Aykırı Çiçek 66.Bölüm
66.BÖLÜM
- 17 Ekim 2002, Muğla
- Savaş
Aynanın
karşısında, boynumdaki kravatı bir gevşetip bir sıkarak kendimi rahat
hissedeceğim bir hale getirmeye çabalarken keyfim yerinde değildi.
Pınar’la
evlendiğim günden bu yana, kıyafetlerimle kendim uğraşmak zorunda olduğum
günler bir elin parmağını geçmezdi. Elim ayağım tutmuyormuş gibi karşısına
geçip; büyük bir dikkatle gözlerini kısıp düğmelerimle, kravatımla uğraşmasını
seyretmek şu anki halimden çok daha keyif vericiydi.
Hazırlandığımız
etkinliğin kız kardeşinin düğünü oluşu, karımı geline kaptırmama yol açmıştı.
Erkek tarafının gelmesi için belirlenen saate henüz bolca zaman vardı. Sevil
hepimizi sabah ezanıyla birlikte ayağa kaldırınca oldukça erken hazırlanmıştık.
Bunun tüm gelinlerin düğün günlerinde stresten yaşayabileceği bir durum
olduğunu sanabilirdim ama Sevil’in doğal halinin bu olduğunu geçirdiğimiz
yıllarda öğrenme fırsatım olmuştu.
“Enişte!” diye
yükselen ses yarı açık duran kapıdan odaya dolduğunda kravatımı rahat bırakıp
dışarı yöneldim. Ben çıkana kadar Gökhan da buraya adımladığı için karşı
karşıya gelmiştik.
“Ne oldu?”
“Ablam yolladı
beni, çocukların kıyafetleri üzerlerinden atmadığından emin olacakmışsın.”
“Sen ne işe
yarıyorsun? Dayıyım ben diye gezinmek kolay oluyor tabii.”
Sırıttı. “Ben
babama alttan alttan düğünü iptal etmek için geç olmadığını aşılamaya
çalışıyorum. Yoğunum biraz.”
Ensesine
vurmak için elimi kaldırdığımda paldır küldür yanımdan kaçtı. Bazen bu adamın mezun
olmak üzere olan bir doktor oluşu aklımı bulandırıyordu. Hastaları için
şimdiden endişeliydim.
Gökhan gözden
kaybolduktan sonra çocukları bulmak için evde küçük bir tur atmaya başladım.
İlk avım Yaman, Toprak ve Rüzgar üçlüsü oldu.
Gökhan’ın
odasında, yatağın üzerindeydiler. Ortada birkaç oyuncak vardı. Ama onlar
yokmuşçasına Rüzgar ve Toprak aynı arabayı birbirlerinin elinden çekmeye
uğraşıyorlardı. Yaman ise tenis maçı izler gibi bir ona bir diğerine bakmakla
yetiniyordu.
“Ne
yapıyorsunuz babacım?” diyerek içeri girdiğimi belli ettiğimde Toprak heyecanla
bana döndüğü için tuttuğu kısmı bırakmış olacak ki Rüzgar arabayı göğsüne
bastırmıştı sıkıca.
Toprak’ın
surat ifadesi bulanırken Yaman güldü. “Tamam bak sen de bu arabayı al Toprak.”
“Bu güsel
deyil!” diye mızmızlanan oğlum abisi tarafından eline uzatılan arabayı yatağa
atınca derin bir nefes alarak yanlarına yaklaştım.
Pınar’ın
hepsine giydirdiği beyaz gömleklerle benim küçültülmüş kopyalarım gibi
duruyorlardı. Hepsini öptükten sonra Toprak’ı kucağıma çektim. Az önce attığı
arabayla hoşuna gidecek bir oyun kurduğumda çok geçmeden Rüzgar da arabasını
atıp bu oyuna katılmak için hevesle bana yanaşmıştı.
Karakterleri
asla birbirine benzemeyen beş çocuğa sahip olmak, ortak noktaları zor da olsa
bulma konusunda ustalaşmanıza sebep oluyordu. Oyun ilgilerini bolca çekince
ikisini yatağın üzerinde bırakıp odadan çıkmanın bir tehlike yaratmayacağından
emin oldum.
Yataktan
kalktığımda Yaman bana döndü hemen. “Nereye baba?”
“Yekta ve
Deniz’e bakacağım. Neredeler onlar?”
“Dedemin
balkonundalar baba.”
Gözlerim
korkuyla büyürken koşar adım odadan çıktım. Biz buradayken kilitli tutulan
balkona nasıl çıktıklarını daha sonra düşünecektim. Şu an önceliğim, demir
korkulukları oldukça alçak olan balkonda tek başlarına duran ikiliydi.
Yüzümdeki
ifadeden dolayı Yaman’ın da merakla peşime takıldığını adım seslerinden
duruyordum. Odaya girdiğimde yarı açık balkon kapısını hızla açıp bakışlarımı
telaşla etrafta dolaştırdım. Tahta sandalyelere yerleşmiş, kırk yıllık esnaflar
gibi karşılıklı oturuyor olan Yekta ve Deniz’in halini gördüğümde korkum tam
dinmediğinden gülememiştim ama bir tavlaları eksikti.
“Yekta!” dedim
sesimi kontrol etmeye çalışarak. “Balkona yanımızda büyükler yokken çıkıyor
muyduk oğlum?”
“Ben Deniz’in
yanındaydım baba. Büyüğüm ki ondan.”
Yekta’nın
bacak kadar boyuyla benden daha hazırcevap olduğunu unutmuştum. Bilmiş bilmiş
yaptığı açıklamadan gayet emin görünüyordu.
Demirlere
yaklaşmadan sandalyelerde oturuyor olmalarını kendimi telkin etmek için
kullanırken, muhtemelen aşağıya bakmak için birkaç kez oraya uzandıklarını
görmezden gelmeyi denedim. Çocuklarımdan birinin teninde belirecek küçük bir
çizik bile görmeye tahammülüm yoktu.
Balkona
çıktığımda bana seslenip kollarını onu kucaklamam için havalandırmış olmamasına
şaşırdığım kızıma döndüğümde dudaklarını öne doğru bükmüş halde, büyük abisine
bakarken bulmuştum.
Kalın askıları
olan etekleri şişkin beyaz elbisesiyle küskün bir prensesti.
“Meleğim?”
diye seslenirken sandalyesinin önünde dizlerimin üzerine çöktüm. “Çok güzel
olmuşsun babacım, giymişsin elbiseni.”
Elbiseyi
aldığımızdan beri her gün giymek için kıyametler kopartmıştı. Pınar bir kez
izin verirse hep isteyeceğini düşünerek inatla reddetmişti. Aslında başarısız
bir plandı bu çünkü giyemese de her gün istemeye devam etmişti zaten.
Büktüğü
dudaklarını parmaklarımla tutup canını yakmayacak şekilde sıktım.
“Bayba,” diye
iç çekerek konuştuğunda çenesini severken dikkatle ona bakıyordum. “Söyle
babasının güzeli.”
“Gelin men
deyil miyim?”
Bunu sorarken
göz ucuyla Yaman’a baktığını görmüştüm. Aralarındaki bir konuşmadan kaynaklı
küstüğünü anlamak zor değildi.
Yaman’a döndüm
hafifçe. Ne için baktığımı anladığında omuz silkmekle yetindi. “Teyzem gelin,
Deniz değil.”
Kardeşlerini,
özellikle de Deniz’i kolay kolay kırmamaya gayret eden oğlumun neden böyle
terslendiğini anlayamamıştım. Üzerine gitmeden Deniz’e döndüm.
“Sen de
gelinsin tabii babacım, teyzen gibi oldun. Bak elbisen de var.”
Söylediklerime
güven duyduğunu biliyordum. Ona onay vermem dudaklarının normale dönmesine
yetmişti. Kıvrılan minik dudaklarını parmağımla okşadım. Şişkin yanaklarına
sert öpücükler bıraktığımda huylanarak gülmüştü.
“Damat bulucaz
şimdi bayba di mi?”
Burnum
yanağına yaslı haldeyken söyledikleri kulağıma ulaştığında kaskatı kesildim. Bir
anda kendimi geri çektim. “Ne bulacağız, ne?”
“Damat!” dedi
heyecanla. “Gelinlerin damatısı oluyomuş, annem söyledi.”
Yaman
homurdana homurdana balkonu sallandırıp içeri girerken onun neden Deniz’i
küstürdüğünü ve gelin olmadığını düşündürttüğünü de böylece anlayabilmiştim.
Aklıma,
Yaman’a Deniz konusunda daha fazla hak vermeyi not ederken boğazımı temizler
gibi öksürdüm.
“Ne yapacaksın
sen damadı can suyum? Hiç işe yarar bir şey değil.”
Kaşlarını
çatabildiği kadar çattı. “Sen de annemin damatısısın, kandırıkçılık yapma
bayba.”
Pınar bu kıza
neler öğretiyordu Allah aşkına? Üç yaşına girmek üzere olan bebeğimin benden
damat istemesine nasıl tepki verebilirdim?
“Sen daha
küçücüksün Deniz. Küçük kızların damadı olmaz ki.”
Yeşilleri ışık
hızıyla dolarken kendime içimden söverek kollarının altından tutup kucağıma
aldım. Oturduğu sandalyeye ben yerleşmiş, onu da yüzü bana dönük olacak şekilde
dizlerime oturtmuştum.
Çipil çipil
bakan gözlerine karşı savunmasızdım. Böyle bakarak benden isteyeceği herhangi
bir şeyi gerçekleştirmemem çok zordu.
“Tamam,” dedim
sakince. “Akşam düğünde sana bir damat buluruz. Kalabalık olacak orası.”
Hevesle
avuçlarını göğsüme yapıştırdı. Beni öpmek için yüzüme uzandı. Yanaklarımı öpüp
dururken sırtını sıvazlıyordum. Damat bulmanın oyuncak seçip almakla aynı
olduğunu düşündüğüne kalıbımı basabilirdim. Neyse ki kızımın nasıl oyuncakları
sevmediğini çok iyi biliyordum.
O gece boyunca
Deniz’in sevmediği tüm özellikleri, gördüğümüz bastıbacak tiplere hediye
ederken bir süre sonra Deniz sıkılarak damat isteğinden vazgeçmişti. Bir ara
anneannesinin kucağında ‘damatların hepsi bozuk’ diye söylendiğine şahit
olmuştum.
Planımın
başarılı sonlanmasından memnundum. Önümüzdeki yıllarda da planı sürdürüp,
dizimin dibinden ayrılmaması için elimden geleni yapmaya devam edecektim.
Gözümde
Deniz’e layık birinin bulunabilme ihtimali sıfıra yakındı. Büyüse de kimseye
onu emanet edebilecek kadar güvenemeyeceğimden emindim. Hayatın benim için
gelecek yıllar boyunca benim planlarımdan çok daha farklı planlar kurduğundan
ise habersizdim.
~
“Benim elbisemin böyle uzun uzun kuyrukları yok,
bacaklarım görünüyor Feris abla. Senin elbisen çok güzel.”
Hayranlıkla gelinliğimin kumaşında gezinen küçük
ellerinden birini yakalayıp Rüya’nın dikkatini yüzüme çektim. “Senin elbisen de
çok güzel bebeğim, çok yakışmış sana. Prenses gibisin.”
Yanakları tatlı tatlı kızarırken hafifçe kıkırdadı. “Dev
adam da prenses olduğumu söylüyor. Elbisemi o aldı biliyor musun?”
Bilmez miyim dedim
kendi kendime. Yaman abimin bu minik elbise için kendi düğün telaşımda beni
mağaza mağaza gezdirdiğini bilmemem mümkün müydü?
Başımı sallayarak Rüya’yı onaylarken o da yeniden
gelinliğimle uğraşmaya dönmüştü.
Acar’ın bizi baharın ciddi anlamda ilk günü evlendirme
ısrarı olmasaydı, tatlı bir yaz akşamı açık havada bir düğünüm olsun isterdim
sanırım. Mart’ın ilk günü haftalar öncesinde tahmini olarak yağmurlu görününce
-ki gerçekten hava yağmurluydu- bu hayalim suya düşmüştü.
Hevesimin kırılmasına fırsat bırakılmadan tek bir detay
bile atlanılmadan planlanan bir yalı düğünündeydim. Fuat Paşa Yalısı’ndaydık.
Sıkıştırılan hazırlık süreci yüzünden herkes çok yorulmuştu, farkındaydım ve bu
ekibe dahildim de; ama sonuç o kadar muhteşemdi ki yorgunluğum buraya adım
attığım ilk anda kaybolmuştu.
Düğünün büyük bir kısmını peşimde gezinerek geçiren Rüya
ile birlikte, organizatörlerden biri çağırınca yanımızdan ayrılan Acar’ı
bekliyorduk. Bulunduğumuz yer, masalardan biraz uzaktaydı. Burada durduğumuzu
kimse göremiyor gibiydi.
Arkamdan uzanıp karnıma dolanan güçlü kolla irkilmek
yerine sırtımı kolun sahibine doğru yasladım. Sıcaklığına, diğer herkesten
ayırabilecek kadar aşinaydım.
“Birkaç dakika hasretten yakmış seni. Kocanı özlemişsin
sanırım Feris Bayazıt.”
Bir saat önce dudaklarımdan çıkan, ardından onun tekrar ettiği
dört harften ibaret kelime bana yeni bir soy ad armağan etmiş ve sırtımı
yasladığım adamı kocam yapmıştı.
“Kendi hislerini benimmiş gibi satamazsın Acarcım,
kendinden mi bahsediyorsun?”
Yanağını şakağıma doğru bastırırken güldüğünü
görebiliyordum. “Bir sorun mu varmış neden çağırdılar?” diye sordum.
“Hiçbir sorun yok. Bu akşam bir sorunun var olmasına izin
vermem.” Kendinden emin, taviz vermez sesiyle konuştuğunda ona inanmamak güçtü.
“Feris abla ben annemin yanına gideceğim, sonra elbiseni
sevmeye gelirim yine olur mu?”
Rüya’nın gelinliğime bir kedi yavrusu gibi davranmasına
gülesim gelse de kendimi tuttum. “Olur bebeğim.”
Rüya hızlı hızlı yanımızdan ayrılırken Acar’a daha da
yaslandım. “Yoruldun mu zümrüt göz?”
“Hayır,” diye cevaplasam da sesim mırıltıyla karışık
olduğundan inandırıcılığını yitirmişti. “Biraz daha burada durursak düğünden
kaçtığımızı düşünmeye başlayacaklar.”
“Bu yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak için gerçekten
kaçabiliriz.” Sunduğu öneri cazip duruyor olsa da toparlanıp olduğum yerde ona
döndüm. “Bu zorla katıldığımız bir düğün değil ama, bizim düğünümüz.” dedim
gözlerimi kırpıştırırken.
“Bizim düğünümüz…” diye tekrarladıktan sonra dudağımın
kenarına küçük bir öpücük bıraktı. Öpücüğün dudağıma taşmaması gerektiğini
gelin odasında dudaklarıma yapıştığında tecrübe ederek öğrenmiştik. Ağzı burnu
rujuma bulanmıştı.
Birkaç dakika sonra Acar’ın koluna girmiş halde
uğramadığımız masalarda gezinerek tebrikleri kabul ederken sırıtmaktan
dudaklarım uyuşmaya başlamıştı. Hayatımda ilk kez gördüğüm - yıllarca beni öldü
zanneden akrabalarım da buna dahildi- insanlarla aynı anda tanışmak, ayaküstü
aynı sohbeti defalarca kez etmek bir noktada işkenceye dönüşmeye başlamıştı.
Son masadan ayrıldığımızda kısık ama derin bir nefes
aldım. Acar halimi gördüğünde gülmüştü ama benden farksız durmuyordu.
Saatler ilerledikçe düğünün sonlanmasına kalan süre de
azalmıştı. Planladığımız saate yaklaştıkça masalar yavaş yavaş boşalmaya
başlamıştı. Yalnızca yakınlarımızın kalması neredeyse bir saati daha almıştı.
Anneme ve Demet teyzeye yakın bir noktadaydım. Kulak
kabarttığım kadarıyla birilerinin günahlarını sırtlanacak kadar derin bir
dedikodu batağının içindelerdi.
Biraz önce son kalan ekip olarak büyük bir fotoğraf
çekilmiştik. Ardından herkes bir tarafa dağılmıştı. Koray ve Ufuk’un yanında
olan Acar’ı görüyordum. Benim yanımda ise kimse yoktu.
Düğünümde yalnız kaldığım için çocuk gibi dudak büküp
nereye yanlayabileceğimi bulmak için etrafta göz gezdirdim.
Nazımı en çok çekebilecek olana maalesef gidemiyordum. Hem
bu derdimi hem de nazlanmamı cebime koyarak soluğu sandalyelerden birinde
oturan dayım ve amcamın yanında aldım.
“Ben geldim,” dedim kollarımı göğsümde birleştirirken.
“Hatırlamadıysanız eğer düğündeki gelin bendim bugün.”
Amcam bir yan sandalyeye kayarak aralarındaki sandalyeyi
benim için boşalttı. “Tam çıkartamadık balım, kusura bakma.” Dayımın dalga
geçmesine aldırmadan sandalyeye zor da olsa yerleştim.
“Belli oluyor, herkes kendi halinde. Kimse gelin nasıl
diye sormuyor bile.”
İkisinin de benim dertlenmeme kahkaha atmasıyla gözlerimi
kıstım. “Komik mi bu?”
Amcam boğazını temizler gibi öksürdü. “Yok amcasının
güzeli, hiç komik değil. Bu asalak gülünce ben de gülmüşüm fark etmeden.”
Dayımı yerip kendini temize çıkartma hevesine gülmemek için yanak içimi
ısırdım.
“Barış!” diyerek üzerimden ona uzanan dayımı kıkırdayarak
yakaladığımda beni kendine çekti. “Ne diyor bu akıl hastası balım?”
Küçük bir atışmaya daldıklarında müdahale etmeden dayımın
omuzunda onları izledim. Aklım uçup gitmiş, bugün nefes alacak fırsatım
olmamasına rağmen bir türlü içimden atamadığım soruna konmuştu.
“Amca,” dedim araya girerek. Ben konuştuğumda
sessizleştiler. Sesimdeki az önceki alaycı halimden farklı tını dikkatlerini
çekmişti, biliyordum. “Söyle amcam.”
“Babam neden benden kaçıyor?”
Dayıma yaslıydım, kasıldığını hissetmiştim. Bakışlarım
ise amcamdaydı, onun kasılışını da gözlerimle görmüştüm.
“O ne demek Deniz? Kaçmıyor tabii ki baban senden.”
Omuz silktim. “Kaçıyor işte. Bugün toplam iki kere
konuştum onunla. Biri evden çıkarkendi, ağlamaktan önümü göremediğim için
hatırlamıyorum bile. Diğeri de bugün Acar’dan sonra onunla dans ettiğimde.
Ağzından öylesine birkaç kelime döküldü sadece, beni omuzuna yaslayıp susturdu
sonra da.”
Amcam gözlerini kaçırır gibi olduğunda sıkıntıyla
nefeslendim. “Küstü mü bana? Evlendim diye… O söyledi, geç kalmamamızı o istedi
ama.” Dayım şakağımı öpüp kolumu sıvazlarken sakinleşmek yerine daha da
duygusallaşmıştım.
Yoğunlukla geçen günlerde evleniyor olduğum gerçeğini
sürekli aklımda tutmak zordu ama artık düğün sona ermişken tüm hislerim gün
yüzüne çıkmış gibi geliyordu. Babamın bütün gün benden kaçması, evlenince ondan
bu kadar uzakta olacağım anlamına mı geliyordu?
“Şşş, Deniz sakın. Dolduracaksın o yeşilleri, ben
biliyorum bu surat ifadesini. Düğünün sonunda ağladığını görürse Yaman’ı
tutamayız bak, evden çıkarken ağladın diye Acar’ı kovacaktı zaten.”
Amcamın söylediklerine istemsizce güldüm. Abim evden
çıkarken ağlamaya başladığımda ‘evlenmek istemiyor işte’ diyerek ortalığı
birbirine katmıştı.
“Bu kadar güzel gülüyorken ağlayacak mıydın bir de?”
Bakışlarımı yukarı kaldırıp dayıma baktım. “Babamsız hissetmeyi hiç sevmedim.”
dedim kısıkça.
Gözlerini kapatıp açtı yavaş yavaş. Anladığını belli
ediyordu. Ardından amcama bir şeyi işaret etti bakışlarıyla. Ben
anlamlandıramadan amcamın ayağa kalktığını belli eden sesler duyunca bakışlarım
oraya çevrildi. Yanımızdan uzaklaşıyordu.
“Nereye gitti?”
“İlacını getirmeye.” diye cevapladığında dudaklarım
kıvrıldı. Gelecek olanın babam olduğunu bilmenin dinginliğiyle yeniden omuzuna
yaslandım.
Birkaç dakika dayımın omuzunda dinlendim. Yanağımı öpüp
başımı omuzundan kaldırdığında hemen doğrulup gözlerimi etrafta gezdirdim. Bize
ulaşmalarına iki üç adım kalmış olan ikiliyi gördüğümde göğsümü ferahlatacak
bir nefes bırakmıştım havaya.
“Geldi.” dedim fısıltıyla kendi kendime.
Dayımın yanımdan kalkışı, aynı sandalyeye babamın oturuşu
ve amcamla dayımın bizden uzaklaşıp masada ve çevresinde ikimizden başka kimse
bırakmayışı saniyeler içinde gerçekleşti.
İlk defa yanında duruyormuşum gibi heyecanla ona
dönemeyip masadaki şamdanları incelemeye başladım. Avuçlarım masaya yaslıydı.
Ona yakın olan sol elim avucuna hapsolduğunda bakışlarım yüzüne çevrildi.
Gözlerine baktığım anda görmem gerekeni görmüştüm.
Kollarımı açıp boynuna sıkıca dolamak için bir saniye bile beklemedim.
Kokusuyla tanışalı, daha doğrusu yıllar sonra yeniden tanışalı, çok zaman
geçmemişti belki ama kaybolan yirmi yılda da bu koku benimleymiş gibi
ezberimdeydi artık.
“Düğünde gelinden köşe bucak kaçmak çok korkunç bir şey
baba.”
Kalın su dalgalarıyla omuzlarıma dökülen saçlarımda
gezinen parmakları yetmezmiş gibi burnu da saç diplerime yaslandı. “Gelinin
babası olmak da çok korkunç bir şeymiş can suyum.”
Nefesim kesilir gibi oldu. Bugünün ona kötü hissettirmesini
hiç sevmemiştim.
“Bugün gelene kadar, hazır olduğuma kendimi inandırmak
kolaydı. Üzerinde gelinlikle karşıma çıktığından beriyse artık hiç kolay
gelmiyor.” Saçlarımı öptü. Boynunda iç çekmeme yol açmıştı bu.
“Bencil adamın teki olup önünüze engeller yığma, seni son
nefesimi verene kadar kendime saklama güdüsüyle dolup taştım. Kendime, ben
düğün için yolunuzu açtığımda ne kadar mutlu olduğunuzu hatırlatıp savaşmaya
çalışıyorum bu güdüyle. Bugün gelene kadar başardım da bunu ama bugün olmadı
meleğim.”
“Baba…” diye sızlandım boğazım acımaya başlarken. Başka
bir şey söylememe fırsat vermeden sırtımı sıvazladı. Fırsat verse devam edecek
gücü bulacağım da kesin değildi. “Ben de karşında durup halimi gördüğünde
düğünü buna içerleyerek geçirme istedim. Olabildiğince uzakta durmam bundandı Deniz.
Ben senden kaçar mıyım yoksa hiç güzel kızım?”
“Seni çok seviyorum,” dedim ona bile zar zor ulaşan
sesimle. “Üç yaşındaki Deniz seni ne kadar çok seviyordu hatırlamıyorum ama ben
seni çok seviyorum baba. Yıllar hiç kaybolmamış
kadar çok seviyorum.”
~
“Uçuşumuz düğün gecesi sabaha varmadan gerçekleşmek
zorunda mıydı gerçekten Acarcım?”
“Ev adresimizi biliyorlar Feris, Yaman’ın tepesi atarsa
kapıya dikilip seni geri götürmeye çalışabilirdi. Uyum süreci boyunca balayında
olmamız gerekiyor.”
Başımı geriye doğru yatırarak attığım kahkaha boyunca
bakışları bendeydi. Abimin bıraktığı etkinin herkeste aynı oluşu eğlenmeme yol
açıyordu.
“Uçağa atlayıp Fransa’ya gelmeyeceğinden eminsin yani…”
dedim kaşlarım havalanırken. Uykusuzluktan ölmemize rağmen bozulmayan havasıyla
göz kırptı. “Paris’te olacağımızı düşünüyor. Gelirse bizi Paris’te bulması
biraz zor olacak çünkü Lyon’da olacağız güzelim.”
“En az abim kadar delirmişsin sevgilim.” dedim hayretle.
Yüzü buruştu. “Kocam diyecektin sanırım?”
Cümlemde takıldığı kısmın bu olmasına sırıtırken otele
ulaşmamıza kadar geçen sürede sarhoş gibiydim. Uçakta uyumaktan nefret ederdim.
Acar’ı da uyutmamıştım tabii ki. Ama o benden daha dinç duruyordu.
Saat sabahın köründen halliceydi. Otele vardığımızda
yatağın nerede olduğu gördüğüm gibi kendimi oraya fırlatmak için
hareketlenirken bir nevi havada yakalandığımda sızlandım. “Bırakır mısın beni,
yatağa ulaşmama son bir adımım kalmıştı.”
Havaalanına gitmeden önce eve gidip gelinliğimden
kurtulma ve duş alma fırsatım olmuştu. Zaten eşyalarımız da evdeydi. Bu yüzden
şimdi yapmam gereken hiçbir şey kalmamıştı. Akşama kadar uyuyacaktım.
“Yatağa birlikte ulaşırız diye düşünmüştüm.” Burnunu
elmacık kemiğime sürterken nefesini tenime üfleyerek konuştuğunda omuzlarından
ittirmeyi denedim. “Birlikte uyuruz evet, benim için uygun.”
Salağa yatarak kaçabileceğimi düşünsem de yüzündeki
ifadeden kaçışım olmadığını anlamak gayet mümkündü. “Haftalardır hazırlıklarla
uğraşıyoruz…” diye başladığında araya girdim hemen. “Ve bu yüzden çok yorgunuz,
hadi uyuyalım.” Başımı oynatıp yanağımı yanağına yasladım bana doğru eğilmiş
olmasını fırsata çevirerek.
“Yanlış cevap zümrüt göz, haftalardır hazırlıklarla
uğraşıyoruz ve ben seni delicesine özledim.”
Yorgunluğa dayanamayarak çoktan kepenkleri indirmiş olan
bedenim onu duymazlıktan gelmemiz gerektiğini savunsa da birkaçı hâlâ ayakta
olan hormonlarım öne atılarak Acar’ı haklı bulmuşlardı. Birazdan başlatacağım
öpücüğün sonu gelmeden gözlerim kapanıp sızabilirdim, bu riski göze alarak
dudaklarına uzandığımda henüz dudaklarımız birleşmeden tatlı bir gülümsemeyi
dudaklarında ağırladı.
Ona karşı koyamayışımı, daha doğrusu onu en az onun kadar
istiyor oluşumu büyük bir keyifle karşılamıştı.
Onu öpmeye başladığımda kapattığım gözlerimi yeniden
araladığımda içerisi karanlıktı. Akşama kadar uyuma planımı gerçekleştirmişe
benziyordum. Bedenim üzerimden presle geçilmiş gibi sızlıyordu. Dinlenmek
yerine Acar’ın hiç yorgun değilmiş gibi beni saatlerce bırakmayışı sayesinde
bir o kadar daha yorulmuştum.
Sızlanarak ağzımdan dökülen anlamsız seslerle daha rahat
bir hale bürünmek için soluma döndüm. Acar’ın üstü çıplak bedeninden başka bir
şey göremeden gözlerimi yeniden yummuştum. Kafamı göğsüne bastırarak yerimde
kıpırdandığımda ona yanaştığımı hissederek kolunu üzerime atıp sardı. Böylece
göğsüne tamamen sinmiştim.
Uykunun beni yeniden kucaklaması için beklerken başımın
tepesinde iki küçük öpücük hissettim. Sanırım hareketliliğim onu uyandırmıştı.
“Uyandın mı güzelim?”
“Hayır,” dedim boğuk bir sesle. Cevabım onu güldürürken
uykum açılmasın diye gülüşüne odaklanamamaya çalışıyordum.
“Saat neredeyse gece yarısı, kaç saattir uyuyoruz yetmedi
mi gerçekten?”
“Şimdi uyanırsak bir daha uyku düzenimiz düzelmez, sabaha
kadar uyumalıyız Acarcım. Sus lütfen.” Gayet mantıklı bulduğum açıklamamı
yaptıktan sonra yüzümü göğsüne bastırdım. “Hem sen az önce uyanmadın mı zaten?”
Olumsuz bir ses çıkarttı. “Bayağıdır uyanığım. Senin
uyanmanı bekliyordum.”
“Biraz daha bekle o zaman.” dedim homurdanarak. Uykuyu
biraz daha sevse olmaz mıydı?
Sesli bir biçimde gülerken sırtımı sıvazlamaya başladı.
Uykuya dalmama yardımcı olan bu hareketiyle birkaç saat daha süreceğini umduğum
uykuma çekilmeye çalıştım. Tek yaptığım gözlerimi kapatabilmek olunca sinirle
yerimde sallandım. “Uyuyamıyorum işte!”
“Şş, tamam küçük sinir küpü. Delirme, gel bakalım.” Beni
ağırlığım yokmuş gibi tutup tamamen kendi üzerine yatırdı. Göğüslerimiz
birbirine yapışık halde üzerinde uzanıyordum. Yüzümü boynuna gömmemi sağlayıp
saçlarımı geriye doğru çekti. Üst bedenlerimizin çıplak oluşu göğüslerimin
normalde olacağından daha fazla ezilmesine sebep olmuştu.
İstemsizce acıyla inledim. “Ne oldu?”
“Göğsüm,” diyerek kısaca yanıtladığımda kısa bir an
sessiz kaldı. “Dün çok mu hor davranmışım? Neden acıyor?”
Bunun da etkisi muhtemelen fazlaydı, ama Acar’a şu an bu
gerçeği söylersem bir daha göğüslerime değmeye bile çekinebilirdi. Acı
çektiğimde dönüştüğü kişi, tanıdığım Acar’dan farklılaşıyordu.
“Üstüne yattım ya, ezildi birden. Geçti şimdi.” diyerek
oyalanmadan rahatlaması için konuşurken boynunda bir bağımlı gibi sık sık
soluklanıyordum. “Geçti?” dedi ikinci bir onay ister gibi.
“Geçti sevg-… kocacım, geçti.” Ağzım ona sevgilim diye
seslenmeye alışkındı, kocam olduğunu bilmiyormuş gibi duymaya ihtiyaç duyduğunu
ise geçen saatler boyunca bayağı iyi anlamıştım. Bu yüzden ağız alışkanlığımı
yenmeye gayret edecektim.
Dudaklarının yetiştiği yerlere öpücükler bıraktı.
Omurgamı birkaç kez boydan boya dolaşan parmakları uykuya dalamasam da
dinçleşmeme yardım ediyordu. “Uyanmamı beklerken sıkılmadın mı?” diye sordum
merakla. “Sıkılmadım, keyfim yerindeydi.”
Boynunu öptüm sertçe. “Bu aralar rüyada gibiyim, her şey
o kadar yolunda ve ben buna o kadar alışkın değilim ki… Aklım bunların gerçek
olduğuna inanmakta çok zorlanıyor.”
“Aksine nasıl ikna edebilirim seni bilmiyorum, ama ben de
aynı şeyleri hissediyorum Feris. Gözlerimi kapatırken, yeniden açtığımda her
şeyin aynı kalmama ihtimali beni delirtiyor. Bir anda kaybolacakmışsın gibi
sanki.”
Yaşadıklarım beni etkilediği kadar, etrafımdakileri de
etkiliyordu; bunun farkındaydım. Ailem tekrar yıllar boyunca onlardan
kopabileceğim korkusuyla yaşıyordu, Acar hayatına nasıl bir anda girdiysem yine
bir anda kaybolacağımı zannediyordu. İki seçeneğin de gerçekleşmemesi için ben
elimden gelen ne varsa yapmaya hazırdım.
Söylemeye niyetlendiklerimi kendime saklayarak sessizliğe
gömülmeyi seçtim. Konuşmadan, dakikalarca olduğumuz gibi kaldık.
“Feris,” diye seslendi birden. “Hım?”
“Ben senin valizindeki bir şeyi sana söylemeden evdeyken
attım.”
Gözlerim irice açılırken avuçlarımı göğsüne yaslayarak
üzerinde doğruldum. Yüz yüze geleceğimiz şekilde durdum. “Ne?” dedim şokla.
Neyi atmıştı?
Kıyafetlerimin bir kısmını üzerimde görmekten hoşnut
değildi, biliyordum. Ama hiçbir zaman giydiklerime müdahale edecek bir adam
olmamıştı. Evlendiğimiz akşam değişmiş olabilir miydi? Kıyafetlerimi atıp
kesecek bir manyak mıydı acaba?
Yüzümdeki ifadeye bakarken gülecek ama gülemiyor gibiydi.
“Acar!” dedim. “Ne attın?”
“Sen her akşam saat 11’de bir şey içiyorsun ya hani…”
İlk birkaç saniye afallamış halde ona bakmayı sürdürdüm.
Herhangi bir kıyafetimden bahsediyor olduğunu sanıyorken aldığım cevap bir an
için kafamı karıştırmıştı. Aklımda yanıp sönen ışıklar etrafı aydınlatıp,
sonuca ulaşmama yardım ettiğinde gözlerim birkaç kez açılıp kapandı.
“Doğum kontrol haplarımı mı attın Acar?”
Sakince başını sallayarak onayladı.
“Bebeğimiz olmasını istiyorsun, doğru mu anlıyorum?”
dedim algılarım kapalıymış gibi tane tane sorarak.
“Aslında bebeklerimiz diye düzeltmem gerekiyor ama evet
doğru anlıyorsun güzelim.”
Ağzımdan küçük bir kıkırtı taştı. “Senin ikizin ve benim
üçüzlerim var, umarım altız doğurduğumda da hevesin şu anki kadar yoğun olur
Acarcım.”
Ağzı şaşkınlıkla aralanırken gözleri büyüdü. Birkaç
saniye bu ifadesini izledikten sonra kocaman bir kahkaha atarak alnımı alnına
yasladım. “Acar… Şaka yapıyorum hayatım, nefes al. Altız doğurmayacağım, böyle
hesaplanmıyor bu. Çarpınca sonuca ulaşamayız.”
“Ben…” derken hâlâ şoktaydı. Yanaklarını öptüm. “Altı
biraz…” Anlamlanamayan sözcük öbekleriyle derdini anlatmaya çalışırken
sakinleşmesi için onu öpmeye devam ettim.
“Beş peki?” dedim dalga geçmeden edemeyerek. Gülmemi
durduramıyordum. Çıplak belimi parmaklarıyla sıktığında yerimde sıçradım. Bu,
üzerine sertçe düşmeme sebep olmuştu. Aynı anda inlediğimizde ofladım. “Elinde
kalacağım Acar, yavaş. Karını bu kadar hor kullanırsan dul kalacaksın yakın bir
zamanda.”
Dudaklarımı öperek bir süre meşgul etti. “Ağzından böyle
şeyler döktüğün bir sonraki anda öpücük yerine bambaşka şeylerle karşılaşırsın
Feris. Deneme bile”
“İlgimi çekti ama…” dedim yaramaz bir sırıtışla.
Dudaklarımı parmaklarıyla sıkıştırıp ördek gibi göründüğümden emin olacağım
şekilde bir süre tuttu.
Üzerinde dengede durmaktan yorulduğum için boynundaki
yerime geri dönüp ağırlığımı üzerine bıraktım.
Sakallarına elimi atıp onları severken elimde
yarattıkları hisse odaklanmıştım sadece. Birkaç dakika sonra adım dudaklarından
döküldü. “Feris?”
“Söyle Acarcım?”
“Altız kısmı şakaydı ama ikiz ya da üçüze sahip olma ihtimalimiz
diğer herkesten çok fazla öyle değil mi?” Sorarken takındığı tavır, az önce ona
altızlarımız olabileceğini söylediğimdeki tavrıyla alakasızdı. Bu kez şaşkın ya
da korkmuş durmuyordu, sanki… Sanki olmasını istiyor gibiydi.
“Sanırım öyle,” dedim sesim kısılırken. Bu ihtimali ilk
kez bu denli yakından düşünüyordum. İçimde Acar ve benden kopan bir parçayı
taşıma fikri ilginçken, aynı anda birden fazlasını taşıma fikri bambaşkaydı.
Ben üçüzlerimden ayrı büyümek zorunda bırakılmıştım.
Onlar eksik bir parçayla büyüdüklerini bilerek acı çekmişken ben içimdeki
eksikliğe bir isim koymayı başaracak kadar bilgiye bile sahip değildim. Aynı
acıyı farklı yollarla çekmiştik.
“Eğer öyle olurlarsa,” derken sesimin çatlamasını
umursamadım. “Birbirlerinden hiç ayrılmayacaklar değil mi? Biz yanlarında
olacağız, onlar birbirleriyle olacak. Hep…”
“Hep, Feris. Hep güzel karım, aksine izin vermem. Her
şeyim pahasına savaşırım, aksinin gerçekleşmesine engel olurum. Bana güven.”
“Sana güveniyorum. Sana kendimden bile çok güveniyorum
ki.”
Kollarımı sıkıca boynuna sarıp ona dolandım. Sırtımı ve
belimi okşayan eliyle, aklımda beliren binlerce hayale dalıp giderken göğsümde
alışkın olduğum ağırlığın yerine kocaman bir huzur yükü vardı. Taşımaktan keyif
aldığım bu yükün hiç hafiflememesini hatta mümkün olduğunca ağırlaşmasını
dileyerek gözlerimi yumdum.
Mutlu olmak, huzura ermek hak edilen şeyler miydi
bilmiyordum ama eğer öylelerse; bugüne dek yaşadıklarım bana bu hakkı tanımış
olmalıydı.
~
Fransa’da geçirdiğimiz iki hafta boyunca tatlı bir
tabirle bulutların üzerindeydim. Acar onu sergilere, müzelere boğmuş olmamdan
zaman zaman yılgın düşse de günün sonunda otele döndüğümüzde tüm enerjisini
geri topluyor ve bir nevi beni cezalandırıyordu(!).
Eğer isteseydim biraz daha burada kalacağımıza şüphe
yoktu. Acar bun dünden razıydı. Ama bugün dönmek zorundaydık. Bugün
gerçekleşecek olan kutlama bensiz sonlanamazdı.
“Farkında olmadan sürprizime yardım etmiş oldun Acar,
kendini nasıl hissediyorsun?”
Abime Lyon’da olacağımızı söylememesi gibi, burada ne
kadar kalacağımızı da söylememişti. Bugün döneceğimizden kimse haberdar
değildi. Dolayısıyla yaklaşık bir saat önce başlamış olan 16 Mart, yani Yaman
Göktürk’ün doğum gününde İstanbul’da olacağımızı da bilmiyorlardı.
“Çarpıntım var, iyi değilim.” diyerek abartıyla
konuştuğunda sırıttım. Acar arabayı evde bırakmış, Fransa’ya gitmek üzere
havaalanına doğru yola çıkarken bizi Melih bırakmıştı. Şimdi ise taksideydik.
Taksi gece yarısının verdiği trafiksizlikle hızlı
sayılabilecek bir biçimde evimize ulaştığında kendimi dışarı attım. Valizleri
eve sürüklememiz ve yolun verdiklerini atmak için aldığımız kısa duşların
ardından evden çıktık.
“Yaman Göktürk’ün doğum gününü kutlamak için beni gecenin
köründe yola çıkarttığını hiç unutmayacağım zümrüt göz.”
Yola odaklansa da arada bakışları beni buluyordu. Bense
gözlerimi hiç ayırmadan onu izliyordum. “Acarcım artık aranızın eskisinden daha
iyi olduğunu herkes biliyorken ikinizin bu saklama çabası ne zaman sonlanacak
acaba?”
Düğün günü dışında, özellikle son aylarda abim ve Acar
arasındaki gerilim hattı benim gözlemlerime göre neredeyse yakın arkadaşlığa
evrilmişti. Hayal konusu, benim ikisinin didişmesinden bıkıp delirmemle
birleşince ilişkileri gıcık bir damat-kayınço ilişkisinden hızla sıyrılmıştı.
Baştaki hallerinden vazgeçmeyip karşılarında salak varmış gibi bizi neden
kandırmaya çalıştıkları ise merak konusuydu.
Evlerin arasındaki mesafenin kısalığı sayesinde göz açıp
kapayana kadar varmıştık. Düğünde babamdan kopuyormuş gibi hissettiğim andan
sonra, bu kadar kısa bir mesafe uzağında olduğumu yeniden hatırlamak hoşuma
gitmişti. Yürüyerek bile aşılabilecek bir mesafeydi.
İçerideki ajanımızdan aldığım bilgilere göre henüz
uyumamışlardı. Bu yüzden arabayla bahçeye girmek bir hata olurdu. Dışarıda
bıraktığımız arabadan inip el ele bahçeye adımladığımızda heyecanlıydım.
“Şu sıfata bak, keşke Toprak’la işbirliği yapsaydık.
Rüzgar’ı seçmek senin fikrindi değil mi?”
Geldiğimizi az önce mesaj attığım için Rüzgar kapıyı
aralamış sırıtarak bize bakıyordu. “İnşallah iade etmeye gelmişsindir, süresiz
iade kabul ediyoruz. Gel Deniz, sana iyi akşamlar birader.”
Toprak sinir patlamaları yaşasa da Acar’a yansıyan tek
şey buydu, Rüzgar ise her seferinde onun damarına basıyor ve karakteri
dolayısıyla böyle delirmesine yol açıyordu.
“Seni iade edeceğim ben şimdi bi’, uza şuradan Rüzgar.”
“Şaka da kaldıramıyor hiç, yaşlı huysuzluğu var bu
adamda.” Gözlerimi kısıp Rüzgar’ı ittirdim. Yaş konusunda benim şakalarımı zar
zor kaldıran Acar’ın üçüzümü boğazlamasını izlemek istemiyordum.
“Sizin yüzünüzden sürprizim bozulacak, duyacaklar.
Çekilin.”
Ayağımdaki ayakkabılardan hızla kurtulup kendimi içeri
attım. Arkamda bıraktığım ikilinin de sakince beni takip etmesini umuyordum.
Salona girdiğimde içeridekiler şok olmuşken ben de onlar
kadar şoktaydım. Abim neredeydi?
“Deniz!” diyerek hafif yüksek sesle ayaklanan annemden
işaret parmağımı dudağıma bastırarak susmasını rica ederken aynı anda kollarımı
sıkıca etrafına sarmıştım.
“Ben geldim!”
Sırayla herkese sarılırken en son babamdan ayrıldığımda
artık dayanamayıp sordum. “Abim nerede?”
Babam sorarkenki halime güldü. “Uyumak için odaya çıktı.”
Annem tarafından sarmalanan Acar’ın haline gülerek koştur
koştur salondan çıktım. Merdivenleri bitirdiğimde abimin kapısının önünde derin
bir nefes aldıktan sonra polis baskınından hallice bir biçimde içeri daldım.
Kapıyı açış hızım henüz yatmamış olan, yatağın örtüsünü
çekiştiren abimi sarsarken kollarımı iki yana açtım. “Beni beklemeden uyuyor
muydun gerçekten Yaman Göktürk?”
“Deniz..?”
Yüzümü buruşturdum. “Denizkızım demeni tercih ediyorum
aslında.”
Saniyeler içinde yanıma adımladı. Beni hafifçe
havalandırarak sıkıca sarıldığında kollarımı boynuna doladım.
“İyi ki doğdun abişim.”
diyerek geçenlerde annemden öğrendiğim, küçükken ona ve Yekta abime seslendiğim
şekilde seslenince iç çekti. Şakağımdan öptü. “Bütün iyi ki’ler sensin
denizkızım.”
Bana kalırsa hayatımdaki bana değer veren insan
kalabalığı benim en büyük iyi ki’lerimdiler. Onlara ne zaman bunu dile
getirsem, hepsinden az önce abimin yaptığı gibi ‘iyi ki’lerinin ben olduğumu
duyuyordum. Bu dile getirip tanımlaması zor bir histi ama bende var olan en
güzel hislerden biriydi.
İyi ki varsın
diyebildiklerinizin ‘iyi ki’si olmak paha biçilemezdi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder