ancak bana kıyasla ince kalan bedenini un ufak edebilirdim. Kalıcı izlerle birlikte hayatına beni hiç unutmadan devam ederdi. Ona keyifli bir anı armağan etmiş olurdum.

Ancak herkese önce daha iyi anladığı dilden konuşmak gerekiyordu.

“Duyumlarıma göre her şeyin en iyisine layık bir adammışsın, öyle tercih ediyormuşsun yani. Birinin ya da bir şeyin sana yakışması için mükemmel olması gerekirmiş.”

Bakışları donuklaştığında burnumdan kısa bir nefes vererek güler gibi bir ses çıkarttım. “Bunun için bayağı çabalıyor gibisin. Başarılı bir kadın ile herkesin gözü önünde örnek bir ilişki yaşıyorsun, yeterli gelmiyor olacak ki senin ölçülerine göre başarısız ama fiziksel olarak güzel bir kadınla da başka bir ilişki içindesin.”

Daha önce hiç aşağılanmamış gibi görünüyordu. Bu kısım diğer kısımlardan çok daha keyif vericiydi.

“Ne saçmalıyorsun?” diyerek paçayı kurtarmak için geç de olsa bir şeyler gevelemişti ancak çoktan ifadesi benim söylediklerimi doğrulamıştı.

“Her iki özelliği aynı anda taşıyabilen bir kadın olsaydı hayatında… Her şey daha mı kolay olurdu?” diye sordum oturuşumu hiç bozmadan. Yüzüm sabit bir şekilde sakin bir ifadeyi ağırlıyordu.

Çenesinin kasıldığını, gözlerindeki gerginliğin kıskançlıkla yer değiştirdiğini gördüğümde parmağımı bir an şıklattım. Aklıma yeni bir detay gelmiş gibi görünmüş, odada bu tiz sesin yankılanmasına neden olmuştum. “Vardı değil mi? Başarısıyla da güzelliğiyle de dudak uçuklatan bir kadın hayatındaydı aslında.”

“Ne o?” dedi kabuğunu sert tutmaya çalışırken. “Karının eski ilişkilerini araştırırken ben gözüne bir tehdit gibi mi göründüm?”

Sırıttım. Bu, Seray’ın gözlerini kırpıştıra kırpıştıra baktığı ve az denk geldiği için söylendiği sırıtışlarımdan biri değildi. Ona asla sunmayacağım kadar aşağılayıcı bir sırıtıştı.

“Yetersiz bulduğun o değildi,” diye mırıldandım. “Yetersiz olan sendin. Bunu o kadar iyi biliyordun ki tek yetersiz hisseden sen olma diye ona akıl almaz takıntılar hediye etmişsin. Saçı düzken kötü görünüyor, ağladığında gözleri çok şişiyor, makyajla uyursa sabah çirkin uyanıyor…” Sırayla saymaya başladıklarım fark edebildiklerimin küçük bir kısmıydı, sayamadıklarım vardı ve bir de henüz fark edemediklerim vardı; emindim.

“Sikik şansınla, bu boktan karakterine rağmen bir tanrıçaya denk gelmişsin Yener. Kırılgan egon onun yanına yakışmamayı kaldıramamış olmalı.”

Gözlerinin beyaz kısımlarında kendini göstermeye başlayan ince kızıl damarları gördüğümde içten içe gülmeye devam ediyordum ancak artık dudaklarımdaki sırıtma ortadan kaybolmuştu.

Başını iki yana salladı ritimsiz bir şekilde. “Seray mı anlattı bunları sana?” derken adını anması mı yoksa adını anarken takındığı tavır mı beni ateşlemişti seçemiyordum.

Şakağımdaki damarın gözümün seğirmesine neden olacak şekilde zonkladığını hissettim. Sandalyeden kalkıp onun dibine girmem birkaç saniyeden kısa sürmüştü. Üstündeki tişörtün yakasından kumaşı yırtmaya bir kala bir kuvvetle tutup elimi çenesinin altına doğru bastırdığımda oturduğu yerden bana bakmaya çalışıyordu.

“Sana onun adını anma hakkı tanımadığımı belirtmeyi unutmuşum,” dedim küçük bir detayı atlamışım gibi. Çenesinde bir süre onunla kalacak bir kızarıklığın yer ettiğinden emin olduğumda elimi hoş olmayan bir şeye bulamışım gibi ondan uzaklaştırıp ellerimi birbirine sürtüp çırptım. Kendi gömleğimi rahat hareketlerle düzeltip oturmakta olduğum sandalyeme döndüğümde bana takılı kalan bakışları az öncekinden biraz daha çekingendi.

Karşısına gömlek pantolon gelip sakin sakin konuşunca, o ne derse desin durumun böyle süreceğini zannetmesi kendi aptallığıydı.

“Sadece sonu gelmez bir para yığınından ibaret olduğunu sanıyordum, ne ayaksınız? Bir de mafya mısın? Onu apar topar evlenmeye ikna eden soyadının ekonomik ayrıcalıkları değil miydi?”

Sıkıntıyla ofladım. Boşa kürek çekiyormuş gibi hissettiğim ilk andı.

“Sen cidden onu tanımaya bile tenezzül etmedin değil mi?” dedim yorgunlukla. Parayla ya da statü ile mi evlilik yaptığını düşünüyordu? “En azından gitmeyi bilmişsin,” dedim yalancı bir tebrikle. “Onu bıraktığın için koca bir tebriki hak ediyorsun.”

Konuşmuştum. Konuştuklarıma vereceği tepki umurumda da değildi açıkçası ama yine de yüzüne bakıyor olduğum için her sözcüğümde değişen mimiklerini gözden kaçırmamıştım. Alayla sunduğum tebriklerin karşılığında gözlerindeki öfke ve yüzünün geneline hakim olan diğer her şey bana öyle bir gerçeği fısıldadı ki başımı geriye atarak uzunca güldüm.

“Siktir,” diye homurdandım doğrulabildiğimde. Gülüşüm kaybolmamıştı. “Giden sen değildin.”

Bu işin nasıl sonlandığını şu ana dek bilmiyordum. Seray’a bunu soramazdım ve bu bilgiye Yener piçine dair diğer bilgilere ulaştığım gibi rastgele araştırmalarla da ulaşamazdım.

“Bitiren oydu değil mi? Terk edilen sendin.”

Uzun zamandır bu kadar keyiflenmemiştim. Her cümlemde o kasım kasım kasılıyorken ben herhangi bir yerden Seray’ın kokusuna maruz kalmış gibi gevşemiştim.

Bir elimi cebime sokuşturdum. Oraya dikkatlice koyduğum bir parça kuru lavanta dalını usulca sıkarken başımı ağır ağır salladım. “Basit bir oyun oynayalım,” dedim. Bu bir teklif değil, duyuruydu.

Merak ediyordu ancak merakı korkuyla öyle harmanlanmıştı ki ayırt etmek güçtü.

“Onunla birkaç saat zaman geçiren birinin bile cevap verebileceği birkaç soru cevaplayacaksın. Her yanlış cevap, senin için bir ceza.”

Gözleri irileşir gibi oldu. “Doğru cevaplar?”

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “İşin eğlenceli kısmı da burası. Doğru cevaplar da ceza puanı, Yener. Yanlış cevaplar onu tanıyacak kadar bile emek vermediğin için, doğru cevaplar ise karım hakkında bilgi sahibi olman hoşuma gitmediği için canımı sıkacak.”

“Suç işliyorsun,” dedi yutkunurken. “Beni buraya hapsederek ve böyle alenen tehdit ederek suç işliyorsun.”

“Ne kadar kötü bir adamım ben öyle,” dedim soğuk bir sesle. “O zaman oynamayalım. Daha kısa yoldan halledelim.”

“Tamam!” diye patladı birden. “Tamam, sor. Allahın belası, ne soracaksan sor. Bana ona değer vermediğim için dikleniyorsun ama sen çok mu önemsiyorsun onu sanki?”

“Aklın alamaz,” dedim tane tane. “Onu ne kadar önemsediğimi aklın alamaz, alabilseydi beni karşında gördüğün ilk an korkudan geberip giderdin.”

Gözlerinde yine kıskançlığa benzer bir şeyler gördüğümde onun kendini benim yerime koymaya çalıştığını anlayarak köpürmüştüm hızla. Ne hadle aklından bunu geçirebilirdi?

Pişman olmasına bile izin yoktu. Keşkelerle özlem duymasına izin yoktu.

En ufak bir abartı yoktu söylemlerimde. Ölecek ve öldürebilecek kadar yoğun hislerle boğuşuyordum.

İçimdeki öfkeden doğan ve aniden ellerime kadar varan gerilimi üstümden atmak için yakasına tekrar yapışıp bu kez onu yerinden etmiş ve sandalyesinden fırlamasına neden olmuştum.

Yapıp yapabileceğim hiçbir şey içimi tam anlamıyla rahatlatmayacaktı ama buna kanıp da onu pışpışlayacak değildim.

Düştüğü yerden kalkması ihtimali dahi yüzümü buruşturmama sebep olunca burnundan oluk oluk kan inmesine sebep olacak şekilde yumruğum yüzünü bulmuştu.

Sorular sormam için ve devamında ne olacağını öngöremediği için beklentiyle yüzüme bakınması, bunu yaparken olduğu yerde küçülmesi hoşuma gitmişti.

Dudaklarımı aralayacağım sırada odanın kapısı açılıp içeriye adım sesleri dolunca omuzumun üstünden kapıya bakmam gerekti.

İçeriye peş peşe Teoman ve Altuğ girdiğinde onların seslerin artmasıyla birlikte izleyici olmaya geldiklerini düşünerek umursamadan önümde kıvranan bedene odaklanmayı seçecektim. Teoman’ın yüzündeki ifadeye dikkat etmeseydim eğer kesinlikle varlıklarını umursamazdım. Ancak Teoman’ın rengi atmış yüzü ve Altuğ’un tetikte görünen beden dili birleştiğinde Yener’in yarı işlevsiz bedenini fırlatır gibi bırakmıştım.

“Ne oldu?” diyebildim sadece.

Burayı polis basacakmış tutuklanacağız ya da bina üstümüze yıkılacakmış hemen çıkmamız lazım gibi herhangi bir felaket senaryosunu duymayı seçerdim. Teoman’ın ağzını açıp söylediği iki kelime yerine, dünya üzerindeki tüm felaketleri bir bir ve hatta aynı anda yaşamayı gözüm kapalı kabul ederdim.

Seray kayıp,” demişti çünkü.

Ne zaman şaka yaptığını ve ne zaman ciddi olduğunu anlayabildiğime lanetler ettiğim bir andı. Teoman’ın ciddiyetini seçebildiğime nefret kustuğum bir andı.

Yenge diye o varken de yokken de başımın etini yiyip duruyorken şimdi öylece adını kullanası mı gelmişti? Teoman hiç olmadığı kadar ciddi ve hiç görmediğim kadar gergindi.

Bu, Seray kayıp çünkü ulaşamıyoruz demek değildi. Bu, Seray kayıp ve kötü bir şeyler oluyor demekti.

 

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm