Aykırı Çiçek 48.Bölüm

 48.BÖLÜM



- 20 Aralık 2016, İstanbul

 

Aralık ayının son haftasına yaklaşırken, İstanbul gece başlayıp bugün de hiç azalmadan devam eden yoğun bir kar yağışıyla beyaza bürünmüştü. Gece yarısından itibaren, hiç durmadan gökyüzünden dökülen iri kar taneleri yerde biriktikçe beyazlık daha da belirginleşiyor, yoğunlaşıyordu.

“Dikkat et annem, çok yağıyor. Arabayla gidiyorsun, aklım kalacak.” Pınar Göktürk, omuzunu kapıya yaslamışken yorgun bakışlarla işe gitmek üzere evden çıkıyor olan oğlunu tembihlemeye çalışıyordu.

“Ederim anne, kapat kapıyı hadi. Soğuk zaten, üşüyeceksin.” Yekta eğilip annesinin yanağına bir öpücük bıraktıktan sonra onun kapıyı kapatmasının ardından arabasına doğru ilerledi.

Nöbet gününün değiştiğine dair söylediği yalan, kimse tarafından garipsenmemişti. Arabaya bindiğinde hareket etmeden önce alnını yavaşça direksiyona yasladı.

Bugünün varlığından büyük bir rahatsızlık duyuyordu. Bugün evde olmak ise her şeyi çok daha yoğun yaşamak, en derinden sızlamak demekti.

Son birkaç yıldır olduğu gibi 20 Aralık’ta evde bulunmamak adına, hastanede olması gerektiğini söylemişti. Önceki yıllarda da sınavı olduğu, değiştiremeyeceği bir program oluştuğu gibi basit yalanlara sığınıp evden kaçıp durmuştu hep.

Kaçabildiğini zannetse de evden çıkmak, üzerinden yıllar geçmiş olsa bugünün acısını azaltmıyordu aslında Yekta için. Gözünü her kapatıp açtığında kız kardeşinin bir köşede belirecekmiş gibi varlığını duyumsadığını sanıyor; anlamsız bir çabayla hiç görmediği ama şu an olması gereken yaşlardaki halini zihninde canlandırmaya çalışıyordu.

Bir hakkı olsaydı, hiç düşünmeden 14 yıl önceki yangında ailesinden kopmuş olanın kendisi olmasını sağlardı. Bunu sağlamak isteyen tek kişinin kendisi olduğunu da düşünmüyordu. Abisinin Deniz isimli birileriyle tanıştıkça daldığı anlarda, Rüzgar ve Toprak’ın birbirlerine yetemediklerinde sürekli tartışmaya başlayıp üçüzlerinin yokluğunu birbirlerine sataşarak geçirmeye çalıştıkları zamanlarda onların da aynısını düşündüklerinden emindi.

Zaman acıyı alır, diyen kimseye inanmıyordu. Zaman hiçbirinden acıyı alamamıştı.

Babasını evin farklı köşelerindeki fotoğraf çerçevelerinin yanı başında yere çökmüş otururken kaç kez yakaladığını hiç sayamamıştı mesela. Annesinin çileklere bakamayışını, evde değil bulunması adını dahi andırmayışını da unutamazdı.

Zaman acıyı alsaydı, bütün bunlar azalıp gün geçtikçe yok olmaz mıydı?

Yekta, arabayı garajdan çıkartıp nereye gittiğini bilmeden sürmeye başlayıp kendince ailesinin acısından kaçmaya başladığında evin içi, onu haklı çıkarırcasına sessizlikle kaplıydı.

Kimse Deniz’i anmasa da hepsi bugünün farkındalardı, dört bir yana dağılıp bambaşka düşüncelere boğulmuş haldelerdi.

Pınar, Yekta’yı uğurladıktan sonra yavaş adımlarla yatak odasına çıktığında odada kocasını bulmayı beklemediği için irkilmişti. Sırtüstü uzanarak bir avucunu gözlerini ve alnını örtecek şekilde kapatmış olan Savaş odaya birinin girdiğinin farkında olsa da hareket etmedi.

“Savaş?” diye mırıldandı Pınar kısık bir sesle. Uyuyor olduğunu düşündüğü için seslenip seslenmemekte tereddüt etmişti.

Savaş, yüzündeki elini alnına bastırarak geriye çekip yavaşça kapıya doğru döndü. Pınar, onun uyanık olduğunu anladığında küçük adımlarla yatağa doğru ilerledi. Dizlerinin üzerinde yatağa çıkıp oturduğunda Savaş’ın kolunu sıvazlamıştı hafifçe.

“Ne zaman gideceğiz?”

Savaş, gözlerini kısa bir an yumup ardından tekrar araladı. “Gitmeyeceğiz Pınar.”

Pınar kaşları hızla çatılırken kocasına baktı. Savaş, onun itiraz etmeye başlamasından önce davranarak devam etti. “Her seferinde çok kötü oluyorsun, bugünü hastanede tamamlamak istemiyorum ben artık. Bu yıl gitmeyelim.”

Bahsettikleri yerin Deniz’e ait mezar oluşu dile getirmeseler de ortadaydı.

“Ben kendim giderim.” Pınar, Savaş’ı ikna etmekle uğraşmak yerine yataktan kalkmak için hareketlendiğinde Savaş sıkıntıyla iç çekerek onu belinden sıkıca tuttu. “Pınar… Yapma kurban olduğum, gittikten sonra neredeyse bir ay kendine gelemiyorsun. Kâbuslarını hatırla, krizlerini hatırla. Zorlama beni, lütfen.”

Pınar, sabahtan beri hiçbir şekilde içinden atamadığı hıçkırıklardan biriyle aniden çözülürken gözlerinden hızla yaşlar dökülmeye başladı. “Bizi bekliyordur ama, her sene oradaydık. Gitmezsek çok üzülmez mi, küser bize. Tanımıyor musun kızını?”

Savaş karısını göğsüne doğru yatırıp sıkıca sararken, Pınar aynı şeyleri kendi kendine tekrarlayarak ağlamaya devam ediyordu.

“Sabah yanındaydım, yemin ederim sabah yanındaydım. Erkenden çıktım, saatlerce yanındaydım. Bırakır mıyım ben onu? Küstürür müyüm bize?” Kendini sıkmaya çalışsa da tutamadığı gözyaşları Pınar’ın saçlarının arasında kaybolurken sesine yüklenen acıyla konuşmuştu.

İçinden ‘bırakmak zorunda kaldım, bıraktım onu’ diye tekrarlamaktaydı. 14 yıl öncesine, kucağına bırakılan o yanık bedene kayıyordu aklı. O görüntü zihninden hiç silinmiyordu, silineceğine de hiç inanmıyordu. Ölene kadar öyle kalacaktı aklında, yanlarında olan 3 yıl boyunca çekilen tüm fotoğraflara her an baksa da son görüşü o andı. Savaş zihninden o kareyi, o anıyı silemiyordu.

Bugünden 6 yıl kadar sonra kucağına bırakılanın aslında kızı olmadığını öğrenmesi ise, yıllarca o görüntüyle baş başa kaldığı için sızlanmak yerine sıkıca Deniz’in varlığına; nefes alıyor oluşuna tutunmasına sebep olacaktı.

Yeni korkusu, bir kez daha Deniz’in ellerinden kayıp gitmesiydi. Bunun gerçekleşmemesi için alamayacağı hiçbir risk, kendini atmayacağı hiçbir ateş yoktu.

 

~~~

 

“Koymik miyim ben?” *(Komik miyim ben?)

Pamir’in küskün bir şekilde konuşmasından sonra yanımda oturan Rüzgar’ın koluna vurdum. “Gülmesene be Pamircim istemiyormuş.”

Rüzgar kurşun yemiş gibi kolunu tutarak bana baktı. “Ne ağır elin var senin kızım, bir tek ben gülmüyorum ki?”

“En yakınımda sen vardın.” dedim gayet mantıklı bulduğum açıklamamı yaparken.

“Olmam gereken yerdeyim yani,” diyerek kafasını boynuma doğru bırakarak sırnaştığında Toprak kafasına salatalık dilimi fırlatmıştı.

“Ayı gibi koşup yerimi kaptın, olmam gereken yer diyorsun. Sinsi herif.”

Pamir az önceki küslüğünü unutup kendi tabağındaki salatalığı Yaman abimin kafasına attıktan sonra bedeniyle ters orantılı kocaman bir kahkaha atmıştı. Toprak’ın hareketini beğenmiş olacak ki hemen işe koyulmuştu.

Abim kafasına olmasa da koluna çarpıp düşen salatalık parçasını alıp masaya koyarken Pamir’e baktı. “Yemekleri fırlatmıyorduk hani amcam? Ayıptı çok.”

“Toypak yaptı ama!” Kendisini savunmak için küçük amcasını direkt harcayan Pamir’in haline yarım ağız sırıttım. Toprak diyememesine her duyduğumda çok gülüyordum.

Pamir için Toypak ve Yüzgar olarak isimlendirilmişlerdi üçüzlerim.

“Sen onun yaptığını yapma, ben ceza vereceğim akşam ona tamam mı?”

Mutfaktaki masada geç uyananlar olarak -yani Yaman abim, üçüzlerim ve Pamir’den oluşan bir ekiptik- kahvaltı yapıyorduk.

Yekta abim ve babam erkenden işe gitmişlerdi. Annem ise yengemin yanındaydı, ne yaptıkları hakkında net bir fikrim yoktu.

“Yalnız uyuma cezası mı vericen?” Pamir kendi cezasını dile getirirken sol tarafımda olduğu için rahatça eğilip saçlarının üzerini öptüm.

“Evet aslanım, Rüzgar ve Deniz birlikte uyuyacak. Toprak da tek başına. Değil mi Toprak?”

Toprak yüzünü buruşturup yan yana oturan ben ve Rüzgar’a kısa bir bakış attı. “Hafızamı kaybetmediğim sürece rüyasında bile göremez Rüzgar bunu.”

Pamir’in ağzına peynir tıkıştırırken Rüzgar ve Toprak’ın birbirine girmesini ve benim üzerimden atışmalarını dinliyordum. Yaman abim ise pis pis sırıtarak tartışan hallerine bakıyordu.

“Özellikle mi yaptın?” diye mırıldandım abime doğru eğilirken. Yanağımdan makas aldı. “Bilmem, belki de öyle yapmışımdır denizkızım.”

“Beni kapıya kadar uğurlasana,” diye ekledi ben ona kızamadan önce. “Çıkayım artık.”

Sabah erkenden gitmese de öğleden sonra toplantısı olduğu için çıkacağını söylemişti zaten. Bu yüzden şaşırmadan ayaklandım. “Halacım sen peynirini yemeye devam et, geliyorum şimdi tamam mı?”

“Tamam.” diyerek uslu uslu cevapladığında dişlerimi yanağına geçirme isteğimi bastırarak mutfaktan abimin hemen arkasından çıktım.

Salona attığı ceketini alıp geldiğinde ben çoktan dış kapının önündeydim.

“Seni de götüreyim mi yanımda, bırakasım gelmedi hiç.” dediğinde gülümsedim. “Şirkete gelirsem babam bizi yalnız bırakmaz, ona yarar bu planın.”

Yüzünü buruşturdu. “Doğru, hiç o topa girmeyelim.”

Ceketini üzerine geçirmesine yardım ederken adımı söyleyerek bana doğru döndü. “Deniz?”

“Efendim abi?”

“İyiymiş gibi yapma çaban bana işlemiyor, kendini de beni de kandırmaya çalışma olur mu abim?”

Gözlerimi kaçırarak bakışlarından sıyrılmayı denesem de abim dikkatle bana bakıyordu. “Hiçbirimize gerçek sorununu anlatmadığını görebiliyorum, Acar’a cephe almamızı istemiyorsun belli ki. Ama yapma, paylaş ki birlikte düşünelim, gerekirse birlikte üzülelim.”

Yutkunup boğazımdaki yumruyu geçirmeye çalışırken dün gecenin kesitleri zihnimde dönüp durmaya başlamışlardı. Acar’ın söyledikleri, bakışlarındaki soru işaretleri hâlâ taptazeydi.

Ben sesimi çıkartmasam da babam dün atölyeye geldiğinde konunun Acar ile ilgili olduğunu anlamıştı. Sabah ben uyanmadan önce de belli ki Yaman abimin de haberi olmuştu böylece. Onlara ayrıntıları anlatmaktan çekinme sebebim basitti; Acar’ı sonsuza dek hayatımdan çıkartmayacağım o kadar açıktı ki herkesin ona kızmasından ve geçmeyecek yaralar açılmasından çekiniyordum.

Kırgınlığımı kendi içimde halletmek ve kimseye bulaştırmadan sıyrılmak istiyordum kısacası.

“Halledemeyeceğimiz bir şey değil abi,” diyerek beyaz olduğunu umduğum bir yalana sığındım. “Her ilişkide yaşanıyor iniş çıkışlar, bize özel değil. Son yaşananları da biliyorsun, ben henüz psikolojik olarak iyileşmiş değilim.”

Abim derin bir nefes verirken yanağımı kavradı. “Kabullenmekten haz etmesem de adı geçerken bile gözlerindeki parıltıların nasıl şenlendiğine çok kez şahit oldum Deniz, aynısı o herif için de geçerli. Aksi olsa bir an bile beklemeden seni bir şekilde ondan uzaklaştırmayı denerdim. Ama ona âşık olman, suçunu üstlenip sırtlanman gerektiği anlamına gelmiyor. Psikolojin iyiydi ya da kötüydü, bu tartışmanız için bir sebep değil.”

Yüzümü eline doğru yasladım. Biraz duraksadıktan sonra ekledi. “Haklı ya da haksız kim bilmiyorum, tek derdim senin iyi olman. Nerede, kimle ve nasıl iyi olacaksan öyle yap. Ben hep bir adım arkandayım denizkızım, anlaştık mı?”

Gözlerim, abime olan hayranlığımla dolarken kollarımı sıkıca beline sarıp ona yaslandım. “Seni çok seviyorum.”

“Biliyorum, evet. Sevilmeyecek bir adam değilim zaten.” Duygusallaştığım için alaya alarak konuyu dağıtmasına kıkırdadım.

“Mütevazı birisin bi’ de, değil mi?”

“Hem de nasıl,” Abartılı bir tavırla konuşunca kollarımı geriye çekip yüzümü ona doğru kaldırdım. “Savaş Göktürk’ten azar yemek istemiyorsan çık artık bence, sonra yumuşatayım diye beni babamın kucağına atıyorsunuz peluş ayıcık gibi.”

Abim bir kahkaha patlattıktan sonra alnımı öpüp beni tamamen bıraktı. “İşe yarıyor ama, pamuk gibi oluyor sen yanındayken.”

“Babama ispiyonlayacağım sizi akşam, çok kötüsünüz.” dedim şımarık bir tavırla. “Selamımı da söyle yavrum, unutma.”

Göz kırpıp havalı bir çıkış yaptıktan sonra garaja doğru gittiği için gözden kaybolunca ben de ev daha fazla soğumadan kapıyı kapatmaya başlamıştım.

“Deniz kapatma annecim, geldim.”

Annem birkaç adım öteden seslendiğinde önce irkilsem de onu görüp kapıyı açık tuttum. Yanıma ulaştığında nefes nefeseydi. “Niye koştun anne, açardım ben kapıyı zili çalsan da?”

“Ay ne bileyim, aklım karıştı.” Bu haline hafifçe güldüm. İçeri geçtiğinde biraz daha iyiydi.

“Ne yapıyordunuz siz yengemle?” diye sordum evden çıkarken soramadığım için.

“Babanlar çıktıktan sonra siz uyanmayınca canım sıkıldı, öylesine bir uğradım bebeğim. Bir şey yaptığımız yok.”

Aldığım cevaptan sonra koluna girerek onunla birlikte mutfağa yürümeye başladım. Şükürler olsun ki Toprak ve Rüzgar konuyu kapatmış haldelerdi ve sakince çay içiyorlardı. Pamir ise tabağındakilerin çoğunu bitirmişti.

“Paşam, doydun mu babaannesinin canı?” Annem Pamir ile uğraşırken ben de kendi çayımın kalan son yudumunu içerek oturuyordum ki Rüzgar beni durdurdu.

“Çıkmıyor muyuz?”

Dün gece Rüzgar fosur fosur uyurken, Toprak ile kararlaştırdığımız ‘üçüz günü’ dolayısıyla evden çıkacaktık. Bu kadar erken çıkmamız gerekiyor muydu bilmiyordum ama itiraz etmedim. “Giyineyim o zaman ben.”

Onayladıklarında Pamir’i sulu sulu öpüp biraz ısırdıktan sonra mutfaktan ayrılıp odama geçtim.

Üçümüzün baş başa geçirdiği çok fazla günümüz olmamıştı. Hayatımda o kadar fazla sorun yaşanıyordu ki onlara ayırmak istediğimden çok da az zaman ayırmıştım.

Bu tamamen benim suçum sayılır mıydı, emin değildim.

 

~

 

İki yanımda duran koca bedenlerinin arasında yok olmuş gibi dursam da, giydiklerimizin benzerliğinden dolayı etraftaki bakışlar oldukça komikti.

Üzerimdeki beyaz tişörtü kotumla kombinleyip kolaya kaçmış, üstüme de uzun koyu gri bir kaban almıştım. Ben odamdan çıktığımda Rüzgar ve Toprak’ın henüz hazırlanmamış olmalarına şaşırsam da asıl dertlerinin beni görüp, giydiklerimle benzer giyinmek olduğunu sonradan anlamıştım.

Çiçekli bir elbiseyle aşağı insem ne yapacakları konusunda biraz düşünceliydim.

İkisi de benim gibi kot ve beyaz tişört giyip üzerlerine kabanımsı montlar almışlardı. Annem bizi gördüğünde önce gülse de sonra biraz gözlerinin dolduğuna şahit olmuştum. Bunun sanırım geçmişi anımsamasıyla oldukça fazla ilgisi vardı. Bizi benzer giydirdiği günleri hatırlamış gibiydi.

Evden çıktıktan sonra ilk durağımız Toprak bir nevi aşerdiği için onun çok sevdiği bir kafe olmuştu. Onları aslında ne kadar az tanıyor olduğumu, birbirleri hakkında ne kadar çok şey bildiklerini aramızdaki sohbetten ister istemez anlayabiliyordum.

Kaybettiğimiz yirmi yıl hiçe sayılamayacak uzun ve ağırdı. Onlar hep birbirlerinin yanındayken ben bambaşka bir evde, bambaşka şekilde büyümüştüm. Üzerinde düşündükçe çıkmaza giren bu düşünceleri dağıtarak tamamen onlara odaklanıp geriye kalan her şeyden soyutlanmaya çabalıyordum bu yüzden.

“Bir şey yemek istemediğine emin misin güzelim?” Rüzgar’ı başımı sallayarak onayladım. Toprak’ın pastasından zorla bana yedirdiği birkaç parça dışında ağzıma tatlı sürmemiştim. İştahsız hissediyordum, tatlıya ve meyveye hiç sönmeyen iştahımın buğun benimle olmayışı aralarında kısa bir bakışma yaşamalarına sebep olmuştu.

“İyiyim ben, sadece yeni kahvaltı yaptık ve tokum.” dedim bakışmalarını bölerken.

“Kahvaltıda da sadece çay içtin Deniz, aç olmaman mümkün değil.”

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Mümkün, merak etmeyin. Acıktığımda söylerim, bir yerde oturur yeriz. Tamam mı? Lütfen bugünü böyle konuşmalarla doldurmayalım.”

Bir süre kararsız kalsalar da sonrasında beni onayladıklarında rahatlayarak yeniden az önceki konuya dönmelerini sağladım.

Kafeden kalktığımızda yeni rotamızı ben seçmiştim. Bayağıdır aklımda olan ama sürekli ertelediğim işi halletmek için gayet mantıklı bir gündü.

Benim tariflerimle geldiğimiz sokakta arabadan indikten sonra ikisinin de yanıma ulaşmalarını beklemek için kaldırıma çıktım.

“Doğru yerde olduğumuza emin misin, burası neresi güzelim?” Toprak’ın sorusuna başımı sallayarak yanıt verdim.

Arkamdaki dükkâna doğru ikisini de kollarından tutarak ilerletmeye başladığımda halen soru soruyorlardı. Herhangi bir tabelası bulunmadığı için bu şaşkın hallerine hak vermiştim.

Ağır kapıyı itmekte zorlandığımda Rüzgar benim yerime kapıyı açmıştı. Önden ben girip onların da gelmelerini bekledim.

Kapıyı açtığımızda içeriyi kısık bir çan sesi doldurmuştu. Kapının üzerindeki çandan dolayı her açıldığında bu ses yankılanıyordu.

“Doğru mu görüyorum, yoksa yaşlılıktan gözlerim beni yanıltmaya da mı başladı?” Biraz iğneleyici biraz da sevimli haliyle ayaklanan bedene doğru ilerledim.

“25 hiç de yaşlı bir yaş değil, ayıp ediyorsunuz Kudret Beycim.” diyerek onun ilerleyip yorulmasına izin vermeden yanına kadar gittim.

“Gel buraya, deli kızım benim.” Boynuna sıkıca sarıldığımda ondan duyumsamaya alışkın olduğum tütün kolonyası kokusu burnuma dolmuştu.

Yaşı yetmişi geçmiş olmasına karşın Kudret amca kesinlikle bunu yansıtmayan hem ruhu hem zihni genç bir adamdı. Onunla tanışmama, lise yıllarımda gizlice gittiğim resim kursundaki eğitmen aracı olmuştu.

Bulunduğumuz dükkân, aktif olarak satış yapılmasa da oldukça eski bir takı mağazasıydı. Kuyumcu diyemiyordum, çünkü burası yalnızca pahada ağır olan altın ürünlerle doldurulmuş bir yer değildi. Etrafta her ne varsa hepsi tek tek Kudret amcanın elinden çıkıyordu, hiçbirinin ikinci eşi yoktu. Benzersizlerdi.

Buraya sık sık uğramayı rutin haline getirmiştim, bir kenarda Kudret amca işini yaparken buraya doldurduğum malzemelerle ben de resim yapıp dururdum. Atölyeye sahip olmadan önceki hayatım burada geçiyordu bir nevi.

“İyisin değil mi? Bir yaramazlık var mı?” Kollarımı yavaşça geriye çekerken kaşlarımı havalandırarak sorduğum soruya elini havada sallayarak yanıt verdi. “Her zamanki gibiyim, bana bir şey olmaz.”

Kıkırdayarak arkamdaki tezgâha yaslandım. Kudret amcanın bakışları biraz geride yan yana duran iki bedene kaydığında gözlerini kısarak bir onlara baktı, sonra dönüp bir daha bana baktı. Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra afallamış görünüyordu.

“Kuzenlerin mi bunlar? Ne kadar benziyorsunuz birbirinize.” diyerek konuştuğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.

Bu andan sonrası benim Toprak ve Rüzgar’ı onunla tanıştırmam, hayatımın nasıl son üç ayda tepetakla olduğunu anlatmamla geçmişti.

Kudret amca duyduklarını sindirmeyi başardığında ise asıl geliş amacıma giriş yapabilmiştim.

Yaklaşık iki saat sonra dışarıya çıktığımızda üçümüzün de bileğinde birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünen; dümdüz bir telden ibaret gibi görünse de iç kısmında başka kimsenin bileğinde göremeyeceğiniz, Kudret amcanın elinden çıkan çizgileri taşıyan birer bileklik vardı.

“Biraz emrivaki oldu ama eğer sevmediyseniz çık-…”

“Saçmalama.” diyerek aynı anda konuşarak beni böldüklerinde gülümsedim.

“Şimdi aynı anda öpün bi’ de beni.” diyerek hevesle konuştuğumda daha önce de bunu yaptırdığım için alışmış şekilde aynı anda yanaklarımı öptüler.

Bugüne dek onlar olmadan nasıl yaşamış olduğumu bazen sorgulamadan edemiyordum. Varlıkları bedenimdeki tüm her şeyi dinginleştirip, sadece güzel şeylerle dolup taşmamı sağlamaya yeterken yıllarca bunun eksikliğini çekmiştim.

Geç olsun güç olmasın mı demeliydim, yoksa yitip giden zaman mı acımalıydım; kararsızdım.

 

~

 

Güneş çoktan batmış, hatta hava kararalı bir iki saat de geçmişti.

Rüzgar ve Toprakla öğlen evden çıktığımız halde saatlerce sıkılmadan bir oraya bir buraya gidip durmuştuk. Günü yemek yiyerek sonlandırdıktan sonra eve dönmek yerine atölyeye uğramak istediğimi söylemiştim. Beni bekleyip dönüşte de götürmeyi teklif etseler de renklere ne kadar gömüleceğimi, bunun ne kadar süreceğini ve en önemlisi bunu yaparken ne halde olacağımı bilmiyordum. Bu nedenle gerek olmadığını, dönmek istersem taksiyle geleceğimi, geç olursa da onları arayacağımı söylemiştim.

İçimden bir ses dönecek kadar iyi bir halde olmayacağımı mırıldansa da onu susturmayı bir şekilde başarmıştım.

Sitenin girişinde arabadan indikten sonra ben güvenlikten geçerken onlarında uzaklaştığını araba sesinden anlamıştım. İçeriye geçip atölyenin olduğu bloka doğru yürürken bakışlarım ben engel olmaya çalışsam da diğer taraftaki binaya takılmıştı.

Başımı yavaşça geriye doğru atarak en üst kata doğru baktım, buradan orayı görebilmem imkânsız olsa da yapmıştım işte.

Binaya girip asansörden inmek için beklerken bir yandan da çantamdaki anahtarı bulmaya çalışıyordum. Asansörün kapısı açıldığında koridora çıkarken halen anahtarımı bulabilmiş değildim. Çantamın derinliklerini elimle yoklarken başım çantama doğru eğik, bakışlarım oradaydı.

Sonunda elime değen metal parçayı hissettiğimde anahtarı tutup çıkartırken başımı kapıya doğru kaldırdım. Bu, kapımın önünde yere sanki koltuktaymış gibi oturmuş olan koca bedeni gördüğüm andı.

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, sırtı kapıma yaslı başı geriye doğru yatık halde gözleri kapalı duran Acar’a birkaç saniye bakakaldım. Uyuyor muydu?

Daha önemli olan ikinci sorum da şuydu ki: Neden burada uyuyordu?

Asansörden inişim, çantamı ararken çıkarttığım seslere gözleri aralanmadığına göre gerçekten uyuyordu. Oldukça hafif bir uykuya sahipti, çıt çıkartılsa uyanıyordu ama böyle rahatsız bir yerde nasıl bu kadar derin uyumuş olabilirdi ki?

Ona doğru ufak bir adım daha atarak tamamen yanına yaklaştığımda gözaltlarındaki koyuluğu görebiliyor haldeydim. Yüzü uyumasına rağmen asık gibiydi, kollarını kendisine sıkıca sarışına bakılırsa kesinlikle üşüyordu. Oturduğu yerin beton olduğunu varsayarsak üşümesinden daha doğal bir şey yoktu.

Onu kaldırmadan içeri girmem mümkün değildi. Ayrıca neden burada olduğunu da merak ediyordum.

“Acar?” diyerek seslendiğimde uyanacağından çok emindim ama kılı kıpırdamadı. Bu, kaşlarımın çatılmasına ve bu kez daha yüksek bir sesle adını söylememe yol açtı. Oyun mu oynuyordu?

Yine hareket etmediğinde elimi omuzuna dokundurarak onu sarsmak için tuttum. Omuzunu oynattığımda tek yaptığı üşür gibi titremek oldu.

Bu halinin aklıma gelen tek bir açıklaması vardı. Doğru olmasından çekinsem de oyalanmadan elimi alnına yasladım. Avuç içimi yakacakmış gibi bir sıcaklık hissettiğimde kalbim hızlanmıştı. Yanıyordu.

Yere doğru çökerek çantamın düşmesini umursamadan iki yanağını birden kavrayarak başını oynattım. “Acar!” dedim koridorda yankılanan sesimle. “Gözlerini açar mısın, duyuyor musun beni?”

Anlamsız birkaç mırıltısı kulağıma dolarken ne yapmam gerektiğini hesaplayamayacak kadar telaşlanmıştım. “Ateşin var, kalkman gerekiyor buradan.” Söylediklerimin ne kadarını duyuyordu, ne kadarını uygulayacaktı hiçbir fikrim yoktu.

Gözlerini aralamaya çalıştığını titreyen gözkapaklarından anladığımda dikkatimi oraya yönelttim. Kısıkça araladığı kahveleri ilk önce yüzüme çarptığında birkaç kez derince nefeslendi. “Feris,” Adımı birkaç hecede, yakınında olmasam duyamayacağım kadar kısık sesle mırıldandığında gözlerini tekrar kapatmaması için hemen cevapladım.

“Evet, benim.”

Dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım yer bulurken kendisine sarılı duran kollarından birini indirdi, ardından kolu bana doğru uzandı. Ulaşabildiği ilk yere, kolumun üstüne doğru avucunu kapattığında parmaklarını kabanımın üzerinde kapatmıştı.

Beni sıkıca tutmaya çalışıyor ama buna gücü yetmediğinden yalnızca parmaklarını bana sarmakla yetiniyordu.

“Kalkman lazım, bana yardım etmezsen seni tek başıma kaldıramam. Duyuyorsun beni değil mi?”

Onayladığını belli eden bir mırıltının ardından üşüyormuş gibi titredi. Yalnızca “Soğuk,” kısmını anlayabildiğim bir cümle kurduktan sonra diğer kolunu da bana doğru uzattı. Eğer beni sararsa buradan hiç kalkamayacağımızı biliyordum. Ateşi de olsa gücü benimle eşti, tutup çekemeyecektim.

Birilerini aramayı, böylece direkt hastaneye gitmeyi planlamaya çalışırken Acar sanki bunu yapacağımı hissetmiş gibi kapıya tutunarak bedenini hareketlendirdi. Ayağa kalkıp bütün gücümle ona biraz da olsa destek olduğumda bir süre uğraşmış olsak da en azından sonuç olarak onu ayakta tutmayı başarmıştım.

Eve kadar gitmesi, benim bir gökdelenin tepesinde en uçta oturup sallanmam kadar ironikti. Bu yüzden ne dünü, ne de başka bir şeyi umursamadan kabanımın cebine attığım anahtarı çıkartıp atölyenin kapısı açmaya başladım.

Duşa girmesini sağlayıp biraz kendine geldiğinde eve dönmesini isteyebilirdim.

Sadece çok kırgındım, kalpsiz bir canavar değildim. O her ne kadar bundan şüphe duymuş olsa da; ben tüm kalbimle ona âşıktım. Canı yanarken bir kenara çekilemezdim.

Kilit açıldığında kapıyı geriye doğru iterek açılmasını sağladıktan sonra Acar’ı destekleyerek içeri girmesine yardım ettim. Birkaç saniye ayakta kalabileceğinden emin olduğumda yerdeki çantamı da alıp kapıyı kapattım.

Çantayı kenardaki askıya bırakıp üzerimdeki kabanı da çıkarttıktan sonra ayakta zar zor durduğu belli olan Acar’a döndüm.

Üzerinde uzun kollu bir tişört vardı, altındaki siyah eşofman da kalın sayılmazdı.

“Ne zaman geldin buraya?” diye sorarken doğru cevap verip vermeyeceğinden emin değildim. Beni tam olarak anlıyormuş gibi bakmıyordu.

Sessizlikle karşıladığında üstelemedim. Koluna girip banyoya doğru ilerlemesine yardım ederken itiraz etmeden bana uymuştu.

“Uyumak istiyorum.” diye mırıldandı.

“Ateşin biraz düşmeden uyuyamazsın, ılık bir duş al. Sonra uyursun, biraz daha sık dişini.”

“Ne ateşi?” diye homurdandığında bilincinin tamamen sisle kaplandığını anlamıştım. Bir şey söylemeden kapısına kadar geldiğimiz banyonun ışığını açıp birlikte içeri girmemizi sağladım.

Tişörtünü çıkartmak için uçlarını tutacağım sırada yüzünü saçlarımın arasına gömüp ağırlığıyla beni hareketsiz kıldı. “Acar?” diyerek geri çekilmesini sağlamak için konuşacakken kendisi devam etti.

“Rüyama mı geldin?” diye sorduğunda gözlerimi birkaç saniyeliğine sıkıca yumdum. “Uyanmama engel ol o zaman.”

Yalvarır gibi dilinden dökülen son cümlesi dudaklarımın titremesine sebep olduğunda kendime gelmeye çalıştım. Ona bağırıp çağırmak, bu hale gelmemize neden olduğu için tıpkı bana yaptığı gibi kırıp dökmek istiyordum.

Olmuyordu.

Saçlarımı derince koklayıp sürekli dudaklarını bastırırken, varlığımı rüya sanacak kadar zihni bulanıkken bunu yapamıyordum.

Ateşinin daha fazla yükselmemesi için oyalanmayı bırakmam gerektiğini hatırlayarak Acar’ı zor da olsa üzerinde yalnızca boxerı kalacak kadar soymuştum. Üşüdüğüne dair itiraz dolu sesleri, kollarını bana engel olmak için savurmasına rağmen halletmiştim.

Banyonun bir duvarını boydan boya kaplayan camla çevrili duşa suyu açmadan önce Acar’ın girmesini sağladım. Birazdan üzerine ılık olduğu halde buz yağıyormuş gibi hissedecekti, ama şimdilik sakince duruyordu.

Suya uzanıp ılınmasını bekledikten sonra duş başlığını Acar’ın üzerine tutmaya başladım. Bir küfür savurup kenara kaçmaya çalışmıştı. “Ateşinin düşmesi için, sadece beş dakika Acar. Lütfen.”

Söylediklerim, üşümesine karşılık değerini yitirirken böyle olmayacağını anladığımda başlığı yukarıdaki kısma astım. Acar suyun gelmeyeceği kısımda duruyor, titriyordu.

Pantolonumu çıkardıktan sonra duraksamadan içeri girdim. Suyun tam altında durduğumda soğuğa yakın açtığım su beni de hafif ürpertse de sorun etmemiştim.

“Buradayım,” diyerek dikkatini çekmeyi denedim. “Yanıma gelmeyecek misin?”

Sesimi duyduğunda kısık bakan gözleri üzerime çevrildi. Ardından bana doğru bir adım attı. Bedenini sıkıca kavrayarak kendime doğru çektiğimde su ikimizin de üzerine akıyordu artık.

Kollarımı sıkı sıkı beline sarıp geri çekilmesine engel olarak birkaç dakika suyun altında kalmasını sağladım. Anlamlandıramadığım mırıltıları, titreyişleri kesilmiyordu.

Üzerimdeki tişört tamamen vücuduma yapışıp ıslanmıştı, iç çamaşırlarımın da ondan bir farkı yoktu. “Üşüyeceksin, tamam çıkmayacağım bırak beni.”

Şu ana kadar kurduğu en anlaşılır cümle buydu. Ona sarılı kollarımı gevşetmeyi deneyerek beni kendisinden ayırmaya çalıştığında buna izin vermedim.

Derdim Acar’ı suyun altında tutmaktı, bunu bahane ederek ona sıkıca sarılmış olmayı da aradan çıkartıyordum. Ateşlenmeseydi, burada olması gerekmeseydi, gururumu ve kırgınlığımı bir kenara bırakıp ona sarılabilecek kadar cesaretlenmem imkânsızdı.

Onu bırakmadığımda bir kez daha söylemek yerine çenesini başımın üzerine bıraktı. “Zümrüt göz,” derken devamında bir şey daha söyleyeceğini belli ediyordu. “Kaybettim değil mi ben seni?”

Sesinden akan hayal kırıklığı hissedebileceğim kadar yoğundu. “Her şeyimi kayıp mı ettim ben?” diye tekrarladığında sırtındaki parmaklarım kasıldı. Tenine gömülecekmiş gibi bastırdığım parmaklarım sızlıyordu.

“Sus,” diyerek bir kez daha konuşmaya başlamasına engel oldum. “N’olursun sus.”

Suyun altında bu kadar kalmamızın yetmesini umuyordum. Vücudu artık ilk dokunduğumda olduğu kadar sıcak değildi. Normalin üstünde de olsa yanmıyordu teni.

Ona ‘sus’ deyişimi kabullendiğinden mi ya da gerçekten susmak istediğinden mi bilmiyorum ama sessizliğe gömüldü. Banyodaki havlulardan birini alarak ona sıkıca sardım.

Evdeki büyük odaya, yatak odası olarak düzenlediğim yere girdiğimizde yatağa ilerlemeden önce onu durdurdum. “Burada eşyaların var, üzerini giydirelim. Sonra uyursun, saçlarını ben kuruturum. Tamam mı?”

Bir şey söylemedi. Oyalanmadan dolaptaki bir rafta duran ona ait parçaları çıkartıp yatağa bıraktım. “Giyinebilecek misin?”

Küçük bir baş hareketiyle onayladı. Kapıda bulduğum halinden bir nebze de olsa daha iyi görünüyordu, bu yüzden izin vererek geri çekildim.

Kendim için de iç çamaşırı ve kıyafet alıp banyoya geçtim. Üzerimi değiştirmeden önce aynadaki yansımama bakmak için lavabonun önünde durdum.

Gözlerimin içindeki damarlar belirginleşmişti, kızarık gibi duruyorlardı. Kendimi tepki vermemek için sıktığımdan dolayı olduğunu biliyordum. Gözlerimi ovuşturarak sanki geçirebilecekmişim gibi anlamsız bir çabayla uğraşıp durdum biraz.

Hiçbir işe yaramadığını anladığımda başka bir havluyla kurulanıp üzerimi değiştirdim. Saçlarımı kurutmayacağım için bileğimdeki lastikle dağınık bir şekilde topladıktan sonra banyodan çıktım.

Acar giyinmiş, yatağın ucunda öne doğru eğik bir şekilde oturuyordu.

Yanına adımladım. Geldiğimi fark ettiğinde başını birkaç saniyeliğine havaya kaldırdı. Bu sırada elimi alnına yaslayıp ateşine bakmıştım.

“Daha iyisin,” diye mırıldandım. “Uzan, ama üstünü örtme şimdilik.”

“Beni bırakmandan korktum.” Aniden gözlerini gözlerime dikerek konuştuğunda afallamıştım. “Hayatıma girdiğinden beri bundan korkuyorum, dün… Dün daha önce hiç hissetmediğim kadar yoğundu o korku.”

Ben tam önünde ayakta dururken o oturuyordu, bana bakması için boynunu geriye doğru hafifçe germişti. “Dinlen,” diye fısıldadım. “Sonra konuşuruz.”

Geri çekileceğim sırada elimi yakalayarak sıkıca tuttu. “Sonrası yok Feris, benim sen yokken geçirebileceğim birkaç dakikaya bile tahammülüm yok.”

“Kapıda… Kapıda beni mi bekliyordun?” diye sordum ona değil yatağın üzerindeki örtüye bakarken.

“Seni bekliyordum, seni hep beklerim. Ama beklemem gerekmesin istiyorum, baktığım her yerde seni görmek istiyorum ben.”

“Aşkından şüphe duyduğun bir kadını mı istiyorsun?” dedim buruk bir sesle. “Sen kalbimdeki yerinden emin değilken, yanında mı durayım istiyorsun?”

“Hissettiklerimi değil, sadece sinirimi döktüm sana dün. Ben, bana olan aşkına da sana olduğum kadar âşık oldum zümrüt göz; inanmadığım bir şeye nasıl böylesine tutkuyla bağlanabilirdim?”

Ben, bana olan aşkına da sana olduğum kadar âşık oldum zümrüt göz…

Tutmayı bırakmadığı elimi yüzüne yasladı. Avuç içimi öptükten sonra elimi oradan çekmeden sıkıca tutmaya devam etti. “Sana zaman vermem gerekiyor belki, ama bencil bir adam olmayı seçip buna izin vermeyeceğim Feris.”

“Aldatmıştı beni.” diye mırıldandım kısa bir an oluşan sessizliği bölerek.

Dün dinlemek için kendisine fırsat tanımadığı konuyu açarak. “Bunu öğrendikten sonra bana bir açıklama yapmak için çabalamadan, o kadınla birlikte yurt dışına çıktığını öğrendim. İlişki, sevgi, güven… Hepsi bir şekilde geçip gitti ama kendimi o kadar küçük düşmüş hissettim ki… Kendimi değersizleştirmeye dünden hazırken, aldığım o darbeden sonra çok zor toparlandım.”

Ara sıra gözlerine baksam da çoğunlukla ondan kaçınıyordum. “Onu gördüğümde aklıma gelen tek şey buydu, bana ne kadar değersiz hissettirdiği. Ne birlikteyken yaşadıklarımız, ne ona karşı hissediyor olduklarım bir an bile aklıma gelmedi.”

Bana bu açıklamayı yapmak için fırsat tanımış olsaydı bugün, burada bu halde olmayacaktık. Durumu karmakarışık hale getiren, ikimizi de mahveden kendisiydi.

“Kahretsin!” dediğini duydum. Kısıktı ama duymamam mümkün değildi.

Ayakta durmak zorlaştığında yatakta kalan boşluğa yavaşça oturdum. Elimi çekmeme izin vermiyordu.

Bir süre ikimiz de konuşmadık. Ben boş bakışlarla karşıyı izlerken onun gözleri yüzümdeydi, bakışlarının ağırlığını hissedebiliyordum.

“Sergiden sonra bir yere daha gidecektik.” dediğinde yüzümü ona döndürdüm. Açıklamasını bekleyen bakışlarla ona baktığımda gözlerini kapatıp açtı. “Doğru zaman olup olmaması umurumda değil, konu sen olduğunda ben her adımını planlayan, mantıktan şaşmayan o adam olmaktan her seferinde çok uzağım Feris.”

Ayağa kalktığında nereye gideceğini anlayamayarak onu izliyordum. Banyoya girip geri geldiğinde bir avucu sımsıkı kapalıydı. Avucunun içinde bir şey vardı.

Eşofmanını çıkartırken aklım bambaşka düşüncelerle dolu olduğundan cebinde ne olup olmadığına dikkat etmemiştim.

Yeniden yanıma oturacağını düşündüm, ama bunu yapmadı. Demin onun önünde durduğum gibi bu kez o tam önümde durdu. Ona bakabilmek için boynumu acıtacak kadar geriye atmam gerekiyordu.

“Ne ol-…” diyeceğim sırada avucunu açarak sözcüklerin boğazıma geri kaçmasına sebep olmuştu.

Büyük avucunda kaybolacakmış gibi duran küçük kadife kutuya bakarken boynumdaki damarları patlatacak da olsam umursamadan başımı hızla arkaya atarak ona baktım.

Kutunun kapağını açmadan önce dudaklarını ıslatarak nefeslendi. “Seninle evlenmek istiyorum, bunu gözlerine baktığım ilk andan beri istiyorum; ama itiraf etmekte geç kaldığımı benden daha iyi biliyorsun. Beni, benden daha iyi tanıyorsun.”

Kutunun kapağını açtığında parıldayarak dikkatimi üzerine çeken, ben seçmişim gibi zarif ve hoş bir tektaş gözlerimi almıştı.

“Benimle evlenir misin zümrüt göz? Daha önce de yaptığın gibi bu adamı bir kez daha hatalarıyla kabul eder misin?”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm