Gözyaşı Kadehleri 38.Bölüm
38.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
Odamın kapısı kapandıktan sonra içeride yalnız
kaldığımda yerimden kalkmamaya en fazla birkaç dakika direnebilmiştim.
Birkaç dakikanın az önce odamdan çıkan kişinin
kattan uzaklaşmış olmasına yettiğine kendimi ikna ettiğimde ise hızla
ayaklandım ve kapıya yöneldim. Odamdan hemen çıkmak için kapıyı biraz ani açmış
olacağım ki dışarıya olan ilk adımımda Ceylin sandalyesinde hareketlenip bana
döndü.
“Hocam?” diyerek nabzımı ölçer gibi sorgu dolu
bir sesle konuştu. Yürümeye başlarken elimde duran telefonumu işaret ettim.
“Telefonum yanımda, yukarı çıkmam lazım. Bir şey olursa ararsın beni.”
Birbirine bastırıp gizlemeye çalışsa da
dudaklarının kıvrıldığını görmemek mümkün değildi. Uzunca bir nefes verdim.
Ceylin’in üzerinde geçtiğimiz yıllarda nasıl bir izlenim bıraktıysam
evlendiğimizden beri konu ne zaman Cevahir olsa böyle sırıtık bir ifadeye
bürünüyordu.
“Ceylin!” dediğimde eliyle ağzına fermuar
çeker gibi yaptı ancak bu gösterişten ibaretti, çenesini kapattığı yoktu.
“Acele etmeyin hocam, ben size ulaşamazsam kimi aramam gerektiğini biliyorum.
Her türlü ulaşırım acil bir durumda.”
Baygın bakışlarla Ceylin’i süzdükten ve ondan
yaramaz bir çocukmuş gibi arsız bir kıkırdama aldıktan sonra en yakındaki asansöre
doğru yürüdüm. Sanırım Ceylin, özlemimden dolayı yönetim katına çıktığımı
düşünüyordu; oysa derdim acilen kocama bir şeyler yetiştirmek ve fikrini
öğrenip kendimi uzun uzun düşünmekten kurtarmaktı. Konuşmak için akşamı
beklemememin tek nedeni bu değildi fakat birkaç saatte dahi Cevahir’i özleyebildiğimi ve dibinde
durmanın bana nasıl iyi geldiğini Ceylin’e itiraf etmem mümkün değildi. Bu
itirafı henüz sadece kendime yapabilecek kadar cesaret sahibiydim.
Asansör onuncu katta durduğunda koyu renk,
kısa kumaş eteğimin altına uydurduğum ayakkabılarımın topuk sesleri binanın en
sessiz katında fazlasıyla yankılı şekilde yayılmıştı. Üstümdeki gömleğin
göğsüme doğru inen düğmelerinden ikisini az önce asansördeyken geri açmıştım.
Sabah giydiğimde sırf Cevahir’in uykulu ama
kaba bakışlarını elde edebilmek için bu şekilde bıraktığım düğmeler aslında
odamdayken olağan ölçüde kapalılardı. Odama geçtiğim anda kapatmıştım hatta.
Cevahir’in bir süredir devam eden, giydiğim, sürdüğüm, denediğim hatta bahsini
ettiğim her şeye ‘güzel, çok güzel’ demek dışında tepki vermeme grevini kırmaya
çalışıyordum aslında.
Geçen haftadan beri aynıydı. Hoşuna
gitmeyeceğini bildiğim saçmalıkta renkler, dekolteler, kendim bile anlam
veremediğim uyumlarla kombinler yapmıştım ama bana mısın demiyordu. Sakince
beni süzüyor ve güzel göründüğümü farklı şekillerde dile getirmekle
yetiniyordu.
Bir şeyler sezmiyor değildim ancak
sezdiklerimin doğru olmaması işime geldiğinden aklımı bunlarla meşgul etmemeye
çabalıyordum.
Cevahir’in odasının önüne geldiğimde kapıyı
açmadan önce usulen kapıyı çalmıştım. İçeride başka biri varsa dan diye girmem
hoş durmazdı. Yalnız olduğundan emin olabilseydim, yani şansıma asistanı tam şu
an masasını terk etmemiş olsaydı kendimi içeri atacağım kesindi.
“Gel,” diyen soğuk sesini duyduğumda kapıyı
açmıştım. İçeride yalnız olmadığını gördüğümde sesinin sertliğine karşı yüzümde
oluşmak için can atan buruşukluğu güç bela engelledim.
Atalay hoca, Cevahir’in masasının önündeki
deri koltuklardan birinde oturuyordu. Ciddi bir konuşmayı ortadan bölmüş
hissederek gerildiğimde daha fazla adım atmadan durdum. “Daha sonra
gelebilirim,” dedim ikisine sırasıyla bakıp. Onların bakışları kapıyı açtığım
anda bana çevrilmişti zaten.
“Gel Seray,” dedi Atalay hoca ayaklanırken.
“Ben de çıkmak üzereydim.”
Emin olmak ister gibi Cevahir’e döndüm ama o
en hararetli konuşmasını bile ben geldim diye keyfince yarıda kesebilirdi, güvenmem
mantıksızdı.
“İşle ilgili bir şey mi konuşacaksın? Bugün
acilde bir karmaşa çıkmış sanırım, orada mıydın?” diyen Atalay hocaya doğru
baktım. “Öyle olsa size uğrardım hocam,” dedim omuz silkerken. “Önce bu odaya
gelmem birçok yönden etik dışı.”
Atalay hoca önce bıyık altından güler gibi
görünse de sakin ama resmi ifadesini pek bozmadı. Neredeyse gülecek olmasına
neden olan Cevahir’in benim cevabımdan sonraki huysuz suratıydı muhtemelen, hak
veriyordum.
Atalay hoca kapıya yöneldiğinde kapının
önünden biraz sola doğru kaydım. O kapıyı açmadan önce tekrar konuştum.
“Hocam?” dediğimde bana döndü eli kapıdayken.
“Mesai bitene kadar başhekim kimliğinizden
çıkmayı sevmiyorsunuz ama akşam sizi belki göremem…”
Başını hafifçe omuzuna doğru eğdi. “Nil’le mi ilgili?”
Ben cevap veremeden Cevahir homurdanışı
kulaklarımıza doldu. “Nilgün.”
Yanağımın içini ısırarak tepki vermekten
kaçtıktan sonra konuştum. “Kendisi ile bir miktar küsüm. Sizin yanınıza uğrayıp
benim odamın önünden bile geçmemeye devam ederse küslüğümün dozajını arttırmayı
planlıyorum. Bu mesajımı iletirseniz çok sevinirim.”
Atalay hoca bu kez gerçekten gülümsedi. Kısa
sürdü ama en azından resmi ifadesini bozabildiğim için daha rahat hissetmiştim.
“Oğlu bu mesajları direkt kendisine iletiyor,
sen neden beni elçi yaptın?”
Cevahir’in arayıp annesine sitem ettiğine ara
ara şahit oluyordum, şaşırmamıştım hiç.
“İşe yarayacak olanın bu yol olduğundan
eminim,” dedim yan bir sırıtışla. Nilgün teyzenin kendisine yakınmalarımızı pek
kafasına takmadığını biliyordum, ancak Atalay Kansu tarafından ikna edilmesini
çok daha olasıydı.
Burnundan kısa bir nefes verdikten sonra başka
bir şey söylemedi ancak bakışlarından beni gayet iyi anladığını görebilmiştim.
Kapıyı açmadan önce Cevahir’le kısa bir bakışma yaşamış ve daha sonra odadan
çıkmıştı.
Odada yalnızca iki kişi kaldığımızda olduğum
yerde ellerimi üstümdeki beyaz önlüğün ceplerine sıkıştırdım.
Cevahir sandalyesini yavaşça geriye itip
masasıyla arasında bir mesafe açtığında ağır çekim sayılabilecek bir
uyuşuklukla ona doğru yürüdüm. Odaya gelene kadar ona varmak için aceleciydim
ama bunu bilmesine gerek yoktu.
“Ben geldim,” dedim son bir adım kala haber
vererek.
“İşle ilgili konuları benimle görüşmen etik
dışı ama bu odada işle yakından uzaktan ilgisi olmayan şekillerde kalıcı izler
bırakman etik çerçevesinin içinde mi, karım?”
Pekâlâ, ben daha çok ‘hoş geldin’ gibi bir
karşılık vermesini bekliyordum. Direkt savaşmak mı istiyordu?
Boğazımı temizler gibi kısaca öksürdükten
sonra kalçamı masasına yaslayıp ona dönük kalacak şekilde durdum. Bacaklarının
hizasında değildim, masanın biraz daha ucuna doğru dayanmış ve bana bakabilmesi
için sandalyesini biraz çevirmesine neden olmuştum.
“Bir daha olmaz,” dedim içerlemiş gibi. “Küçük
bir hataydı.”
Gözlerindeki anlık alevlenmeyi elbette
görmüştüm. Zihninden bu odada olup biten ve on günden daha uzun bir maziye
sahip olan sahnelerin akıp gittiğinden emindim.
“İnsan hata yapa yapa öğreniyor, kendine fazla
yüklenme.”
Kendimi tutamayarak güldüm. “Yüklenmem,” dedim
kabul eder gibi.
Ellerim ceplerimde durduğu için dokunuşuna
müsaade yoktu ama bunu pek umursamadan kolumdan tutup beni biraz çekmiş ve
karşısına doğru kaymama neden olmuştu. Geri ittiği sandalyesiyle masası
arasında kaldığımda bir nevi onun kıskacındaydım.
Neden odamdan çıktığımı ve apar topar buraya
geldiğimi yeniden hatırladığımda kaşlarım karmaşayla dolu hislerle çatıldı.
“Ben bir şey söyleyeceğim sana, o yüzden geldim.”
Benim aksime onun kaşlarının çatılması
kesinlikle gerginliktendi. İlk aklına gelen ihtimalin çokça olumsuz olduğunu
dile getirmesine gerek olmadan ifadesinden anlamıştım.
“Bir şey mi oldu? İyi misin?”
Başımı iki yana salladım. “Bir şey olmadı,”
dedikten sonra düzeltir gibi devam ettim. “Yani bir şey oldu ama kötü olacağım bir
şey olmadı.”
Üstü kapalı konuştukça onun da aklını
bulandırıyordum sanırım. Bir elimi zorla cebimden çıkartıp tuttuktan sonra beni
öne doğru düşmeye teşvik ettiğinde hiçbir direniş göstermedim.
Dizine oturmuş, bacaklarım onun bacaklarının
arasında kalacak şekilde yan dönmüştüm. Ayakta dikilmek benim için akıl kârı
değildi zaten ve masanın diğer tarafına geçmeme de onun surat ekşiteceğini
biliyordum. Ortak çözüm buydu.
Bir kolunu belime sardığında ben de avucumu
omuzuna yaslayıp yüzümü yüzüne doğru çevirdim. “Buraya gelmeden önce odamda kim
vardı biliyor musun?” diye sordum gözlerimi gözlerinden ayırmazken.
Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Hangi
tahmini cevap yüzünden kaskatı kesildi bilmiyorum ama beni de germiş ve hızla
kendi sorumu kendim cevaplamama sebep olmuştu.
“Beril,” dedim açıklayarak. “Beril uğradı
yanıma.”
Gergin ifadesi parçalanırken yüzünde biraz
merak can buldu. “Bir sorun mu varmış?” diye sordu tereddütle. “Bebeği için mi
gelmiş?”
Dudaklarımı büktüm bilmiyorum dercesine. “İlk
sorunun cevabı hayır, ikincisinin cevabı ise hem evet hem de hayır.”
“Niye bilmece gibi konuşuyorsun yavrum?”
Gözlerimi kıstıktan sonra biraz yüzüne
bakındım. “Bir an önce anlat da odamdan çık git mi diyorsun?”
Ona yüz kızartıcı bir iftira atmışım gibi baktı.
Belimde duran kolu daha hissedilir hale geldiğinde sırtım ona değil koltuğa
dayalıymış gibi rahatça yükümü bırakmıştım. “Ölen kalan yoksa mesai bitimine
kadar odamda kalabilirsin, yerimden kıpırdamam.”
Kısa bir nefes vererek güldüm. “Bensiz beş
dakika bile duramıyorsun, Avcıoğlu. Ne bu halin?”
Bir an dudakları aralandı ve gözleri her ne
söylemeyi planlıyordu ise o planın gölgesinde parladı. Dudaklarından hiçbir şey
dökülmeden sessizleştiğinde kaşlarımı çattım. “Neyi yuttun öyle zar zor? Ne
söyleyecektin?”
Dudaklarını dudağımın kenarında bir noktaya
usulca bastırdığında gözlerim kısılıp kapanır gibi olmuştu. İstemsizce kendimi
yan bir şekilde göğsüne doğru bıraktığımda bir diğer öpücüğü de dudaklarımın
tam üstüne denk gelmişti.
“Beril neden gelmiş?” diye sorduğu sırada
yüzlerimiz arasındaki mesafeyi de biraz açmıştı.
“Cumartesi akşamı onu yanlış anlamış olmamdan
şüphelenmiş, kendisini açıklamak istemiş.” dedim konuya giriş yaparak. “Sana
yetiştiririm diye bana değil Volkan’a gitmişler ya hani…”
“Dışarıya kocasından gizlisi saklısı olmayan
bir kadın imajı yansıtıyorsun demek ki.”
Sinir bozukluğuyla güldüm. “Sürprizlerini
bozmayı göze alıp sana koşmazdım öğrendiğimde.”
Dudaklarını birbirine bastırdı. Başını hafifçe
sallarken ‘biliyorum’ demişti bakışlarıyla. Az rastlanır anlardandı ama Cevahir
Avcıoğlu da şaka yapabiliyordu. Çoğunlukla
sadece bana…
Konuya geri döndüm biraz sonra. Bir yandan da
elim gömleğinin yaka kısmındaki olmayan kırışıklığı düzeltir gibi kıpırdayıp
duruyordu. “En azından herkes öğrendikten sonra rutin kontrollerine benimle
devam ederler diye düşünmüştüm o akşam, bir şey söylemedim ama tabii.”
“Ben de öyle düşünmüştüm,” dediğinde şaşkınca
baktım. “Ama bana bir şey söylemedin. Evde bile..?”
“İrdelemek istemedim, konuyu sen açmasan
söylememeye devam ederdim.”
“Neyse işte,” dedim omuz silkerek. “Beril
yalnız geldi yanıma bugün, yabancı biriyle görüşmeyi daha uygun bulan
Doğan’mış. Beril de ısrarcı olmak istememiş. Benimle ilgili bir durum
olmadığını ve aklına bir şey takılırsa zaten elinin beni aramaya gideceğini
söyledi.”
Cevahir söylediklerimi dinledikten sonra
belimdeki eliyle parmaklarının altındaki tenimi okşadı. “Bu nasıl hissettirdi?”
diye sorduğunda yüzüm kontrolsüzce buruştu.
“Psikolog diliyle konuşma,” dediğimde tepkimin
aniliğinin onu şaşırtmasını beklemiştim ancak beklentime ters bir şekilde bunu
garipsememiş gibi düz bakışlarla bana bakmakla yetinmişti.
Onun benim tepkilerimi ve hareketlerimi
öngörebilmesine karşın ben yarı yarıya başarısız sayılabilirdim. Aylar geçmişti
ama zaman zaman beni hiç beklemediğim hamlelerle şaşırttığı oluyordu.
Başını birden eğip yüzünü gömleğimden açıkta
kalan yere, boynumla göğsüm arasındaki boşluğa bastırdığında şaşkınca
duraksamıştım. Olduğu yerden kıpırdamadan, her hecesinde dudakları tenimle
buluşurken mırıldandığı yarı anlaşılır sözcükler ise şaşkınlığımı daha da
arttırmıştı.
“Bana kızacak olman umurumda değil.”
“Ne?” diye fısıldarken sesim aklımdaki karmaşa
ile doluydu. Ne kızmasından bahsediyordu?
“Bildiğimi okuyacağım ve karşılığında senden
alacağım tepki umurumda değil.”
Hızla geri çekildim. Omuzlarından tutarak
geriye ittiğim bedeni benden uzaklaştığında bakışlarımı yüzüne dikmiş ve
kaşlarım çatık halde ona bakmaya başlamıştım.
“Ne demek bu? Hangi konudan bahsediyorsun?”
İfadesiz bakışlarla beni izlerken sakindi. Cevap
vermekte geciktiğinde -yaklaşık üç saniye kadar sabretmiştim- dudaklarımı
araladım. “Cevahir?” dedim bastıra bastıra. “Ortaya üstü kapalı bir şeyler atıp
susamazsın.”
“Neden?”
“Ne demek neden?” diye patladım gerginlikle.
“Aynı anda kaç konuyu düşünmeye çalıştığımdan haberin var mı? Çok rahatmışım
gibi bir de sen garip bir şeyler saçmalıyorsun şimdi.”
Ona kızıyorken kucağında bebek gibi oturmamın
çelişkili olduğunu düşünerek bacağına yaslı duran kalçamı oynattım. Kalkmak
için kıvrandığımı anlamıştı tabii ki. Kolunu belime daha sıkı sardı.
Ne kadar sıkı tutarsa tutsun canımı yakacak
kadar ileriye gitmeyeceğini biliyordum. Eğer direnip kendimi zorlarsam kolunu
mutlaka gevşetecekti. Öyle de oldu.
Kendimi savurur gibi öne attığımda kolunu
belimden ayırmasını sağlamıştım. Ayağa kalktıktan hemen sonra uzağına bir adım
atıp bedenimi ona doğru çevirdim.
Oturuyor olduğu için ona biraz yukarıdan
bakıyordum. Gözlerimi gözlerine dikip boş bakışlarla yüzünü süzdüm. “Derdin
benim sinirlerimi bozmaksa, derdin bizi aylar öncesinde olduğumuz konuma geri
taşımaksa… Sahne senin, Avcıoğlu. Beni kızdır, oyununu arkamdan sürdür ve benim
hissettiklerimin ‘umurunda olmadığını’ anlatmaya devam et.”
“Söylediklerimi anlayabileceğin en yanlış
yerden tutup anlıyorsun,” derken yüzü kaskatıydı.
“Ve bunun suçlusu ben miyim?” dedim alayla
gülüp. “Öyle çok ayrıntı verdin ki ben mi neyi nasıl anlayacağımı bilemedim?”
“Hiçbir şeyin suçlusu sen değilsin,” derken
sesi az önceki ifadesizlikten uzaklaşmış, sitemli bir hal almıştı. “Ama öyle
davranmaktan geri duramıyorsun. Bu yüzden burnumu sana dair her konunun içine
sokmaktan gocunmayacağım.”
Hayatımda bu söylenenlere uyabilecek birden
fazla sorun bulunması küçük(!) bir talihsizlikti. Hangi birinden bahsettiğini,
konunun şu anda tam olarak ne olduğunu anlayamıyordum. Rastgele bir tahminde
bulunup onu diğer yöne yönlendirmek gibi bir düşüncem de yoktu ama çenemi
tutamamıştım.
Çenemi tutamamak… Yine son zamanlarda değişen
bir özelliğimdi. Konuşmayı hiç öğrenmemişim gibi susabilir, içimi dökmeden
yıllarca yaşam sürebilirdim; daha önce denememiş değildim. Ancak onun
karşısındayken bunu yapamıyordum.
“Oğuz yurtdışına geri dönecekmiş,” dedim
sessizce. “Bu konuda bir şey yapman gerekm-…”
Yüzü bir kilo limon yemiş gibi buruştu.
Kusacak gibi görünüyordu. “Adım atmayı bilmeyen, cesaretin c’sini taşımayan
herifin tekiyle uğraşacak değilim, Seray.”
Evet… Bu nedenle adamı kovup üstüne bir ton da
para ödemişti, değil mi? Kesinlikle sıfır umursama etkisi altında verilmiş
kararlardı bunlar.
Omuzlarımı düşürdüm. Konu Muhsin’di o halde.
Dudaklarımı aralayacağım sırada önlüğümün
cebinde duran küçük çağrı cihazı titremeye ve tiz bir ses çıkartmaya başladı.
Elim hızla oraya gitmiş ve Cevahir’e son bir bakış attıktan sonra tek kelime
etmeden odasından bir hışımla çıkmıştım.
Acilden gelen çağrı hem en doğru anda hem de
en yanlış anda gelmiş sayılırdı.
İlerleyen saatler boyunca başımı kaşıyacak
zamanımın olmadığı, hastalar dışında başka bir şeyle ilgilemeyecek kadar yoğun
olduğum bir süreç geçirmiştim.
Son hastamı odamdan uğurladıktan sonra, iki
gün burada olmayacağımdan Cuma akşamları asla atlamadığım viziteleri halletmek
için servis katına çıktım.
Hastanede yapmam gereken her şey bittiğinde
odamdan çantamı almış ve boşalan koridorlarda sadece kendi topuk seslerimi
duymanın sakinliği ile yürümeye başlamıştım.
Giriş kata geldiğimde asansörden iner inmez
otoparka doğru açılan çıkışa yöneldim. Sessizce çıkıp gidebileceğimi umuyordum
ama Vita’nın tabii ki farklı planları vardı.
“İyi akşamlar, hocam!” diyerek diğer uçtan
buraya kadar tok sesini ulaştıran tanıdık tınıyı duyduğumda adımlarımı
yavaşlatmış ve sesin geldiği yöne dönmüştüm. Asansörden inmeden önce dışarıda
uğraşmamak için düzgünce taktığım güneş gözlüğümü aşağıya doğru hafifçe
kaydırdıktan sonra boşta kalan elimi yavaşça kaldırdım.
Alper gibi buradan oraya bağırmayacaktım ancak
hiçbir tepki vermeden de gidemezdim. Alper de benim elimi havalandırmamın
verebileceğim en yüksek tepkim olduğunu bildiği için otuz iki diş sırıtmıştı
zaten.
Yanında durmakta olan, kıyafetlerinden stajyer
olduklarını anladığım öğrencilerden birini dürttü omuzuyla. Alper’in benim
sessiz vedam ile hava atmasına içten içe gülerek gözlüğümü eski haline getirdim
ve çıkışa doğru yürümeye devam ettim.
Aklı yerinde tek bir insanın dahi beni
bulmaması, sanıyorum ki artık üstüme yapışmıştı. Dönüşü yoktu.
Aklı yerinde olmayanlardan bahsetmişken… Arabamın
şoför kapısına yaslanmış, elleri pantolonunun cebinde bekleyen biri vardı.
Tıpkı benim gibi onun da gözlerinde güneş
gözlüğü bulunduğu için bakışlarının nerede olduğunu aslında görmemem gerekirdi
fakat dümdüz bir şekilde olduğum yöne dönük başı yeterince büyük bir ipucuydu.
Onu yok sayarak elimdeki anahtar ile arabamın
kilidini açtıktan sonra ön yolcu kapısını araladım. Çantamı koltuğa bıraktım.
Acele etmeden doğruldum ve açtığım kapıyı sert bir sesle kapattım.
Arabanın önünden dolanıp bineceğim kapıya,
dolayısıyla onun olduğu yere vardığımda derin bir nefes aldım. “Arabanız mı
bozulmuş Cevahir Bey? Neden arabamdasınız?”
Sabah ayrı ayrı saatlerde gelmiştik. Ben işim
olduğu için o uyanmadan çoktan hazır olup evden çıkmıştım. Bu nedenle Vita’da
birlikte olduğumuz günlerde nadiren yaşanan bir durum doğmuştu, ikimizin de
arabaları buradaydı.
“Bozulmuş,” dedi tam önünde durduğum halde
daha yakın olabilmemiz için yaslandığı yerden doğrulurken. Yalan söylediğini
ikimiz de biliyorduk. “Seninle geleceğim.”
Dudaklarımı büktüm. “Aynı yere gitmiyoruz
ama.”
Gözlerini görmeme engel olan siyah güneş gözlüğünü
çıkartıp elinde tutmaya başladıktan sonra yüzüme dikkat kesildi. “Ne demek
şimdi bu?”
“Beste ile buluşacağım,” dedim omuz silkip.
“Seni eve bırakabilirim ama çok zor durumdaysan.”
Arabası görüş açımdaydı. İki sıra ötede duruyordu.
Çalışıyor olduğundan da emindim.
“Aniden mi planladınız?” Cevap evetti. Bugün,
gün içerisinde konuşmuştuk. Aslında odasına gittiğimde bu konudan da
bahsedecektim ona fakat beni bambaşka bir ruh haline sürüklemişti.
“Yok,” dedim rahatça yalan söyleyerek.
“Belliydi aslında.”
Ona haber vermek aklıma bile gelmemiş gibi
konuştuğumda kaşları havalanır gibi oldu ama günün sonunda karşımdaki adam bir
çeşit robottu, ifadesini değiştirmemeye direnebilmişti.
“Güzel,” dedi başını yavaşça sallayıp.
“Evet,” dedim iç çekerken. “Müsaadenle o
zaman, kocam.” Oyuncu bir tavırla eklemiştim son kelimeyi. Gözlüğümün arkasında
hin bir parıldama vardı ancak ondan saklıydı. Onun gözlerindeki anlık parlama
ise az önce gözlüğünü çıkarttığı için gayet açıktı.
Başını eğip bana yaklaşacağını hissettiğimde
yana doğru hafifçe çekilerek ondan kaçtım. “Zamanı geriye sardık, Avcıoğlu.
Keyfi öpücüklerin iptal.”
“Hastanenin otoparkında olmamızı umursamadan
seni arabaya yaslamamı ister gibi baktığından eminim, gözlükle mi
gizleniyorsun?”
Sıkkın bir nefes alıp gözlüğümü burnumun ucuna
kaydırıp ona çerçevenin üstünden baktım. “Neyin umurunda olup olmadığı ile
ilgilenmemeye karar verdim, belli ki sık sık değişikliğe uğruyor. Arabaya da
yaslasan yaslasan kendini yaslarsın şu an, Cevahir. Kendimizi kandırmayalım
olur mu?”
Üstüme gelir gibi adımladığında arabanın
kapısından uzaklaşmasını fırsat bilerek sürücü kapısını açıp içeri geçtim. Kemerimi
çekiştirirken kapımı kapatmakta acele etmemiştim. Cevahir hareketsizce, bana
dönük halde ayakta dikilirken hiçbir şey olmamış gibi kapımı kapattım.
Arabayı çalıştırıp çıkışa doğru
hareketlendirdikten birkaç saniye sonra yorgunlukla iç çektim. Vitesi geriye
alıp az önce ayrıldığım noktaya doğru geri sürdüm. Bu sırada camı da açmıştım.
Henüz yerinden kıpırdamamış olan, bir eli
cebinde benim gidişimi izlerken şimdi yeniden görüş açıma giren Cevahir’le aynı
hizaya geldiğimde başımı cama doğru çevirdim.
Sorgu dolu gözlerle bana bakıyordu.
“Evde yemek yok,” dedim kötü haberimi dile
getirirken. Onu düşünerek bunu söylemek için geri geldiğimi sandığından olsa
gerek dudağının kenarı kıvrılır gibi oldu. Ben onun aksine kıvrımdan daha
fazlasını sunarak genişçe gülümsedim. “Zıkkımın kökünü tüketebilirsin bu
akşam.”
Az önce uzaklaştığımdan çok daha hızlı şekilde
gaza bastığımda önce onu görüş açımdan çıkartmış, sonra da hastane sınırından
ayrılmıştım.
Kendi kendime gözlerimi devirdim. Uzun
zamandır böyle sinir uçlarıma dokunduğu bir tavrına maruz kalmadığım için
bağışıklığım düşmüştü anlaşılan. Zira bundan birkaç ay önceki Seray için
Cevahir Avcıoğlu’nun bugünkü tavrı fazlasıyla olağandı.
~
“Yemeği neden apar topar yediğimizi ve buraya
gelene kadar konuşmakla bile vakit kaybetmediğimizi şu an daha iyi anlıyorum
sanırım.”
Beste gözlerini kısmış bir şekilde beni
izliyordu. Elinde henüz sadece bir iki yudum aldığı, hiç ilgimi çekmeyen bir
kokteyl vardı. Benim önümde ise dibini görmek üzere olduğum şarap kadehim…
Devamının gelmeyeceğinden endişe etmiyordum, açtırdığım şişe masanın kenarında
beni bekliyordu. Garsonun bittikçe yenileyebileceğini teklif etmesine karşın
ben şişeyi kucaklamış ve masaya almıştım.
“Ne anladın tam olarak?” dedim kadehte kalan
son iki yudumluk şarabı biraz sallarken.
“Yurttayken aynı etkinliği ağırlığını zor
kaldırdığın boyuttaki kola şişeleri ile falan yapıyordun. Kolanın sarhoş
etmediğinden emindim aslında ama zaman zaman beni şüphelendiriyordun açıkçası.”
İstemsizce güldüm. “Bütçe meselesiydi,” dedim
omuz silkerek. “Kolayla sarhoş olacak kadar param vardı Beste.”
Sarhoşluktan kastı benim herhangi bir içeceği
patlayana kadar içmem ve karnım ağrımaya başladığında bunu bahane ederek
ağlamaya başlamamdı. Bu, sarhoşken duygu patlamaları yaşayan Seray’ın ilk
versiyonuydu. Sadece Beste haberdardı.
Derin bir nefes aldıktan sonra kokteylinin
garip bir şekle sokulmuş pipetinden büyükçe bir yudum çekti. Büyük derken
abartmıyordum, neredeyse bitirmişti. Ben ne yapmaya çalıştığını anlamayı
denerken elini nazikçe havaya kaldırıp bir yere doğru salladı. Saniyeler içinde
masanın başında bizimle ilgilenen garson belirmişti.
“Boş bir kadeh alabilir miyim?” dediğinde
garson başıyla hemen onaylamış ve yanımızdan uzaklaşmıştı. Hızlı bir şekilde
elinde benim elimdeki kadehin aynısı ile geri geldiğinde Beste kadehi ondan
aldı. Ben bu sırada sessizdim.
Üstümdeki gömleğin düğmeleri ile oynamış,
eteğimi çekiştirmiş ve yerimde biraz kıpırdanmıştım.
Masada yeniden yalnız kaldığımızda Beste
kenara bıraktığım şarap şişesine uzanıp kadehini hatırı sayılır oranda kırmızı
şarapla doldurdu.
“Evet,” dedi şişeyle işi bittikten sonra.
Kadehini tutup bana doğru uzattı, kadehimle onunkini buluşturmamı beklerken
sakindi. “Geçtiğimiz on yılda, birbirimizden zerre haberimiz yokken neler
yaşadığımızı konuşacağımız geceye hoş geldik.”
Kadehlerden çıkan çınlama sesinin arkasına
karışan cümlesini duyduğumda başımı omuzuma doğru eğdim. Karşılaştığımız günden
beri ertelemiştik bunu sessiz bir anlaşma ile. Tıpkı lisedeyken yaptığımız
gibi, konuşmak yerine birbirimizin yanında gölge gibi durmakla yetindiğimiz
uzunca bir süre geçmişti.
Beste açık kumral saçlarıyla ve bala benzeyen
irisleriyle benim renklerime zıtken, paylaşacağımız şeylerde ortak noktalar
çıkacağından fazlasıyla emindim. Birbirimize dair hem çok şey biliyor hem de
hiçbir şey bilmiyorduk aslında.
“Hoş geldik,” diye mırıldandım onu kısaca tekrar
ederken. Bu bir onaydı.
Kimin hangi konu ile konuşmaya başlayacağı
belli olmadığı için kısa bir an ikimiz de sustuk. Sonra komik sayılabilecek bir
uyumla, aynı anda konuştuk.
“Babamı buldum.”
Seslerimiz birbirine karıştığında ikimizin de
aynı anda gözleri iri iri açılmıştı.
“Nasıl buldun?” diye sormakta birinci olan
oydu. Bu nedenle ilk cevap verme yükü bana yüklenmişti.
Göğsüm ağır bir nefesle şişti. “Vita’da
çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra,” dedim kısıkça. Beste daha da
merakla bakmaya başladı. “Oradan biri mi?”
“Biriydi,” dedim düzelterek. “Başhekimdi.
Artık değil.”
Beste masaya göğsünü dayayıp öne doğru eğildi.
“Sen mi kovdurdun?” derken keyiflenmek üzere gibiydi. “Cevahir’in senin için
kovduğu ilk isim Oğuz değildi yani?”
Oğuz konusunu Beste’ye ben anlatmıştım. Cevahir’e
daha az tazminat ödeyebileceği yollar sunup hukuki danışmanlık verirken konuyla
ilgili hiçbir çekincesi olmamıştı. Levent’in ‘bu iki duvar seni neden bu kadar
önemsiyor’ sorusunu andığım bir süreç olmuştu.
“Kimseyi kovdurduğum yok,” dedim biraz
karmaşık olan olaya giriş yapmak için. Sonra bir süre boyunca Beste’ye Muhsin
Paker ile aramda geçen her şeyi anlatmıştım. Ben susana kadar araya girmemiş
ancak bakışlarıyla nefret kusmuştu.
En son geçen hafta yaşanan, İzel ve annesinin
odama gelişinden sonra onun da gelmesiyle devam eden anı anlatmıştım. Beste ben
sustuğumda sövecek gibi bakmış ancak sanırım bunu yutmak için şarabından büyük
bir yudum almıştı.
Bu konunun zihnimde şu an için dallanıp
budaklanmaması adına elimle onu işaret ettim. “Sıra sende.”
“Ben tesadüfen bulmadım aslında,” dedi düz bir
şekilde bana bakarken. Buna şaşırmamıştım. Beste, onu tanıdığım ilk yıllarda da
babasının izini sürmeyi aklına koymuştu zaten. Annesini küçük yaşta kaybetmiş,
hiçbir iz olmayan babasının yokluğunda da annesinin akrabaları arasında göçebe
hayatı yaşamıştı yollarımız kesişene kadar. Her yerde fazlalıkmış gibi
hissetmiş, hiç kimsenin hayatına sığmamıştı. Tıpkı benim gibi o da olabilecek
en erken zamanda, liseyi yatılı okumayı seçerek bir başına kalmayı tercih
etmişti.
“Bir iz buldun yani?” dedim merakla.
Başını salladı. “Annemin günlüğünü buldum,
daha doğrusu bir günlüğünün olduğunu ağzından kaçıran teyzemden sonra didik
didik her yeri ve herkesi aradım.”
“Günlük babanı bulmana yetti o halde…”
Yanaklarını şişirir gibi oldu. “Yetti evet.
Elimle koymuş gibi buldum ve yanına gittim.”
Devamında iyi bir şey duyacakmışım gibi
hissetmiyordum. Beste’nin bakışları biraz dalgınlaşmıştı çünkü. “Beni
gördüğünde bana inanmaz ya da inansa da umursamaz sanmıştım ama çok mutlu oldu.
Özellikle avukat olduğumu öğrendiğinde…”
Beklemediğim şekilde ilerleyen hikâyeye
şaşkınca gülümsedim. “Görüşüyorsunuz o zaman, İstanbul’da mı o da?”
“İstanbul’da evet. Ümraniye’de.”
Gülümsedim. Ancak gülümsememi yüzümde donduracak
bir eklenti duyduğumda kadehime sarılmış ve koca bir yudum almıştım. “Cezaevinde.
Yirmi yılının henüz üçte birini yattı.”
Buz kesmiş gibi kalmıştım. Avukat olduğumu öğrendiğinde sevindi derken
konunun böyle bir yere bağlanacağını tahmin etmem mümkün değildi.
“Onu kurtaracağımı düşünerek bana yaptığı her
haltı anlattı, adımı sorup bir iki şey öğrendikten sonra tek odağı buydu. Ceza
Kanununa benden daha iyi hakim olan bir suç makinesi olduğunu fark ettiğimde
içeri tıkılmasına öncülük ettim.”
Beni ‘babanı kovdurdun mu’ diyerek tebrik
etmeye çalışması, kendisinin ‘babasını hapse attırmasıyla’ karşılaştırıldığında
hafif kalmıştı sanırım.
Ne diyeceğimi bilemeyerek ağzım yarı açık
kalakaldığımda Beste de iç çekerek şarabından yudumladı.
“Neyse,” dedi yudumunu bitirip kadehini masaya
bırakırken. “Baba itiraflarımızın sonuna geldiysek…”
“Geldik,” dedim hemen. “Geldik evet, başka bir
konuya geçebiliriz.”
“İlişkilerden konuşalım diyeceğim ama evlisin,
bana romantik tanışma hikâyenizi falan anlatırsan masaya kesin kusarım Seray.”
Sırıttım.
“Tanışma hikâyemize kesinlikle kusarsın,
evet.” dedim gülmeye devam ederken. Ama masaya değil Cevahir’in üstüne kusmaya
çalışabilirdi, emin değildim.
Beste’ye bir şeyler anlatmak tahmin ettiğimden
çok daha kolaydı. Lisedeyken bu kadar aptal olmayıp onunla konuşabilsem belki
de o günden bugüne biriktirmediğim bazı şeyler bugün daha az yük taşıyor olmamı
sağlayabilirdi.
“Evlilik hikâyesi istemiyorsan… Elimde nişan
da var.” dedim bir bacağımı diğerinin üstüne atıp. “Bu kadar zaten,” diye
ekledim göz devirerek. “Seçimleriyle ve zorunluluklarıyla birlikte hepi topu
iki tane hikâyem var.”
“En azından hikâyelerin var,” dedi beni tebrik
eder gibi. Dinledikten sonra tebrik etmek yerine beni masada pataklamaya
başlayabilirdi belki. “Benim gibi kimseye bağlanamayıp dünyanın en sıkıcı -yani
bana benzeyen- insanlarıyla vakit de öldürebilirdin.”
Kendi ilişki hayatını bıkkınca özetlemesine
kıkırdadım. Beste’nin karşı tarafta kendisi gibi birini aramasına
şaşırmamıştım. Güvenli bölge olarak görmüş ve hiçbir çıkıntı istememişti
muhtemelen. Riskten fazla kaçtığı için de hayat ona bir adet Levent Avcıoğlu
armağan etmiş olmalıydı. Yürüyen riskti. Her anlamda…
Acaba önce nereden başlamalıydım?
Anlaşmalı bir evlilik kabul ettiğimi
duyduğunda mı yoksa kendimi iyileştirmek için yirmili yaşlarımın başında başvurduğum psikoloğum ile olabilecek en
toksik ilişkiyi yaşadığıma ve onunla nişanlandığıma mı daha çok şaşırırdı?
“İki hikâyeyi de her ayrıntısıyla
anlatacağım,” dedim dirseklerimi masaya yaslayıp. “Ama bir şartım var.”
Kaşını kaldırıp şartımı duymak ister gibi
göründüğünde şartı sunarken daha havalı durmak adına kadehime uzanmış ve dibi
görünen kadehe şişeden şarap doldurmaya başlamıştım.
“Levent ile ne haldesiniz? Dürüst ol.”
Şişeyi geri bıraktıktan sonra kadehimdeki
şarabı biraz havalandırmak için çevirdim ve camı dudaklarıma yasladım.
Bir saniye sonra ise şarabı bardağa geri
püskürtmem ve kalanıyla da boğulup öksürmeye başlamam gerekmişti. Zira Beste
çok netti.
“Sevişmiş haldeyiz.”
~
Cevahir
Avcıoğlu’nun akşam rutinleri, aslında bir süredir tüm rutinleri, içerisinde
karısını da barındırmaya başladığı için o etrafta bulunmadığında asık suratlı,
hantal bir adamdan fazlası değildi.
Seray’a
sorulsa Cevahir zaten hep öyle bir adamdı ancak gerçekler biraz daha farklıydı.
Seray’ın
dışarıda geçirdiği bu Cuma akşamı, Cevahir’e hiçlikteymiş gibi hissettiriyordu.
Eve geldikten sonra elini neye atsa yüzünü huysuzca buruşturmuş ve her şeyden
bıkıp saatlerini hiçbir şey yapmadan geçirmişti.
Geleceği
zamanı bilmediği halde sürekli saati kontrol edip duruyordu. Yine saati kontrol
etmek için eline aldığı telefonunu geri fırlatamadan önce telefonu çalmaya
başladığında ekranda görme ihtimali olan birkaç isim vardı. O isimlerden
yalnızca biri kaskatı kesilen bedenini rahatlatabilirdi.
Arayanın
Teoman olduğunu gördüğünde sıkıntılı bir nefes üflemiş ve gerginliğinin daha da
katlanacak olması riskini alarak aramayı yanıtlamıştı.
“Söyle.”
dediğinde sesi yeterince keyifsizdi. Normal şartlarda da yumuşak seslerle
telefon yanıtlayan biri değildi ancak bu onun için bile belirgin bir
keyifsizlikti.
“Müsait
misin?”
Cevahir
sorunun sorulma nedenini gayet iyi biliyordu. Bir süredir devam eden bir
diyalogdu. Teoman’ın amacı Cevahir’in yanında kendisini duyabilecek yakınlıkta
bir yerde Seray’ın bulunmadığından emin olmaktı.
“Yalnızım,”
dedi Cevahir. Buna lanetler ediyormuş gibi tonlamıştı gerçi… “Bir hareketlilik
mi var?”
“Hareketlilik
bol, abi.”
Cevahir
yayılmış bir halde oturduğu koltuktan doğrularak dik bir konuma gelirken
kaşlarını çatar gibi oldu. “Ne oldu?”
“Bu itin
bir ilişkisi varmış.”
“Öğrendik
bunu zaten, Teo. Kliniğinin diğer ortağı olan kadın işte.”
Teoman
hattın diğer ucundan yarı keyifli bir sesle konuştu. “Yok abi, onu demiyorum.
Herif kliniğin etinden sütünden bayağı faydalanıyor. Şu an asistanı ile
birlikte. Saçma sapan bir lokasyondayız, bir onlar bir de ben varız.”
Cevahir
bu bilgiye çok şaşırmış değildi. Kazdıkça çıkacak olan hiçbir pislik onu
şaşırtmayacaktı. Zira gözlemlemekte oldukları adamın hamurunu fazlasıyla doğru
anlamıştı artık.
Dudaklarından
ağır bir küfür döktükten sonra sinirini atabilmiş değildi ancak öfkesini
Teoman’a püskürtmesinin bir anlamı da yoktu, biliyordu. “Dikkat çekme, dön. Bu
gece için yeterli.”
“Nasıl
istersen,” diyerek onaylamıştı Teoman hemen. Cevahir bu esnada telefonun
kapanacağını düşünüyordu ancak Teoman’ın bir sorusu daha vardı. “Biz bu herifi
sadece izlemekle mi yetineceğiz, abi?”
Günlerdir
hakkında bir şeyler aradığı ve fiziksel olarak da takip etmekte olduğu adamın akıbetinin
ne olacağını merak ediyordu. Bu adamın ismini bulup ortaya çıkartan da haftalar
önce yine kendisiydi. Cevahir kendisini aramış ve soğuk terler dökmesine neden
olan bir sesle ‘Seray biriyle nişanlanmış, bul onu’ demişti.
Aradan
bolca zaman geçmiş, Cevahir bir gözün üzerinde olsun demekten başka bir emir
vermemişti. Teoman bu konunun böylece kapanacağını düşünüyordu. Ta ki geçen
hafta, daha öncekinden çok daha korkunç bir sesle kendisini arayan Cevahir’le
karşı karşıya kalana kadar…
Bu kez
basit bir gözün üstünde olsun emri almamıştı. İçtiği suyun markasından, gün
içinde kullandığı güzergâhlara kadar her şeyi öğrenmesini istemişti Cevahir.
Teoman da tam olarak bunu yapmıştı.
Teoman
sorduğu sorunun karşıya ulaşmadığını düşünecek olduğunda, birkaç saniyeden
fazla sürenin sonunda Cevahir dümdüz bir sesle dudaklarını araladı. “Hayır.
Avlayacağız.”
Teoman
bulunduğu yerden uzaklaştırmaya başladığı aracının kontrolünü sağlamaya
çalışırken bir yandan da Cevahir’e ne demesi gerektiğini seçmeye çalışıyordu.
Ne derse desin onu aklındakinden uzaklaştırması mümkün değildi. Elinde böyle
bir güç olan tek isim, bu konudan asla haberi olmaması gereken tek isim ile
eşleşiyordu.
Başka
bir konu için Cevahir’in durdurulması gerekseydi Teoman koşarak Seray’a gitmeyi
düşünebilirdi ancak bu konu için bu kapı kapalıydı.
Teoman
bir şey söylemeden Cevahir konuştu tekrar. “Yarın haber bekle benden.” Konuşmuş
ve son sözcük ağzından çıktıktan sonra telefonu kulağından çekip aramayı
sonlandırmıştı.
Telefonu
bir kenara bırakmadan önce parmakları ekranda gezindi. Sık aramadığı ancak
aradığında mutlaka açılacağını bildiği numarayı bulup telefonu tekrar kulağına
yasladı.
Uzun
zamandır saklı duran bir alacağı vardı. O alacağın işe yarayacağı günün
gelmesini beklemiş, borcun kapanması için hiç aceleci olmamıştı.
Telefon
açıldıktan sonra sırtını yeniden rahatça koltuğa yaslamış, konuşurken olduğu
yere yayılmıştı. Tamamen rahatlamış değildi fakat daha fazla bekletmemeye karar
verdiği plan akıcı bir şekilde devam ettiğinde omuzlarındaki gerginlik biraz
olsun azalmıştı.
Cevahir’in
aklında yarını kurgulayarak geçirdiği yaklaşık bir saatlik sürenin ardından
yeniden telefonu çalmaya başladığında bu arama onu mutfakta yakalamıştı. Henüz
bir yudum bile almadığı suyu tezgâha geri bıraktıktan sonra telefonuna uzandı.
Gözü
önce saati buldu. Saat gece yarısına yakındı. Yarım saat kadar sonra yeni bir
gün başlayacaktı.
Arayan
isim ise bu saatte çok önemli bir şey için mi yoksa çok saçma bir şey için mi
aradığı anlaşılamayacak birine aitti.
“Levent?”
dedi şüpheyle. Hem bunun boş bir arama olmasını diliyor hem de boş bir arama
yapıyorsa onu ne şekilde boğabileceğini hesaplıyordu.
“Neredesin?”
Cevahir
kaşlarını çattı hızla. “Evdeyim. Ne oluyor?”
“Sen
evde kıçını devirmişken karın da kadeh kadeh içki deviriyor, Cevahir. O oluyor,
kardeşim. On dakikaya kapıdayım, yolumun üstündesin. Alırım seni.”
Cevahir’in
aklına ilk düşen senaryo -ve devamındaki en az on ayrı senaryo da- fazlasıyla
karamsardı. “İyi mi?” diye sormuştu bu nedenle öfkeyle. Öfkesi çoğunlukla
kendisineydi.
“İyi,
iyi. Bi’ sakin ol. Beste aradı. Mekândan çıkamıyorlar, kapıda magazinciler
varmış. Biri Seray’ın orada olduğunu yumurtlamıştır kesin.”
“Niye
çıkamıyorlar?” dedi Cevahir afallayarak.
Levent
gözünü yoldan ayırmadan içine içine güldü. “Onu söylemedi ama Beste benimle
konuşurken arkadan Seray sana saydırıyordu, belki bununla ufaktan bir ilgisi
olabilir. Uzatılan ilk mikrofona karşı yedi sülalene sövmesin diye Beste önlem
almak istemiştir.”
Cevahir
bugün hastanede yaşanan konuşmalarını ve en son nasıl ayrıldıklarını
düşündüğünde duyduklarına pek şaşırmamıştı. Bir şey söylemedi. Levent gelene
dek hızla üzerini değiştirmiş ve zaman kaybetmemek için kapıya kadar çıkmıştı.
Levent,
Beste’nin ilettiği konuma sürmeye başlarken yan koltuğundaki Cevahir’in
ağzından karısının neden kızgın olduğu ile ilgili laf almaya çalışmış ancak
duvardan farksız görünen kuzeninin aşılamayacağını anladığında kendisini çok
yormamıştı.
Araba
girecekleri mekânın biraz ilerisinde durduğunda Cevahir arabadan hızla indi. Girişte
biriken grubun magazinciler olduğunu anlaması zor olmamıştı.
Avcıoğlu
ailesi ile ilgili her haber şu an medyada altından değerliydi. Ailedeki
neredeyse tüm ilişkiler birbiri ardına sallanıp yıkılmışken Cevahir ve Seray’ın
her hareketi uzunca analiz ediliyordu. Birlikte görülme sıklıkları, nerelerde
bulundukları… Hepsi üzerinde magazinsel teoriler üretiliyordu.
Şimdi
Seray’ın Cevahir’siz bir şekilde burada olması elbette meraklı bir kalabalık
yaratmıştı.
Cevahir içeriye
yöneldiğini fark ettikleri anda hareketlenen kalabalığın arasından hiçbir şey
söylemeden, kimseye doğru düzgün bakmadan geçip içeri girdiğinde onun
oluşturduğu yoldan faydalanarak Levent de hızlıca adımlamıştı.
“Bu
taraftalar,” diyerek Levent sol kısmı işaret ettiğinde Cevahir de varmaları
gereken masayı gördü. Büyük adımlar atarak oraya ilerlediğinde Seray’ı masaya
kollarını yaslamış ve yüzünü de oraya gömmüş halde bulduğu için hafifçe
telaşlanarak iki eliyle onun başını iki yandan tutup kaldırmaya çalıştı. “Seray?”
Cevahir
karısını masadan kaldırmaya çalışmakla meşgul olup onun yanına oturmuşken,
Beste de kendi yanına sıkışan Levent’i çatık kaşlarla süzmekteydi. “Tebrik
ederim Levent. Gerçekten yalnız gelmeyi başarmışsın.”
“Haber
vermeseydim bu adamın bana neler yapacağına dair en ufak bir fikrin bile yok
değil mi?” dedi kendisini acındırarak Levent.
“Seray
gelmesini istememişti, o yüzden seni aradım. Beni kötü bir duruma sokuyorsun.
Seray üzülecek.”
Levent
göz ucuyla masanın karşısına doğru baktığında gördüğü manzarayı başıyla
Beste’ye işaret etti. “Bayağı üzgün görünüyor.”
Beste
başını çevirip tam karşıya baktığında Seray’ı dudakları bükülmüş halde, yüzü
Cevahir’in avuçlarının arasındayken ona göz süzdüğü anda yakalamıştı.
Beste
omuzlarını düşürdü. “Yelkenlerini bu kadar erken suya indiremezsin ya,” dedi
hayretle. “Son iki saattir nefessiz bir şekilde bu adamı yeriyordu, en son
yorgunluktan bayılıp masaya kapandı. Ne bu şimdi?”
Levent
sessizce gülüp başını eğdi. “Kendine dışarıdan bakabilmen için tertemiz bir
ayna.”
“Ne
demek istiyorsun?”
Beste,
Seray kadar bilincini yitirmiş değildi ancak kontrolünün tamamını elinde
tutamayacak kadar da çakırkeyifti.
“Seray’ın
sarhoşken yaptığını sen ayık halinle yapıyorsun, diyorum. Bana direnmeye
çalışıp kendini yoruyorsun ama günün sonunda kollarımın arasında olmaktan
kaçamıyorsun. Günlerdir bizi iki adım ileri bir adım geri sürüklüyorsun.”
Beste
kulaklarına dolanları duymuyormuş gibi olduğu yerde dönüp dümdüz karşıya
bakmaya başladı. Duymazlıktan gelirse düşünmekten de kaçabilirmiş gibi
hissediyordu.
“Ağzını
bile açamıyorsun,” demişti bu sırada Cevahir, Seray’a. Hemen ardından Beste’ye
baktı. “Kaç saattir bu halde?”
Beste
omuz silkti. “Konu sana gelince bu kadar beter oldu, kendindeydi.”
Cevahir
buz kesmiş gibi hareketsiz kaldı. Beste onun tavrını okuyamayacak kadar
dalgındı. “Sana küsmüş,” dedi Seray’ın açamadığı ağzı olurken. “Konuyu tam
anlamış değilim ama ana fikir buydu.”
Seray
masadaki konuşmalardan bağımsız bir şekilde öne doğru düşecek gibi olduğunda
Cevahir onu daha sıkı kavramış ve göğsüne doğru yaslanmasını sağlamıştı.
Anlamsız bir şeyler homurdanan kadını sakinleştirebilmek için sırtını
sıvazlamaya başladığında Seray burnuna yakından dolan kokuyu tanıdığı için
kendisini evde sanarak bütün direncini kenara bırakmıştı.
Seray sanki
yatağına ulaşmış gibi kendini bırakınca Cevahir dudaklarını onun saçlarına
bastırdı. “Seni en çok üzdüğüm anlar nasıl seni özel olarak üzülmekten korumaya
çalıştığım anlar olabiliyor?” diye fısıldadı.
Yakın
zamanda yaşadıkları telefon yanlış anlaşılmasına benzer şekilde Cevahir yine
karısından bir şeyler gizlemeye çalışırken işleri eline yüzüne bulaştırmış ve
günün sonunda onu üzmüştü. Bir an için o gece olduğu gibi Seray’ı mahvolmuş bir
halde görme ihtimalini düşününce çenesini sıkarak yeniden kadını saçlarından
öptü.
Beste
yeniden Levent’e bakmamaya yemin etmiş gibi put kesildiğinden, masada bir
sessizlik hüküm sürmekteydi. Seray sızmak üzere Cevahir’in boynuna gömüldüğünde
Cevahir, Levent’e döndü. “Seray’ın arabası yolun karşısında,” dedi içeriye girmeden
önce gördüğü aracı tanıdığı için.
“Aynı
arabayla gidelim!” diyerek birden ortaya atlayan Beste iki adamın bakışlarını
üstüne çekmekle kalmamış, sızmak üzere olan arkadaşının baygın bakışlarını da
yüzünde ağırlamıştı.
Cevahir
anlamsızca Beste’yi çözmeye çalışırken Seray olduğu yerden doğrulmaya çalıştı.
Ellerini Cevahir’in göğsüne yaslamış ve güç alarak dik konuma gelmişti. “Yalnız
kalırsanız Levent seni yer diye mi korkuyorsun?” diye sordu kelimelerin
yarısını yuvarlayarak.
Levent
adını duyunca dikkat kesilmişti hemen. Seray bu sırada Beste’yi telkin etmek
isteyerek dudaklarını tekrar araladı. “Korkma,” dedi başını iki yana sallayıp.
“Zaten yiyeceği kadar yemiş.”
Beste
şokla açılan ağzına elini kapattı. Levent de şaşkındı ancak şaşkınlığı Beste’nin
aralarındaki durumu Seray’a anlatmasınaydı. Levent, Beste’nin onunla anılmaktan
hoşlanmadığını ve kendisine metresiymiş gibi gizli bir hayat bahşedeceğini
düşünüyordu şu an için.
Cevahir
ise masadaki en hayret dolu isimdi. “Ne yapmış, ne yapmış?” diye sordu Seray’a
doğru eğilip. Seray normal şartlarda merakı kendisi dışında hiçbir konuya
canlanmayan kocasının gözlerindeki parlamayı gördüğünde ellerini çırptı.
“Dedikodu yapacağız.”
“Seray!”
diyen Beste’nin sesine, “Biz buradayız yalnız,” diyen Levent karışmıştı. Seray
onlara doğru bakıp iç geçirdikten sonra Cevahir’e döndü. “Eve gidelim o zaman.
Bunlar gelmesin ama.”
“Gelsin
desen eve alacakmışım gibi…” diye homurdandı Cevahir. “Ben Seray’ın arabasını
alıyorum, siz de her ne yapıyorsanız artık.” derken sırası ile Levent ve
Beste’yi süzmüştü.
Cevahir
ayaklandı. Ayaklanırken Seray’ı da elinden tutup kaldırabileceğini düşünmüştü
ancak Seray kalçasını koltuktan doğru düzgün ayıramadan geri düştüğünde
burnundan uzunca bir nefes verdi.
Bir
kolunu beline, diğerini bacaklarına sararak Seray’ı kucaklayarak kaldırdı.
Dizlerinin arka kısmına değmemeye özen göstermişti. Kadının huylanıp kıkır
kıkır gülmeye başlaması ve kulaklarını şenlendirmesi aslında kaçacağı bir şey
değildi ancak etraf bunun keyfini çıkaramayacağı kadar fazla kalabalıktı.
“Yüzünü
boynuma sakla, ışıklar gözünü rahatsız etmesin.”
Cevahir
bunu bir teklif gibi sunsa da kadını çoktan dediği şekilde konumlandırmıştı
zaten.
“Ne
ışığı?” diye mırıldandı Seray bir kolu Cevahir’in omuzundan sarkıyorken.
“Kapıda
magazinciler var, çıktığımız anda durmadan ilerleyeceğim ama yine de küçük bir
önlem alalım. Başını kaldırma olur mu?”
Seray
duraksadı. Başını bir an için dik tutmayı denedi. “Böyle mi çıkacağız?” Aklı
bulanıktı, mantığı ayıkken olduğundan farklı işliyordu.
“Benimle
görülmek istemiyor musun, doktor?” diyerek Seray’ı daha sıkı sardı kucağında
Cevahir.
Seray
dudaklarını birbirine bastırdı. Sorusunu kendisi açısından değil, onun
açısından problem olurmuş gibi düşünerek sormuştu. Zil zurna sarhoş görünen karısını
gecenin bir vakti kucaklayıp yarı sızmış halde kamera karşısına çıkartmak
hiçbir koşulda Cevahir Avcıoğlu imzası taşımazmış gibiydi çünkü.
Ölçülü
ve düzgün yansımaya özen gösterdiği basın, ailenin diğer tüm kaosları ile
yeterince besleniyordu. Bir de böyle bir bombaya ihtiyaç olmayabilirdi.
“Senin
için söylemiştim,” diye fısıldadı Seray. “Yürüyebilirim, eğer böyle… Bu şekilde
çıkarsak farklı algılanacak.”
“Umurumda
değil,” dedi Cevahir bugün ikinci kez. İlki kadını bu hale getirmişti, ikincisi
ise bu halini diriltecek kadar kuvvetliydi çünkü devamı da hiç oyalanmadan
gelmişti. “Senden başka bir şey umurumda değil, karım. Keyfine bak.”
Cevahir’in
konuştuktan hemen sonra kadının şakağına bıraktığı kısa öpücük bir sus payı
gibiydi. Seray bu payı usulca kabul etmiş ve karşılığında sessizliğe gömülerek
adamın boynunda yüzünü saklı tutmaya başlamıştı.
Cevahir
tıpkı dile getirdiği gibi kollarındaki kadın dışında hiçbir şeyi umursamadan,
sorulan soruları da girdikleri kadrajları da yok sayarak Seray’ın arabasına
kadar ilerlemişti.
Cevahir’in
arabaya binişine kadar onu rahat bırakmamış olan kalabalık kapıdan sıyrılmaya
niyetli olan Levent Avcıoğlu’nu gördüklerinde ise Cevahir rahata ermişti.
Seray’ı rahatça uzanabilmesi için arka koltuğa bıraktıktan sonra geçtiği sürücü
koltuğunda arabayı çalıştırmadan önce yarım ağız güldü. Bu gülüş, Levent’e
doğru bakış attığında doğmuştu.
Levent
kendisine uzatılan mikrofonlardan birine konuşmaktaydı. Cevahir’i güldüren ise
hemen arkasında saklı durmak ister gibi bekleyen Beste olmuştu. Levent eline
tüm gücüyle yapıştığı için bir adım bile gidemiyor ancak kameralardan
kaçabilecekmiş gibi adamın arkasına doğru sinmeyi deniyordu.
Cevahir
orada daha fazla oyalanmadan arabayı hareket ettirerek bulundukları caddeyi hızla
terk ettikten sonra eve varana dek bir gözü yolda bir gözü arkada sızmış olan
karısında kalmıştı.
Araba
evin sınırlarına girdiğinde Cevahir yol boyunca gözünü bile aralamaya gerek
duymayan, yaşanan küçük sarsıntılara bana mısın demeyen karısını tıpkı arabaya
binerken olduğu gibi kucağına aldı. Kapıdan geçtiklerinde Seray yaşanan ısı
değişimine karşı bir şeyler homurdanmış ancak bunu uykusunu bölecek kadar mühim
görmeyince yeniden gözlerini kapatmıştı.
Yatak
odasına geçtiklerinde Cevahir onu önce yatağın üstüne bırakmış, ardından kısa
süreliğine gözden kaybolup elinde ince bir gecelik ile geri gelmişti.
Döndüğünde Seray kırk yıldır yatağın bu kuytu köşesinde uyukluyormuş gibi
yerine yapıştığı için bir an gülmek istese de kendini tutabildi.
“Üzerini
değiştirmemiz gerekiyor, beş dakika dayanabilir misin?”
“Yok,”
dedi Seray dürüstçe. Cevahir bu kez direnememiş ve gülmüştü. Kadını sırtından
destekleyerek yatakta oturur hale getirdi. “Kısa sürecek, yavrum. Söz.”
Seray
tek gözü açık bir hal alıp karşısındaki yüze bakındı. “Yavrum deme bana.”
“Demem,
karım.” dedi Cevahir çocuk eğler gibi.
“Karım
da deme,” diye söylendi Seray. Enerjisi pek kalmamıştı ama bir şekilde
kaşlarını çatacak kadar güç üretti kendince.
“Sebep?”
“Canım
öyle istiyor.”
“Canın
beni üzmek istiyor,” dedi Cevahir iç çekerek. “Ödeşmeye çalışıyorsun çünkü.
Bugün seni çok mu üzdüm?”
Seray
alt dudağını ağzının içine yuvarladı. Omuz silkti sadece.
“Özür
dilerim, yavrum.” Cevahir çenesinden destek verip yüzünü kaldırmış ve karısını
kendisine bakmaya mecbur bırakmıştı. “Seni bile isteye üzmek istediğim aptal
günlerim geride kaldı. O günlere bir daha dönmeyeceğiz. Öyle sanarak mı küstün
bana?”
“Küsmedim,”
dedi Seray gözlerini kırpıştırıp. “Kim küsmüş?”
Cevahir
başını iki yana ağır ağır sallarken gülümsedi. “Kimse küsmemiş.”
Bu andan
sonra doğan sessizlik eşliğinde Cevahir önce Seray’ın üzerini değiştirmişti.
Teninin açılan her noktasına bir öpücük borcu varmış gibi oyalandıysa da bir
şekilde işi bitmiş ve sonunda Seray gecelik üstünde uyumaya hazır bir hale
gelmişti.
Cevahir
daha önceki deneyimlerinden yararlanarak banyodan bulduğu pamuklar ve makyaj
temizleme suyu ile kadının cildini de usul usul temizlemişti. Seray özellikle
bu aşamada yatakta iyice mayışmış, pamukların masaj yapar gibi teninde
gezinmesine karşılık kendisi de bir pamuk kadar yumuşamıştı.
Dakikalar
sonra Cevahir kendi üstünü de değiştirmiş halde -ki Temmuz ayı için bu bol bir
şort giymekten ibaretti- Seray’ın yanına uzandığında odaya yoğun bir karanlık
hakimdi. Cevahir tüm ışıkları kapatmış, içeriyi neredeyse zifiri karanlığa
bürümüştü.
Yastığa
başını koyduğu anda henüz bedenindeki kasların gevşemesine bile izin vermeden
ilk işi kollarını uzatıp Seray’ı kendisine doğru çekmek oldu. Kadını kavradığı
gibi göğsüne çekmiş, yan bir şekilde ona yaslı uzanmasını sağlamıştı.
Seray
itiraz etmeden burnunu Cevahir’in çıplak göğsünde rastgele bir yere
yasladığında iç çekti. “Aslında küsmüştüm,” diye fısıldadı dürüst olmamayı
kendisine yediremeyince.
Cevahir
çenesini kadının saçlarının üzerine doğru yasladı. Hiçbir şey söylemedi.
Seray’ın derin bir uykuya çekildiğinden emin olana dek sessiz kaldı.
Ne zaman
ki Seray’ın nefesleri düzenli bir hal aldı, Cevahir o zaman dudaklarını
araladı. “Yarın beni yanında göremediğinde tekrar küseceksin galiba, karım. Ama
hayırlı bir iş için seni biraz yalnız bırakmam gerekiyor.”
Cevahir
kendince kadına dürüst olmuş ve böylece üstünden bir parça da olsa yük atmıştı.
Seray onu duymamışsa duymamıştı, sonuçta sızması Cevahir’in teşvikiyle
gerçekleşmemişti…
~
“Tam
olarak böyle bir ödeşme bekliyordum, şaşırtmadın beni Cevahir.”
Cevahir
bir eli pantolonunun cebinde, diğeri ise elindeki küçük dalı sıkıca tutuyor
haldeydi bunları duyduğunda. Dalı sabahın ilk ışıklarında evden ayrılmadan önce
oradan almıştı eline. Kuru bir lavanta dalıydı.
Aklına
estikçe demet demet lavanta götürdüğü karısının evlerinin her köşesinde
vazolarda kurutup biriktirdiği çiçeklerin kokusu kadının kokusuyla
yarışamıyordu elbette ama yine de Cevahir için dinginleştirici oldukları
söylenebilirdi.
“Şaşırsan
da sorun olmazdı,” dedi omuz silkerken. Altuğ’un dün akşamki konuşmanın
ardından dediklerini kısa zamanda yapacağını ve sorgulamayacağını Cevahir zaten
biliyordu. Şaşırsa da şaşırmasa da isteğini yerine getirecekti. Kendisine çok
önceden, bambaşka bir konu nedeniyle borçluydu çünkü.
Bulundukları
alan, üretim faaliyetleri durduktan sonra boşaltılan bir fabrikanın girişe en
uzaktaki ek binasıydı. Soğuk hava deposu gibi görünüyordu ancak ortada soğukluk
bırakılmamış, bomboş bir hal almıştı içerisi.
Cevahir
burayı da, buranın Altuğ açısından neye kullanıldığını da sorgulayacak değildi.
Kendi işinin görülmesi yeterliydi. Altuğ ile ilişkileri genel olarak böyle
ilerliyordu.
Deponun
içindeki ayrı bir odadalardı. O odanın kapısı birden açıldığında içeriye giren
Teoman olmuştu.
“Hareketlenmeye
başlamış. Yalnız uyanırsa mı daha çok korkar yoksa karşısına birini dikersek
mi, bilemedim.” diyerek yan odadaki adam hakkında bilgi verirken bir yandan da
karşı karşıya durmakta olan Cevahir ve Altuğ’a doğru adımlamıştı.
“Karşısına
kendisine her nasılsa bayağı benzeyen birini koysak ve bu adam ona duvar gibi
bakıyor olsaydı altına sıçardı bence.” Altuğ’un sesi soğuk ama alaycıydı.
İçerideki adamı buraya sürükleyen kendisi değildi ancak adamları tarafından
depoya getirilen adamı ilk gördüğünde aklı karışmıştı.
Cevahir
kendisine benzer tipleri avlayıp dünya üzerinde kendisini tek tür haline mi
getirmeye çalışıyordu?
Taşlar
çok kısa süre sonra, Cevahir gelip içerideki adamın kim olduğunu söylediğinde
yerine oturmuştu. Ancak Altuğ bu kez daha da keyiflenmişti. İrite edici bir
keyiflenmeydi tabii.
“Eğleniyorsunuz
bayağı,” dedi Cevahir düz bir sesle. Sırasıyla Altuğ’a ve Teoman’a bakmıştı.
“Zerre
eğlenmiyorum abi,” dedi Teoman içine içine. “Herifi siktir edelim de asıl ben
altıma sıçacağım korkudan. Yengem rekora koşuyor, yaklaşık otuz kez falan aradı
sabah. Sen açma dedin diye açmadım ama… Geri döndüğümüzde arka bahçeye gömecek
beni.”
Cevahir
burun kemerini parmaklarıyla sıkıştırdı. “Telefonu açınca çenen duracak mıydı?
Sence neden açtırmıyorum?”
Teoman
başını ağırca salladı. “Ex nişanlını depoya kaldırttık, merak edilecek bir şey
yok derim diye açtırmıyorsun abi.”
Altuğ
kendisine has bir sesle boğukça gülerken başını biraz eğdi. “Öğrendiğinde seni
de ex kocası yapacak diyorsunuz yani.” Cevahir’den kazandığı boş bakışlar eşliğinde
Altuğ susmaya karar vermişti.
“İçeriye
geçiyorum ben,” dedi Cevahir hareketlenirken. Altuğ’un derdi dalgaydı ancak
Cevahir gerçekten o gözlerini araladığında karşısında bulduğu ilk yüz olmayı
planlıyordu. Kendisini tanıdığından da, kimliğinden haberdar olduğundan da
emindi.
“Kolay
gelsin,” dedi Altuğ kısa bir baş selamı verip. Yapacak daha keyifli bir işi
olmadığından burada onlarlaydı. Şahit olmak istiyordu.
Cevahir
bir şey söylemeden arkasını döndüğünde Altuğ onun birkaç adımı atıp
uzaklaşmasını beklemiş gibi tam o anda dudaklarını araladı. “Cevahir?” diye
seslendi.
Cevahir
arkasını dönmedi ancak adımlarını durdurup dinleyeceğini belli etmişti. Teoman
ise tenis maçı izler gibi iki adamın diyaloğunu takip ediyordu.
“Borcumu
bu şekilde ödedim. Artık aramızda bir alacak verecek kalmadı.” dedikten sonra
bir an duraksadı Altuğ. Kimseye koz vermeye niyetli, buna can atan bir adam
değildi elbette. Kimse bunu istemezdi, Altuğ ise bunu isteyecek son kişiydi.
Elindekilerin sömürülebileceğini ve kimseye açık çek vermemesi gerektiğini iyi
biliyordu. Yine de risk aldı. Almaktan başka yol bulamamıştı çünkü.
“Sana
tekrar borçlanmamı ister miydin? İşin düştüğünde yine sorgusuzca imkânlarımdan
faydalanmayı…”
Cevahir
duyduklarıyla birlikte başını omuzuna doğru hafifçe eğdi. Birkaç saniye
bekledikten sonra yavaşça arkasına dönüp Altuğ ile yüz yüze geldi. Aralarında
birkaç adımdan fazla mesafe vardı ama karşılıklı duruyorlardı.
“Ne
istiyorsun?” diye sordu Cevahir uzatmadan. Böyle bile isteye ona borçlu olmak
için teklif sunduğuna göre isteyeceği şey de fazlasıyla ağır olacaktı, Cevahir
böyle düşünüyordu.
Altuğ’un
talihsizliği cevap cümlesinin başı için tercih ettiği sözcük olmuştu. “Karın-…”
diyerek başladığı cümlesi henüz hiçbir yere varamadan Cevahir gözlerindeki öfke
patlaması eşliğinde Altuğ’un üstüne fırlamış ve yakasından kavradığı gibi onu
kıskıvrak yakalamıştı.
“Yavaş!”
diye hırladı Altuğ. “Tez canlılığını sikeyim, yavaş. Bi’ dur bekle de tamlamam
sonlansın. Kulüpteyken yaşanan olay yanlış anlaşılmaydı, konuştuk. Karına göz
koyup bir de senden onu mu isteyeceğim lan? Ne hayal ediyorsun?”
“Hayal
etmesine gerek yok,” dedi Teoman sıradan bir durumdan bahseder gibi. “Ağzından
çıkması yetti.”
Altuğ
yakasındaki elleri sertçe üstünden atarken burnundan solur bir halde siyah
gömleğini düzeltti. “Kardeşi,” dedi bastıra bastıra. “Konu karın değil,
kardeşi. Bana onu bul, karşılığında açık çek. Her ne boktan işe burnunu
sokarsan, ararsın ve hallederim.”
Cevahir
duraksadı. Çenesi gerilmiş şekilde geri çekildiğinde bakışları Altuğ’dan
ayrılmamıştı. “Seray’ın kardeşi?”
Altuğ
başını salladı. “Kim olduğunu biliyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum. Bana
nerede olduğunu söyle. Karına mı sorarsın ne yaparsın bilmiyorum.”
Cevahir
aklı karışık halde duruyorken odada aynı karmaşanın farklı bir versiyonu ile
boğuşan diğer isim Teoman’dı.
“Haber
mi yapmış seni?” diye sordu Teoman, Altuğ’a bakıp. “Kaldırtırım. Delinin teki
ama biraz ısrara pes ediyor, zararı yok. Kıza bunun için bir şey yapacaksan
eğer-...”
Altuğ
kaşlarını çattı. “Sen de mi tanıyorsun? Ne haberi lan?” dedikten sonra
Cevahir’e baktı göz ucuyla. “Karının etrafını adamlarımın sarma nedeni buydu,
gösterdiğim görüntüdeki kadın Seray değilmiş. Kardeşiymiş. Aradığım kişi o.”
Cevahir
bir eliyle yüzünü ovuşturdu. O sırada Teoman konuştu. “Ne görüntüsü? Anonimliği
mi bırakmış?”
Altuğ ve
Teoman birbirine dönük halde birbirlerinin sorularından olayı çözmeye
çalışırken Cevahir ikisine de acır gözlerle baktı. “Farklı kız kardeşlerden
bahsediyorsunuz gerizekalılar,” dedi sakince.
Seray’la
karıştırılabilecek kadar benzerliğe sahip olan kız kardeş, büyük olandı.
Altuğ’un derdi Yasmin Paker’di.
Magazin
haberleri peşinde koşan ve bir miktar deliliği kucaklayan ise küçük kız
kardeşti. Teoman’ın yüz yüze gelmediği ancak mesajlaştığı ve az önce Altuğ’dan
korumaya çalıştığı kişi İzel Paker’di.
Cevahir
önce Teoman’a doğru bakındı. Kısık gözlerle onu süzüp neden horoz gibi
kabardığını anlamaya çalışsa da başarısızdı. “Seninle sonra görüşeceğiz,” dedi
bu nedenle. Teoman yutkunup sessiz kalmayı tercih etmişti. Cevahir’in bir
sonraki hedefi Altuğ’du.
“Yasmin’nin
nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi açıkça. “Bir gözümün Paker ailesinin üstünde
olduğundan emin olabilirsin, bulunabilecek bir yerde olsa bilirdim. Bir aile
faciası yaşandı diyelim. O zamandan beri ortada yok.”
Cevahir
yeterince dürüsttü. Seray onlarla yüzleştiğinden beri sık sık bu aileyi
yokluyordu. İpin ucu karısına dokunabileceği için tetikteydi. Yasmin’in nereye
kaybolduğundan ise haberi yoktu. Diğerlerinin aksine Seray ile tekrar yüz yüze
gelmemiş, ortadan kaybolmuştu.
Bu kez
burnundan soluyarak öne adımlayan Altuğ oldu. “Ne faciası?” dedi öfkeyle. “Ne
yaşandı da yer yarılıp içine girdi?”
Cevahir
omuz silkti. “Bilmem. Bulabilirsen bul ya da akışına bırak. Bir şekilde
döneceğini um.” dedikten sonra arkasını dönmeden önce son bir bakış attı. “Borç
harç meselesini de kapat, sen benim işimi göreceksin diye kimsenin -özellikle
de karımın özelini sana dökmem. Şimdi izninle, sormam gereken kısa
sayılamayacak bir hesap var.”
~
- Cevahir
Mantığımı her şeyin dışında bıraktığım ve
yoluma çıkmasına izin vermediğim anlar hayatımın tamamı ele alındığında çok az
yer kaplıyordu. Tek tük birkaç fevri karar vermiştim bugüne dek. Kalanların
hepsi, üzerinde fazlaca düşünülmüş ve mantık çerçevesini hiç aşmamış
kararlardı.
Şimdi tahta bir sandalyede oturuyor ve aralı
tuttuğum bacaklarıma yaslı duran dirseklerimle hafifçe öne eğik halde karşımdaki
görüntüyü izliyorken bugüne kadar aldığım en hırçın kararın yanı başındaydım.
Bu konuma bir günde ya da öyle bir anlık
yaşadığım bir öfke eşliğinde gelmemiştim aslında. Aylardır ilmek ilmek aklımda
bu anın gelebilmesi için an kovalayan şüpheler taşıyordum. Son virajı biraz
hızlı almıştım sadece.
Evlenilebilecek
bir kadın olduğumu, birinin hayatına girdiğimde orada yaşayabileceğimi görmek
istedim diyerek onu tamamen şantajla mecbur bıraktığımı
sandığım evliliği aslında içinde bir köşenin bile isteye kabul ettiğini dile
getirdiğinden beri bir daha sırtım doğrulmamıştı bu konuda. Başka konular,
başka karmaşalar araya girdiyse de aklımın yarısı o günden beri hep buradaydı.
Bu itiraftan saniyeler sonra da ‘nişanlıydım’
bombasını kucağıma bırakmış ve bunu sakince kabullenip bir daha
irdelemeyeceğime garip bir şekilde güvenmişti.
Güvenini boşa çıkartmayı sevdiğimden değildi
ancak bu konuda tereddüt bile etmemiştim. Evlenmeyi düşlediği bir başka adamın
hayatında bulunmuş -benden önce olsa dahi- olması her hücremde ayrı bir
ayaklanma başlatmıştı.
Annesine ve babasına yorduğum çoğu konunun bir
yandan bu herifi de ilgilendirdiğini hissetmeye başladığımdan beri ise saatli
bir bombaydım. Kucağıma bıraktığı bomba patlamamıştı ancak ben bizzat o bombaya
dönüşmüştüm.
Kapalı duran konuyu açmamı istemeyeceğini
bilerek adımlarımı yavaş ve sessiz tutuyordum. En azından bir hafta öncesine kadar bunu yapmayı deniyordum.
Aslında açıkta duran çoğu detayı delirmemek
adına görmezlikten geliyor, parçaları birleştirmekten kaçınıyordum. Tapınmam
gerekiyormuş gibi hissettiren güzelliğinden çoğu zaman şüphe duyması, ağlamak
için kontrolünü tamamen kaybetmesi gerekmesi, özenli olmadığı herhangi bir anda
üstünde hayranlıkla oyalanan bakışları biri onu eleştiriyormuş gibi algılaması…
Her şey açıktı. Her şey netti.
Hayatında hiç yer edinmemiş ve edinmeye de çaba
göstermemiş anne-babasının bunlara sebep olmaları mümkün değildi. Onların
yarattığı tahribat bambaşkaydı. Bu enkazın kaynağı, karşımdaki adamdı.
Bir hafta önce, onu koltukta sızmış halde
bulup dizlerimde uyuması için saatlerce oyalandığımda bana artık görmezden
gelmemem gerektiğini fısıldamıştı. Fısıldadığının farkında bile değildi belki
ama ben bunu işaret olarak kabul etmiştim.
Yaşadıklarımdan yola çıkarak
konuşuyorum demişti.
Yaşadıkları… Duydukları, hissettikleri, hissedemedikleri… Hepsinin mimarı şimdi
tam karşımdaydı.
Düşüncelerim
dikkatimi dağıtacak kadar yoğundu ancak karşımdaki hareketlenmeyi fark
edemeyecek kadar kör olmamıştım.
Oturtulduğu
sandalyede başı öne doğru düşmüş şekilde bir süredir derin(!) bir uykuda görünüyordu.
Hareketlenmeye başladığında ilk yaptığı başını hızla kaldırmak ve nerede
olduğunu anlamak için etrafı bakışlarıyla taramayı denemek olmuştu.
Oturduğu
yere hiçbir şekilde bağlı değildi. Ayağa kalkabilir, tüm uzuvlarını kontrol
edebilirdi. Elini kolunu bağlayıp ondan çekiniyormuşum gibi karşısında ahkâm
kesecek değildim.
Bu serbestliğe rağmen yerinden kalkamamış,
kolunu bile oynatamamıştı. Çünkü bakışlarının boş odada çarptığı ilk yerde ben
vardım.
Beni tanıdığından kesinlikle emindim. Tıpkı kiminle evli olduğumu bildiğinden emin
oluşum gibi…
“Sen-…” diyecek oldu ancak devamı gelecek gibi
olan sözcüğün ardı boş kalmıştı. Gözlerini birkaç kez kırpıp suratıma baktığı
sırada arkama doğru yaslandım.
Bu asalak mı bana benziyordu?
Pekâlâ. Benzemiyordu diyemezdim. Göz rengimiz
dışında yüzümüzde eşleşebilecek birden fazla benzerlik vardı.
“Başka birini mi bekliyordun?” dedim ne yüksek
ne kısık bir ses seçip.
“Ne istiyorsun?” derken cesaret gösterisine
hızlı bir geçiş yapmış gibiydi. Omuz silktim. “Hiçbir şey. Senin sahip olduğun
ama benim olamayacağım hiçbir şey yok, Yener. Senden bir şey isteyecek kadar
çaresiz mi görünüyorum?”
Yüzündeki her çizgiyi yeniden çizmesi
gerekecek şekilde onu mahvedebilirdim. Yüzlerimizde bir nebze benzerlik vardı
belki ancak bana kıyasla ince kalan bedenini un ufak edebilirdim. Kalıcı
izlerle birlikte hayatına beni hiç unutmadan devam ederdi. Ona keyifli bir anı
armağan etmiş olurdum.
Ancak herkese önce daha iyi anladığı dilden
konuşmak gerekiyordu.
“Duyumlarıma göre her şeyin en iyisine layık
bir adammışsın, öyle tercih ediyormuşsun yani. Birinin ya da bir şeyin sana
yakışması için mükemmel olması gerekirmiş.”
Bakışları donuklaştığında burnumdan kısa bir
nefes vererek güler gibi bir ses çıkarttım. “Bunun için bayağı çabalıyor
gibisin. Başarılı bir kadın ile herkesin gözü önünde örnek bir ilişki
yaşıyorsun, yeterli gelmiyor olacak ki senin ölçülerine göre başarısız ama
fiziksel olarak güzel bir kadınla da başka bir ilişki içindesin.”
Daha önce hiç aşağılanmamış gibi görünüyordu.
Bu kısım diğer kısımlardan çok daha keyif vericiydi.
“Ne saçmalıyorsun?” diyerek paçayı kurtarmak
için geç de olsa bir şeyler gevelemişti ancak çoktan ifadesi benim
söylediklerimi doğrulamıştı.
“Her iki özelliği aynı anda taşıyabilen bir
kadın olsaydı hayatında… Her şey daha mı kolay olurdu?” diye sordum oturuşumu
hiç bozmadan. Yüzüm sabit bir şekilde sakin bir ifadeyi ağırlıyordu.
Çenesinin kasıldığını, gözlerindeki
gerginliğin kıskançlıkla yer değiştirdiğini gördüğümde parmağımı bir an
şıklattım. Aklıma yeni bir detay gelmiş gibi görünmüş, odada bu tiz sesin
yankılanmasına neden olmuştum. “Vardı değil mi? Başarısıyla da güzelliğiyle de
dudak uçuklatan bir kadın hayatındaydı aslında.”
“Ne o?” dedi kabuğunu sert tutmaya çalışırken.
“Karının eski ilişkilerini araştırırken ben gözüne bir tehdit gibi mi
göründüm?”
Sırıttım. Bu, Seray’ın gözlerini kırpıştıra
kırpıştıra baktığı ve az denk geldiği için söylendiği sırıtışlarımdan biri
değildi. Ona asla sunmayacağım kadar aşağılayıcı bir sırıtıştı.
“Yetersiz bulduğun o değildi,” diye
mırıldandım. “Yetersiz olan sendin. Bunu o kadar iyi biliyordun ki tek yetersiz
hisseden sen olma diye ona akıl almaz takıntılar hediye etmişsin. Saçı düzken
kötü görünüyor, ağladığında gözleri çok şişiyor, makyajla uyursa sabah çirkin
uyanıyor…” Sırayla saymaya başladıklarım fark edebildiklerimin küçük bir
kısmıydı, sayamadıklarım vardı ve bir de henüz fark edemediklerim vardı;
emindim.
“Sikik şansınla, bu boktan karakterine rağmen
bir tanrıçaya denk gelmişsin Yener. Kırılgan egon onun yanına yakışmamayı
kaldıramamış olmalı.”
Gözlerinin beyaz kısımlarında kendini göstermeye
başlayan ince kızıl damarları gördüğümde içten içe gülmeye devam ediyordum
ancak artık dudaklarımdaki sırıtma ortadan kaybolmuştu.
Başını iki yana salladı ritimsiz bir şekilde. “Seray
mı anlattı bunları sana?” derken adını anması mı yoksa adını anarken takındığı tavır
mı beni ateşlemişti seçemiyordum.
Şakağımdaki damarın gözümün seğirmesine neden
olacak şekilde zonkladığını hissettim. Sandalyeden kalkıp onun dibine girmem
birkaç saniyeden kısa sürmüştü. Üstündeki tişörtün yakasından kumaşı yırtmaya
bir kala bir kuvvetle tutup elimi çenesinin altına doğru bastırdığımda oturduğu
yerden bana bakmaya çalışıyordu.
“Sana onun adını anma hakkı tanımadığımı
belirtmeyi unutmuşum,” dedim küçük bir detayı atlamışım gibi. Çenesinde bir
süre onunla kalacak bir kızarıklığın yer ettiğinden emin olduğumda elimi hoş
olmayan bir şeye bulamışım gibi ondan uzaklaştırıp ellerimi birbirine sürtüp
çırptım. Kendi gömleğimi rahat hareketlerle düzeltip oturmakta olduğum
sandalyeme döndüğümde bana takılı kalan bakışları az öncekinden biraz daha
çekingendi.
Karşısına gömlek pantolon gelip sakin sakin
konuşunca, o ne derse desin durumun böyle süreceğini zannetmesi kendi
aptallığıydı.
“Sadece sonu gelmez bir para yığınından ibaret
olduğunu sanıyordum, ne ayaksınız? Bir de mafya mısın? Onu apar topar evlenmeye
ikna eden soyadının ekonomik ayrıcalıkları değil miydi?”
Sıkıntıyla ofladım. Boşa kürek çekiyormuş gibi
hissettiğim ilk andı.
“Sen cidden onu tanımaya bile tenezzül etmedin
değil mi?” dedim yorgunlukla. Parayla ya da statü ile mi evlilik yaptığını
düşünüyordu? “En azından gitmeyi bilmişsin,” dedim yalancı bir tebrikle. “Onu
bıraktığın için koca bir tebriki hak ediyorsun.”
Konuşmuştum. Konuştuklarıma vereceği tepki
umurumda da değildi açıkçası ama yine de yüzüne bakıyor olduğum için her sözcüğümde
değişen mimiklerini gözden kaçırmamıştım. Alayla sunduğum tebriklerin
karşılığında gözlerindeki öfke ve yüzünün geneline hakim olan diğer her şey
bana öyle bir gerçeği fısıldadı ki başımı geriye atarak uzunca güldüm.
“Siktir,” diye homurdandım doğrulabildiğimde.
Gülüşüm kaybolmamıştı. “Giden sen değildin.”
Bu işin nasıl sonlandığını şu ana dek bilmiyordum.
Seray’a bunu soramazdım ve bu bilgiye Yener piçine dair diğer bilgilere
ulaştığım gibi rastgele araştırmalarla da ulaşamazdım.
“Bitiren oydu değil mi? Terk edilen sendin.”
Uzun zamandır bu kadar keyiflenmemiştim. Her cümlemde
o kasım kasım kasılıyorken ben herhangi bir yerden Seray’ın kokusuna maruz
kalmış gibi gevşemiştim.
Bir elimi cebime sokuşturdum. Oraya dikkatlice
koyduğum bir parça kuru lavanta dalını usulca sıkarken başımı ağır ağır
salladım. “Basit bir oyun oynayalım,” dedim. Bu bir teklif değil, duyuruydu.
Merak ediyordu ancak merakı korkuyla öyle
harmanlanmıştı ki ayırt etmek güçtü.
“Onunla birkaç saat zaman geçiren birinin bile
cevap verebileceği birkaç soru cevaplayacaksın. Her yanlış cevap, senin için
bir ceza.”
Gözleri irileşir gibi oldu. “Doğru cevaplar?”
Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “İşin
eğlenceli kısmı da burası. Doğru cevaplar da ceza puanı, Yener. Yanlış cevaplar
onu tanıyacak kadar bile emek vermediğin için, doğru cevaplar ise karım
hakkında bilgi sahibi olman hoşuma gitmediği için canımı sıkacak.”
“Suç işliyorsun,” dedi yutkunurken. “Beni
buraya hapsederek ve böyle alenen tehdit ederek suç işliyorsun.”
“Ne kadar kötü bir adamım ben öyle,” dedim
soğuk bir sesle. “O zaman oynamayalım. Daha kısa yoldan halledelim.”
“Tamam!” diye patladı birden. “Tamam, sor.
Allahın belası, ne soracaksan sor. Bana ona değer vermediğim için dikleniyorsun
ama sen çok mu önemsiyorsun onu sanki?”
“Aklın alamaz,” dedim tane tane. “Onu ne kadar
önemsediğimi aklın alamaz, alabilseydi beni karşında gördüğün ilk an korkudan
geberip giderdin.”
Gözlerinde yine kıskançlığa benzer bir şeyler
gördüğümde onun kendini benim yerime koymaya çalıştığını anlayarak köpürmüştüm
hızla. Ne hadle aklından bunu geçirebilirdi?
Pişman olmasına bile izin yoktu. Keşkelerle özlem
duymasına izin yoktu.
En ufak bir abartı yoktu söylemlerimde. Ölecek
ve öldürebilecek kadar yoğun hislerle boğuşuyordum.
İçimdeki öfkeden doğan ve aniden ellerime
kadar varan gerilimi üstümden atmak için yakasına tekrar yapışıp bu kez onu
yerinden etmiş ve sandalyesinden fırlamasına neden olmuştum.
Yapıp yapabileceğim hiçbir şey içimi tam anlamıyla
rahatlatmayacaktı ama buna kanıp da onu pışpışlayacak değildim.
Düştüğü yerden kalkması ihtimali dahi yüzümü
buruşturmama sebep olunca burnundan oluk oluk kan inmesine sebep olacak şekilde
yumruğum yüzünü bulmuştu.
Sorular sormam için ve devamında ne olacağını
öngöremediği için beklentiyle yüzüme bakınması, bunu yaparken olduğu yerde küçülmesi
hoşuma gitmişti.
Dudaklarımı aralayacağım sırada odanın kapısı
açılıp içeriye adım sesleri dolunca omuzumun üstünden kapıya bakmam gerekti.
İçeriye peş peşe Teoman ve Altuğ girdiğinde
onların seslerin artmasıyla birlikte izleyici olmaya geldiklerini düşünerek
umursamadan önümde kıvranan bedene odaklanmayı seçecektim. Teoman’ın yüzündeki
ifadeye dikkat etmeseydim eğer kesinlikle varlıklarını umursamazdım. Ancak Teoman’ın
rengi atmış yüzü ve Altuğ’un tetikte görünen beden dili birleştiğinde Yener’in
yarı işlevsiz bedenini fırlatır gibi bırakmıştım.
“Ne oldu?” diyebildim sadece.
Burayı polis basacakmış tutuklanacağız ya da bina
üstümüze yıkılacakmış hemen çıkmamız lazım gibi herhangi bir felaket
senaryosunu duymayı seçerdim. Teoman’ın ağzını açıp söylediği iki kelime
yerine, dünya üzerindeki tüm felaketleri bir bir ve hatta aynı anda yaşamayı
gözüm kapalı kabul ederdim.
“Seray
kayıp,” demişti çünkü.
Ne zaman şaka yaptığını ve ne zaman ciddi
olduğunu anlayabildiğime lanetler ettiğim bir andı. Teoman’ın ciddiyetini
seçebildiğime nefret kustuğum bir andı.
Yenge diye o varken de yokken de başımın etini yiyip duruyorken şimdi öylece
adını kullanası mı gelmişti? Teoman hiç olmadığı kadar ciddi ve hiç görmediğim
kadar gergindi.
Bu, Seray kayıp çünkü ulaşamıyoruz demek
değildi. Bu, Seray kayıp ve kötü bir şeyler
oluyor demekti.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder