Aykırı Çiçek 67.Bölüm

 67.BÖLÜM



- Acar

Otuzlu yaşlara adım atmama bir yıllık bir zaman kalmışken, birkaç yıl öncesinde olduğumdan çok daha farklı bir adama dönüştüğümü söylemek doğru olmazdı. Tıpkı her şeyin aynı kaldığını söylemenin doğru olmayacağı gibi…

Koyu ahşap renkte kapıyı yavaşça araladığımda, bahsettiğim dengeli değişimin mimarı artık görüş alanımdaydı. Sırtı bana dönük olduğundan beni görebilmesi mümkün değildi ve yaptığı işe tamamen odaklandığından kapı sesini duyma şansı da olmamıştı.

Geçtiğimiz üç ayda olduğu gibi ona baktığımda kendime karşımdaki kadının karım olduğunu anımsatmadan geçmedim. Bir süre sonra buna aşina olup normale döneceğimi sanıyordum ama yanılmıştım. Hâlâ ona bakarken evli oluşumuz bir rüyadan farksız hissettiriyordu.

Evin çatı katı diğer katlara oranla biraz daha basık sayılabilirdi. Feris minik boyuyla burada gezinirken sorun yaşamasa da ben buraya geldiğimde tavanla başım arasındaki küçük mesafeden pek hoşlanmıyordum. Çatı katındaki alanın tamamı tek bir oda gibiydi. Bu odanın işlevinin Feris’e bir atölye olması gerektiği fikri evi ilk gördüğümde aklıma düşmüştü.

Siteden taşıdığımız tek daire benim evim değildi. Atölyenin yaşadığı eve uzak olmasını istememiştim. Bu da beni o daireyi de boşaltıp çatı katını onun için atölyeye çevirmeye itmişti. Taşınma sürecine girdiğimizde bu katın boş kalacağını zannetse de ona küçük bir sürprizle burayı göstermiştim. Aslında bu, bazen beni pişman etmiyor da değildi.

Fransa’dan döndükten sonra benimle geçirdiği vakit kadar, burada da bolca vakit geçirmişti. Tepesinde dikilerek onu izlemek bir yere kadar işimi görüyordu. Birkaç saat geçtiğinde huysuz, karısının özleminden homurdanan bir adama dönüşüyordum.

“Üçüncü saat dolmak üzere.”

Sesimi duyduğunda irkilerek elinde sıkıca tuttuğu fırçayla bana doğru döndü. Omuzumu yasladığım kapıdan uzaklaşmadan bakışlarımı üzerinde dolaştırdım.

“O kadar oldu mu?” diye şaşkınca mırıldandığında derin bir nefes aldım. “Ben yokken zamanın hızlı değil yavaş aktığını söylesen daha tatlı olmaz mıydı güzelim?”

Haziran gelir gelmez sıcağını da peşinde taşıdığından, evin klima bulunmayan kısımları yanıyordu. Burası da o bölgelerden biriydi. Cam açık olsa da içerisi sıcaktı. Feris’in kahverengi tutamlarını başının tepesine hapsedişi de bu sıcakla bağlantılıydı. Saçları ensesine dokunduğunda deliriyordu. Yanındayken inatla saçlarını açsam da ben görmediğimde saçı hep toplu haldeydi.

Alayla konuşmama güldükten sonra elindeki fırçayı kenara bırakıp ayaklandı. Bana doğru attığı adımların yerde bıraktığı küçük sesleri dinlerken birkaç saniye içinde kollarıma alabileceğim kadar yakınımdaydı. Bedenini kendime yaslamadan önce dudaklarından kısa bir öpücük çalmıştım.

Göğsüme sırnaşırken, bakışlarım o kalktığında görünür hale gelen tuvale kaydı. Onu tanıdıkça, resim tarzını da tanımayı başarmıştım. Hangi renklere hangi şekillere ne zaman elinin uzandığını ezbere biliyordum. Çoğu zaman duygularının yönlendirmesiyle tuvali renklendiriyordu. Son zamanlarda elinin gittiği renklerin, içindeki huzuru ve mutluluğu yansıtması benim açımdan paha biçilemezdi.

“Dalmışım birazcık resme, sıkıldın mı?” Her seferinde beni aşağıda bıraktığı için ona tavır almamdan kaynaklı olsa gerek sorarken çekingendi. Güldüğümü belli etmeden çenemi başına yasladım. “Çok.”

“Özür dilerim Acarcım.” diye mırıldanarak göğsüme kedi gibi yanağını sürttüğünde içim gitse de yelkenleri indirmedim. Onunla birlikte merdivenlere yöneldiğimde adımlarını bana uydurmuştu. “Sorun değil,” dedim sakince. “Ama çok sıkılınca dolaptaki çilekleri bitirmiş bulundum.”

Duraksamasını bedeni bana yaslı olduğundan hissetmemem mümkün değildi. “Çileklerim…” diye fısıldadığında kahkaha patlatmamak için zor duruyordum.

Dün şans eseri karşımıza çıkan bir manavda bulduğu çilekler, uzun zamandır gördüğüm en güzel çileklerdi ve ben son bir yıldır çileklere âşık bir kadına âşıktım. Yani çilek görme sıklığım herhangi bir insandan çok daha fazlaydı. İri, kırmızı ve tadına baktığım bir iki çilekten çıkarımıma göre sulu çilekler bayağı iyiydiler. Tezgâhta kalan son iki kilo çileği aldığımızda Feris hepsini yemeye kıyamamış ve yarısını da bugüne bırakmıştı.

İkinci katın merdivenlerini de bitirip girişe indiğimizde Feris sessizdi. Çileklerini yediğim için dünyası başına yıkılmış gibi görünüyordu. Beni saatlerce yalnız bıraktığı içinse cırlayarak üzerime saldırmaya da girişememişti belli ki.

Salona girdiğimizde koltuklardan birine yerleşip onu da dibime oturttum. Yukarının sıcağından sonra buradaki serinlik iyi gelmişti.

“Bir tanecik bile bırakmadın mı?” diye sorarken avuçlarını göğsüme yaslamış, irice açtığı gözleriyle yüzüme bakıyordu. Çilekler Feris’i küçük bir kız çocuğuna en hızlı çeviren şeylerdi.

Dudaklarımı birbirlerine bastırarak başımı yavaşça iki yana salladım. “Maalesef.”

“Afiyet olsun,” derken daha çok ‘zehir zıkkım olsun’ demek istiyor ama bana kıyamadığından tam emin olamıyor gibiydi.

Çenesini iki parmağım arasına sıkıştırıp yüzünü kendime doğru kaldırdım. “Seni böyle bebek gibi küstürecek bir şey yapar mıyım sence zümrüt göz?”

Heyecanla bana atıldığında üzerime düşmüştü bir nevi. “Yemedin!”

Bu birkaç dakikalık işkencenin ona yettiğini düşünerek başımla onayladım. “Yemedim, seni bekliyorlar dolapta. Boğazımda kalırdı yemeye çalışsam da. Evli olmasaydın o çileklere nikâhı basardın, öyle bakıyordun dün tabağa.”

Sırıttı. “Beni erkenden kapman iyi olmuş o zaman.”

Çenesini bırakmadığım için onu kendime çekmem kolay olmuştu. Dudaklarına kapandığımda hoyratlığımı beklemediğinden şaşkın bir inilti döküldü dilinden. Ağzımın içinde kaybolan inleme bende yankı bulurken dudaklarını sertçe emdim. Geri çekildiğimde gözlerini kırpıştırarak bana bakakalmıştı. “Biraz…” diye mırıldandı nefes nefese. “Biraz fazla özlemişsin beni galiba hayatım.”

İtiraz etmeye gerek duymadım. “Öyle görünüyor.”

Sakallarımın üzerine aldığım kısa öpücükle beni bir süre oyalayabileceğini düşünmüş olacak ki koşturarak salondan kaçtı. Çileklerini almaya gittiğini bildiğimden kendi kendime gülerek onu beklemeye başladığım.

Yıkanmış oldukları için geri gelişi kısa sürmüştü. Yanıma yerleşmek yerine beni sırt desteği olarak kullanmaya karar vererek bacaklarımın arasındaki boşluğa oturdu. Sırtı göğsüme yaslanırken kucağında tabağı vardı.

Kalan bir kilo çileği yeme süresini aklımdan tahmin ederken sanırım kendi rekorunu kırarak tahmini süremin de altına düşmüştü. Çilekleri alıp yiyebileceğim korkusunun da bunda etkisi olduğundan emindim. “Bitti galiba.” dedim elindeki son çileği gördüğümde.

Başını geriye doğru yaslayıp bana baktı alttan alttan. “Çok az varmış.”

“Bir kilo vardı Feris,” dedim hayretle.

Elindeki çileği bana uzattı. Son çileğini paylaşmanın onun için mal varlığının tamamını bağışlamakla aynı güçlükte olduğunu bildiğimden başımı iki yana salladım. Yine de dudaklarıma yaslamıştı çileği.

“Yemeyeceğim,” derken doğal olarak araladığım ağzıma çileği sıkıştırdığında suyuyla boğulmanın eşiğinden dönsem de çiğneyip yuttum. “Seni çileklerden daha çok seviyorum, son çileğimi yemene izin verdim bak.” Önceki çilekleri yememem için ağzına ikişer ikişer sokuşturması ve çilekleri bitirdiğimi sandığında yasa bürünmesi dışında doğru sayılabilirdi.

“Romantik bir şey miydi bu?”

“Ben romantizm kotamı sana haftalarca çiçek yolladığımda doldurdum Acarcım.”

Tıpkı evimde olduğu gibi, şimdi evimizde de yeniletmeyi asla unutmadığım birden fazla gül vazosu vardı. Turuncular onun bana gelişini anımsatmaları için, mor olanlar ise daha sonra öğrendiğim şekilde sonsuz aşkı ve birlikteliği temsil edebilmeleri içindi. Sonsuza dek benimle olması için mor güllerden medet umuyor değildim. Bu konuda bir sınırım yoktu, olmayacaktı da.

Günün birinde güllerin anlamlarını önemseyen bir adama dönüşeceğime bir yıl önce ikna olmam mümkün değildi. Alaya alındığımı düşünerek söyleyen kişiyi boğazlamam daha büyük bir olasılıktı. Oysa kollarımda bana güllerle gelen bir kadın tutuyor, o kadına karım diyorken belki de güllere en çok değeri veren kişi artık bendim.

 

~

 

Çağla’nın önüme yığdığı imzalamam gereken yığınla uğraşırken odamın kapısı çalındığında onaylamış olsam da oraya dönmeden kâğıtlara bakmayı sürdürüyordum.

Gelen kişiyi görmek için kısa bir an göz ucuyla kapıya baktığımda kaşlarım havalanmıştı. “Caner de Feris de toplantıdalar, yarım saate biter en geç.”

Koray masamın önündeki tekli koltuklardan birine yerleşirken onu odama getirenin bu ikiliden birine ulaşamamak olduğunu tahmin edip açıklama gereği duymuştum.

“Haberim var, sabah İzgi’yle konuşmuştum. Özellikle toplantıdayken geldim.” dediğinde bakışlarımı kâğıtlardan çekip tamamen ona çevirmek için gerekli meraka sahiptim.

“Özellikle toplantıdayken geldin?” dedim soru sorar gibi tekrarlayarak. Başını salladı. “Seninle konuşmam lazım.”

Çoktan muzipleşmesi, beni sinir etmeye girişmesi gerektiğini bildiğimden gergindim. “Bir sorun mu var?”

“Sorun olup olmadığından emin değilim. İzgi’den önce seninle konuşmak mantıklı geldi, yalnız karar vermek istemiyorum.”

“Konuya girecek misin yoksa girizgâh devam mı edecek?”

Diken üstünde oturuyor gibiydi. “İzgi’nin kuzeni aradı annemi.”

“Ufuk mu Selim mi?” diye sorarken tahminim Ufuk’tan yanaydı. Ne karıştırmıştı acaba? Şaka peşinde olması muhtemeldi.

“İkisi de değil. Yanlış ifade ettim gerçi, diğer ailedeki kuzeninden bahsediyorum. Dayısının kızı.”

Ufuk’un ortalığı birbirine katması yeğlerdim. Duyacaklarımın iyi sonuçlanmayacağını tahmin ederek sandalyemde geriye yaslandım. “Ne diyormuş?”

“Reyhan teyze pek iyi değilmiş, daha doğrusu eşini kaybettiğinden beri iyi değildi zaten. Ama son zamanlarda İzgi’yi çok fazla anmaya başlamış. Psikolojik destekler işe yaramıyor, daha kötüye gidiyormuş.”

Nereye bağlayacağını anladığımda sıkıntılı bir iç çekişle göğsüm hareketlendi. Her şey iyi gidiyor, Feris mutlu dediğimin ertesi günü boka batmak zorunda mıydık?

“Ve?” dedim ne duyacağımı bile bile.

“İzgi’yi onu görmeye ikna edip edemeyeceğini sormuşlar. Annem bana attı topu.”

“Sen de bana atmaya karar verdin,” desem de direkt olarak ona söylemesindense önce bana gelmesi daha mantıklıydı, biliyordum. “Onu görse ne olacak Koray? Yıllarca yaşadığı ne varsa yüzeye geri çıkacak ki bana kalırsa çok derine inmiş de değiller. Yukarı çıkmak için küçük bir hamle bekliyorlar sadece.”

Derdim o kadının iyi olması değildi. Ben değer verdiğim insanlar dışında kalan her varlığa bencil bir adamdım. Bunu değiştirmeye de niyetli değildim. Onları daha kolay koruyabilmenin bu yoldan geçtiğini düşünüyordum. Fazla merhamet ve empati gereksiz insanlara dağıtıldığında sadece yıkım yaratıyordu.

Koray yüzünü ovuştururken bir süre sessiz kaldık. Masamdaki saçma bir eşyaya odaklanmıştım ama düşündüklerim kesinlikle o eşyadan başkaydı.

“O zaman bu konuşmayı yapmadık sayalım. Hiç haberi olmasın İzgi’nin. Annem de ikna edemedim der geçer, ben aylar öncesine dönmek istemiyorum Acar. Hele bunun ateşleyicisi olmayı hiç istemiyorum.”

Bu kararı bana gelmeden annesiyle birlikte vermesi işime gelirdi. Şimdi beni garip bir denkleme itmişti. Feris’e bu konudan hiç bahsetmeyebilirdim, ama bir şekilde direkt ona ulaşırlarsa boşu boşuna yalanın altına girmiş olurdum. Üstelik ortaya çıktığında onun ne tepki vereceğini bilemediğim bir yalanın…

Reyhan Levendoğlu’nu ilk ve son görüşüm, Göktürklerle karşılaştığım ilk anda gerçekleşmişti. Feris bilincini yitirdiğinde henüz kızı olup olmadığını bile kesinleştirmemesine rağmen deliren Savaş Göktürk’ün aksine bizimle gelmeyi bırakın nasıl olduğunu öğrenmek için aramamıştı bile. Eşinin yasını tutuyor olması anlamsız değildi, ama yıllar boyunca anneliğin a’sını bile öğrenememiş olması anlamsızdı.

Şimdi onun iyiliği için Feris’i yanına götürmek, anmadığı geçmişin kucağına bırakmak sorumsuzca duruyordu. Feris’in dillendirmese de aklında, içinde bir yerlerde yirmi yılın sancılarını sakladığını biliyordum. Hepimiz biliyorduk. Sadece bunu o dile getirmeden biz öne çıkarma girişiminde bulundurmuyorduk.

“Acar?” diye seslenen Koray’ı duyduğumda daldığımı fark ederek yutkunup ona döndüm. “İyi misin?”

“Ne yapmamız gerektiğini düşünüyordum.”

Karar vermek benim için çoğu zaman basit bir işlemden ibaretti. Mantıklı olanı bulup seçmek aklımı yormamı bile gerekli kılmazdı ama önümdeki durumda mantıktan fazlasına ihtiyaç duyduğum için işler oldukça farklıydı.

Koray’ın umutsuz bakışlarına benzer şekilde karşılık verirken ulaşacağımız sonuç belirsizdi.

O günü aklım başka yerlerde olduğundan zar zor tamamlayabildim. Çıkış saati yaklaşırken yapmam gereken işleri normalden çok daha uzun sürede bitirebilmiş hatta bir kısmını yetiştirememiştim. Öğleden sonra Koray’ın uğradığı kısa sürenin ardından Feris’le hiç karşılaşmamıştım. Onların departman olarak yoğun oldukları bir gündü ve açıkçası ilk kez yoğunluğu işime gelmişti.

Otoparka indiğimde attığı mesajda belirttiği gibi onu arabanın kaputuna yayılmışken bulmuştum. Yorulduğunu yarı uyur halinden görmek mümkündü. Gözleri kısık halde etrafa bakınıyordu. Beni fark etmeden önce arabanın kilidini açarak çıkan küçük sesle irkilmesini sağladığımda hafif kıpırdanarak benim geldiğim yöne döndü.

Ona doğru attığım adımlar beni yanına ulaştırdığında kollarını açarak kucaklanmayı bekleyen bir çocuk gibi gerindiğinde tüm zihinsel yorgunluğuma rağmen gülümseyerek bedenini kavradım. “Birileri çok mu yorgun?”

“Caner mahvetti beni, kovabilir miyiz acaba onu Acarcım?”

“Pazartesi tazminatını verip yollarız.” dediğimde kıkırdadı. Belini daha sıkı sararak ayaklarını havalandırıp ön kapıya doğru onunla birlikte yürüdüm. Arabaya yerleştiğinde kapısını kapatıp kendi yerime ilerlerken sıkıntıyla iç çektim.

Koray’la verdiğimiz son kararı bir kez daha sorgulama ihtiyacı hissetmiştim. Yorgunluğu sadece fizikiydi, tasasızca gülüyordu ve ben birazdan bu iki gerçeği de değiştirecektim.

Eve doğru sürmek yerine arabayı sahile yönlendirdiğimin farkında değildi. Biraz hileli sayılabilirdi ama denizin karşısındayken onunla bu konuşmayı yapmak daha doğru gibi gelmişti.

Yolu takip etmek yerine arabaya bağlı olan telefonundan açtığı şarkılara gözleri kapalı eşlik ediyor olması durana dek nerede olduğumuzu anlayamamasına sebep olmuştu. Araba durduğunda gözlerini evimizin bahçesinde açacağını sanıyorken gördüğü manzarayla şaşkınca bana döndü.

“Nereye geldik?”

“Biraz denize ihtiyacın olabilir diye düşündüm.” derken kemerimi çözerek kapıya uzanmıştım. “Yok-…” diye başladığı cümleye devam etmeden duraksadı. “Şu an yok ama bir şey söyleyeceksin ve olacak değil mi?” Yüzü buruşarak sorarken sessiz kaldım.

Arabadan indiğimizde onun tarafına dolanıp elini sıkıca tuttum. Bir yaz akşamında kalabalık olması normal olan sahil şeridinde ilerlerken bana bakışlar attığını görüyordum. Oturabileceğimiz bir bank bulana dek sustuğumda aklından neler geçtiğini bilmeyi isterdim. Bir şeyler tahmin ediyordu ama acaba nelere aklı gitmişti?

Oturduğumuzda kendisini bana çevirerek bir bacağını kırıp yukarı aldı. “Çok kötü bir şey mi?” diye sorarken sesi titrediğinde hızla ellerini tuttum. “Değil, yemin ederim çok kötü bir şey değil güzelim. Ama son birkaç aydır olduğu gibi mutlu olmaya devam et ve hiçbir şey bunu bölmesin istediğimden tedirginim.”

Dudaklarını ıslattı. “Bizimle mi ilgili?”

Başımı iki yana salladım. “Benden sıkılıp boşanacakmışsın gibi geldi de bir an.” dediğinde kaşlarımı derince çattım. “Öyle bir anın gelmesi mümkün değil, aklın uydurmasın böyle şeyleri.”

“Ne oldu o zaman?” diyerek bir anda yükseldiğinde ellerimde duran ellerini çekmeye çalışsa da izin vermedim. Beni bölmesine izin vermeden kısaca Koray’ın gelişini ve söylediklerini herhangi bir detayı atlamadan onunla paylaştım.

Sustuğumda sanki susmamışım gibi sakince bana bakmayı sürdürüyordu. Dinliyormuşçasına odağı bendeydi.

“Feris,” diyerek iki elini sol elime toplayıp sağ elimi yüzüne uzattım. Yanağını avucumla kapladığımda bakışları gözlerime tırmandı. “Hiç bahsetmemek de bir seçenek olurdu ama bunu gizlemek içimden gelmedi. Ne yapmak istediğini sen seç istedim, iyi mi yaptım zümrüt göz?”

“İki ay sonra bir yıl bitmiş olacak. Bir gün bile ayrı kaldıklarına şahit olmamıştım hiç biliyor musun?” derken sesi o an için ayırt edemediğim birden fazla hisse ev sahipliği yapıyordu. “Tam on aydır yalnız, yanında bin kişi de olsa Reyhan Levendoğlu yanında Alpay’ı olmadan hep yalnız hissediyordur.”

Ağzım aralansa da söyleyebilecek bir şey bulamadığımda geri kapattım. Onun yavaş yavaş da olsa düşündüklerini paylaşması için beklerken ellerini ve yanağını aynı anda okşuyordum. Yeşillerini biraz kıstı. “Düşünmeyi istemesem de gözlerimi kapattığımda onları görüyorum zaman zaman. Bazen uyumadan önce bazen uyuduktan sonra… Gündüz hiç var olmamışlar gibi davranabilsem de sessizliğe gömüldüğümde mümkün olmuyor.”

Bunu tahmin ettiğimden şaşkınlık belirtisi göstermedim. Hiçbir insanın onun yaşadığı ağır değişimlere tepkisizce uyum sağlaması ve değişimden öncesini unutuvermesi olağan değildi.

“Babamla ve annemleyken bir anda kendimi yıllar öncesinde benzer ama çok farklı olan sahnelerde buluyorum. Kendime çok kızıyorum ailemleyken onları düşündüğüm için ama engel de olamıyorum Acar. Yirmi yıl boyunca ben bambaşka iki insana anne-baba dedim ve onları şimdi sahip olduklarımla karşılaştırmak engelleyemediğim bir refleks aslında.”

“Bu çok normal,” dedim fırsat bulup araya girerken. “Seni teselli etmek için söylemiyorum, inan bana bu çok normal Feris.”

Başını sallamaya çalıştı ‘evet’ der gibi. Yüzü avucuma sürtünmüştü bu sayede. “Ama öyle gelmiyor işte.”

Onu tam olarak anlayabilmem için aynı yoldan geçmem gerekiyordu. Bu mümkün değildi, dolayısıyla hiçbir zaman hissettiklerini tam olarak anlayamayacak ve hep tahminlerim ve ona olan ezberim kadarını bilecektim.

“Bu konuyu sen bir şeylere zorunluluk hisset diye değil sadece bil diye sana açtım, içinden her ne geçiyorsa onu yapacağız.”

“Ben onu görmek istiyorum.” demeden önce duraksamadı hiç. Bu, söylediğinden emin olduğunu gösteriyordu. Bir tereddüdü yoktu. “Ona iyi gelmeyeceğim belki ama erteleyip durduğum yüzleşmeyi yaşamak zorundayım. Aklımdan onları biraz olsun uzaklaştırmama yardım edebilecek olma ihtimali olan tek şey bu.”

Başı omuzuma düşecek şekilde onu kendime çektiğimde derin bir nefes aldığını duyumsadım. Yanağı bana yaslıyken yüzü denize dönüktü. Denizi izlemesi için ona dilediğince zaman tanıyarak sessizce bekledim. Savaş Göktürk, kızına ismini verirken ilacını da var etmişti aslında.

İki gün sonra bulunduğumuz kapıda bin türlü sonuç ihtimalini tartıp dururken dışarıdan ifadesiz göründüğümden emindim.

Feris beni biraz şaşırtarak bu iki günü sıkıntılı ya da üzgün geçirmek yerine olağan günlermiş gibi bitirmişti. İki gün bekleme fikri ona aitti. Biraz kendisini hazırlaması gerektiğini söylemişti. Ben o isterse herkesi birkaç yıl da bekletebilirdim, bir sorun yoktu.

Daha önce, Reyhan Levendoğlu’nu gördüğümden bahsettiğim evde değildik. Onun artık o evde kalmadığını da Feris, Yeliz ablayı arayan kızı aradığında öğrenmiştik. Anne ve babasının yanında kalıyordu.

Feris’in anneannesiyle, yani bir dönem öyle sandığı kişiyle hastanedeyken yaşananları anımsıyordum. Beni Reyhan Levendoğlu’ndan daha çok geriyordu. Çenesini tutamayıp bir şeyler saçmalarsa Feris’i tutup buradan götürmeye çalışmayacağımın bir garantisi kesinlikle yoktu.

Binanın giriş kapısı açık olduğundan dairenin bulunduğu dördüncü kata çıktığımızda iki kez kapıdaki zili çalarak geldiğimizden haberdar olmalarını sağlamıştık. Çok geçmeden kapı açıldığında karşımda bulduğum yetmişlerinde görünen adamın dede olduğunu hatırlamıştım. Onu da hastanedeyken görmüştüm. Gıkı çıkmayan, karısının abartılı tavırları altında bastırılmış bir adam gibiydi o gün. Doğru bir izlenim olduğunu da az çok tahmin ediyordum.

“İzgi…” diyerek bakışlarını hiç bana çevirmeden Feris’e dikti. Kırışıklarla bezeli yüzünde, yaşanmışlıkların verdiği çizgilerin dışında da ağır bir yorgunluk vardı sanki. Kızlarının iyi olmayışıyla bağlantılı olduğu açıktı bu yorgunluğun.

“Merhaba,” derken sesinde en ufak bir çatlama bulunmayan karımı duyduğumda bir şey belli etmesem de hafif şaşkındım. Konu açıldığında kırgınlaşmış olsa da anladığım kadarıyla buradayken duvarları örülü olacaktı.

“Hoş geldin-iz.” derken kapıyı biraz daha geriye açarak içeriye geçebilmemiz için bir boşluk yarattı. Konuşmayı uzatmasının ona bir şeyler vermeyeceğini Feris’in sesinden kavramıştı sanırım.

İçeriye girdiğimizde fazla büyük sayılamayacak bir holün ortasındaydık. Evdeki ahşap yoğunluğu benim için yorucu olsa da burada yaşayan çiftin yaş itibarıyla zevkine hitap ediyor olmalıydı.

“Emine Hanım yok galiba.” derken kastettiği anneanneydi.

“Yok, geleceğini öğrenince evde olmamasının daha iyi olacağını düşündüm. Sen anne- Reyhan’la dilediğince konuş. Ben de odamda olacağım.”

Cümlenin içinde kaybolan küçük düzeltme kendinden fazlasıyla büyük bir gariplik yaratmıştı. Feris başını sallayarak onu onayladığında adam yanımızdan ayrılarak odalardan birine girdi.

Reyhan Hanım’ın hangi odada olduğunu Feris’in biliyor olmasına şaşırmamıştım. Kapalı bir kapıyı yavaşça araladığında ben henüz içeriyi görebilir hale gelemeden omuzlarının düşer gibi olduğunu gördüm. Beline avucumu bastırarak arkasında, onunla olduğumu hatırlamasını sağlamayı denerken ona güç olabilmeyi umuyordum.

Arabadayken ona bu konuşmayı yalnız yapmak isteyip istemediğini birkaç kez sormuştum. Her seferinde benim de orada olmamı istemişti. Bu nedenle onunla birlikte içeri girerken aklımda herhangi bir soru işareti yoktu.

Odaya girdiğimizde içeride temel yatak odası eşyaları dışında bir şey olmayan bir oda bulmuştum. Camın kenarında geniş sayılabilecek bir yatak, duvara yaslı büyük bir dolap ve makyaj masası gibi görünen bir konsol vardı.

Yatakta sırtı başlığa yaslı halde oturuyor olan, bakışları cama asılı kadını gördüğümde onun ilk gördüğüm halinden eser kalmayacak kadar değiştiğini tek bakışta anlayabilmiştim. Yanakları kemikleri belirginleşecek kadar incelmişti, bedeni de aynı şekilde o zamandan bu zamana bolca kilo kaybetmiş gibi görünüyordu.

İçeriye girdiğimizi fark etmemiş miydi fark etmiş olsa da bize dönmeye gerek mi duymamıştı bilmiyordum ama bakışları halen camdaydı. Feris bu tavrına nasıl karşılık vereceğini iyi biliyormuşçasına yatakta kalan boşluğa oturup bacaklarını kendisine doğru çekti. Onlara çok fazla yaklaşmak yerine makyaj masasının önündeki tabureye oturdum sessizce.

Feris yatağa oturduğunda, içeriye girmemize tepkisiz kalan kadının aslında bunun farkında olduğunu derin iç çekişinden anlamıştım. Bu öylesine bir iç çekişten fazlasıydı, içinden taşanları tutamayıp ağzından kaçırmış gibi dolu bir iç çekişti.

Reyhan Hanım’ın bacaklarının kenarında dizlerini yukarı çekip çenesini onlara yaslamış halde oturan Feris’e bakarken konuşmaya başlayacak olanın hangisi olduğunu düşünürken beni bir süre boyunca yanıtsız bıraktılar. İkisi de sessizdi.

“Alpay çok kızıyor bana.” diyerek sessizliği parçaladığında bacağımda duran elimi kapatıp yumruk yaptım. “Ne zaman onu görebilsem gözlerimi kapattığımda, çok kızıyor.”

Feris’in dudaklarında beliren küçük tebessüm buruktu. “Neden?”

“O gittiğinde seni bıraktım, İzgi’yi neden bıraktın diye soruyor bana.”

“Beni o gittiğinde bırakmadın ki sen,” derken omuz silkti. “Sen beni hiç benimsemedin ki bırakasın. Ben hiç hayatınızda var olmadım ki beni bırakabilesin.”

Reyhan Hanım’ın duymaya ihtiyacı olan şeyler tesellilerdi. Yani en azından buraya Feris’i çağırma amaçları buydu, bunu çocuk bile anlardı. Feris ise bunu göz ardı ederek yalanlarla dolu teselliler yerine gerçeklerle konuşmaya başlamıştı. Müdahale etmedim. Ne istiyorsa o olacağı konusunda ona çokça söz vermiştim, öyle de olacaktı.

Reyhan Hanım bir anda Feris’e çevirdi bakışlarını. Camdan ayrılması için çok iyi bildiği gerçekleri yeniden duymaya ihtiyacı vardı belli ki.

“Hayatımızdaydın, sen yirmi yıl boyunca hayatımızdaydın İzgi.” Panikle konuşurken kendisini bir şeylere inandırmaya çalışıyor gibiydi.

“Ama keşke olmasaydım değil mi? Ne size iyi gelebildim ne siz bana iyi gelebildiniz. Birbirimize ağırlıktan başka bir şey olmayı başaramadık.”

Feris’in sakinliğinden ne anlamam gerektiğini bilmiyordum. Bu da diken üstünde olmama yol açıyordu.

“Başaramadık,” derken sesinde az önce toplanan inanç çoktan kaybolmuştu.

“O sana kızmıyordur hiç, ben o kadar yıl onu biraz tanıyabildiysem eğer. Sana kızmaya kıyamaz, ne ben ne bir başkası için sana ufak bir öfke bile beslemez.” Böyle bir cümle kurmanın aslında duyulduğu kadar basit olmadığı açıktı. Yıllarca baba dediğiniz adam için ‘benim için sana bir gram öfke duymaz’ demek zordu.

Feris’in ne yapmaya çalıştığını bu andan sonra kavramıştım.

Tıpkı söylediği gibi yıllar boyunca onları yakından tanıma fırsatı en fazla olan kişi kendisiydi. Reyhan Hanım’ı vicdanen rahatlatmak ve onu hep önemsemişler gibi yalanlara sığınmak yerine gerçeklerle merhem oluyordu. Kocasının ona kendisi hakkında kırılıp kızmayacağını, aralarındaki bağın üçüncü bir kişiyle sarsılamayacağını anlatıyordu. Çünkü bu yirmi yıl boyunca gerçekleşmediği gibi, bugün de gerçekleşmeyecekti.

“Çok özledim ben canımı, ona gitmeyi her şeyden çok istiyorum ama sanki o beni istemiyor İzgi. Gidemiyorum yanına.”

Pantolonumda bir leke varmış gibi tırnağımla kumaşı çizerken Feris’e bakmaktan kaçındım.

“Nefes alıp vermen onu yanında olmandan daha mutlu ediyordur belki. Bazen aşk yanında olmasını değil iyi olmasını kabullenmeyi gerektiriyor.”

Mantığımdan uzak tarafım, Reyhan Hanım’ın bir kez olsun Feris’e bir soru sorup kendi dışında bir şeylerden bahsetmesi için yalvaracak haldeydi. Nasıl olduğunu, biyolojik ailesini sormasını bekleyişim sonuçsuz kaldıkça buradan çıktığımızda Feris’in hissedeceklerini düşünmekte zorlanıyordum.

Tek tesellim kadının bir şeylerin olurunu düşünmekten aciz olacak kadar ruhsal çöküşte olmasıydı. Yası onu normalde olduğundan da bencil birine çevirmişti.

“Âşık olmuş gibi konuşuyorsun.” demesi biraz vakit almıştı. Feris’in yüzünde bu kez az önceki buruk olandan uzak bir gülümseme belirdi. Sol elini Reyhan Hanım’ın kucağına bıraktı. “Oldum çünkü.”

Onun bakışları parmağındaki yüzüğe dönerken Feris’in bakışları benim üzerime çevrildi. Gözlerimi yavaşça kapatıp açarak güç vermek ister gibi baktım. Başını omuzuna doğru eğip bana içli bir bakış attıktan sonra yeniden ona döndü.

“Evlendin mi?”

Feris cevap olarak sağ elini bana uzatıp işaret ettiğinde Reyhan Hanım’ın bakışları beni buldu. Herhangi bir tepki vermedim. Sınırlı kişilere sunabildiğim samimi tavrımdan yararlanabilecek son insanlardan biriydi.

“Evlendim, âşık oldum ve evlendim.” Dudağının kenarını ısırarak biraz duraksadı. “Bana birkaç yıl önceki bir tartışmamızda, eğer gerçek aşkı bulursam seni anlayabileceğimi söylemiştin. Eşlerin arasındaki bağın, her şeyin önüne geçebilecek kuvvette olduğunu ve bunu yalnızca o kişilerin anlayabileceğini…”

Reyhan Hanım duyduklarına başını sallayarak yanıt verdi. “Öyle.”

“Haklıymışsın, bu gerçekten benzersiz bir bağmış.” Yüzüğü görsün diye bacağına yasladığı elini biraz sıkılaştırdığını fark ettim. “Ama bir noktada yanılıyormuşsun, bu bağın önüne geçebilecek bir istisna var. Olmalı da. Bir adama ya da kadına duyduğun bağlılık, belki de bağımlılık; saf duygularla senden sevgi ve ilgi bekleyen bir ruhu öldürecek kadar acımasız olmamalı.”

Reyhan Hanım sessiz kalırken Feris devam etti. “Ben bunu sizden öğrendim, sizin öğrenmek için fırsatınız olmadı mı bilmiyorum ama ben benim üzerimde kalan ne varsa hepsini unutacağım. Seni de onu da affedeceğim çünkü affedemeyişim en çok bana yük, en çok bana sızı.”

Evden çıktığımızda arkamızda bıraktığımız kadının ilk bulduğumuz halden daha iyi olduğunu düşünüyordum. Onu rahatsız eden, ailesinin sandığının aksine Feris’e karşı ayaklanan vicdanı değil eşinin konuyla ilgili bugün ne düşüneceğini bilemeyişinin yarattığı karmaşaydı. Feris bunu kolayca ayırt ederek ona doğru şekilde yaklaşmış ve hem kendi içini dökmüş hem de onun aklındaki soruları durultmuştu.

Binadan çıktığımızda arabaya yerleştiğimizde hareket etmeden önce birkaç saniye bekledim. O birkaç saniyenin sonunda Feris’in pes ederek hislerini dışarı sızdıracağını ve ağlayacağını düşünmüştüm. Bekleyişim yüzünden bana döndüğünde gözlerinin beyaz kısımları kızarmış olsa da yaşlar henüz orada birikmemişti.

Avucunu göğsünün soluna doğru bastırdı. “Buradan bir şey uçup gitti, uyduruyorum ya da gerçekten hissediyorum ama buradan bir şey kalktı ve gitti.”

Biraz önce dilinden döktüklerinin aylardır, hatta yıllardır eliyle tuttuğu yerde birikenler olduğunun zaten farkındaydım ama onun da farkında oluşu iyiye işaretti.

“Bir daha da gelmeyecek. Orada hiçbir ağırlık konaklamayacak.”

Başını hızlı hızlı salladı. “Öyle olsun, evet.”

“Gel buraya,” diye mırıldanırken boynunun yanından avucumla sararak yüzünü kendime yaklaştırdım. Alnına bastırdığım dudaklarım ve saç diplerini sıyıran burnuma dolan kokusuyla dinlenirken gözlerini kapatmıştı.

“Acar?” diyerek adımı birazdan bir şey soracakmış gibi seslendirdiğinde devam etmesi için alnını öptüm yeniden.

“Bu gece annemle uyusam olur mu?”

Soruya çevirmeden ‘annemle uyuyacağım’ demesi de yeterliyken mırıl mırıl sormasına gülümsedim.

“Babanın boşta kalması beni de onunla uyumak zorunda bırakmayacaksa anlaşabiliriz Feriscim.”

Kulağımı ve ardından ruhumu şenlendirecek şekilde güldüğünde beline sardığım kolumla biri onu benden koparacakmış gibi sıktım.

Yukarıda ikisini aynı paydada buluşturan gerçek, benim açımdan da doğrulanabilirdi. Kollarımdaki kadına duyduğum bağ, benzersiz bir bağdı. O bağı güçlendirecek bir varlığı kenara itmek ise sadece aptallıktı.

 

~

 

“Abi sence kavga etseydik beni de peşinden buraya mı getirirdi?”

Son yarım saattir olduğu gibi Savaş Göktürk’ü kızını küstürmediğime ve mutsuz etmediğime ikna çalışmama devam ederken kenardan sırıtarak bizi izleyen karımın üçüzleri ve şansıma ikisi de evde olan abileri sinirlerimle oynuyorlardı.

Annesiyle uyuma isteğini açıklamak, gerçeği söylememe konusunda karar aldığımızdan fazlasıyla zor olmuştu. Sonuç olarak Feris, Pınar ablayı da alıp buradan kaçarken beni salonda ailenin yamyamlarıyla baş başa bırakmıştı.

“Sülük gibi yapışmışsındır belki, ne bileyim lan ben?”

Daha önceden de kotası dolu olduğundan en çok sinirimi bozan Rüzgar olduğu için bulduğum yastığı beklemediği bir anda suratına patlattım. İnleyerek kurşun yemiş gibi Yekta’nın üzerine yıkıldı.

“Baba! Kızını üzdüğü yetmiyor oğluna da saldırıyor görüyor musun?” Burnunu ve ağzını tutarken boğuk sesle konuşmuştu. Savaş abi yüzünü buruşturarak ona baktı. “Ben anneniz kızıyor diye pek dövemedim sizi, bu konuda kılımı kıpırdatmam. İçim soğuyor.”

Rüzgar’ın az önceki sırıtışını ben üstlendim kısa bir süreliğine. Kısaydı çünkü beş saniye kadar sonra Savaş abi yine beni sorgulamaya dönmüştü.

Birbirine benzeyen cümlelerinden birini yarıda böldüm. “Tahmini kaç ay daha her görüştüğümüzde Feris’i üzüp üzmediğimi sormaya devam edersiniz? Ona göre kendimi hazırlayacağım.”

“Ay mı?” diyerek elini havada sallayan Toprak’a baktım. “Ona yıl diyelim biz enişte.”

Sabır çekerek arkama yaslandım. Birkaç saniye sonra salona Feris girdi. Üzerindeki çilekli pijamalara sırıttım. “Baba?” diyerek kısılan gözleriyle Savaş abiye seslendi.

“Söyle can suyum?”

“Sen de bizimle uyusan olur mu?” Savaş abi bana tehditlerle dolu bir bakış attıktan sonra ayaklandı. Uyuma ekibine eklenmesi onu sorunun büyük olduğuna ikna etmişti muhtemelen.

“Olmaz mı babam? Ben de bu teklif gelmeyecek mi diye meraktaydım zaten.” Savaş abi kollarını dolayıp karımı göğsüne bastırdıktan sonra salondan çıkarken bana odadaki sonu gelmez kayınçolarım kalmıştı.

“Ee biz kim kim uyuyoruz canlarım?” Rüzgar kolunu Yekta’nın omuzuna atıp konuşurken diğer taraftaki Yaman ensesine patlattı.

“Biraz daha cıvıtırsan sen Acar’la uyuyacaksın. Muhtemelen sonsuz bir uyku, uyar mı abim?”

Rüzgar göz ucuyla bana baktığında kollarımı göğsümde kavuşturmuş halde pis bir sırıtışla onu izliyordum.

“Ben amcamlarda kalacaktım bu gece zaten, sen benim odamda mutlu mutlu uyu enişte. Rahat et.”

“Ben karımın odasında kalırım koçum sen odanda kal.” dedikten sonra Yaman’a baktım. “Odasının yedek anahtarı var değil mi? Kilitler kendini bu kesin.”

Rüzgar, Toprak’ı çeke çeke kaldırdı. “İlk kez Deniz yokken uyumak ister misin? İstersin istersin, üçüzünüm çünkü ben. Deniz gibi saçınla oynayacağım tamam mı?”

Toprak söylense de Rüzgar’ın çekiştirmelerine dayanamayıp peşinden ilerledi. Salonda yalnızca Yaman, Yekta ve ben kalmıştık böylece.

“Ee siz nasıl uyuyacaksınız bu gece, aynı akşam karılarınızı ana babasına nasıl kaptırdınız ulan?”

Sinem ve Pamir’in Sinem’in ailesinde olduklarını geldiğimizde öğrenmiştik. Yekta’nın sabah nöbeti olduğundan ve onların evi hastaneden fazla uzak olduğundan dolayı o gitmemişti.

“İşe bak ki bu gece olmasa da diğer geceler uyuyabileceğimiz karılarımız var Yaman Göktürk.” dediğimde Yekta benim cevabıma başını geriye atarak güldü.

İçten bir şekilde bize sövdüğünü hissetmiştim. Ama hayatı zevkli kılan şeylerden biri kesinlikle Yaman’ın sinirlerini yerinden sarsmaktı. Arkadaşlarımın beni neden sinirden deliye döndürdüğünü anlamamam yardımcı oluyordu Yaman’ı bu hale getirmek.

“Neyse ben kalkayım. Önümüzdeki günlerde Sinem ve Deniz’in sizi süründürmeleri için aklımda olan bir iki plan üzerinde çalışacağım uyumadan.”

Keyifli keyifli ayaklanıp elleri cebinde salonu terk ettiğinde arkasından boş boş baktığımız birkaç saniyenin ardından Yekta ile göz göze geldik. Aynı anda sakince güldük. “Altta kalmamak için sallıyor.” dediğinde başımı salladım. “Aynen.”

Bir dakika geçmeden yine aynı anda ayaklandık. Yaman’ın odasına koşarken mırıldandım.

“Ya sallamıyorsa?”

“Sinem ve Deniz bizi sallayacak o zaman Acar, çenenin bağına başlayacağım senin niye damarına basıyorsun adamın?”

“Kahkaha patlatırken iyiydi anasını satayım. Götün tutuşunca çenenin bağına olduk.”

Göktürklere yaranmak, ağzımla kuş tutmaktan birkaç seviye üstte zorluktaydı. Tek yaranabildiğim Göktürk, Deniz olandı ve ben onu da Bayazıt’a çevirmiştim.

Feris’in soyadının artık Bayazıt oluşunu anımsadığımda, her seferinde olduğu gibi kendi kendime sırıttım. Yaman’ın kapısının önünde sırıtıyorken Yekta suratıma boş boş baktı. Ardından sabır dilercesine kafasını yukarı kaldırdı.

“Aile ne ki damadı ne olsun? Herkes ayrı bir vaka şu çatı altında, inanılmaz bir olay.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm