Aykırı Çiçek 61.Bölüm
61.BÖLÜM
- 30 Haziran 2002, Muğla
“Tamam kızım,
tamam birtanem. Öldürdün bugün beni annecim, niye böyle yapıyorsun?”
Pınar, omuzuna
yatırdığı bedenin kulağına sakinleşmesi için bir şeyler mırıldanırken Deniz onu
pek duyuyor gibi görünmüyordu. Sabaha huysuzluğu üzerinde bir halde gözlerini
aralamış, günü oldukça sıkkın bir biçimde devam ettirmişti. Pınar onun uyku
sersemliğinden sıyrıldığında kendine geleceğini düşünse de yanılmıştı.
Ağlamıyor
olmasına şükredecek hale getirmişti annesini artık. Mutsuzluğu yüzünden okunsa
da en azından ağlamıyordu, bu da Pınar’ı bir nebze de olsa rahatlatıyordu
aslında.
Okullar geçen
hafta kapanmış, Pınar da soluğu çocuklarla birlikte Muğla’da almıştı. Babasının
yıl boyunca ısrarları devam ediyorken, Yaman’ın ve Yekta’nın okulu da
sonlanınca bahanesi kalmamıştı. Tek sorun, işlerini henüz ayarlayamadığından
karısı ve çocuklarından ayrı kalmak zorunda olan Savaş Göktürk’tü.
Yaman ve Yekta
denize birkaç dakika mesafede olan evde gayet hallerinden memnunlardı.
Genellikle dayılarının aklını çelip sürekli kendilerini sahile götürtüp
duruyorlardı. Toprak ve Rüzgar da denizden pek bir şey anlamasalar da
anneanneleri ve teyzeleri ile onlara eşlik ediyorlardı. Keyifleri yerindeydi.
Deniz ise…
Pınar’ı bezdirmekle meşguldü bu bir hafta boyunca. İlk denize götürüldüğü gün
birkaç dakika etrafa bakındıysa da devamında kıyameti kopartmıştı. Pınar başta
ne olduğunu anlayamamıştı fakat bir şekilde sorunun kaynağını çözmüştü.
Deniz, babası
yanında değil diye yeterince huysuzken bir de üstüne ondan başkasıyla gitmeye
alışkın olmadığı denizi görünce delirmişti. Bir aydır, adını taşıdığı
sonsuzluğun varlığını öğrendiği günden bu yana, neredeyse her gün babasını
sürüklediği denize onsuz gitmek küçük kızın hiç hoşuna gitmemişti.
“Anne,” diye
seslenen kızını sırtından destekleyerek doğrulttu. “Söyle annesinin birtanesi?”
“Baybam yeden gelmiyo,
ben şok ösledim.”
Pınar gülse mi
ağlasa mı bilemezken kızın alnını öptü yavaşça. Bazen Deniz’in Savaş’a
kendisinden daha âşık olabilme ihtimaliyle karşı karşıya kalıyordu.
“Ben de
özledim bebeğim, baba da bizi özledi. Ama işleri bitmemiş, bitince gelecek. Söz
verdi ya sana.”
Deniz
bıkkınlıkla nefes verip yüzünü annesinin boynuna gömdü. Kendi dünyasında şu an
babasına çok kızgındı. İşleri olması Deniz için hiç yeterli bir sebep değildi.
Pınar o gece
zar zor Deniz’i uyutmayı başardı. Yorgunluktan gözleri kendiliğinden kapanana
dek annesinin canına okumuştu küçük kız.
Ertesi sabah
Deniz, gözlerini rahatsız edici güneş ışığıyla zar zor araladığında burada
evdeki gibi kendilerine ait yatakları bulunmadığından diğer günlere benzer
şekilde annesini göreceğini zannetmişti. Yeterince dertli olduğundan
anneanneleriyle yatma konusunda üçüzlerine katılamıyordu bir haftadır.
İri gözleri
etrafı görebilir hale geldiğinde yatağın ucundaki bedeni gördüğünde Deniz
dudakları aralı bir biçimde şaşkınca kalakaldı. Küçük ellerini yüzüne atıp
gözlerini ovuştururken anın gerçekliğini sorguluyordu.
O henüz
kendisini inandırmayı başaramamışken, yarattığı kıpırtılar kısa süreliğine
gözleri kapanmış olan bedeni anında uyandırmıştı.
Savaş
uyanmasını beklerken farkında olmadan uyuyakaldığı kızının uyku sarhoşu haline
bakarken gülümsedi. Uyanma ihtimalini hiç umursamadan, sabaha karşı buraya
gelir gelmez bir sürü öpüp koklamış olsa da hâlâ özlem doluydu.
“Meleğim?”
diye seslendi. Deniz’in onun sesini duyduğu anda yıllardır hasret doluymuş gibi
ağlamaya başlayarak kendisine atılmasını beklediği söylenemezdi.
Göğsüne
yaslanan bedeni sıkıca tutarak yüzünü saçlarına yasladı. “Yoluna ölürüm ben
senin, çok mu özledin babayı?”
Deniz
mırıltıyla bir şeyler söylese de Savaş onu pek anlayamadı. Bir süre sarılarak
sakinleşmesini bekledi bu nedenle. Her an gidecekmiş gibi sıkı sıkıya sardığı
babasına tüm gücüyle tutunuyordu küçük kız. Birkaç gece önce rüya görüp
babasını yanında zannederek uyanmıştı, annesi sabah rüya olduğunu anlatınca ise
daha da özlemişti babasını. Şimdi yaşananın da rüya olduğunu sanıyordu bu
yüzden.
Savaş sırtını
sıvazladığı kızının kokusunu ciğerlerine doldururken halinden oldukça memnundu.
“Bir hafta nasıl durdum ben sensiz, sizsiz?”
“Bayba!” diye
seslenerek bir anda avuçlarını göğsüne yasladıktan sonra doğrulan kızına döndü
Savaş. “Efendim can suyum?”
“Yeden
gelmedin? Ben şok ösledim seni hep.”
Savaş içi
gidermişçesine kızının kendisinden çaldığı ama bin kat güzel görünen yeşil
gözlerine baktı. “Gelemedim hemen babam, özür dilerim. Ben de çok özledim, hem
de nasıl özledim bir bilsen.”
Aslında Savaş
bu sabah da burada olmamalıydı normal şartlarda. İşleri bitmemiş, çoğu şey
yarım kalmıştı. Fakat şimdiye kadar çok ayrıntıya girmeyen Pınar’ın, ağzından
Deniz’in halini kaçırmasıyla ilk bulduğu uçakla kendisini Muğla’ya atmıştı
Savaş.
İki eli kanda
da olsa gelecekti duyduklarından sonra. Bir nevi öyle yapmıştı zaten. Asla taviz
vermeyeceği işini bir kenara bırakarak koştur koştur ailesinin yanında almıştı
soluğu.
Bir süre daha
hasret gideren baba kız, Deniz’in karnından gelen açlık gurultularıyla kesilen
sohbetlerinden sonra Savaş’ın ısrarıyla odadan ayrıldılar. Deniz’e kalsa
açlıktan bayılsa da yataktan çıkmayıp babasına sırnaşırdı.
Savaş
kucakladığı kızıyla birlikte odadan çıkıp az çok ezbere bildiği evde salona
doğru ilerledi önce. Deniz bu sırada babasının sakallarıyla uğraşmakla
meşguldü. Avuç içleriyle sevip, elini çizen sakallara gülüyordu kendi kendine.
Salona
girdiklerinde Savaş içeride bir kalabalık görmemesine şaşırmamıştı. Saat henüz
erkendi.
İçeride
yalnızca gazetesini okuyor olan Ayhan Ulusoy vardı. Savaş sabah geldiğinde,
çocukları dışında herkesi görmüştü. Bu nedenle varlığının adamı şaşırtması
olanaksızdı.
“Günaydın
Ayhan baba,” diyerek kucağındaki kızını bırakmadan içeri adımladı.
Ayhan Ulusoy
onu duyduğunda bakışlarını gazetesinden hafifçe çekti. “Günaydın,” derken
damadına birkaç saniye bakmakla yetinerek burnuna doğru düşmüş gözlüğünü geriye
ittirip torununa baktı. “Prensesim erken mi uyandın sen?”
Deniz dedesine
dişlerini göstererek güldü. “Baybam geldi, ondan yuyandım.”
Savaş kızının
heves ve heyecan dolu konuşmasına dayanamayıp boynundan sertçe öptü.
“Kızımın
aklını aldığın yetmedi torunumu da aynı hale getirmişsin.” diye söylenen adama
Savaş hafif gerilerek baktı. Öğretmen olduğunu sormadan anlayabileceğiniz Ayhan
Ulusoy bazen Savaş’a sınıfta azar yiyormuş gibi hissettiriyordu.
“Baba kızım ya
hani Deniz benim…” dedi açıklamaya çalışarak.
Ayhan ters
ters karşı koltuktan ona baktı. “Pınar da benim kızım değil miydi ulan? Aldın
götürdün kızımı, yüzünü zar zor görür olduk. Nasıl zor bir şey bu haberin var
mı?”
Dert yanıyor
gibi görünse de Savaş’a kendi çocukları kadar güvenirdi Ayhan Ulusoy. Aksi
halde değil kızını, bir eşyasını bile kimseye emanet edecek bir adam değildi
zaten. Savaş’ın ona kendini kanıtlaması da hayli zaman almıştı.
Savaş bir an
için kendisini karşısındaki adamın yerine koydu. Birinin kızını yanından alıp
götürmesi fikrini birkaç saniye hayal ettiğinde, kan beynine sıçramıştı.
Farkında olmadan Deniz’i sıkıca sarıp göğsüne yapıştırdı.
“Deniz
evlenmeyecek ki zaten,” diye mırıldandı ağzının içinden. “Ben vermem kızımı, bakarım
dizimin dibinde.”
Ayhan
damadının haline sırıttı. “Ben de öyle diyordum sen ortaya çıkana kadar, elbet
Deniz’in de kaderinde biri vardır. Sen hazırlamaya başla kendini.”
“Başlarım
kaderine!” diye homurdanarak Deniz ile birlikte arkasına yaslanan Savaş’ın
gözlerine perde inmişti. Deniz babasının kolları arasında boğuluyor gibi olsa
da günlerdir onsuz olduğu için melül melül etrafa bakınmakla yetiniyordu bu
sırada. Savaş, Deniz’i hiç evlenmemeye nasıl ikna edebileceğini hesaplarken
karşı koltuktan keyifle kendisini izleyen kayınpederinden haberdar değildi.
Yıllar sonra
tıpkı Ayhan Ulusoy’un ona verdiği onay gibi, kendisinin de içi rahat bir
şekilde kızı evlensin diye onay vereceğinden o an için habersizdi.
~
Arkamda evin duvarlarını yıkacak oranda gülüş sesleri
duyulurken ben gözlerimi irice açarak önümde iki seksen devrilen abime
odaklamıştım. “Bayıldı mı o?” diye sorduğunu duyduğum Acar da benden farksız
haldeydi sanırım. Arkam ona dönükken tepkisini tam da görememiştim.
“Abi!” diye seslenerek yanında dizlerimin üzerine çöktüm.
Yanaklarını çekiştirirken bir yandan da bana yardımı dokunmasını umarak hemen
yanı başında oturuyor olan diğer abime dönmüştüm. “Abi bir şey yapsana bayıldı
adam!”
Yekta abim, Yaman abimden daha umutsuz vaka olduğunu
belli edercesine bana kaşları çatılı bir biçimde bakakalmışken oflayarak
yanaklarını tuttuğum bedene döndüm. Döndüğümde gördüğüm manzara ise bu kez
kaşları çatıklar ekibine benim de katılmama sebep oldu.
Yaman Göktürk tek gözü açık bir biçimde bana bakıyordu.
“Böyle şaka mı olur?” diye azarlayarak yanağını sertçe
sıktım. “Ne yapıyorsun abi?”
Abim birden yerinden doğruldu. Arkamdaki uğultu da bu
şekilde kesilmişti. “Sen kendi şakana bak kızım! Evleniyorlarmış… Babam izin
vermiş falan… Ufak at da Pamir yesin.”
Pamir ufak bir çığlık attı. “Acıkmadım beyn! Annem mama
yediydi bana.”
Herkesi eve toplamanın böyle sonuçlar doğuracağını keşke
daha erken hesaplayabilseydim diye düşünürken çöktüğüm yerden doğruldum.
Dizlerim sanki kirlenmiş gibi elimle silkeledikten sonra ellerimi belime
yasladım.
“Abi şaka yapmıyorum diyorum? Başını mı vurdun az önce
devrilirken ya delireceğim?”
Yaman abim birden Acar’a odakladı bakışlarını. “Ne diyor
bu?”
“Bu nedir ya, denizkızım nerede, güzelim nerede?
Evleniyorum diye bu mu oldum gerçekten?”
“Yekta tansiyonum çıktı benim, beni hastaneye yatırsınlar
yoğun moğun bakıma alınayım ben.” Abim kendini Yekta abime acındırırken ben de
göz ucuyla ona baktım. Bu konuda en sakin tepkiyi ondan bekliyordum.
“Aldıracağım ben seni bakıma bi’ dur tamam, doğru düzgün
konuşturtmadın ki ayıldın bayıldın iki dakikada.”
Ayıldın bayıldın kısmına istemsizce kıkırdadım. Benimle
birlikte salonun büyük çoğunluğu da gülünce ses yükselmişti. “Yani babam eninde
sonunda izin verecekti belliydi de, bu kadar erken… Ben de beklemiyordum ne
yalan söyleyeyim.”
“Ben vermiyorum izin!” diye aynı anda böğüren üçüzlerime
doğru yavaşça döndüm. Omuzlarım yorgunlukla düşmüş halde birkaç dakikadır
duygudan duyguya sürüklendiğim için afallamış bakışlarımla ikisini izledim
kısacık bir an.
“Vermiyorsunuz?” diye mırıldandım.
Önce birbirleriyle bakıştılar, ardından yeniden bana
döndüler. “Veriyormuşuz.”
“Bastır koca yanak, biraz daha böyle bakarsan bu ekibi
ikna edemeyeceğin hiçbir şey yok.” Soner abiye omuzumun üzerinden bakıp
dudaklarımı kıvırdım. “Babamdan sonra hiçbir şeyden korkmuyorum zaten.”
Dediğime hepsi güldüğünde Yaman abimin de dayanamayarak gülümsediğini son anda
görmüştüm.
Hevesle üzerine atladım. Belimi refleksle tutmasa yere
yapışabilirdim ama tutacağını biliyordum zaten. “Güldün!” dedim heyecanla. “Gördüm,
kocaman güldün hem de.”
İfadesini toparlamaya çalışarak öksürdü. “Yanlış
görmüşsün, hiç öyle bir şey olmadı.” Kesin öyledir der gibi kafamı oynatıp
omuzuna doğru yattım. “Biliyorum böyle bir şeyi kaldırmak çok zor abi,” dedim
duygusal bir şekilde giriş yaparak. Herkes pür dikkat beni dinlerken kahkahamı
bastırmaya çalışarak devam ettim. “Sonuçta Acar’la evlenirsem siz de imkânsız
bir ikili olacaksınız…”
Salonda Pamir de dahil olmak üzere -Acar ve abim dışında-
herkes gülmeye başlarken bacaklarımı salladım keyifle.
“Sen biraz daha bu şakayı dillendirip kendine çekersen,
nikahı basacak abin Acar’ı kaçırmak için.” Koray’ın cümlesiyle ben başımı
arkaya atarak hayal ettiğim sahneye gülmeye başladım. Abim kucağında yerleşik
hayata geçtiğim için ayaklanamadığında Acar’a baktı.
“At şunu evden, ben kalkamıyorum.”
“Ben Feris’i alayım, sen at Koray’ı. Saf mıyım oğlum
ben?”
Koray uzunca bir nefes verdi. “Benim için tartışmayın
lütfen, çok üzülüyorum.”
Aynı anda sabır dilenerek başlarını çevirdiklerinde
herkese abimi ve Acar’ı gösterdim. “Bakın aynı kişiler işte! Kızıyorlar bi’ de
bana.”
“Fırlatacağım şimdi seni Deniz, kucağımda olduğunu unutma
abicim.”
Yanağımı yanağına yasladım. “Kıyamazsın ki,” dedim
dudaklarımı bükerek.
Aileme her şımarışımda, Acar bana en değerlisiymişim gibi
baktığında, artık Koray gözyaşlarıma değil kahkahalarıma şahit olmaya
başladığında; bir köşede yaralarını gizlemeye çabalayan küçük kız çocuğu ona
iyi gelen ilaçlara kavuşuyordu.
Ben çocukluğumda
sevgisizlikle sınanırken çok kanamıştım, şimdi bana bahşedilen bu bol sevgiyle
akmakta olan kanı durdurabiliyor hatta yara izlerimi de canım yanmadan silebiliyordum.
~
“Çok güzelsin.”
Dalgınlaştığımı duyduğum sesle birlikte fark etmiştim.
İrkilerek yerimde hafifçe kıpırdanmama yol açan sesin sahibine doğru döndüm.
“Hım?” gibi bir şey çıktı ağzımdan ne dediğini tam anlayamamıştım.
“Çok güzelsin diyorum zümrüt göz, dakikalardır aynanın
karşısında neyi inceliyorsun?”
Onun dolabının önünde, üzerimde onun kıyafetleriyle
duruyordum. Burada bahsettiği gibi dakikalar geçirdiğimden ise habersizdim. Ben
kısacık bir süredir burada olduğumu zannediyordum.
Ajanstan çıktığımızda beni bir valizmişim gibi arabaya
atmış ve buraya getirmişti. Bunda, yaklaşık bir haftadır asla kendisine nefes
aldırmayan Göktürk beylerinin rolü kuvvetliydi. Haftaya evlenecekmişim ve son
günleri benimle geçirmek istiyorlarmış gibi her an bir planla hatta bazen
plansız da olsa işten çıktığım anda evde buluyordum kendimi. Acar daha odama
gelemeden Yaman abim ya da üçüzlerimden biri aşağıdayım diye mesaj atıyor ve
beni kaçırıyorlardı. Bugün Acar ajanstan yarım saat kadar önce çıkmamızı
sağlayarak olası senaryoyu engellemişti.
Sıcak göğsünü sırtımda hissettim. Bir kolunu göğsümün
biraz altına, karnıma doğru dolayarak sıkıca sardı. “Kıyafetlerim benden daha
çok sana yakışıyor.”
Aynadan ikimize bakarken gülümsedim. Burada bıraktığım
kıyafetlerim olmasına, ki yan binadaki atölyede de tonlarca kıyafetim vardı,
buraya gelince Acar’ın eşyalarını giyip gezinmeye bayılıyordum. “Hepsi benim
olsun o zaman.”
“Senin zaten,” dedi öylesine bir şey söylüyormuşçasına.
“Ben seninim Feris, sen gelmiş kıyafetten bahsediyorsun. Benim olan her şey zaten
senin.”
Karnımdaki koluna tutundum. “Bayağı zenginim o zaman ben,
babam da tüm her şeyim senin diyor.” Verdiğim tepkiye başını geriye atarak
güldü. “Öylesin, hepimizi satın da alırsın sen şimdi.”
Yüzümü buruşturdum oyuncu bir tavırla. “Paramı size
harcayamam, başka satın alacak şeyler var Acarcım.”
“Siz paha biçilmezsiniz deseydin keşke güzelim ama bu da
olur, tamam.”
Tırnaklarımı hafifçe kolunda gezdirdim. Ocak ayının
ortasında kısa kollu tişörtle gezen bir insan olması kendi tercihiydi. “Acar,”
dedim uzata uzata.
“Söyle sevgilim?”
“Yanağını ısırayım mı bir kerecik?”
Acar birkaç saniye kalakaldı. Çok daha farklı bir şey
duymayı beklediği belliydi ama çok canım istemişti. Aynadan yüzüne bakarken
dişlerim kamaşmıştı.
“Yanağımı mı ısıracaksın?” diye sordu onay almak ister
gibi. Başımı salladım hemen. “Evet, hiç acıtmayacağım ama.”
Bana sarılı olan koluyla bedenimi çevirip yüz yüze
olmamızı sağladı. “Her şey karşılıklı, sen ısıracaksan ben de ısıracağım.” Kısa
bir an bu teklifini düşündükten sonra canımı yakmayacağını bildiğim için onay
vermekte bir sıkıntı görmemiştim.
İşaret parmağıyla yanağına dokundu. Bunu bekliyormuşum
gibi hiç duraksamadan parmak ucumda yükselip dişlerimi yanağına geçirdim.
“Koparttın Feris, koparttın yavrum.” Haline üzüldüğüm
için ısırdığım yeri geri çekilmeden önce öptüm. “Geçti geçti, bak bir şey
olmadı.” Omuzunu patpatlayarak destekledikten sonra gözlerindeki parıltıdan pek
hayırlı çıkarımlar yapamadığım için şirince sırıtarak geriye doğru kaçmak için
bir ayağımı arkaya attım. İkinci ayağımı atamadan belimden yakalamıştı.
“Nereye Feriscim?”
“İlahi canım,” diyerek göğsüne dokundum. “Nereye olacak
ki, ayağımı düzelt-…” Cümlem, daha doğrusu yalanım sonlanmadan önce Acar ben ne
olduğunu anlayamadan yanağımın boynumla kesişen kısmına dişlerini bastırdı.
Etim kopuyormuş gibi korkuyla cırlasam da geri çekilmedi.
“Az ısır, senin ısırığınla benimki bir mi Acar!”
Dişlerini asla benim yaptığım kadar bastırmadı. Hatta
ısırdığı da söylenemezdi. Sadece dişlerini tenime bastırmıştı biraz. Aynı yeri
peş peşe öptüğünde sakinleşerek ona yaslandım. “Sen bana kıyıyorsun da ben sana
kıyamıyorum ki, ne olacak bu iş böyle zümrüt göz?”
Kollarımı kaldırıp boynuna doladım. Burnu elmacık
kemiğime sürtünürken derin bir nefes aldı. “Bence harika,” dedim heyecanla.
Burnundan keskin bir nefes vererek güldü. Yanağımın her noktasını öpmeye
başladı. Biraz huylanıp geri çekilme ihtiyacı duysam da yapmadım.
Öpücükleri önce yüzümde dolandı durdu. Belki de
dudaklarının dokunmadığı hiçbir yer kalmadı. Gözlerim kısılmış halde yumuşak
öpücükleri karşıladım ben de. Dudaklarının rotası boynuma doğru uzayınca
istemsizce ensesine tutunan ellerim sıkılaştı.
Boynumdaki ince deriye ıslak izler bırakırken ellerimden
birini önce omuzuna, ardından göğsüne kaydırdım. Soluna sıkıca bastırdığım
avucum, kalbinin tok atışlarını hissediyorken öpücükleri aniden duraksadı.
Ruhumu ezberlemeye başlaması benim için bir devrimdi.
Çoğu anda buna hayran kalırken buluyordum kendimi. Fakat benimle ilgili
ezberlediği tek şey ruhum değildi. Bedenimi de tıpkı ruhum gibi aklına
kazımıştı. Şimdi de bunu bana ispat etmek istercesine boynumdaki en hassas
noktayı dudaklarının arasında tutuyordu.
Dudağının ucunda bir parça şeker varmış gibi orayı
emdiğinde dışarıdan belli olmasa da içim titremişti. Göğsüne ve ensesine
tutunan parmaklarımın pençelere dönüşüp, tırnaklarımı derisiyle buluşturduğunun
farkında da değildim bu sırada.
Çıkan ıslak ses kulağımda çınlamalar yaratırken dilinin
tenime sürtündüğünü hissettim. “Merih,” diye kedi gibi bir mırıltıyla
dudaklarım aralandığında boynumdaki dudakları gerildi; gülümsemişti. Ona ne
zaman Merih diyeceğime ben değil, içgüdülerim baskıcı bir biçimde karar
veriyordu. Yine o anlardan birindeydik.
“Hormonların ayaklandığında hemen Merih oluyorum değil
mi?” diye sorduğunda bu ayrıntıyı tek fark eden olmadığım kesinleşmişti.
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Yüzünü boynumdan kaldırıp alınlarımızı
birleştirdiğinde gözlerimi kırpıştırdım birkaç defa.
Dudaklarımızın birleşmesi için ilk hamleyi yapan taraf
olmaktan çekinmedim. Dudaklarına uzanıp alt dudağını ağzımın içine
yuvarladığımda belimi kavradı. Öpücüğün derinleşmesi için benim başka bir şey yapmama
gerek kalmadan ağzımın içine akın ederek beni delicesine öpmeye başladı.
Dudaklarıma uzanabilmesi için onun eğilmesi ya da benim
parmak ucumda yükselmem gerekliydi ve her iki seçenek de bir noktada işkenceye
dönüşüyordu. Omuzlarına tutunarak kendimi kaldırdığımda ne yapmaya çalıştığımı
anında kavrayarak kalçamın altından desteklediği gibi bedenimi havalandırdı.
Bacaklarımı beline sıkıca sararak ona tutundum. Şimdi uzun görünen taraf
bendim. Yüzümü hafifçe eğerek beni öpüşünü kolaylaştırdım.
Birkaç dakikanın ardından nefes nefese geriye
çekildiğimde oyuncağı elinden alınmış gibi görünüyordu. Dudaklarıma yeniden
uzanmak için bana yaklaştığında yanaklarını avuçlayarak durdurdum. “Sevişecek
miyiz?” diye dümdüz bir soru sorduğumda küçük bir kahkaha attı.
“Yok, ben temizlik yaparız diye düşündüm aslında.”
Başımı salladım. “Mantıklı, çünkü evlenmeden sevişemeyiz
Acarcım.”
Yüzü donakaldı kısa bir an. “Ne?” gibi bir şey çıktı
dudaklarından.
Bu küçük kriz yeterli gelmişti. Fazla uzatmadım. Kıkır
kıkır gülerken sakallarını okşadım. “Şaka sevgilim, minik bir şakaydı. Sen
dayanabilirim desen de ilişkimizin üçüncü üyesi böyle bir şeyi kaldıramaz
asla.”
Gülüşüme ortak olurken kalçamı yavaşça sıktı. “Arsız
Feris’ten mi bahsediyoruz?” Başımı ağır ağır salladım. “Kesinlikle ondan
bahsediyoruz.”
Birkaç saniye içinde sırtım aniden arkamızda kalan
yatakla buluştuğunda dudaklarımız da tekrar birbirini bulmuştu. Nefesimi
kesecekmişçesine beni öperken saçlarında ve sırtında gezdirdiğim ellerimle ona
uyum sağlamaya çabalıyordum.
Üzerimde onun bana tamamen bol gelen kıyafetleri varken
kendimi bir çuvalmış gibi hissediyordum şu anda. Bu, onu üzerimden biraz
ittirmeme sebep oldu. O ne yapmaya çalıştığımı anlamayı başarana dek ben
üstümdeki kalın sweatshirtten kurtulmuştum. Üstümdekinin kalınlığı ve sütyenin
beni ölecekmişim gibi boğması nedeniyle içime hiçbir şey giymemem, şu an
üstümün çırılçıplak kalmasıyla sonuçlanmıştı.
Acar’ın bakışları hiç duraksamadan göğüslerime indiğinde
güldüm. Gülüşüm bedenimi sarsmış, göğüslerimin de uyumla sallanmasına yol
açmıştı. Kısık bir küfür mırıldandığını işittim. Sonrasındaysa dudaklarının
yeni durağı sol göğüs ucum oldu.
İştahla sömürdüğü ucun hem ağzının hareketi hem de anın
yoğunluğuyla şişmeye başladığını hissediyordum. Belimi kıvırarak bedenimi ona
yaslamaya çalıştım. Yatakta uzanır haldeydim ve o tamamen beni örtecek biçimde
üzerime kapanmıştı. Saçlarındaki daha dalgalı duran tutamlardan birini
parmaklarıma dolayıp dolayıp açarken dişlerinin hassaslaşan ucumu sıyırdığını
algıladığımda tiz bir ses çıkarttım.
Kasıklarım benim kontrolümde olmaktan çoktan çıkmış, ona
yaslanmak için havalanmıştı. Bu kez engellemeden ona çarpmama izin verdiğinde
bunun kasıklarımda yanan ateşi dindirmek yerine harlamaktan başka bir şey
yapmayışıyla dişlerimi birbirlerine bastırdım.
Diğer ucumun küsebileceğini düşünmüş olacak ki bir eli
orayı bulup başparmağıyla yavaşça şişkinliği okşadı. Ağzıyla ıslattığı sol
ucuma karşın, kuru parmağıyla temas eden derim sürtünmenin yoğunluğuyla hem
yanmış hem de zevkle büzüşmüştü.
Boğuk bir inlemeyle hareketlerine tepki verdiğimde
ağzının dolu olmasını umursamadan güldü. Ondan etkilendiğimden sanki hiç haberi
yokmuş gibi böyle anlarda verdiğim tepkilere sırıtıyor olması bir gün sona
erecek miydi bilmiyordum.
Ani bir patlamayla saçlarında duran elimi yüzünü yüzüme
yaklaştırmak için kullanarak bedenini yukarıya yönlendirdim. İtirazsızca bana
uydu. Dudaklarına susuzluktan ölürken birkaç damla suya kavuşmuş gibi
tutunduğumda beni delirtmek ister gibi göğsümle oynamaya devam ediyordu.
“Acar…” dedim mırıl mırıl. Dudaklarımızın arasında birkaç
santimden fazlası yoktu. Söyle der gibi gözlerime baktı. “Uzansana bi’ sen.”
“Açıkça üstte olmak istiyorum diyebilirsin zümrüt göz,
öyle mi olsun istiyorsun? Hım?”
“Her istediğimi yapacaksın yani?” dedim alttan alttan ona
bakarken. Gözlerimi kısarak tepkilerini ölçüyordum.
“İstediğin ve yapmadığım tek bir şeyden bahset.”
Olmadığını bildiğim halde sinirlensin diye düşünüyormuş gibi dudak büktüm.
“Biraz düşüneyim.”
Elini çekmediği göğsüm, iki parmağının arasında
ezildiğinde bir nevi yerimde sıçradım. Aynı anda hem canımı acıtıp hem de
bedenime yoğun zevk dalgaları yollamayı nasıl başarabiliyordu?
“Yanlış cevap, şimdi yanlışının cezasına geçeceğiz küçük
uyanık.” Birden doğrulup üzerindeki tişörtü ensesinden kavrayarak çekip
çıkarttığında kasları ilgimi dağıtmış olsa da onları süzerken dudaklarımı
araladım. “Bu da geçenki ceza gibi bana kıyamadığın, başına patlayan bir ceza
m-…”
Cümlemin geri kalanı belimdeki eşofmanla aynı anda
külotun da lastiğini kavrayarak beni saniyeler içinde tamamen çıplak
bırakmasıyla dışarı çıkamadan yarıda kesilmişti. Odanın bilinmez bir köşesine
yol alan kıyafetlerin akıbetinden çok, kendi akıbetimi merak ediyordum. Sanırım
ceza konusunu böyle muzipçe açmam pek yararıma olmamıştı.
Bacaklarımı refleksle kapatmak için hareketlendirdiğimde
dizlerimi aynı anda tutarak buna engel oldu. “Sakın,” dedi keskin bir tavırla.
“O güzel bacaklar benim tatlı manzaramı kapatmak için hareketlenmesin.”
Manzara derken kast ettiği yerin neresi olduğunu, orası
benden önce fark etmiş olacak ki kasıklarımda yoğun sıcak havayla dolu bir
balon patlamış gibi hissetmeye başladım.
Ben çırılçıplakken onun altında hâlâ eşofmanı duruyordu.
Bu eşitsizliğe tahammül edemediğimi belli edercesine bakışlarımı oraya çevirdim.
Tavrım pis pis sırıtmasından başka bir şeye yaramamıştı.
“Çıkaracağım Feris, ama çıkardığıma memnun mu yoksa
pişman mı olacaksın göreceğiz bebeğim.”
Yatakta geriye doğru kayarak ona yer açmaya çabaladım.
Biraz sonra olacaklardan o an için habersizdim.
Bir anda dolaba yöneldi. Aradığı neydi görememiştim ama
saniyeler içinde geri döndü. Elinde sallanan kumaş parçalarını gördüğümde
yutkundum.
“Söz dinlemeyeceksin ve ellerin asla rahat durmayacak,
ben kızımı tanıyorum Feris. O yüzden önlem almak zorundayım sevgilim.” Yanıma
ulaştığında ona itiraz etmek ve tamamıyla kendimi bırakıp sorgusuz bir itaate
sürüklenmek arasında araftaydım. Üzerime doğru eğildiğinde büyüsüne kapılmış
olacağım ki araftan koparak, ikinci seçeneğin kucağına düştüm.
Bir dakika içinde bileklerim iki ayrı kravatla yatak
başlığına bağlı hale gelmişti. Beni sıkıştıracak kadar sıkı bağlamamıştı ama
asla açamayacağım kadar da güçlüydü.
Nefeslerim farkında olmadan sıklaşmaya ve ağırlaşmaya
başlamışken gözlerimi gözlerinden ayırmadan ona bakıyordum. Çenemi tüy
hafifliğinde bir dokunuşla okşadı. Dudağımla çenem arasında kalan boşluğa
bastırdığında ağzım istemsizce aralanmış oldu.
“Çok güzelsin, ölene kadar bunu söylemekten bıkmayacağım.
Her anın, her zerren hayran olunası bir güzellikle kaplı Feris.”
Bana böyle içten iltifat ederken bu boğuk sesi kullanmaya
devam ederse ellerini bedenimde gezdirmesine gerek kalmadan rahatlayacaktım. O
güçlü bir mıknatısmış ve ben onun çekim alanına karşı koyamayan küçük bir demir
parçasıymışım gibi hissediyordum.
Söylediklerine bir cevap veremeden sessiz kaldığımda
bakışlarını benden ayırmadan altındaki iki parçadan kurtuldu. Bunu yaparken
gerilen kaslarını bir filmin en sürükleyici sahnesiymiş gibi gözlerimi
kırpmadan izlemiştim. Artık ikimiz de tamamen çıplaktık. Bu düşünce beynimden
tüm bedenime yayılırken bacaklarım birbirine çekildi.
Hareketlendiğimi fark ettiğinde bakışları kapattığım ve
birbirine bastırdığım bacaklarımı buldu. Olumsuz bir ses çıkarttı. “Ne konuştuk
az önce?” dedi dingince. Bana tepeden ve hayran bakışlarla bakmayı
sürdürüyordu.
İkna olmam kısacık bir soruya bağlıymışçasına bacaklarımı
yeniden araladım. Dediğini itirazsızca yapmam gözlerinde farklı pırıltılar
belirmesine yol açmıştı. Koyu kahvelerini bacaklarımdan biraz yukarıya, az önce
gizlediğim kuytuya diktiğinde nefesim kesilir gibi soludum.
Bakışları kasıklarıma kenetli dururken bir dizini yavaşça
yatağa yasladı. Çoktan hacim kazanmaya başlamış olan erkekliğini birkaç kez
sıvazladığında bacaklarımı yeniden birbirine bastırmadan önce derince inledim.
Tahrik olmam için bir tetikleyiciye ihtiyacım yokken bana bakarak kendisini
çekmesinin büyük bir patlamaya yol açacağını benden daha iyi bildiğine yemin
edebilirdim.
Benimle oynuyordu. Bile isteye bunu yapıyordu.
Aynı anda hem sinir hem de zevkle dolmuşken dudaklarımdan
uzunca bir hava üfledim. Ellerimi kullanabilseydim, üzerine doğru atılmak için
bir an bile beklemezdim. Önlem alıyorum demesi boşuna değildi.
“İzleyecek misin öyle beni?” diye sordum dişlerimin
arasından. “Hormonlarını kontrol edemeyen bir ergen gibi karşımda kendini
çekerek mi zevke geleceksin Acar Merih Bayazıt?”
Kısık bir sesle güldü. Gülüşünün aksine bakışları
ciddileşmişti. Atik bir hareketle bacaklarımı sertçe ayırdığında irkildim.
Dizlerimi açabileceği son noktaya kadar açmıştı. Yarattığı boşluğa oturdu.
Kadınlığım bacaklarımı ayırdığında bir anda hava alınca şişmeye başlayan zevk
balonlarımdan birkaçı peş peşe patlamıştı.
Sağ elini hiç duraksamadan bacak içimde kısaca
dolaştırdıktan sonra kasığıma yasladığında havada kalan son oksijeni çekiyormuş
gibi soluklandım. Eli buzmuş gibi gelmişti ama bunun benim yanıyor olmamla
yakından bir ilgisi bulunduğunu biliyordum.
“Hormonlarını kontrol edemeyen tek ergen ben değilim
sanki güzel bebeğim? Öyle mi dersin?”
Dokunduğu anda avucunu ıslattığımı bakmasam da
hissediyordum. Bu da söylediğini açıkça kanıtlıyordu. Ama şu an haklı ya da
haksız olmak o kadar anlamsızlaşmıştı ki etkisi altında sıkışıp kaldığım arsız
tarafımı dinleyerek kendimi avucuna doğru ittim.
Duvarlara çarpıp yeniden bana dönen ağır bir küfür
savurdu. Ardından konuştu. “Birden üçe kadar bir sayı söyle.” Anlamsızca
baktığım birkaç saniyenin ardından “İki,” diye cevapladım. Sırıttı.
İki parmağını aniden içimde hissettiğimde belim yay gibi
gerilirken tiz bir çığlık attım. Bileklerimi açabilecekmişim gibi çekiştirdiğim
için canım yanmıştı ama içimde hareket etmeye başlayan parmakları geriye kalan
her şeyi puslu görüp hissetmeme yol açıyordu.
Üzerime doğru uzandı. Yastığa yaslı duran başıma başı
denk gelecek biçimde üzerimdeydi. Dudağını elmacık kemiğime yaslayıp küçük bir
öpücük bıraktı. “Üç demediğin için biraz üzgünüm,” dedi gerçekten üzülmüş gibi
sesini alçaltarak.
Ağlar gibi çıkan inlememle başımı geriye bastırırken ona
laf yetiştiremeyecek kadar kendimden geçmiştim. Parmakları içimde ağır ama
derin hareketler yaparken gözlerim dolmaya başlamıştı. Gözlerimi sıkıca
kapattığımda bunu bekliyormuş gibi üçüncü parmağını da diğerlerine ekledi.
İrice açtığım yeşillerimi ona odaklamam da böylece gerçekleşmişti.
Hareketleri hafifçe hızlanırken dudaklarımı oyalanmak
ister gibi dudaklarına bastırdım. Alt dudağını sertçe emerken arada inlemelerim
yüzünden öpüşüm kesilmek zorunda kalıyordu.
Tırmandığım tepenin zirvesine yaklaşmakta olduğumu
hissederken parmakları birden hareket etmeyi kestiğinde nefesimi tutarak yüzüne
bakakalmıştım. “Acar?” diye seslendim kısılan sesimle.
“Ne oldu?” diye sordu ne olduğunu bilmiyormuş gibi.
Parmakları halen içimdeydi, ama asla hareket ettirmiyordu. Duvarlarımı kasarak
onu içimde sıkıştırdığımda gözlerini kıstı. “Gelmek mi istiyorsun? Parmaklarıma
mı akacaksın Feris?”
Başımı salladım sarsak hareketlerle. Onayım onu
gülümsetti. Parmaklarını içimden çektiğinde kızgınlıkla yüzüne baktım. Oyun
oynuyordu, oynadığı oyundan delicesine zevk aldığını da görüyordum.
Bir eliyle yatağa tutunup üzerimde düşmeden dengede
dururken diğer elini yavaşça yüzüne yaklaştırdı. Biraz önce içimi talan ediyor
olan parmaklarını ağzına yuvarladığında ağlar gibi sızlanarak başımı geriye
yatırdım. Islak sesler çıkartarak parmaklarından sularımı içtiğini bakmasam da
duymuştum.
“Bak bana,” dedi tok bir sesle. Reddederek başımı geride
tutmayı sürdürdüm. Çenemi tutarak beni birden kendisine çevirdiğinde gergindim.
Bu, vadettiği zevki alamıyor oluşumun verdiği gerginlikti.
“Birazdan içine gömüleceğim Feris, öylesine gömüleceğim
ki yemin olsun bu oda güneşle aydınlanana dek durmayacağım. Bir olacağız, benim
bedenimi kendi bedeninle ayırt edemeyeceğin kadar birbirimize katacağım bizi.”
Dudaklarımı oksijen ihtiyacıyla araladığımda ıslak bir öpücük
bıraktı oraya. “Önce seni engellerinden kurtaralım.” dedikten sonra yavaşça
bileklerimi kravatlardan ayırdı.
İlk işim saçlarına dokunmak olmuştu. Bu halime
gülümsediğini gördüm. Gülümsemesiyle afallayıp ona eşlik edecekken içimi delip
geçen dolulukla duvarları inleten bir çığlık dudaklarımdan kopup havaya
karıştı.
Bahsettiği gün ışığını görebilecek kadar dayanabilmem bir
muammaydı.
~
“Uykusuz musun sen sanki biraz?” diye soran Çağla’ya
başımı salladım. “Geç yattım, çok mu belli oluyor?”
Eh işte der gibi elini salladı.
Az önce öğlen tatili başlamıştı. Çağla son dakika bana
bir şeyler getirdiğinden biraz gecikmiştik çıkmakta. “İzgi?” diye seslendiğinde
asansörün tuşuna bastıktan sonra ona döndüm. “Efendim canım?”
“Bir şey söylemem gerekiyor benim sana.”
Gözlerini kaçırarak konuştuğu için aklım bulanırken hemen
en kötü ne bulduysam düşünmeye başladım. Yanıma geldiğinde de biraz dalgındı
ama üzerinde duramamıştım işe dalınca.
“Söyleyebilirsin, dinliyorum seni. Bir sorun mu var?”
“Bilmiyorum,” dedi dudakları bükülürken. “Var mı yok mu
anlayamıyorum ki.”
Kafam iyice karışmışken asansör gelse de binmeden
Çağla’yı tutup odama geri yürüdüm. İçeri girdiğimizde kapıyı kapattım hemen.
“Açık olur musun, bak felaket senaryoları yazmaya
başlıyorum ben. Yaptırma bana b-…”
“Hamile olabilirim!”
Ağzım son kelimemi tamamlayamadığım şekilde aralı
kalırken balık gibi ona bakakaldım. “Hı?” diyebilmiştim sessizce.
“Geciktim,” dedi panikle. “Normalde pek olmaz ama reglim
gecikti. Test aldım ben de, yanımda ama yapacak cesareti bulamıyorum İzgi ben
ne yapacağım?”
Küçük bir çığlık attım. “Çağla!” diyerek üzerine
atladığımda kollarımı sıkıca sarmıştım bedenine.
“Ay!” deyip beni tutmaya çalıştı. “Kızım bi’ dur kesin
değil ki, eğer gerçekse ve Melih senden daha düşük bir tepki verirse çocuğumun
babası olacaksın tamam mı?”
Kahkaha atarak kollarımı sıkılaştırdım. “Ben bi’
sevineyim, gerçek değilse de değil. Gerçek olduğunda bugünü hatırlarız.”
Bir anda aklıma gelen detayla geri çekildim. “Ben hemen
yükseldim, çok özür dilerim. Sen belki hiç mutlu olmadın…”
Yanağını kaşıdı tatlı tatlı. “Ne hissettiğimi bilmiyorum
ki, çok erken böyle bir şey için. Beklemiyordum.”
“Olsun,” dedim sırtını sıvazlarken. “Bir kesinleştirelim,
eğer misafirimiz bizimleyse ona göre düşünürüz. Sen şimdi boşuna yorma aklını.”
Yönetim katı dışındaki lavabolar ortak kullanım alanı
olduğundan testi oralarda yapması olanaksızdı. Bu yüzden yine elinden tuttum.
“Sizin kata çıkalım, yap şu testi.”
Apar topar yukarı çıktığımızda Acar, Melih ya da Caner’e
hiç görünmeden lavaboya girdik. Öğleden önceki toplantı henüz bitmemiş
olmalıydı ki ne aramış ne de aşağı gelmişlerdi yemek için.
“Gir hadi, bekliyorum burada.” dedim heyecanımı belli
etmemeye çalışırken.
Kabine girdiğinde ben de aynadan kendime bakmakla ve
biraz sırıtmakla meşguldüm. Birkaç dakika sonra ses çıkmayınca seslendim.
“Bitmedi mi işin Çağla? İki damla çişini yapacaksın birtanem ya.”
Kapıyı araladı. “Yaptım ki,” dedi çocuk gibi.
“Bekliyorum, on dakika beklemek gerekiyormuş tam sonuç için. Kutuda yazıyor.”
Kıkırdadım. “Tamam, çık birlikte bekleyelim. Gelmez kimse
buraya. Öğlen zaten.”
“İki tane yaptım her ihtimale karşı,” dedi elindeki
peçeteye sarılı çubukları sıkıca tutarken. Başımla onayladım. Fayansa birkaç
kat peçete serdim. “Koy buraya.”
Çubukları bırakıp nefeslendi. Elini yıkamak için musluğa
yöneldiğinde ceketinin cebinde duran telefonu çalmaya başlamıştı. Yatakta
basılmışız gibi paniklemesine güldüm. “Göremiyorlar bizi dur, kurut elini
korkma.”
Cebinden telefonu aldım. “Hissetti herhalde deli, Melih
arıyor.”
Elini alelacele kuruttu. Telefona uzanıp elimden aldı.
“Efendim?” diyerek açtı telefonu.
“Şeydeyim…” diye mırın kırın etmeye başlayınca hızla
araya girdim. “Tuvaletteydim geliyorum,” de diye fısıldadım.
Beni tekrarladıktan sonra Melih her ne dediyse telefonu
kapattı. “Ne oldu?”
“Acil gel dedi, bir şey diyemedim.” diye mırıldandı.
Elimle kapıyı gösterdim. “Tamam git, şüphelenmesin ben buradayım. Bir şeyimi
lavaboda unuttum de geri gel birazdan.”
Mantıklı bularak beni onayladı. “Tamam, bekle sen. İyi ki
varsın İzgi ya, öpeceğim birazdan seni tamam mı?” Koştur koştur çıkarken
söylediklerine kıkırdadım.
Çubuklarda bir hareketlilik var mı diye bakarken bir
yandan da aynadan saçımı düzeltiyordum. İki dakika bile geçmemişken kapı
aralandığında Çağla’yı hızından dolayı tebrik etmek için oraya dönmüşken giren
kişinin Çağla olmadığını görünce panikle çubukları alttaki peçeteye doladım.
Sıkı sıkı çubukları tutarken kapıya doğru yöneldim.
İçeriye giren kişiyi gördüğümde hafızamı çok da
zorlamadan kim olduğunu anlamıştım. Daha önce Acar’ın odasına babasının
yeriymiş gibi dalarak sinirlerimi hoplatan Selin’di. Simsiyah saçlarını
gergince atkuyruğu yapmış, yüzünün gerim gerim gerilmesine yol açmıştı.
Bu katın lavabosunu kullanma amacı neydi bilmiyordum ama
üzerinde durmadım. Yeterince saçma bir andı zaten.
“Merhaba,” diye mırıldandım kısıkça. Kabine girecekmiş
gibi arkamı dönüp içeri yöneldim. O çıkana kadar içeride beklesem daha hayırlı
olur diye düşünmüştüm.
“Merhaba İzgi Hanım, rastlaşamadık hiç tanıştığımız
günden beri.”
İyi ki rastlaşamadık dememek için çenemi kastım. “Öyle
oldu,” dedim sakince.
“O kadar gizlemenize gerek yok, aramızda kalır sırrınız.
Merak etmeyin.” dediğinde testleri saklamak için geç kaldığımı anlamıştım.
Sıkıntıyla nefes verdim.
“Anlayamadım?” diye sordum özellikle. Susup kendi işine
dönmesi ve burayı terk etmesi konusunda da bir dilekti bu aynı zamanda.
“Burada tek başınıza gizli gizli öğrenmeye çalıştığınıza
göre beklenmeyen durumlar var herhalde diyorum,” derken yüzündeki rahatsız
edici gülümsemeye onun sandığının aksine hamile olmasam da mide bulantısıyla
bakmak zorunda kalmıştım.
İma ettiği şeyi anlamama rağmen derin nefesler alarak
sinirlerimi kontrol etmeye çalıştım. Şu an kıyamet kopartmak istemiyordum, ama
karşımdaki kadın bunun gerçekleşmesi için bütün yolları itinayla deniyordu.
“Çenenizi kapatın Selin Hanım.” dedim her sözcüğe vurgu
yapa yapa.
“Neden?” dedi gülerken. “Acar Bey’in kulağına gitmemesi
gereken bir hamilelik mi bu? Babası o olma-…”
Gülüşüne eşlik ettim, hatta ondan daha çok güldüm.
Kendini ne zannediyordu da bu şekilde aşağı bir biçimde konuşuyordu?
Elimdeki peçete yumağını fayansa bıraktım. Ardından küçük
bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kısalttım. Kolunu sertçe yakaladığımda bu
hamleyi beklemiyor olacak ki gözleri irileşti. “Bana baksana Selin,” dedim
dümdüz bir ifadeyle.
“Ben böyle sessiz sakin, alttan alacak biri gibi
duruyorum ya hani; kimse sana öğretmemiş belli ki ama asıl korkman gerekenin
böyle insanlar olduğunu öğretirim sana seve seve. Aklından çıkartamazsın bir
daha.” Sertçe yutkunduğunda tatlı bir zevkle güldüm. “Anladın değil mi?”
Başını aşağı yukarı salladı. Kolunu bırakacağım sırada
tuvaletin kapısı bir kez daha açıldı. Bu kez gelen gerçekten Çağla’ydı.
O benim bulunduğum konuma şaşıramadan önce, Selin kapı
açılır açılmaz organlarını deşiyormuşum gibi bir çığlık atarak kapı henüz
kapanamadan katı inlettiğinde ise gözlerimi sıkıca kapattım.
Kıyamet kopmasın diye sakin kalıyorum demiştim değil mi?
Unutun onu, birazdan kıyametin alası kopacaktı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder