Aykırı Çiçek 61.Bölüm

 61.BÖLÜM



- 30 Haziran 2002, Muğla

 

“Tamam kızım, tamam birtanem. Öldürdün bugün beni annecim, niye böyle yapıyorsun?”

Pınar, omuzuna yatırdığı bedenin kulağına sakinleşmesi için bir şeyler mırıldanırken Deniz onu pek duyuyor gibi görünmüyordu. Sabaha huysuzluğu üzerinde bir halde gözlerini aralamış, günü oldukça sıkkın bir biçimde devam ettirmişti. Pınar onun uyku sersemliğinden sıyrıldığında kendine geleceğini düşünse de yanılmıştı.

Ağlamıyor olmasına şükredecek hale getirmişti annesini artık. Mutsuzluğu yüzünden okunsa da en azından ağlamıyordu, bu da Pınar’ı bir nebze de olsa rahatlatıyordu aslında.

Okullar geçen hafta kapanmış, Pınar da soluğu çocuklarla birlikte Muğla’da almıştı. Babasının yıl boyunca ısrarları devam ediyorken, Yaman’ın ve Yekta’nın okulu da sonlanınca bahanesi kalmamıştı. Tek sorun, işlerini henüz ayarlayamadığından karısı ve çocuklarından ayrı kalmak zorunda olan Savaş Göktürk’tü.

Yaman ve Yekta denize birkaç dakika mesafede olan evde gayet hallerinden memnunlardı. Genellikle dayılarının aklını çelip sürekli kendilerini sahile götürtüp duruyorlardı. Toprak ve Rüzgar da denizden pek bir şey anlamasalar da anneanneleri ve teyzeleri ile onlara eşlik ediyorlardı. Keyifleri yerindeydi.

Deniz ise… Pınar’ı bezdirmekle meşguldü bu bir hafta boyunca. İlk denize götürüldüğü gün birkaç dakika etrafa bakındıysa da devamında kıyameti kopartmıştı. Pınar başta ne olduğunu anlayamamıştı fakat bir şekilde sorunun kaynağını çözmüştü.

Deniz, babası yanında değil diye yeterince huysuzken bir de üstüne ondan başkasıyla gitmeye alışkın olmadığı denizi görünce delirmişti. Bir aydır, adını taşıdığı sonsuzluğun varlığını öğrendiği günden bu yana, neredeyse her gün babasını sürüklediği denize onsuz gitmek küçük kızın hiç hoşuna gitmemişti.

“Anne,” diye seslenen kızını sırtından destekleyerek doğrulttu. “Söyle annesinin birtanesi?”

“Baybam yeden gelmiyo, ben şok ösledim.”

Pınar gülse mi ağlasa mı bilemezken kızın alnını öptü yavaşça. Bazen Deniz’in Savaş’a kendisinden daha âşık olabilme ihtimaliyle karşı karşıya kalıyordu.

“Ben de özledim bebeğim, baba da bizi özledi. Ama işleri bitmemiş, bitince gelecek. Söz verdi ya sana.”

Deniz bıkkınlıkla nefes verip yüzünü annesinin boynuna gömdü. Kendi dünyasında şu an babasına çok kızgındı. İşleri olması Deniz için hiç yeterli bir sebep değildi.

Pınar o gece zar zor Deniz’i uyutmayı başardı. Yorgunluktan gözleri kendiliğinden kapanana dek annesinin canına okumuştu küçük kız.

Ertesi sabah Deniz, gözlerini rahatsız edici güneş ışığıyla zar zor araladığında burada evdeki gibi kendilerine ait yatakları bulunmadığından diğer günlere benzer şekilde annesini göreceğini zannetmişti. Yeterince dertli olduğundan anneanneleriyle yatma konusunda üçüzlerine katılamıyordu bir haftadır.

İri gözleri etrafı görebilir hale geldiğinde yatağın ucundaki bedeni gördüğünde Deniz dudakları aralı bir biçimde şaşkınca kalakaldı. Küçük ellerini yüzüne atıp gözlerini ovuştururken anın gerçekliğini sorguluyordu.

O henüz kendisini inandırmayı başaramamışken, yarattığı kıpırtılar kısa süreliğine gözleri kapanmış olan bedeni anında uyandırmıştı.

Savaş uyanmasını beklerken farkında olmadan uyuyakaldığı kızının uyku sarhoşu haline bakarken gülümsedi. Uyanma ihtimalini hiç umursamadan, sabaha karşı buraya gelir gelmez bir sürü öpüp koklamış olsa da hâlâ özlem doluydu.

“Meleğim?” diye seslendi. Deniz’in onun sesini duyduğu anda yıllardır hasret doluymuş gibi ağlamaya başlayarak kendisine atılmasını beklediği söylenemezdi.

Göğsüne yaslanan bedeni sıkıca tutarak yüzünü saçlarına yasladı. “Yoluna ölürüm ben senin, çok mu özledin babayı?”

Deniz mırıltıyla bir şeyler söylese de Savaş onu pek anlayamadı. Bir süre sarılarak sakinleşmesini bekledi bu nedenle. Her an gidecekmiş gibi sıkı sıkıya sardığı babasına tüm gücüyle tutunuyordu küçük kız. Birkaç gece önce rüya görüp babasını yanında zannederek uyanmıştı, annesi sabah rüya olduğunu anlatınca ise daha da özlemişti babasını. Şimdi yaşananın da rüya olduğunu sanıyordu bu yüzden.

Savaş sırtını sıvazladığı kızının kokusunu ciğerlerine doldururken halinden oldukça memnundu. “Bir hafta nasıl durdum ben sensiz, sizsiz?”

“Bayba!” diye seslenerek bir anda avuçlarını göğsüne yasladıktan sonra doğrulan kızına döndü Savaş. “Efendim can suyum?”

“Yeden gelmedin? Ben şok ösledim seni hep.”

Savaş içi gidermişçesine kızının kendisinden çaldığı ama bin kat güzel görünen yeşil gözlerine baktı. “Gelemedim hemen babam, özür dilerim. Ben de çok özledim, hem de nasıl özledim bir bilsen.”

Aslında Savaş bu sabah da burada olmamalıydı normal şartlarda. İşleri bitmemiş, çoğu şey yarım kalmıştı. Fakat şimdiye kadar çok ayrıntıya girmeyen Pınar’ın, ağzından Deniz’in halini kaçırmasıyla ilk bulduğu uçakla kendisini Muğla’ya atmıştı Savaş.

İki eli kanda da olsa gelecekti duyduklarından sonra. Bir nevi öyle yapmıştı zaten. Asla taviz vermeyeceği işini bir kenara bırakarak koştur koştur ailesinin yanında almıştı soluğu.

Bir süre daha hasret gideren baba kız, Deniz’in karnından gelen açlık gurultularıyla kesilen sohbetlerinden sonra Savaş’ın ısrarıyla odadan ayrıldılar. Deniz’e kalsa açlıktan bayılsa da yataktan çıkmayıp babasına sırnaşırdı.

Savaş kucakladığı kızıyla birlikte odadan çıkıp az çok ezbere bildiği evde salona doğru ilerledi önce. Deniz bu sırada babasının sakallarıyla uğraşmakla meşguldü. Avuç içleriyle sevip, elini çizen sakallara gülüyordu kendi kendine.

Salona girdiklerinde Savaş içeride bir kalabalık görmemesine şaşırmamıştı. Saat henüz erkendi.

İçeride yalnızca gazetesini okuyor olan Ayhan Ulusoy vardı. Savaş sabah geldiğinde, çocukları dışında herkesi görmüştü. Bu nedenle varlığının adamı şaşırtması olanaksızdı.

“Günaydın Ayhan baba,” diyerek kucağındaki kızını bırakmadan içeri adımladı.

Ayhan Ulusoy onu duyduğunda bakışlarını gazetesinden hafifçe çekti. “Günaydın,” derken damadına birkaç saniye bakmakla yetinerek burnuna doğru düşmüş gözlüğünü geriye ittirip torununa baktı. “Prensesim erken mi uyandın sen?”

Deniz dedesine dişlerini göstererek güldü. “Baybam geldi, ondan yuyandım.”

Savaş kızının heves ve heyecan dolu konuşmasına dayanamayıp boynundan sertçe öptü.

“Kızımın aklını aldığın yetmedi torunumu da aynı hale getirmişsin.” diye söylenen adama Savaş hafif gerilerek baktı. Öğretmen olduğunu sormadan anlayabileceğiniz Ayhan Ulusoy bazen Savaş’a sınıfta azar yiyormuş gibi hissettiriyordu.

“Baba kızım ya hani Deniz benim…” dedi açıklamaya çalışarak.

Ayhan ters ters karşı koltuktan ona baktı. “Pınar da benim kızım değil miydi ulan? Aldın götürdün kızımı, yüzünü zar zor görür olduk. Nasıl zor bir şey bu haberin var mı?”

Dert yanıyor gibi görünse de Savaş’a kendi çocukları kadar güvenirdi Ayhan Ulusoy. Aksi halde değil kızını, bir eşyasını bile kimseye emanet edecek bir adam değildi zaten. Savaş’ın ona kendini kanıtlaması da hayli zaman almıştı.

Savaş bir an için kendisini karşısındaki adamın yerine koydu. Birinin kızını yanından alıp götürmesi fikrini birkaç saniye hayal ettiğinde, kan beynine sıçramıştı. Farkında olmadan Deniz’i sıkıca sarıp göğsüne yapıştırdı.

“Deniz evlenmeyecek ki zaten,” diye mırıldandı ağzının içinden. “Ben vermem kızımı, bakarım dizimin dibinde.”

Ayhan damadının haline sırıttı. “Ben de öyle diyordum sen ortaya çıkana kadar, elbet Deniz’in de kaderinde biri vardır. Sen hazırlamaya başla kendini.”

“Başlarım kaderine!” diye homurdanarak Deniz ile birlikte arkasına yaslanan Savaş’ın gözlerine perde inmişti. Deniz babasının kolları arasında boğuluyor gibi olsa da günlerdir onsuz olduğu için melül melül etrafa bakınmakla yetiniyordu bu sırada. Savaş, Deniz’i hiç evlenmemeye nasıl ikna edebileceğini hesaplarken karşı koltuktan keyifle kendisini izleyen kayınpederinden haberdar değildi.

Yıllar sonra tıpkı Ayhan Ulusoy’un ona verdiği onay gibi, kendisinin de içi rahat bir şekilde kızı evlensin diye onay vereceğinden o an için habersizdi.

 

~

 

Arkamda evin duvarlarını yıkacak oranda gülüş sesleri duyulurken ben gözlerimi irice açarak önümde iki seksen devrilen abime odaklamıştım. “Bayıldı mı o?” diye sorduğunu duyduğum Acar da benden farksız haldeydi sanırım. Arkam ona dönükken tepkisini tam da görememiştim.

“Abi!” diye seslenerek yanında dizlerimin üzerine çöktüm. Yanaklarını çekiştirirken bir yandan da bana yardımı dokunmasını umarak hemen yanı başında oturuyor olan diğer abime dönmüştüm. “Abi bir şey yapsana bayıldı adam!”

Yekta abim, Yaman abimden daha umutsuz vaka olduğunu belli edercesine bana kaşları çatılı bir biçimde bakakalmışken oflayarak yanaklarını tuttuğum bedene döndüm. Döndüğümde gördüğüm manzara ise bu kez kaşları çatıklar ekibine benim de katılmama sebep oldu.

Yaman Göktürk tek gözü açık bir biçimde bana bakıyordu.

“Böyle şaka mı olur?” diye azarlayarak yanağını sertçe sıktım. “Ne yapıyorsun abi?”

Abim birden yerinden doğruldu. Arkamdaki uğultu da bu şekilde kesilmişti. “Sen kendi şakana bak kızım! Evleniyorlarmış… Babam izin vermiş falan… Ufak at da Pamir yesin.”

Pamir ufak bir çığlık attı. “Acıkmadım beyn! Annem mama yediydi bana.”

Herkesi eve toplamanın böyle sonuçlar doğuracağını keşke daha erken hesaplayabilseydim diye düşünürken çöktüğüm yerden doğruldum. Dizlerim sanki kirlenmiş gibi elimle silkeledikten sonra ellerimi belime yasladım.

“Abi şaka yapmıyorum diyorum? Başını mı vurdun az önce devrilirken ya delireceğim?”

Yaman abim birden Acar’a odakladı bakışlarını. “Ne diyor bu?”

“Bu nedir ya, denizkızım nerede, güzelim nerede? Evleniyorum diye bu mu oldum gerçekten?”

“Yekta tansiyonum çıktı benim, beni hastaneye yatırsınlar yoğun moğun bakıma alınayım ben.” Abim kendini Yekta abime acındırırken ben de göz ucuyla ona baktım. Bu konuda en sakin tepkiyi ondan bekliyordum.

“Aldıracağım ben seni bakıma bi’ dur tamam, doğru düzgün konuşturtmadın ki ayıldın bayıldın iki dakikada.”

Ayıldın bayıldın kısmına istemsizce kıkırdadım. Benimle birlikte salonun büyük çoğunluğu da gülünce ses yükselmişti. “Yani babam eninde sonunda izin verecekti belliydi de, bu kadar erken… Ben de beklemiyordum ne yalan söyleyeyim.”

“Ben vermiyorum izin!” diye aynı anda böğüren üçüzlerime doğru yavaşça döndüm. Omuzlarım yorgunlukla düşmüş halde birkaç dakikadır duygudan duyguya sürüklendiğim için afallamış bakışlarımla ikisini izledim kısacık bir an.

“Vermiyorsunuz?” diye mırıldandım.

Önce birbirleriyle bakıştılar, ardından yeniden bana döndüler. “Veriyormuşuz.”

“Bastır koca yanak, biraz daha böyle bakarsan bu ekibi ikna edemeyeceğin hiçbir şey yok.” Soner abiye omuzumun üzerinden bakıp dudaklarımı kıvırdım. “Babamdan sonra hiçbir şeyden korkmuyorum zaten.” Dediğime hepsi güldüğünde Yaman abimin de dayanamayarak gülümsediğini son anda görmüştüm.

Hevesle üzerine atladım. Belimi refleksle tutmasa yere yapışabilirdim ama tutacağını biliyordum zaten. “Güldün!” dedim heyecanla. “Gördüm, kocaman güldün hem de.”

İfadesini toparlamaya çalışarak öksürdü. “Yanlış görmüşsün, hiç öyle bir şey olmadı.” Kesin öyledir der gibi kafamı oynatıp omuzuna doğru yattım. “Biliyorum böyle bir şeyi kaldırmak çok zor abi,” dedim duygusal bir şekilde giriş yaparak. Herkes pür dikkat beni dinlerken kahkahamı bastırmaya çalışarak devam ettim. “Sonuçta Acar’la evlenirsem siz de imkânsız bir ikili olacaksınız…”

Salonda Pamir de dahil olmak üzere -Acar ve abim dışında- herkes gülmeye başlarken bacaklarımı salladım keyifle.

“Sen biraz daha bu şakayı dillendirip kendine çekersen, nikahı basacak abin Acar’ı kaçırmak için.” Koray’ın cümlesiyle ben başımı arkaya atarak hayal ettiğim sahneye gülmeye başladım. Abim kucağında yerleşik hayata geçtiğim için ayaklanamadığında Acar’a baktı.

“At şunu evden, ben kalkamıyorum.”

“Ben Feris’i alayım, sen at Koray’ı. Saf mıyım oğlum ben?”

Koray uzunca bir nefes verdi. “Benim için tartışmayın lütfen, çok üzülüyorum.”

Aynı anda sabır dilenerek başlarını çevirdiklerinde herkese abimi ve Acar’ı gösterdim. “Bakın aynı kişiler işte! Kızıyorlar bi’ de bana.”

“Fırlatacağım şimdi seni Deniz, kucağımda olduğunu unutma abicim.”

Yanağımı yanağına yasladım. “Kıyamazsın ki,” dedim dudaklarımı bükerek.

Aileme her şımarışımda, Acar bana en değerlisiymişim gibi baktığında, artık Koray gözyaşlarıma değil kahkahalarıma şahit olmaya başladığında; bir köşede yaralarını gizlemeye çabalayan küçük kız çocuğu ona iyi gelen ilaçlara kavuşuyordu.

Ben çocukluğumda sevgisizlikle sınanırken çok kanamıştım, şimdi bana bahşedilen bu bol sevgiyle akmakta olan kanı durdurabiliyor hatta yara izlerimi de canım yanmadan silebiliyordum.

 

~

 

“Çok güzelsin.”

Dalgınlaştığımı duyduğum sesle birlikte fark etmiştim. İrkilerek yerimde hafifçe kıpırdanmama yol açan sesin sahibine doğru döndüm. “Hım?” gibi bir şey çıktı ağzımdan ne dediğini tam anlayamamıştım.

“Çok güzelsin diyorum zümrüt göz, dakikalardır aynanın karşısında neyi inceliyorsun?”

Onun dolabının önünde, üzerimde onun kıyafetleriyle duruyordum. Burada bahsettiği gibi dakikalar geçirdiğimden ise habersizdim. Ben kısacık bir süredir burada olduğumu zannediyordum.

Ajanstan çıktığımızda beni bir valizmişim gibi arabaya atmış ve buraya getirmişti. Bunda, yaklaşık bir haftadır asla kendisine nefes aldırmayan Göktürk beylerinin rolü kuvvetliydi. Haftaya evlenecekmişim ve son günleri benimle geçirmek istiyorlarmış gibi her an bir planla hatta bazen plansız da olsa işten çıktığım anda evde buluyordum kendimi. Acar daha odama gelemeden Yaman abim ya da üçüzlerimden biri aşağıdayım diye mesaj atıyor ve beni kaçırıyorlardı. Bugün Acar ajanstan yarım saat kadar önce çıkmamızı sağlayarak olası senaryoyu engellemişti.

Sıcak göğsünü sırtımda hissettim. Bir kolunu göğsümün biraz altına, karnıma doğru dolayarak sıkıca sardı. “Kıyafetlerim benden daha çok sana yakışıyor.”

Aynadan ikimize bakarken gülümsedim. Burada bıraktığım kıyafetlerim olmasına, ki yan binadaki atölyede de tonlarca kıyafetim vardı, buraya gelince Acar’ın eşyalarını giyip gezinmeye bayılıyordum. “Hepsi benim olsun o zaman.”

“Senin zaten,” dedi öylesine bir şey söylüyormuşçasına. “Ben seninim Feris, sen gelmiş kıyafetten bahsediyorsun. Benim olan her şey zaten senin.”

Karnımdaki koluna tutundum. “Bayağı zenginim o zaman ben, babam da tüm her şeyim senin diyor.” Verdiğim tepkiye başını geriye atarak güldü. “Öylesin, hepimizi satın da alırsın sen şimdi.”

Yüzümü buruşturdum oyuncu bir tavırla. “Paramı size harcayamam, başka satın alacak şeyler var Acarcım.”

“Siz paha biçilmezsiniz deseydin keşke güzelim ama bu da olur, tamam.”

Tırnaklarımı hafifçe kolunda gezdirdim. Ocak ayının ortasında kısa kollu tişörtle gezen bir insan olması kendi tercihiydi. “Acar,” dedim uzata uzata.

“Söyle sevgilim?”

“Yanağını ısırayım mı bir kerecik?”

Acar birkaç saniye kalakaldı. Çok daha farklı bir şey duymayı beklediği belliydi ama çok canım istemişti. Aynadan yüzüne bakarken dişlerim kamaşmıştı.

“Yanağımı mı ısıracaksın?” diye sordu onay almak ister gibi. Başımı salladım hemen. “Evet, hiç acıtmayacağım ama.”

Bana sarılı olan koluyla bedenimi çevirip yüz yüze olmamızı sağladı. “Her şey karşılıklı, sen ısıracaksan ben de ısıracağım.” Kısa bir an bu teklifini düşündükten sonra canımı yakmayacağını bildiğim için onay vermekte bir sıkıntı görmemiştim.

İşaret parmağıyla yanağına dokundu. Bunu bekliyormuşum gibi hiç duraksamadan parmak ucumda yükselip dişlerimi yanağına geçirdim.

“Koparttın Feris, koparttın yavrum.” Haline üzüldüğüm için ısırdığım yeri geri çekilmeden önce öptüm. “Geçti geçti, bak bir şey olmadı.” Omuzunu patpatlayarak destekledikten sonra gözlerindeki parıltıdan pek hayırlı çıkarımlar yapamadığım için şirince sırıtarak geriye doğru kaçmak için bir ayağımı arkaya attım. İkinci ayağımı atamadan belimden yakalamıştı.

“Nereye Feriscim?”

“İlahi canım,” diyerek göğsüne dokundum. “Nereye olacak ki, ayağımı düzelt-…” Cümlem, daha doğrusu yalanım sonlanmadan önce Acar ben ne olduğunu anlayamadan yanağımın boynumla kesişen kısmına dişlerini bastırdı. Etim kopuyormuş gibi korkuyla cırlasam da geri çekilmedi.

“Az ısır, senin ısırığınla benimki bir mi Acar!”

Dişlerini asla benim yaptığım kadar bastırmadı. Hatta ısırdığı da söylenemezdi. Sadece dişlerini tenime bastırmıştı biraz. Aynı yeri peş peşe öptüğünde sakinleşerek ona yaslandım. “Sen bana kıyıyorsun da ben sana kıyamıyorum ki, ne olacak bu iş böyle zümrüt göz?”

Kollarımı kaldırıp boynuna doladım. Burnu elmacık kemiğime sürtünürken derin bir nefes aldı. “Bence harika,” dedim heyecanla. Burnundan keskin bir nefes vererek güldü. Yanağımın her noktasını öpmeye başladı. Biraz huylanıp geri çekilme ihtiyacı duysam da yapmadım.

Öpücükleri önce yüzümde dolandı durdu. Belki de dudaklarının dokunmadığı hiçbir yer kalmadı. Gözlerim kısılmış halde yumuşak öpücükleri karşıladım ben de. Dudaklarının rotası boynuma doğru uzayınca istemsizce ensesine tutunan ellerim sıkılaştı.

Boynumdaki ince deriye ıslak izler bırakırken ellerimden birini önce omuzuna, ardından göğsüne kaydırdım. Soluna sıkıca bastırdığım avucum, kalbinin tok atışlarını hissediyorken öpücükleri aniden duraksadı.

Ruhumu ezberlemeye başlaması benim için bir devrimdi. Çoğu anda buna hayran kalırken buluyordum kendimi. Fakat benimle ilgili ezberlediği tek şey ruhum değildi. Bedenimi de tıpkı ruhum gibi aklına kazımıştı. Şimdi de bunu bana ispat etmek istercesine boynumdaki en hassas noktayı dudaklarının arasında tutuyordu.

Dudağının ucunda bir parça şeker varmış gibi orayı emdiğinde dışarıdan belli olmasa da içim titremişti. Göğsüne ve ensesine tutunan parmaklarımın pençelere dönüşüp, tırnaklarımı derisiyle buluşturduğunun farkında da değildim bu sırada.

Çıkan ıslak ses kulağımda çınlamalar yaratırken dilinin tenime sürtündüğünü hissettim. “Merih,” diye kedi gibi bir mırıltıyla dudaklarım aralandığında boynumdaki dudakları gerildi; gülümsemişti. Ona ne zaman Merih diyeceğime ben değil, içgüdülerim baskıcı bir biçimde karar veriyordu. Yine o anlardan birindeydik.

“Hormonların ayaklandığında hemen Merih oluyorum değil mi?” diye sorduğunda bu ayrıntıyı tek fark eden olmadığım kesinleşmişti. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Yüzünü boynumdan kaldırıp alınlarımızı birleştirdiğinde gözlerimi kırpıştırdım birkaç defa.

Dudaklarımızın birleşmesi için ilk hamleyi yapan taraf olmaktan çekinmedim. Dudaklarına uzanıp alt dudağını ağzımın içine yuvarladığımda belimi kavradı. Öpücüğün derinleşmesi için benim başka bir şey yapmama gerek kalmadan ağzımın içine akın ederek beni delicesine öpmeye başladı.

Dudaklarıma uzanabilmesi için onun eğilmesi ya da benim parmak ucumda yükselmem gerekliydi ve her iki seçenek de bir noktada işkenceye dönüşüyordu. Omuzlarına tutunarak kendimi kaldırdığımda ne yapmaya çalıştığımı anında kavrayarak kalçamın altından desteklediği gibi bedenimi havalandırdı. Bacaklarımı beline sıkıca sararak ona tutundum. Şimdi uzun görünen taraf bendim. Yüzümü hafifçe eğerek beni öpüşünü kolaylaştırdım.

Birkaç dakikanın ardından nefes nefese geriye çekildiğimde oyuncağı elinden alınmış gibi görünüyordu. Dudaklarıma yeniden uzanmak için bana yaklaştığında yanaklarını avuçlayarak durdurdum. “Sevişecek miyiz?” diye dümdüz bir soru sorduğumda küçük bir kahkaha attı.

“Yok, ben temizlik yaparız diye düşündüm aslında.”

Başımı salladım. “Mantıklı, çünkü evlenmeden sevişemeyiz Acarcım.”

Yüzü donakaldı kısa bir an. “Ne?” gibi bir şey çıktı dudaklarından.

Bu küçük kriz yeterli gelmişti. Fazla uzatmadım. Kıkır kıkır gülerken sakallarını okşadım. “Şaka sevgilim, minik bir şakaydı. Sen dayanabilirim desen de ilişkimizin üçüncü üyesi böyle bir şeyi kaldıramaz asla.”

Gülüşüme ortak olurken kalçamı yavaşça sıktı. “Arsız Feris’ten mi bahsediyoruz?” Başımı ağır ağır salladım. “Kesinlikle ondan bahsediyoruz.”

Birkaç saniye içinde sırtım aniden arkamızda kalan yatakla buluştuğunda dudaklarımız da tekrar birbirini bulmuştu. Nefesimi kesecekmişçesine beni öperken saçlarında ve sırtında gezdirdiğim ellerimle ona uyum sağlamaya çabalıyordum.

Üzerimde onun bana tamamen bol gelen kıyafetleri varken kendimi bir çuvalmış gibi hissediyordum şu anda. Bu, onu üzerimden biraz ittirmeme sebep oldu. O ne yapmaya çalıştığımı anlamayı başarana dek ben üstümdeki kalın sweatshirtten kurtulmuştum. Üstümdekinin kalınlığı ve sütyenin beni ölecekmişim gibi boğması nedeniyle içime hiçbir şey giymemem, şu an üstümün çırılçıplak kalmasıyla sonuçlanmıştı.

Acar’ın bakışları hiç duraksamadan göğüslerime indiğinde güldüm. Gülüşüm bedenimi sarsmış, göğüslerimin de uyumla sallanmasına yol açmıştı. Kısık bir küfür mırıldandığını işittim. Sonrasındaysa dudaklarının yeni durağı sol göğüs ucum oldu.

İştahla sömürdüğü ucun hem ağzının hareketi hem de anın yoğunluğuyla şişmeye başladığını hissediyordum. Belimi kıvırarak bedenimi ona yaslamaya çalıştım. Yatakta uzanır haldeydim ve o tamamen beni örtecek biçimde üzerime kapanmıştı. Saçlarındaki daha dalgalı duran tutamlardan birini parmaklarıma dolayıp dolayıp açarken dişlerinin hassaslaşan ucumu sıyırdığını algıladığımda tiz bir ses çıkarttım.

Kasıklarım benim kontrolümde olmaktan çoktan çıkmış, ona yaslanmak için havalanmıştı. Bu kez engellemeden ona çarpmama izin verdiğinde bunun kasıklarımda yanan ateşi dindirmek yerine harlamaktan başka bir şey yapmayışıyla dişlerimi birbirlerine bastırdım.

Diğer ucumun küsebileceğini düşünmüş olacak ki bir eli orayı bulup başparmağıyla yavaşça şişkinliği okşadı. Ağzıyla ıslattığı sol ucuma karşın, kuru parmağıyla temas eden derim sürtünmenin yoğunluğuyla hem yanmış hem de zevkle büzüşmüştü.

Boğuk bir inlemeyle hareketlerine tepki verdiğimde ağzının dolu olmasını umursamadan güldü. Ondan etkilendiğimden sanki hiç haberi yokmuş gibi böyle anlarda verdiğim tepkilere sırıtıyor olması bir gün sona erecek miydi bilmiyordum.

Ani bir patlamayla saçlarında duran elimi yüzünü yüzüme yaklaştırmak için kullanarak bedenini yukarıya yönlendirdim. İtirazsızca bana uydu. Dudaklarına susuzluktan ölürken birkaç damla suya kavuşmuş gibi tutunduğumda beni delirtmek ister gibi göğsümle oynamaya devam ediyordu.

“Acar…” dedim mırıl mırıl. Dudaklarımızın arasında birkaç santimden fazlası yoktu. Söyle der gibi gözlerime baktı. “Uzansana bi’ sen.”

“Açıkça üstte olmak istiyorum diyebilirsin zümrüt göz, öyle mi olsun istiyorsun? Hım?”

“Her istediğimi yapacaksın yani?” dedim alttan alttan ona bakarken. Gözlerimi kısarak tepkilerini ölçüyordum.

“İstediğin ve yapmadığım tek bir şeyden bahset.” Olmadığını bildiğim halde sinirlensin diye düşünüyormuş gibi dudak büktüm. “Biraz düşüneyim.”

Elini çekmediği göğsüm, iki parmağının arasında ezildiğinde bir nevi yerimde sıçradım. Aynı anda hem canımı acıtıp hem de bedenime yoğun zevk dalgaları yollamayı nasıl başarabiliyordu?

“Yanlış cevap, şimdi yanlışının cezasına geçeceğiz küçük uyanık.” Birden doğrulup üzerindeki tişörtü ensesinden kavrayarak çekip çıkarttığında kasları ilgimi dağıtmış olsa da onları süzerken dudaklarımı araladım. “Bu da geçenki ceza gibi bana kıyamadığın, başına patlayan bir ceza m-…”

Cümlemin geri kalanı belimdeki eşofmanla aynı anda külotun da lastiğini kavrayarak beni saniyeler içinde tamamen çıplak bırakmasıyla dışarı çıkamadan yarıda kesilmişti. Odanın bilinmez bir köşesine yol alan kıyafetlerin akıbetinden çok, kendi akıbetimi merak ediyordum. Sanırım ceza konusunu böyle muzipçe açmam pek yararıma olmamıştı.

Bacaklarımı refleksle kapatmak için hareketlendirdiğimde dizlerimi aynı anda tutarak buna engel oldu. “Sakın,” dedi keskin bir tavırla. “O güzel bacaklar benim tatlı manzaramı kapatmak için hareketlenmesin.”

Manzara derken kast ettiği yerin neresi olduğunu, orası benden önce fark etmiş olacak ki kasıklarımda yoğun sıcak havayla dolu bir balon patlamış gibi hissetmeye başladım.

Ben çırılçıplakken onun altında hâlâ eşofmanı duruyordu. Bu eşitsizliğe tahammül edemediğimi belli edercesine bakışlarımı oraya çevirdim. Tavrım pis pis sırıtmasından başka bir şeye yaramamıştı.

“Çıkaracağım Feris, ama çıkardığıma memnun mu yoksa pişman mı olacaksın göreceğiz bebeğim.”

Yatakta geriye doğru kayarak ona yer açmaya çabaladım. Biraz sonra olacaklardan o an için habersizdim.

Bir anda dolaba yöneldi. Aradığı neydi görememiştim ama saniyeler içinde geri döndü. Elinde sallanan kumaş parçalarını gördüğümde yutkundum.

“Söz dinlemeyeceksin ve ellerin asla rahat durmayacak, ben kızımı tanıyorum Feris. O yüzden önlem almak zorundayım sevgilim.” Yanıma ulaştığında ona itiraz etmek ve tamamıyla kendimi bırakıp sorgusuz bir itaate sürüklenmek arasında araftaydım. Üzerime doğru eğildiğinde büyüsüne kapılmış olacağım ki araftan koparak, ikinci seçeneğin kucağına düştüm.

Bir dakika içinde bileklerim iki ayrı kravatla yatak başlığına bağlı hale gelmişti. Beni sıkıştıracak kadar sıkı bağlamamıştı ama asla açamayacağım kadar da güçlüydü.

Nefeslerim farkında olmadan sıklaşmaya ve ağırlaşmaya başlamışken gözlerimi gözlerinden ayırmadan ona bakıyordum. Çenemi tüy hafifliğinde bir dokunuşla okşadı. Dudağımla çenem arasında kalan boşluğa bastırdığında ağzım istemsizce aralanmış oldu.

“Çok güzelsin, ölene kadar bunu söylemekten bıkmayacağım. Her anın, her zerren hayran olunası bir güzellikle kaplı Feris.”

Bana böyle içten iltifat ederken bu boğuk sesi kullanmaya devam ederse ellerini bedenimde gezdirmesine gerek kalmadan rahatlayacaktım. O güçlü bir mıknatısmış ve ben onun çekim alanına karşı koyamayan küçük bir demir parçasıymışım gibi hissediyordum.

Söylediklerine bir cevap veremeden sessiz kaldığımda bakışlarını benden ayırmadan altındaki iki parçadan kurtuldu. Bunu yaparken gerilen kaslarını bir filmin en sürükleyici sahnesiymiş gibi gözlerimi kırpmadan izlemiştim. Artık ikimiz de tamamen çıplaktık. Bu düşünce beynimden tüm bedenime yayılırken bacaklarım birbirine çekildi.

Hareketlendiğimi fark ettiğinde bakışları kapattığım ve birbirine bastırdığım bacaklarımı buldu. Olumsuz bir ses çıkarttı. “Ne konuştuk az önce?” dedi dingince. Bana tepeden ve hayran bakışlarla bakmayı sürdürüyordu.

İkna olmam kısacık bir soruya bağlıymışçasına bacaklarımı yeniden araladım. Dediğini itirazsızca yapmam gözlerinde farklı pırıltılar belirmesine yol açmıştı. Koyu kahvelerini bacaklarımdan biraz yukarıya, az önce gizlediğim kuytuya diktiğinde nefesim kesilir gibi soludum.

Bakışları kasıklarıma kenetli dururken bir dizini yavaşça yatağa yasladı. Çoktan hacim kazanmaya başlamış olan erkekliğini birkaç kez sıvazladığında bacaklarımı yeniden birbirine bastırmadan önce derince inledim. Tahrik olmam için bir tetikleyiciye ihtiyacım yokken bana bakarak kendisini çekmesinin büyük bir patlamaya yol açacağını benden daha iyi bildiğine yemin edebilirdim.

Benimle oynuyordu. Bile isteye bunu yapıyordu.

Aynı anda hem sinir hem de zevkle dolmuşken dudaklarımdan uzunca bir hava üfledim. Ellerimi kullanabilseydim, üzerine doğru atılmak için bir an bile beklemezdim. Önlem alıyorum demesi boşuna değildi.

“İzleyecek misin öyle beni?” diye sordum dişlerimin arasından. “Hormonlarını kontrol edemeyen bir ergen gibi karşımda kendini çekerek mi zevke geleceksin Acar Merih Bayazıt?”

Kısık bir sesle güldü. Gülüşünün aksine bakışları ciddileşmişti. Atik bir hareketle bacaklarımı sertçe ayırdığında irkildim. Dizlerimi açabileceği son noktaya kadar açmıştı. Yarattığı boşluğa oturdu. Kadınlığım bacaklarımı ayırdığında bir anda hava alınca şişmeye başlayan zevk balonlarımdan birkaçı peş peşe patlamıştı.

Sağ elini hiç duraksamadan bacak içimde kısaca dolaştırdıktan sonra kasığıma yasladığında havada kalan son oksijeni çekiyormuş gibi soluklandım. Eli buzmuş gibi gelmişti ama bunun benim yanıyor olmamla yakından bir ilgisi bulunduğunu biliyordum.

“Hormonlarını kontrol edemeyen tek ergen ben değilim sanki güzel bebeğim? Öyle mi dersin?”

Dokunduğu anda avucunu ıslattığımı bakmasam da hissediyordum. Bu da söylediğini açıkça kanıtlıyordu. Ama şu an haklı ya da haksız olmak o kadar anlamsızlaşmıştı ki etkisi altında sıkışıp kaldığım arsız tarafımı dinleyerek kendimi avucuna doğru ittim.

Duvarlara çarpıp yeniden bana dönen ağır bir küfür savurdu. Ardından konuştu. “Birden üçe kadar bir sayı söyle.” Anlamsızca baktığım birkaç saniyenin ardından “İki,” diye cevapladım. Sırıttı.

İki parmağını aniden içimde hissettiğimde belim yay gibi gerilirken tiz bir çığlık attım. Bileklerimi açabilecekmişim gibi çekiştirdiğim için canım yanmıştı ama içimde hareket etmeye başlayan parmakları geriye kalan her şeyi puslu görüp hissetmeme yol açıyordu.

Üzerime doğru uzandı. Yastığa yaslı duran başıma başı denk gelecek biçimde üzerimdeydi. Dudağını elmacık kemiğime yaslayıp küçük bir öpücük bıraktı. “Üç demediğin için biraz üzgünüm,” dedi gerçekten üzülmüş gibi sesini alçaltarak.

Ağlar gibi çıkan inlememle başımı geriye bastırırken ona laf yetiştiremeyecek kadar kendimden geçmiştim. Parmakları içimde ağır ama derin hareketler yaparken gözlerim dolmaya başlamıştı. Gözlerimi sıkıca kapattığımda bunu bekliyormuş gibi üçüncü parmağını da diğerlerine ekledi. İrice açtığım yeşillerimi ona odaklamam da böylece gerçekleşmişti.

Hareketleri hafifçe hızlanırken dudaklarımı oyalanmak ister gibi dudaklarına bastırdım. Alt dudağını sertçe emerken arada inlemelerim yüzünden öpüşüm kesilmek zorunda kalıyordu.

Tırmandığım tepenin zirvesine yaklaşmakta olduğumu hissederken parmakları birden hareket etmeyi kestiğinde nefesimi tutarak yüzüne bakakalmıştım. “Acar?” diye seslendim kısılan sesimle.

“Ne oldu?” diye sordu ne olduğunu bilmiyormuş gibi. Parmakları halen içimdeydi, ama asla hareket ettirmiyordu. Duvarlarımı kasarak onu içimde sıkıştırdığımda gözlerini kıstı. “Gelmek mi istiyorsun? Parmaklarıma mı akacaksın Feris?”

Başımı salladım sarsak hareketlerle. Onayım onu gülümsetti. Parmaklarını içimden çektiğinde kızgınlıkla yüzüne baktım. Oyun oynuyordu, oynadığı oyundan delicesine zevk aldığını da görüyordum.

Bir eliyle yatağa tutunup üzerimde düşmeden dengede dururken diğer elini yavaşça yüzüne yaklaştırdı. Biraz önce içimi talan ediyor olan parmaklarını ağzına yuvarladığında ağlar gibi sızlanarak başımı geriye yatırdım. Islak sesler çıkartarak parmaklarından sularımı içtiğini bakmasam da duymuştum.

“Bak bana,” dedi tok bir sesle. Reddederek başımı geride tutmayı sürdürdüm. Çenemi tutarak beni birden kendisine çevirdiğinde gergindim. Bu, vadettiği zevki alamıyor oluşumun verdiği gerginlikti.

“Birazdan içine gömüleceğim Feris, öylesine gömüleceğim ki yemin olsun bu oda güneşle aydınlanana dek durmayacağım. Bir olacağız, benim bedenimi kendi bedeninle ayırt edemeyeceğin kadar birbirimize katacağım bizi.”

Dudaklarımı oksijen ihtiyacıyla araladığımda ıslak bir öpücük bıraktı oraya. “Önce seni engellerinden kurtaralım.” dedikten sonra yavaşça bileklerimi kravatlardan ayırdı.

İlk işim saçlarına dokunmak olmuştu. Bu halime gülümsediğini gördüm. Gülümsemesiyle afallayıp ona eşlik edecekken içimi delip geçen dolulukla duvarları inleten bir çığlık dudaklarımdan kopup havaya karıştı.

Bahsettiği gün ışığını görebilecek kadar dayanabilmem bir muammaydı.

 

~

 

“Uykusuz musun sen sanki biraz?” diye soran Çağla’ya başımı salladım. “Geç yattım, çok mu belli oluyor?”

Eh işte der gibi elini salladı.

Az önce öğlen tatili başlamıştı. Çağla son dakika bana bir şeyler getirdiğinden biraz gecikmiştik çıkmakta. “İzgi?” diye seslendiğinde asansörün tuşuna bastıktan sonra ona döndüm. “Efendim canım?”

“Bir şey söylemem gerekiyor benim sana.”

Gözlerini kaçırarak konuştuğu için aklım bulanırken hemen en kötü ne bulduysam düşünmeye başladım. Yanıma geldiğinde de biraz dalgındı ama üzerinde duramamıştım işe dalınca.

“Söyleyebilirsin, dinliyorum seni. Bir sorun mu var?”

“Bilmiyorum,” dedi dudakları bükülürken. “Var mı yok mu anlayamıyorum ki.”

Kafam iyice karışmışken asansör gelse de binmeden Çağla’yı tutup odama geri yürüdüm. İçeri girdiğimizde kapıyı kapattım hemen.

“Açık olur musun, bak felaket senaryoları yazmaya başlıyorum ben. Yaptırma bana b-…”

“Hamile olabilirim!”

Ağzım son kelimemi tamamlayamadığım şekilde aralı kalırken balık gibi ona bakakaldım. “Hı?” diyebilmiştim sessizce.

“Geciktim,” dedi panikle. “Normalde pek olmaz ama reglim gecikti. Test aldım ben de, yanımda ama yapacak cesareti bulamıyorum İzgi ben ne yapacağım?”

Küçük bir çığlık attım. “Çağla!” diyerek üzerine atladığımda kollarımı sıkıca sarmıştım bedenine.

“Ay!” deyip beni tutmaya çalıştı. “Kızım bi’ dur kesin değil ki, eğer gerçekse ve Melih senden daha düşük bir tepki verirse çocuğumun babası olacaksın tamam mı?”

Kahkaha atarak kollarımı sıkılaştırdım. “Ben bi’ sevineyim, gerçek değilse de değil. Gerçek olduğunda bugünü hatırlarız.”

Bir anda aklıma gelen detayla geri çekildim. “Ben hemen yükseldim, çok özür dilerim. Sen belki hiç mutlu olmadın…”

Yanağını kaşıdı tatlı tatlı. “Ne hissettiğimi bilmiyorum ki, çok erken böyle bir şey için. Beklemiyordum.”

“Olsun,” dedim sırtını sıvazlarken. “Bir kesinleştirelim, eğer misafirimiz bizimleyse ona göre düşünürüz. Sen şimdi boşuna yorma aklını.”

Yönetim katı dışındaki lavabolar ortak kullanım alanı olduğundan testi oralarda yapması olanaksızdı. Bu yüzden yine elinden tuttum. “Sizin kata çıkalım, yap şu testi.”

Apar topar yukarı çıktığımızda Acar, Melih ya da Caner’e hiç görünmeden lavaboya girdik. Öğleden önceki toplantı henüz bitmemiş olmalıydı ki ne aramış ne de aşağı gelmişlerdi yemek için.

“Gir hadi, bekliyorum burada.” dedim heyecanımı belli etmemeye çalışırken.

Kabine girdiğinde ben de aynadan kendime bakmakla ve biraz sırıtmakla meşguldüm. Birkaç dakika sonra ses çıkmayınca seslendim. “Bitmedi mi işin Çağla? İki damla çişini yapacaksın birtanem ya.”

Kapıyı araladı. “Yaptım ki,” dedi çocuk gibi. “Bekliyorum, on dakika beklemek gerekiyormuş tam sonuç için. Kutuda yazıyor.”

Kıkırdadım. “Tamam, çık birlikte bekleyelim. Gelmez kimse buraya. Öğlen zaten.”

“İki tane yaptım her ihtimale karşı,” dedi elindeki peçeteye sarılı çubukları sıkıca tutarken. Başımla onayladım. Fayansa birkaç kat peçete serdim. “Koy buraya.”

Çubukları bırakıp nefeslendi. Elini yıkamak için musluğa yöneldiğinde ceketinin cebinde duran telefonu çalmaya başlamıştı. Yatakta basılmışız gibi paniklemesine güldüm. “Göremiyorlar bizi dur, kurut elini korkma.”

Cebinden telefonu aldım. “Hissetti herhalde deli, Melih arıyor.”

Elini alelacele kuruttu. Telefona uzanıp elimden aldı. “Efendim?” diyerek açtı telefonu.

“Şeydeyim…” diye mırın kırın etmeye başlayınca hızla araya girdim. “Tuvaletteydim geliyorum,” de diye fısıldadım.

Beni tekrarladıktan sonra Melih her ne dediyse telefonu kapattı. “Ne oldu?”

“Acil gel dedi, bir şey diyemedim.” diye mırıldandı. Elimle kapıyı gösterdim. “Tamam git, şüphelenmesin ben buradayım. Bir şeyimi lavaboda unuttum de geri gel birazdan.”

Mantıklı bularak beni onayladı. “Tamam, bekle sen. İyi ki varsın İzgi ya, öpeceğim birazdan seni tamam mı?” Koştur koştur çıkarken söylediklerine kıkırdadım.

Çubuklarda bir hareketlilik var mı diye bakarken bir yandan da aynadan saçımı düzeltiyordum. İki dakika bile geçmemişken kapı aralandığında Çağla’yı hızından dolayı tebrik etmek için oraya dönmüşken giren kişinin Çağla olmadığını görünce panikle çubukları alttaki peçeteye doladım. Sıkı sıkı çubukları tutarken kapıya doğru yöneldim.

İçeriye giren kişiyi gördüğümde hafızamı çok da zorlamadan kim olduğunu anlamıştım. Daha önce Acar’ın odasına babasının yeriymiş gibi dalarak sinirlerimi hoplatan Selin’di. Simsiyah saçlarını gergince atkuyruğu yapmış, yüzünün gerim gerim gerilmesine yol açmıştı.

Bu katın lavabosunu kullanma amacı neydi bilmiyordum ama üzerinde durmadım. Yeterince saçma bir andı zaten.

“Merhaba,” diye mırıldandım kısıkça. Kabine girecekmiş gibi arkamı dönüp içeri yöneldim. O çıkana kadar içeride beklesem daha hayırlı olur diye düşünmüştüm.

“Merhaba İzgi Hanım, rastlaşamadık hiç tanıştığımız günden beri.”

İyi ki rastlaşamadık dememek için çenemi kastım. “Öyle oldu,” dedim sakince.

“O kadar gizlemenize gerek yok, aramızda kalır sırrınız. Merak etmeyin.” dediğinde testleri saklamak için geç kaldığımı anlamıştım. Sıkıntıyla nefes verdim.

“Anlayamadım?” diye sordum özellikle. Susup kendi işine dönmesi ve burayı terk etmesi konusunda da bir dilekti bu aynı zamanda.

“Burada tek başınıza gizli gizli öğrenmeye çalıştığınıza göre beklenmeyen durumlar var herhalde diyorum,” derken yüzündeki rahatsız edici gülümsemeye onun sandığının aksine hamile olmasam da mide bulantısıyla bakmak zorunda kalmıştım.

İma ettiği şeyi anlamama rağmen derin nefesler alarak sinirlerimi kontrol etmeye çalıştım. Şu an kıyamet kopartmak istemiyordum, ama karşımdaki kadın bunun gerçekleşmesi için bütün yolları itinayla deniyordu.

“Çenenizi kapatın Selin Hanım.” dedim her sözcüğe vurgu yapa yapa.

“Neden?” dedi gülerken. “Acar Bey’in kulağına gitmemesi gereken bir hamilelik mi bu? Babası o olma-…”

Gülüşüne eşlik ettim, hatta ondan daha çok güldüm. Kendini ne zannediyordu da bu şekilde aşağı bir biçimde konuşuyordu?

Elimdeki peçete yumağını fayansa bıraktım. Ardından küçük bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kısalttım. Kolunu sertçe yakaladığımda bu hamleyi beklemiyor olacak ki gözleri irileşti. “Bana baksana Selin,” dedim dümdüz bir ifadeyle.

“Ben böyle sessiz sakin, alttan alacak biri gibi duruyorum ya hani; kimse sana öğretmemiş belli ki ama asıl korkman gerekenin böyle insanlar olduğunu öğretirim sana seve seve. Aklından çıkartamazsın bir daha.” Sertçe yutkunduğunda tatlı bir zevkle güldüm. “Anladın değil mi?”

Başını aşağı yukarı salladı. Kolunu bırakacağım sırada tuvaletin kapısı bir kez daha açıldı. Bu kez gelen gerçekten Çağla’ydı.

O benim bulunduğum konuma şaşıramadan önce, Selin kapı açılır açılmaz organlarını deşiyormuşum gibi bir çığlık atarak kapı henüz kapanamadan katı inlettiğinde ise gözlerimi sıkıca kapattım.

Kıyamet kopmasın diye sakin kalıyorum demiştim değil mi?

Unutun onu, birazdan kıyametin alası kopacaktı.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm