Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm
28.BÖLÜM
Kısa -zorunlu- bir aranın ardından yeniden kavuştuk <3
Ben bolca özlemle geldim, sizde de benzer bir hal olduğunu varsayarak çok
konuşmadan bölüme alayım hemen…
Yorumlarda bolca buluşmak üzere :)
İyi okumalar!
~~~
Kulağımı dolduran
alarm sesiyle uyanmaya yıllardır alışkındım.
Uyandığımda
yatakta yalnız olmamaya iki aya yakın süredir alışmaya çalışıyordum.
Geceden sabaha, beni
sıcaklığından ve ağırlığından boğacak kadar çok saran bedene ise henüz alışma
aşamasına gelememiştim. Sahi biz ne zamandır hiçbir sınır olmadan sarmaş dolaş
uyumaya başlamıştık?
Kokunun bağımlısı olduğunu bağır çağır itiraf
ettiğinden beri diyen
zihnimdeki ses sayesinde, uyku sersemi olsam da yanıtı bulmakta gecikmemiştim.
“Cevahir…” diye
mırıldandım yarı açık gözlerle. Üzerimde yüzüstü yatıyor gibi garip bir
pozisyondaydı. Yüzü boynumda, bir kolu karnımdan sarkık şekilde yatağın bana
ait boşluğundaydı ve bir bacağım da onun esaretindeydi.
Alarmımın onun
alarmından çok daha erkene kurulu olmasına, sabahın ilk ışıklarıyla homurdanmaya
başlaması gerekiyordu önümüzdeki saniyelerde.
“Uyuyorum,”
diyerek beni aydınlattı önce.
Mayıs ayının sadece
birkaç günü kalmıştı elimizde. Bir haftaya kalmadan yeni bir ay başlayacaktı.
Odanın sıcaklığı da bunla orantılı olarak yüksekti.
Cevahir’in beni
ezen gövdesinin çıplaklığını bu şekilde gerekçelendiriyordum. Tişört giydiği
günler geride kalmıştı, sırada benim sınavım olan çıplak günler vardı.
“Sabah oldu,”
dedim onun açıklamasına benzer bir gereksizlikle.
Onaylar bir ses
çıkarttı. Yüzünü boynumda kıpırdatıp daha da derine gömülmek ister gibi hareket
ettiğinde iç çektim.
Erkenden
uyumuştuk dün. Bu uykuya devam etme sevdası neredendi?
Yatakta öylece
duran kolumu kaldırıp elimi kafasına düşürdüm. Saçlarını çeker gibi
düzelttiğimde bunun ona masaj gibi hissettirdiğini biliyordum, uyanmamakta
direndiğinde ortaya çıkarttığım silahımdı.
Masajdı ona göre
ama uykusunu açacak kadar da canını sıkıyordu.
Saçlarını
çekiştireceğim diye yumuşak tutamlarına dokunmak benim uykumu getirecek gibi
olduğunda diğer elimle de omuzunu dürttüm. “Ya kalksana üstümden, ben gideyim
sen yarım saat daha yatacaksın zaten.”
“Bugün
izinlisin,” dedi boğuk bir sesle. “Patronun izin veriyor, uyuyalım.”
Güldüm
dayanamayıp. Saçını daha yumuşak bir şekilde parmaklarımın arasından geçirdim.
“Nasıl bu kadar
uykun olabilir? On iki olmadan uyuduk dün.”
“Sen uyudun,”
dedi kendini savunmak için bir anda dinçleşip. Uykusu yeterince açılmıştı,
iyiye işaretti.
Boynumdan
kalkmadan önce öper gibi ama öpücük sayılmayacak bir baskı hissettirmişti
tenimde dudaklarıyla.
Kendi yastığına
doğru kaymasını beklerken bir eliyle bedenini hafifçe yükseltip bana üstten
üstten baktı. “Kafanı yastığa koyar koymaz uyudun, insan dönüp bi’ bakar kocası
da uyuyor mu diye.”
Dudaklarımı
büktüm yalancı hüznümle. “Fosur fosur da uyudum bu arada,” dedim alayla. “Ruhum
duymadı, neden uyuyamamış Seray Avcıoğlu’nun kocası?”
Duraksadı.
Ardından hafif kıstığı bakışlarla eğilip burnunu yanağıma doğru sürttü.
“Kimmişsin sen?”
Kısa bir nefes
verdim. Kendimi alelade onun soyadıyla anmam yeniydi. O bana durup durup
Avcıoğlu diye seslense de ben bunu durup dururken yapacak kadar rahat değildim.
Az önceye kadar öyle sanıyordum.
Sessiz kalıp onu
cevapsız bıraktığımda üstelemedi. Söylediğime kendimin de afalladığını
anlamıştı sanırım.
“Kalk hadi,” dedi
sakin bir tavırla. Burnunu yanağıma sürtmek için yaklaştırdığı yüzünü geri
çekmeden dudağımın kenarına küçük bir öpücük bıraktı.
Beni durmadan,
yılmadan ve ardını arkasını düşünmeden öpüp dururken ona ne yapma diyebiliyor
ne de sebepler sorabiliyordum.
Yataktan apar
topar kalktığımda banyoya giderken o sırtımla bakışmaktaydı, bense bundan
faydalanarak yüzümde saklı tutmaya çabalamadan sorgularımı taşıyordum.
Dakikalar sonra
odaya geri döndüğümde Cevahir’i çoğu zaman olduğu gibi gözleri kapalı halde
yastığımda uzanırken bulmayı beklemiştim ancak uyumuyordu. Hatta uzanmıyordu. Sırtı
başlığa doğru yaslı kalacak şekilde oturuyordu. Elinde telefonu vardı.
Banyodan
çıktığımda telefonuna bakmaya devam etmişti, attığım ikinci adımda ise
bakışları ekrandan ayrılarak beni buldu.
“Hani uykun
vardı?” dedim beni yataktan bir türlü azat etmeyişini kastederken.
“Mesaj gelmiş,”
dedi elindeki telefonu kanıtmış gibi bana hafifçe işaret edip.
“Sabah sabah kim
gözünü sana mesaj atmak için açmış?” dedim alayla.
Cevap gelmedi.
Giyinme odasına
doğru gitmek için attığım adımlardan üçüncüsü yarıda kaldı. Durdum.
Göz ucuyla
Cevahir’e baktığımda onu yeniden telefona dönmüş bir şeylerle uğraşırken
bulmuştum.
Sorumu duymamış
mıydı?
Bir daha
sorardım, dilime yapışacak değildi.
“Kimmiş?” dedim
sesimde bu kez daha az alay barındırarak.
“Öyle,” dedi
sadece.
Teoman, Levent
gibi bir cevap beklediğim için ‘öyle’ dediğinde nasıl bir tepki vereceğimi
bulamamıştım.
“Öyle,” diye
tekrarladım dudaklarımı sessizce kıpırdatıp onu tekrarlarken.
Giyinme odasına
dalıp kendimi bana ait olan kısımdaki bir dolabın önünde bulduğumda elimi neye
uzattığımı doğru düzgün anlayamamıştım.
Bir süre sonra
aynanın karşısında durduğumda üstümde kısa kumaş bir etek ve ince yapıda yer
yer transparan detayları olan bir gömlek vardı.
Üstüme önlüğümü
geçirdiğimde giydiklerim büyük ölçüde ortadan kayboluyordu ama önlük çıktığında
neye benzediğimi ben bilsem yeterdi.
Dalgınlıkla da
olsa düzgün bir kombin yapabildiğim için kendimi tebrik ederek ayakkabı
konusunda da aynı şansla ilerlemek için başka bir köşeye geçtim. Kapıdan
çıktığımda giyeceklerimin tamamı üstümdeydi.
Cevahir’in normal
şartlarda uyuyor olacağı dakikalarda yaptığım gibi sessiz adımlar atmak yerine
paldır küldür odaya dönmüş ve makyaj masama yerleşmiştim.
“Bugün de
holdinge mi geçeceksin?” diye sordum masada elime ilk gelen ürünü alıp açarken.
Çarşamba
günündeydik, geçtiğimiz iki günü de Vita’dan uzakta tamamlamıştı.
Pazar akşamı
davetten döndüğümüzde bahsettiği gibi ‘Levent ve holdingle dolu’ günler
içerisindeydi.
Fahri Avcıoğlu
gerçekten ilk iş olarak, büyük oğlunu olabildiğince batık bir hale getirmek
için kollarını sıvamıştı. Evden torunlarına bolca direktif verdiğini, Beril onu
tutmasa kalkıp holdinge gidecek ısrarlarda bulunduğunu biliyordum.
Cevahir’in cevap
vermesini beklerken kirpiklerimi kıvırmış, bir gözüme uygulayacağım rimeli de
aradan çıkartmıştım.
Sorum, onu cevap
için bu kadar düşünmeye itecek bir soru değildi. Bunun farkındalığıyla omuzumun
üstünden yatağa doğru baktım.
Telefon…
Telefona bakmaya
devam ediyordu.
Gözlerimi sıkıca
kapatmak ve sabır dilenmek istiyordum ancak henüz kurumayan rimelin göz
altlarıma bulaşması sinirlerimi daha da bozacaktı.
“Dünyayı
kurtarıyorsundur umarım,” dedim kendi kendime kısık bir mırıldanmayla.
“Hım?” gibi bir
ses çıkarttı. Yüksek sesle konuşunca duymazlıktan geliyor ancak mırıldanınca
antenlerini aktif hale getiriyordu.
“Elinin körü,
canım.” dedim şeytani bir sevimlilikle.
Makyajıma dönüp,
aynadan kendime odaklandığımda onun üsteleyerek bir şeyler daha soracağını
sandıysam da öyle olmadı.
İçimden neye
söylendiğimi bile bilmeden söylenmeyi sürdürürken işim bitmiş, ben ayaklanmak
üzereyken de Cevahir’in sonunda yataktan kalkası gelebilmişti.
Banyoya
adımladığında arkasından ters ters baktıktan sonra onu beklemeden odadan
çıktım.
Olağanüstü haller
dışında aynı saatte, aynı şekilde hazır edilmiş olan kahvaltı bu sabah da
eksiksiz şekilde hazırlanmıştı.
Masaya içinde
yeşilliklerin olduğu bir tabağı bırakmakta olan Mira, arkasına döner dönmez
beni görmüş oldu. “Günaydın, Seray Hanım.”
“Günaydın,” dedim
hafifçe gülümseyerek. Başka bir şey söylemeden salondan çıkacağını düşündüğüm
sırada yüzündeki ifadeyi fark ettim. Bir şey söyleyecekti sanki ama tereddütlü
duruyordu.
“Her şey yolunda
mı?” diye sorarak onu cesaretlendirmeyi denedim.
Bakışları kapıya
doğru kaydı. Bu kontrolün sebebini anladığımda nefeslendim. “On dakikadan kısa
sürmez gelişi, hazırlanıyor yukarıda.”
Söyleyeceği şey
her neydiyse, Cevahir’in duymasını istemiyor olacak ki bir gözü kapıdaydı.
Bana doğru
yaklaştı hafifçe. “Sınava iki hafta kaldı,” dediğinde sesindeki titremeden
algılayabildiğim tek şey heyecandı.
Gülümsedim.
Üniversite sınavına ikinci kez hazırlanıyor olduğunu biliyordum. Annesiyle
birlikte burada çalışıyor olsa da, çalışma saatleri ve günleri konusunda
sıkıntı yaşamadığını söylüyordu. Vildan Hanım’ın ona ‘evde kalsan da olur’
şeklinde bir yol sunduğunu söylemişti, ona destek olmak isteyen kendisiydi.
“Az kalmış
bayağı,” dedim zaman algımı söyledikleriyle birlikte yeniden kazanırken. “Hazır
hissediyor musun?”
Başını iki yana
salladı hızlıca. “Bildiklerimi de unutuyormuş gibiyim,” dedi sitemle.
“Heyecandan öyle
hissediyorsundur, sakin kaldığın kadar başarılı olursun. Önceliğin bu olsun.”
Dudaklarını büktü
hafifçe. Dediğimi ne ölçüde uygulayacağını bilmiyordum tabii ki.
“Seray Hanım,”
dedi biraz çekingen bir sesle. “Ben bu iki hafta izin istesem…”
Rahatça bir nefes
verdim. Dünyayı isteyecek gibi davranmıştı, bir şey oldu zannetmiştim.
“İste tabii ki,
Mira. Hatta sınavdan sonra da biraz dinlen. Keyfine bak.”
Gözleri parıldadı
hemen. Yirmi yaşında, cıvıl cıvıl bir kızdı. Buradaki rutin işi yerine çok daha
keyif alacağı şeylerle vakit geçirmek istemesinden doğal bir şey yoktu.
“Ama…” diyecek
oldu. “Annem de yok.”
Duraksadım.
Doğruydu. Annesi de yoktu. Hatta bu süresiz bir yokluktu.
Vildan Hanım,
Cevahir tarafından Fahri Beylerin yanına transfer edilmişti bir iki gün önce.
O evin içindeki
herkeste potansiyel Zerrin işbirlikçiliği gördüğünden köklü bir değişim
yapmıştı. Güveniyor olduğu ismi ise dedesi ile özel olarak ilgilenmek üzere
oraya yollamıştı.
Biz Mira ile
devam ediyorduk, şimdi ona da izin verince geriye kimse kalmıyordu.
Bu süreçte
havadan birini bulup yardımcı olarak almak da ne ölçüde mantıklıydı…
Tartışılırdı.
“Sorun yok,”
dedim Mira’ya hiç düşündüklerimi belli etmeden. Sınavına üç beş gün kala kızı
burada kahvaltı hazırlasın diye tutacak halim yoktu. “Sen dediğim gibi iznine
çık, sınavın için şimdiden bolca şans diliyorum. Biraz aklım dağınık, o akşam
aramayı unutursam diye erkenden söyleyeyim istedim.”
Hevesle
gülümsedikten sonra bir anda bana doğru atıldı. Kollarını bedenime sarıp bana
dolandığında şaşkınca kalakalmıştım.
“Ay ben sizi çok
seviyorum,” diyerek içli içli konuşurken bir yandan da sırtıma sarılı
kollarıyla beni sarsıyordu hafiften. “Çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim,”
diye mırıldanabildim şaşkınlığımın arkasından zar zor. Öylesine değil,
gerçekten beni sevdiğini samimiyetle hissettirerek konuştuğu için böyle
şaşkınlıkla dolmuştum.
Mira beni serbest
bıraktığında ormanda koşturan ceylan gibi seke seke salondan çıkmıştı. Ben de
olduğum yerde biraz daha dikilmiş, en sonunda da masaya doğru adımlamıştım.
Cevahir içeri
girdi birkaç dakika sonra. Onun gelişiyle birlikte Mira benim kahvemi ve
Cevahir’in çayını da getirip tekrar çıkmıştı salondan. Servis yaparken
yüzündeki gülümsemeyi hiç soldurmamış olması benim için artık anlamsız değildi
ancak Cevahir arkasından garip bir yüz ifadesiyle bakıyordu.
Sırıttım.
Açıklama yapmak için hiç acele etmedim. Kendi kendine sürünsündü.
Tabağıma birkaç
parça peynir alırken Cevahir de önüne dönmüştü çok geçmeden. Kahvaltılıklardan
önce ekmeğe uzanıp boş boş ekmek yemesini artık yadırgamıyordum. Önce midesinin
yarısını ekmekle dolduruyordu.
“Mira yarından
itibaren izinli,” dedim tabağıma yeşil zeytin düşürüyorken. “Sınavı yaklaşıyor,
iki hafta kalmış.”
Bana doğru döndü.
“İyi, güzel.” dedi hiç sorgulamadan. Dışarıdan bakan biri masayı ters çevirip
‘bu evde benim sözüm geçiyor, izinleri ben veririm’ diyeceğini düşünebilirdi
ancak evle ilgili aldığım hiçbir karara iki ay boyunca tek bir kez bile
karışmamıştı.
“Vildan Hanım da
yok,” dedim zaten bildiği bir gerçeğin altını çizerek.
“Evet,” dedi
rahat bir tavırla çayından içerken. “Ne yapalım o zaman? Neşe’yi geri mi
çağırsak?”
Şakasının
tatsızlığına boş boş bakmakla yetindim. “Gülmedin?” diyerek sorguladı.
“Komik kısmı
kaçırdım.”
“Yatağın
tersinden kalktın ya da.”
“Tersinden mi
düzünden mi bilmiyorum, bırakmıyorsun ki normal kalkayım.”
Hiç üstüne
alınmadı. Kahvaltısına gömüldüğünde ben de mideme birkaç parça besin inebilsin
diye önüme döndüm.
Doyduğumu
hissettiğim sırada başımı kaldırıp ona baktım tekrar. “Nereye gideceksin
bugün?”
“Vita,” dediğinde
omuzlarımı kıpırdattım soruyu soran ben değilmişim gibi umursamaz bir tavırla.
İki gündür gelmiyor diye arkasından yolunu gözlüyor değildim tabii ki, sadece
öğlen yemeklerini ona söylenerek yemeye alışmıştım işte.
Ağzımda güzel bir
aroma kalsın diye en son incir reçelinden küçük bir parça almış ve başka bir
şeye dokunmayacağımı belli eder şekilde sırtımı sandalyeme yaslamıştım.
Henüz doymamış
olan Cevahir’e doğru baktığımda ben ağzımdaki reçeli mideme indirene dek onun
iki üç çeşit yiyeceği sindirmesini inceleme fırsatım olmuştu.
Telefonunun
kahvaltı boyunca masada durduğunu, cebinde olmadığını kulağıma çarpan bildirim
sesiyle fark edebilmiştim. Peş peşe gelen birkaç bildirimle birlikte telefonun
ekranı aydınlanmıştı.
Ağzındakileri
henüz yutmuş değildi ancak telefonu eline almak için hiç beklememişti.
Kaşlarımı hafifçe havalandırarak ekrana odaklanışını izledim.
“Yoğun bir sabah,
belli ki.” dedim yarım ağız şekilde. Kendi kendime konuşmuştum. Her zamanki
gibi sesim kısık olunca bakışları beni daha hızlı bulmuştu. “Anlamadım,” dedi
yüzümü süzerken.
“Anlamazsın,”
dedim geçiştirerek. “Öyle kişisi mi
yazmış yine?”
Duraksadı.
Söylediklerimi tam olarak algıladığında ise gözlerinde yanan kısık parıldamayı
görmemem mümkün değildi. Ağzını hayırlı bir şeye açmayacaktı, biliyordum.
“Çok mu merak
ettin?” diye sorumu soruyla yanıtladığında gülümsedim ölçülü bir biçimde.
“Çok,” dedim mızmız bir çocuk gibi uzata uzata.
Alayımın
abartısını gördüğünde alt dudağını nemlendirmek için ağzının içine doğru
çekiştirdi. Dikkatimi dağıtmak için stratejik oynuyordu ancak oyunu böyle
oynayan tek kişi o değildi.
Sandalyemi geriye
doğru iterek ayaklandım. Salondan çıkıp kaçacağımı düşündüğünden emindim çünkü
tepesinde durup ona doğru eğildiğimde yüzüne misafir olan şaşkınlık
saklayamayacağı kadar yoğundu.
Bir elim masaya
dayalıyken yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. Bende kuvvetli bir mıknatıs varmış
ve o da bir demir parçasıymış gibi benim gittiğim mesafe kadar kendisi de bana
yanaştı. Bir kolunun havalandığını gördüğümde beni kafesleyemeden ondan kaçmak
için birkaç saniyem kaldığını anlamıştım.
“Benimle
oynarsan,” dedim burnum burnuna değecek kadar yakınında duruyorken. “Yenilirsin
Avcıoğlu. Daha önce çok deneyimledin bunu, bir kere daha mı istiyorsun?”
“Güç zehirlenmesi
yaşıyorsun,” derken sesi boğuktu. Dudaklarımı sarkıttım. Yüzüne eğik durmayı
keserek ondan biraz uzaklaştım. Oturduğu yerin tam yanında, ayaktaydım.
“Sayende,” dedim
abartılı bir minnetle doldurduğum sesimle. “Bu huyunu bana bulaştırmasaydın
madem.”
Üstümdeki
gömleğin derin yakasına bir parmağını kanca gibi geçirip beni yeniden kendisine
doğru eğilmek zorunda bırakışı aniydi. Düşmemek için masaya tutunamazdım, geç
kalmıştım.
Avucum omuzunu buldu.
Saçlarım iki
yanımdan dökülüp ona doğru saçılırken keyfi gayet yerindeydi. “Sana kendime ait
bir şey bulaştırabildiysem… Ne mutlu bana.”
Sinirle iç çekip
kendimi geri ittim. Direnmedi. Ancak yakamdaki parmağı göğüs oluğumu usulca
okşamaktan geri kalmamıştı.
Etki alanından
sıyrılıp ondan uzaklaştığımda sandalyeme geri oturmak yerine adımlarımı salonun
çıkışına yöneltirken aklımda iki ayrı soru vardı:
Öncelikle… Üzerimdeki etkisi her geçen gün nasıl
daha fazla artabiliyordu?
Ve son olarak… Bu mesaj trafiğinin nedeni neydi?
~
Çalan telefonumu
açıp kulağıma yaslarken bir yandan da odamın kapısını kapatmış ve tenhalaşmış
olan katta asansöre doğru adımlamaya başlamıştım.
“Efendim Teo?”
“Açtı abi, al.”
Teoman’ın sesini boğuk şekilde duyduktan sonra kulağıma birtakım uğultular
doluştu.
“Benim
aramalarımı açmayıp Teo’nun aramasını açmanın geçerli bir sebebi varsa
dinliyorum, doktor.”
Cevahir’in sesini
duyduğum sırada asansörün kapıları da aralanmıştı. “Tamamen keyfi, canım öyle
istedi.” dedim asansöre binerken.
Bir şeyler
homurdandı. Onu dinlemeye çabalamadım. “Asansördeyim, birkaç dakika beklesen
aramana gerek olmayacak. İniyorum işte.”
“Senin birkaç
dakika dediğin yarım saati buluyor, zaman kavramın normal değil.”
“Günahımı
alıyorsun,” desem de aslında haklıydı. Ona verdiğim sürelerde hep kayma
oluyordu.
“Ana girişe gel,
otoparkta değilim.” dediğinde kısaca onaylayıp telefonu kapatmıştım. Söylediği
gibi arabası hastanenin ana kapısının hemen ilerisindeydi. Sürücü kapısı açıktı
fakat ikisi de arabanın dışında duruyorlardı.
Yanlarına varmama
bir iki adım kala bana doğru dönük olan Teoman tarafından fark edildim önce,
onun bakışları sonucunda da Cevahir bana doğru dönmüştü.
“N’oluyor?” dedim
kaşlarım havalanırken. “Ev yerinde durmayıp kaçacak mı? Niye panik halindeyiz?”
“Eve gitmiyoruz,”
diyen Cevahir’e sorguyla baktım. “Yemeğe mi gidiyoruz?” dedim evde herhangi bir
yardımcı kalmadığından ilk güne böyle bir çözüm bulduğunu düşünerek.
Başını iki yana
salladı. Merakım gittikçe artıyordu.
“Holdinge
gidiyoruz.”
Duraksadım.
“Birlikte mi?” dedim anlamsızca. “Birlikte,” dedi sadece.
Teoman benim
sorgumun ve Cevahir’in kısa cevaplarının sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiğinden
olacak ki araya girerek kendini kurtardı. “Ben kaçtım o zaman, size başarılar.”
İkimizden de herhangi bir tepki almadan hızla kaybolmuştu ortadan.
Cevahir,
Teoman’ın kaçma taktiğini farklı da olsa uygulamak isteyip sessiz kalınca
omuzumdan düşmekte olan çantamı çekiştirip elime aldım. Arka kapıyı açıp
çantamı içeri atarken kafam karışıktı.
Binmem için ön
yolcu kapısını aralayıp dibimde dikilmeye başladı. Kendimi koltuğa bırakmadan
önce gözlerine baktım. “Sen bugün sabahtan beri bir şeyler karıştırıyorsun,
Avcıoğlu. Sabrımı da zorluyorsun ama hadi bakalım…”
Elini destek
almam için öne doğru uzatmıştı. Parmaklarımı avucuna bastırarak arabaya bindim.
Kapımı yavaşça kapatırken yüzündeki ifade gayet olağan ve sakindi. Kötü bir şey
yoktu, bundan emindim. Rahat oluşum ve çok az direnişim de bundan
kaynaklanıyordu.
Direksiyona
geçtikten sonra araba hastanenin sınırlarından ayrılıp dakikalar içinde anayola
çıkmıştı.
Holdingin nerede
olduğunu biliyordum, binayı da görmüşlüğüm vardı fakat daha önce içeri
girmemiştim. Küçük bir turistik gezi olarak düşünebilirdim bunu.
“Levent mi
çağırdı beni?” diye sordum yanağımı koltuğa doğru yaslayıp ona bakarken. “Ben
neden geliyorum ki?”
“Küçük bir işim
var, eşlik ediyorsun bana. Başlatma Levent’in çağrısından şimdi.”
Güldüm hafifçe. “O
zaman en baştan öyle deseydin, işim var seni de peşimde sürüklüyorum
diyebilirdin.”
Kısa bir an
bakışlarını yüzüme çevirdi, yeniden yola döndüğünde de sessiz kalmıştı.
Günün
yorgunluğunun üstüne daha da fazla yorgunluk eklememek için sessizliğine uyum
sağlayarak gözlerimi kapattım. Uyumayacaktım ama araba durana dek gözlerimi
dinlendirmek gayet cazipti.
Kaslarımın
gevşediği, aklımın biraz olsun durulduğu dakikaların ardından araba iyice
yavaşlamış ve birkaç manevranın sonunda tamamen durmuştu. Gözlerimi
araladığımda arabanın kapalı bir otoparkta olduğunu fark etmiştim.
Sayılı arabanın
olduğu kısımdaki bir boşluğa da biz park etmiştik. Çaprazımızda kalan arabanın
Levent’e ait olduğunu biliyordum. Vita’da yöneticiler için herhangi bir otopark
ayrımı yoktu, kuzenler arasındaki ‘holding mi hastane mi’ ikilemi de sanıyorum
ki buna benzer bin türlü ayrıcalıktan kaynaklanıyordu.
Cevahir arabadan
indiğinde ben de kapımı açmış ve bacaklarımı dışarı sarkıtmıştım. Açtığım
kapının boşluğunda belirip hemen önümde durduğunda başımı hafifçe geriye atarak
ona baktım. “Bana neden bu işkenceyi yapıyorsun?” dedim acıyla. “Çok yorgunum.”
Kendisi iş
halledecek diye beni kuyruğu gibi yanında gezdirmesi zulümdü.
“Anlarsın
birazdan,” dedi yarı düzgün yarı boğuk bir sesle. Ağzının içinde yuvarladığı
için neyi kastettiğini anlayamamıştım.
Binerken
yaptığımın aksine arabadan inerken tüm ağırlığımı ona yıkmıştım. Ayakta
duramayacağıma ikna olup beni arabada bırakırdı belki… Umudumu yitirmemiştim
henüz.
“Çantanı alacak
mısın?”
“Telefonum
elimde, gerek yok çantaya.” dedim omuz silkerken. Elimdeki telefonu da ona
uzatmıştım bu sırada. Ayakta durabildiğimden emin olduktan sonra telefonumu
almış ve cebine atmıştı.
Park yerinin
binayla bağlantısı hemen yakınımızdaydı. Cevahir’in kapının yanındaki küçük
ekrana girdiği şifrenin ardından cam kapı kayarak açılmıştı.
Sırtımın alt
kısmına avucunu hafifçe bastırarak beni açılan kapıdan geçmem için
yönlendirdiğinde adımlamaya başladım. Etrafta henüz inceleyecek pek bir şey
yoktu. Parlak fayanslar ve açık renk duvarlar görüyordum sadece.
Birkaç basamaktan
ibaret bir merdiveni aştığımızda önümüzde bir asansör belirmişti. Binanın
yüksekliğini hesaba katarsak asansör yolculuğumuz pek kısa sürmeyecekti.
Geniş asansörde
ben aynaya doğru yaklaşmışken Cevahir’in uzandığı panelde ‘32’ yazılı tuşa
bastığını görmüştüm. Çıkılabilecek en yüksek kat ise otuz beşti.
“Sadece otuzdan
yukarı mı çıkıyor bu asansör?”
Cevahir asansör
hareket etmeye başladığında bana doğru döndü. “Evet, ilk otuz katta durmuyor.
Binada dört ayrı konumda asansörler var. Bu, bizim kullandığımız.”
İç çektim.
Avcıoğlu ailesini asansör sırasında beklerken hayal etmek, özel asansörü kabul
etmekten daha zordu zaten.
Asansörün
içindeki süremiz dolmak üzereyken dudaklarım aralandı tekrar. “Nereye gidiyoruz
biz şu an? Ben odanda mı bekleyeceğim?”
“Odamı daha sonra
görürsün, bizzat ben göstereceğim. Şu an oraya gitmiyoruz.” Sorularıma dünden
hazırmış gibi rahat cevap veriyordu. “Toplantı var, çok seversin sen.”
Yüzümü
buruşturdum. Hastanedeki toplantılardan kaçamıyorken bir de alakam olmayan
holding toplantısına mı katılacaktım? Sırf sinirleneyim diye yapıyordu.
“Toplantıyı
sabote edip seni insanlara rezil mi edeyim istiyorsun?”
Omuzlarını
oynattı umursamazca. “İçeride rezil olabileceğim kimse olmayacak ama birini
bulursan mutlaka dene.”
Şaşkınca baktım.
Ben bugünkü hasta yoğunluğunda algımı mı yitirmiştim yoksa Cevahir’in örtülü
anlatım gününde miydik?
Asansör sonunda
kata gelebildiğinde kapı açılmış, Cevahir benim önden geçmem için bir an durup
beklemişti. Topuklarımı giriş yaptığımız yerdekine benzer fakat daha koyu
görünen fayansa basıp ses çıkarttığımda arkamda sıcaklığını hissettim.
Bir adım daha
atıp ondan kaçmak yerine hangi yöne gideceğimizi belli edene dek yerimde
beklemiştim. Göğsü sırtıma belli belirsiz değmiş, gömleklerimizin kumaşından
mümkün olduğu kadar teni tenime dokunmuştu.
Artık ‘neden
yürümüyoruz’ sorgulamasına başlayacağım kadar zaman geçmişti ki yanağını
yanağıma sürterek kulağıma doğru mırıldandı. “Benden kaçmadığın anlarda seni
hiç bırakasım gelmiyor.”
“Kaçtığımda da
bırakmıyorsun ki,” dedim düz mantık yürütüp.
Nefeslendi. “Evet,”
dedi kabullenerek. “Kaçsan da kaçmasan da bırakamıyorum.”
Söyleyecek bir
şey bulamamıştım. Sessizliğimin sonunda kolunu sırtıma doğru sarıp beni
koridorun sağına yöneltti.
İlerleyip bir
odaya girdik. Toplantı var dediği için gözümde canlanan kocaman bir masa ve
genişçe bir odaydı fakat girdiğimiz alanda en fazla altı yedi kişinin oturacağı
büyüklükte oval bir masa ve birkaç sandalye vardı sadece.
Kapıdan ilk giren
bendim, içeride de kimse yoktu. Merakla Cevahir’e doğru döndüm. Bakışlarımdaki
sorguyu fark ettiğinden emindim ama hiç açıklama yapmaya çalışıp oyalanmadı.
Masanın kapıya yüzü dönük kalacak konumdaki sandalyelerinden birini geriye
doğru çekti. “Gel böyle,” dediğinde onun her dediğini saniyesinde uygulayan bir
robot olmadığım için bulunduğum yerde bekledim.
Başımı omuzuma
doğru eğdim. “Cevahir, ne çeviriyorsun?”
“Nezaket gösterip
sandalyeni senin için hazırlıyorum,” dedi yüzüme bakarken. Ofladım. Yanına
adımladım hızlıca. “Kimi bekliyoruz toplantıya?”
“Dedemi ve
Levent’i.”
Gözlerimi kıstım.
Bu üçlünün son zamanlardaki düşünceleri ve hırsa dönüşen acıları beni
ürkütüyordu.
“Fahri Bey burada
mı? Beril evden çıkmasına izin vermiş olamaz.”
Geriye çektiği
sandalyeye yerleşebilmem için beni orantılı bir biçimde ileri taşımıştı.
Kendisi de yanımdaki sandalyeye oturup fazlasıyla yakın bir konuma yerleşti.
“Özel bir izin,
kısa süreli. Bütün gün burada değildi.”
Şaşırmamıştım.
Geçirdiği kalp krizinden ve kalbi kadar tüm benliğini etkileyen olayların
ardından Fahri Avcıoğlu’nun evde olması en makul olandı.
“Ne zaman
gelecekler?” diye sordum. Ardından asıl sorunun bu olmadığını hatırlayarak
ekledim. “Niye gelecekler?”
“Asansörde
Levent’e mesaj attım. Birazdan gelirler.”
“Diğer sorumun
cevabı..?”
“Diğer sorunun
cevabı bende değil.”
Kaşlarım çatıldı.
Bedenimi ona doğru çevirecektim ama beni hareketsiz kılacak olan hamlesini
yapmakta gecikmemişti. Oturduğumda bir bacağımı diğerinin üstüne atmış olmamdan
faydalanarak parmaklarını bacaklarımın arasında kalan dar kısma hafifçe sürttü.
“Birkaç dakika
daha sabret,” dedi kısık bir sesle. Dizime yakın yerlerde, kısa eteğimin açıkta
bıraktığı çıplak tenimde gezinen parmaklarının bir çeşit uyuşturucu
salgıladığını düşünmeye başlamak üzereydim.
Gerilen
omuzlarımı gevşetip sırtımı sandalyenin arkasına yasladım. Kollarımı da tıpkı
bacaklarım gibi çaprazladım, Bahsettiği birkaç dakikanın dolmasını beklerken
eli bacaklarımdan uzaklaşmamış, hareketleri ara ara kesilse de beni hiç
bırakmamıştı.
Odanın kapısı
aralandığında aradan tam olarak kaç dakika geçtiğini bilmiyordum ancak bir bu
kadar daha zaman geçse dahi ağzımı açıp mızmızlanma ihtimalim düşüktü. Bir
bebeği yatıştırır gibi küçük dokunuşlarla köşelerimi törpülemiş, merakımı ve
sabırsızlığımı geriye itmişti.
İçeri ilk giren
Levent oldu. O geldi diye yerimden fırlayacak değildim ancak arkasından
adımlayan Fahri Bey’i görünce istemsizce küçük bir gülümseme dudaklarımda can
bulmuştu ve kollarımı çözerek sandalyemi geriye itmiştim.
En son kendisini
iki gün önce, hastaneye kontrol için geldiğinde görmüştüm. Kollarıma yığıldığı
an sanki hiç yaşanmamış gibi toparlanmış, dışarıdan hiçbir şey belli etmez bir
hale bürünmüştü.
“Çok beklettik
mi?” diyen Fahri Bey’di.
Aynı soruyu
Levent sorsaydı muhtemelen cevabım bambaşka olurdu ancak soran kişi değişince
cevabım da değişmişti. “Hayır, yeni geldik. Nasılsınız?”
“Şükür, doktorluk
bir derdim yok şimdilik.” Fiziksel olarak iyi olduğuna şükrediyor ancak geride
kalan yıkım için aynı şeyleri söylemekte zorlanıyordu.
“Sevindim,” dedim
karşımda kalan sandalyeye oturmasını beklerken. O yerleştiğinde biz Cevahir’le
aynı yerlerimizdeydik, Levent de dedesinin yanındaydı.
Fahri Bey,
Cevahir’e çevirdi bakışlarını. “Girizgâhını yaptın mı?”
Anlamayarak bir
ona bir Cevahir’e baktım.
“Hiçbir şey
yapmadım.”
“Bravo o zaman,”
dedi Fahri Bey iğneleyici bir tavırla. “Sebep?”
“Sen konuşursan
daha iyi olur diye düşündüm.”
Asla ama asla
anlamadığım diyalogları bitsin diye beklerken tenis maçı izler hale gelmiştim.
Levent’e de göz ucuyla baktığımda onu gayet sakin görmüştüm. Tek durumdan
habersiz olan bendim belli ki.
“Öyle mi?” dedi
Fahri Bey tek kaşı havada. “Ben konuşayım o halde, terk edin odayı. Yalnız
bırakın bizi.”
Biz kimdik?
Ben mi
çıkıyordum?
Salağa yatıp
çıkacak olan kişi olduğumu düşünerek kalkıp gitmek daha az riskliydi fakat
yapamıyordum.
“Dede,” diyerek itiraz
edecek olan Cevahir’i Fahri Bey susturdu. “Çık dediysem, çık. Otoriten bana
sökmez, deneme.”
Cevahir’in
istediğini yapamaması normal şartlarda keyif vericiydi ancak şu an beni bırakıp
odadan çıkmasını çok da istemiyordum.
Bana doğru döndü.
Bakışlarında herhangi bir tereddüt yoktu. Fahri Bey benimle her ne konuşacaksa,
konu korkunç değildi; bundan şüphelenmiyordum.
“Dışarıdayım,”
dedi sadece. Bu, banaydı. Başımı azıcık salladım. Afallamış bir haldeydim.
Fahri Bey benimle ne konuşacaktı ve bu konuşma için yer seçimi neden holdingdi,
tahmin yürütemiyordum.
Biraz düşünsem
belki bulabilirim sanarak kendimi yordukça yormuş ancak Cevahir ve Levent odayı
terk edene kadarki sürede hiçbir sonuca ulaşamamıştım.
Kapı kapandığında
tam karşımda oturuyor olan Fahri Bey ile baş başaydık artık.
“Endişelenecek
bir şey yok,” dedi benim halimi anlayarak. “Kötü bir şey söyleyecek olsam,
böyle bir ihtimal varken o katır inatlı kocanı şu kapıdan çıkarmak mümkün olur
muydu?”
Kısa bir nefes
aldım. Haklıydı. Mümkün olmazdı.
“Konumuz ne o
halde?” dedim merakıma yenik düşerek.
“Konumuz…”
dedikten sonra birkaç saniye duraksadı. “Konumuz senin yeni statün, Seray.”
Gözlerimi kıstım.
“Anlayamadım?” dedim kaba olmamaya çalışıp. Çabalamasam ağzımdan direkt olarak
‘ne?’ sorusu dökülürdü muhtemelen.
“Fulya konusunu,
Cevahir’in neden buradaki en önemli işleri batırır hale geldiğini ve Vita’ya
geçtiğini öğrendim artık; biliyorsun.”
“Biliyorum,”
dedim başımı sallayarak. Ayrıntıları ne zaman öğrendiğini bilmiyordum gerçi ama
en önemli kısmı öğrendiği sırada yanı başındaydım.
“Cavit,” dedikten
sonra bu ismi anmak ona ağır gelmiş gibi yüzü gölgelenmişti. “Burayla bağı
elimden geldiği kadarıyla kesik artık, ondan öylece alamayacağım paylar var
elbette ama bırakmak zorunda oldukları da hayli fazla.”
Konuşmadım, onu
bölmek yerine dikkatle dinliyordum. Konunun bana nerede bağlanacağını merakla
bekliyordum.
“Hastane, holding
ayrımına da iki ayrı koldan yönetime de gerek olmadığına kanaat getirdim.
Cevahir de Levent de ortak şekilde idare edecekler her şeyi. Ecevit’in biraz
dinlenmeye ve olanları sindirmeye ihtiyacı var, belki Cevahir söylemiştir
sana.”
Söylemişti fakat
benim bu duyduklarım içerisinde son takıldığım nokta bile Ecevit Bey konusu
değildi.
Cevahir holdinge dönüyordu.
Hayatıma dahil oluş sebebi ortadan kaybolacaktı.
Ensemden sırtıma
doğru inen ürpertinin kaynağını uzun uzun aramama gerek yoktu, çok iyi
biliyordum. Bilmezlikten gelerek kaçmaya çalıştım.
“Anladım,”
diyebildim sadece. Ne anlamıştım peki? “Bunları bana neden siz anlatıyorsunuz?”
dedim kısık bir sesle. Sorumu sorarken sesimi zar zor bulmuştum, aklım
karışıktı.
“Bir iki ay
öncesine kadar işten güçten başka bir gündemi olmayan torunumu, ona daha çok iş
ve güç verecek bu teklifime rağmen bana şartlar sunarken duydum çünkü.”
Bir elimi masaya
doğru bıraktım. Sol elimdi. Yüzük parmağımdaki, artık gözümün aşina olduğu
zarif taş parıldıyordu.
“Nasıl şartlar?”
“Buradaki iş
yüküyle birlikte, asıl odağını Vita olarak seçmesine olanak sağlayan şartlar…
Holdinge dönse de sık sık Vita’da olacağını belirten şartlar...”
Dudaklarımı
birbirine bastırdım sertçe.
“Benim için bu
seçimi duymak kâfiydi. Cevahir’i işinin önüne ailesini koyarken gördüm, bir sonraki kalp krizimde gelinim ilk
müdahaleyi yapacak kadar yakında olmaz da ölüp gidersem gözüm açık kalmayacak
yani.”
Şakaya vurduğu,
alaya aldığı konunun her bir kısmı başka bir trajediydi. Kendi ölümünü
anıyordu, her zerresiyle gerçek sandığı evliliğimizden gözleri parıldayarak
bahsediyordu, beni Cevahir’in ailesi belliyordu.
“Fahri Bey-…”
diyecek oldum. Elini kaldırdı hafifçe. “Bırak beyi meyi, dede demeye başla
artık.”
Durdum öylece.
Dokunduğum için,
pek de sağlam olmayan temelleri yüzünden, parça parça yıkılan ailenin enkazı
altında kalırım sanıyorken yıkılmaya direnen parçalar arasından sürekli bana eller
uzanıp duruyordu.
Karşımdaki adama
nasıl baktım bilmiyorum ama az önceki tavrı yerini daha sıcak bir ifadeye
bıraktı.
“Bu arada…” diye
başladı konuşmaya muzip bir tavırla. “Hayırlı olsun demeyi unutturuyordun bana
az kalsın, içli içli baktın kafam karıştı.”
“Hayırlı mı
olsun?” dedim şaşkınca. “Cevahir’e mi?”
Dolu dolu güldü.
Yanlış anlamıştım belli ki.
“Onun öyle ya da
böyle yeri belliydi zaten, hayırlı olan değil olması gereken oldu. Ben sana
diyorum ‘hayırlı olsun’u.”
“Niçin?”
Cevap geldikten
sonra donakalışım, tepki vermeyişim sanıyorum ki Fahri Bey’i endişelendirecek
kadar uzun sürmüştü ki ayaklanıp kapıya gitmesi ve dışarıdakilere seslenmesi
gerekmişti.
İçeriye Cevahir
ve Levent girdiğinde ben hâlâ gözlerimi kırpıştırarak önüme bakıyor, sessizce bekliyordum.
“Seray?” diyerek
direkt bana yönelen ve yanımdaki sandalyeye oturup beni kendisine çeviren
Cevahir’in sesine Levent’in sesi karıştı.
“Karın hata
vermiş kardeşim, geçmiş olsun.”
Fahri Bey’in onun
kafasına vurduğunu, susması için şiddete başvurduğunu algılamıştım.
“Ben…” diyerek
Fahri Bey’e döndüm aceleyle. “Kabul edemem böyle bir şeyi.”
Fahri Bey’in de
bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığını gördüm fakat Cevahir ondan hızlı
davrandı. “Biz biraz konuşalım,” dedi bastıra bastıra. “Baş başa.”
Elimi kavrayarak
beni ayaklanmam için teşvik ettiğinde üst üste duyduklarım yüzünden allak
bullak olmuş ifademle birlikte sandalyeden doğruldum.
Cevahir elimi
bıraksa kaybolacakmışım gibi sıkıca tutmayı hiç kesmeden odadan dışarı çıkmak
için hareketlendi. Onun peşinden adımlarken aynı anda bin ayrı detayla
boğuşuyordum.
Nereye
gittiğimizi sorgulamamıştım. Birkaç dakika içinde bir üst kattaydık. İçeri
girmem için kapıyı açtığı odanın ona ait olduğunu da kapının kenarındaki
isimlikten anlamıştım.
Aynı anda çalışma
odası, küçük bir oturma odası ve gerektiğinde de toplantı odası olabilecekmiş gibi
dekore edilmiş geniş odanın tam ortasındaydım. Kapı kapanır kapanmaz Cevahir’e
doğru dönmüş, o yanıma adımlayamadan ağzımı açmıştım.
“Aklımı
kaçıracağım ben artık!” dedim sitemle. “Aile içi ilişkilerinizden uzakta kalma
seçeneğim yok mu? Bir adım öteye gitmek istediğim anda beni neden merkeze
çekiyorsunuz siz?”
“Biz?” dedi rahat
bir tavırla.
“Sen, annen,
Levent, deden… Yani şurada kızamayacağım tek kişi annen zaten, bir onun hatırı
hâlâ taze.”
Ufak(!) çaplı bir
öfke krizinin ortasındaydım.
‘Yönetim kuruluna dahil olman için yeterli oranda
pay aktaracağız senin adına, Cavit’in sözüyle iş yapmayacağından emin olduğum
hissedarlara ihtiyacım var. Üstelik bunlar olmasaydı dahi orada hakkın var, bir
Avcıoğlu’sun artık.’
Fahri Bey’in beni
bir süreliğine şoka sokan ve konuşma yetimi elimden alan cümleleri henüz
aklımdan silinmemişti.
“Bilseydim anneme
söyletirdim o zaman, dedem doğru tercih olmamış.”
Elimi savurup
göğsüne çarptım. “Ciddileşecek misin?”
Cevahir
Avcıoğlu’ndan böyle bir isteği olan tek kişi bendim. Kendisi konu beni aşar
aşmaz gereğinden fazla ciddi oluyordu fakat benim ihtiyacım varken muzip bir
adamdı.
“Niye
ciddileşeyim? Asıl sen sakinleşecek misin biraz Seray?”
Aramızda bir adım
mesafe vardı. O bir adımı da aşıp öne doğru geldi biraz daha. Bana tepeden
bakıyor olmasını sevmiyordum, kıvranıp boynumu geriye atarken burnumu çenesine
çarpmıştım.
Eli sırtıma
uzanıp, sırtımın ortasından uzunca bir yol buldu kendisine. Parmakları
omurgamda gezinirken beni pili azalan bir oyuncak gibi yavaşlatmıştı.
“Holdingi senin
üzerine devretmiyoruz, sadece pay sahibi olacaksın. Gerektiğinde bir iki imza
vereceksin, kurul toplantılarında oy kullanacaksın. Bu kadar.”
“Cevahir,” dedim omuzlarımı
düşürerek. Derdimi anlamıyordu. Nasıl anlayamıyordu? “Deden beni buna uygun
görüyor çünkü bizi gerçek sanıyor, ben artık bu yalanın altında eziliyorum.”
Önce Nilgün teyze
konusunda yaşamıştım bunu, şimdi de Fahri Bey aynısını yaşatıyordu.
Sırtımdaki eli
duraksadı. Temasını kesmedi ama hareket ettirmiyordu artık elini.
İç çektim.
Yorgunlukla, hissettiklerimin karmaşasıyla birlikte dolu dolu bir iç çekiş
olmuştu.
“Ne yapayım?”
dedi kahve irisleri gözlerime tutunmuşken. “Hayatına nasıl zorla girdiğimi mi
anlatayım?”
Anlat desem bunu
hemen yapacakmış gibi bakıyordu.
“Karşı çık
mesela,” dedim bunu akıl edemiyormuş gibi davranmasına karşı. “Ben böyle bir
şey istemiyorum de, Seray bu kadar işlerin içine girmesin de.”
“Yalan mı
söyleyeceğim?” diye sordu bu kez.
Göğsüm sertçe
şişip söndü. Söylediklerimi söylemek istediğim şekilde değil, kendi istediği
şekilde algılıyordu. Bunun bir sonu yoktu, ben konuştukça o tersinden anlamaya
devam edecekti.
Geriye
adımlayacağımı öngörememişti. Temasından kaçarken aceleci değildim fakat o
dalgındı.
Odanın ortasında
durmayı bırakarak koyu kahve yumuşak deri kumaşlı koltukların olduğu kısma
adımladım. Çıplak bacaklarla deriye oturmaktan hoşlanmıyordum. Kendimi pat diye
yere bırakışım biraz bundan, biraz da kafayı yemenin eşiğinde olmamdandı.
“Seray?” dediğini
işittim. Afallamışlığının nedeni yere çöküşüm müydü?
Ses çıkartmadan
sırtım koltuğa denk gelecek şekilde yerde oturmaya devam ettim. Bacaklarımı
dümdüz ileriye uzatmış, buruşan eteğimi ve gömleğimi zerre umursamayan bir
haldeydim.
“Yok olsam
keşke,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturup.
“Saçma sapan
konuşma artık,” derken büyük adımlarla yürümüş ve tepemde dikilmişti.
Ayaktayken üstten
üstten bakan adamı bir de yere çöküp iyice deveye çevirmiştim.
“Buraya geri
dönecekmişsin,” dedim bir anda. Hisseler, paylar derken Fahri Bey’in başta
bahsettiği kısmı unutmuşum gibi olmuştu ama aklımın birazı da oradaydı halen.
“Dedem böyle mi
anlattı?” diye sordu kaşları havalanarak. Ona bakmaya çalışırken boyun fıtığı
olmayayım diye dizini dürttüm. “Biraz eğil.”
Tek dizini yere
yaslayıp yanımda iki büklüm hale gelince amacıma ulaşmıştım.
“Holdinge
dönüyorsun,” dedikten sonra biraz duraksadım. “Bu artık seni dilediğim zaman
boşayabilirim demek mi?” dedim gözlerimi kırpıştırırken.
“Bu,” dediği
sırada başını biraz eğip bana yaklaştı. “Benden kurtulma ihtimalin tarihe
karıştı demek.”
Farklı
yorumluyorduk.
Rahatsız edici
olan kısımsa, içten içe onun yorumunun gerçek olmasına ihtiyaç duyuyor
oluşumdu.
Fahri Bey’in
söylediklerini tam olarak dile getirmemiştim. Vita’da olacağından, holdinge
tamamen dönme şansı olmasına rağmen orayı bırakmayacağımdan haberim yokmuş gibi
konuşuyordum.
“Biz, sen buraya
dönebil diye evlenmedik mi?” dedim sırtımı koltuğun alt kısmına daha sert
bastırırken.
“O günden bugüne
her şey aynı mı?” diye sordu bakışları dikkatle bakışlarıma saplanmışken.
“Değişen hiçbir şey yok, öyle mi?”
Dudaklarım
birbirine yapışmış gibi sessiz kaldım.
Dizini yerden
ayırıp ayaklandığında beni burada bırakıp gidecekmiş ve bu gidiş bambaşka yansımalarla
büyüyecekmiş gibi kalbim hızlanmıştı. Anlık yoğunlaşan stresimin dışavurumu
dudaklarımdan fırlayan soruydu. “Nereye?”
“Oturacağım
koltuğa,” dediğinde başımı salladım usulca. “İyi,” diyerek onaylamıştım bir
yandan da.
Cevahir bu
tepkilerimi neye yormuştu bilmiyordum ancak o an bunun peşine düşmemeyi seçtim.
Uzaktaki koltuklara gitmeden, sırtımı yaslamış olduğum iki kişilik koltuğa
yerleşti. Benim yaslanmıyor olduğum kısımdaydı, bacağının dibinde oturuyor gibi
olmuştum böylece.
Başımı çevirip
ona bakmak yerine kendi ellerime odaklandım. Kucağımda duran ellerimi,
parmaklarımı daha önce görmemiş gibi izledim.
Bakışlarım en çok
sol elimin yüzük parmağında oyalandı. Anlamını bulamayacağım kadar garip bir
sebeple, parmağıma ilk takıldığı andan beri bu yüzükle hiç derdim olmamıştı.
“Vita’dan
gitmiyorum,” dedi birden bire. Aradan birkaç dakika geçmişken birden konuşmaya
başlamasıyla duraksamıştım. “Sık sık orada olmaya devam edeceğim.”
Fahri Bey’den
bunu zaten duymuştum. “Biliyorum,” diye mırıldandım sessizce.
Cevahir’in
yerinde hareketlendiğini, yüzümü görebilmek için başını çevirdiğini hissettim
ama ona herhangi bir kolaylık sağlamadım.
“Biliyorsun..?”
dedi sorar gibi. Az önce bilmezlikten gelmişken şimdi dürüsttüm. Kafasını
karıştırmıştım.
“Deden söyledi.”
Elini uzatıp
çenemi tutmuş, tuttuğu gibi de başımı kendisine doğru çevirmişti. Koltukta
oturuyor olan bedenine dönen bakışlarım yavaşça yüzüne tırmandı.
Çenemi sıkı ama
can yakmaz bir sertlikle tutuyordu. Bu,
beni son haftalarda hayatında tutuş şekliyle aynıydı. Beni yanında tutarken
artık canımı yakmaya oynamıyordu fakat hiçbir koşulda bırakmayacağını da açıkça
belli ediyordu.
“Bunu bilmene
rağmen ne diye karşımda ‘holdinge döndüysen boşanacak mıyız’ diye saçmalıyorsun
peki? Sence Vita’da can sıkıntısından mı kalasım var?”
Omuzlarımı
kıpırdattım. Cevap vermeyeceğim demekti bu.
“Kalksana sen bi’
oradan.” dediğinde hareketlenmedim hiç. Gövdemin iki yanından sıkıca
kavradığında beni havalandıracağını anlayarak panikledim. “Dur!” dedim direkt.
Durdu. “Kendi
isteğinle mi kalkacaksın?”
“Yok,” dedim açık
açık. Bu, zeminden ayrılıp havalanmama sebep olmuştu.
Kendimi koltukta
bulmak yerine, bacakları minderimmiş gibi kucağında oturur hale geldiğimde
ofladım.
Bayağı rahatsızdım. Belli olmuyordur diye
ofluyordum.
Kaçamayacağımı
bilerek -belki de buna kendimi inandırmak isteyerek- kendimi öne doğru
bıraktım. Göğsüm göğsüne çarptığında yapboz parçaları gibi bedenlerimizin
birbirine uyum sağlamasına şaşırma evresini çoktan geride bırakmıştım.
“Bıkmayacağım,”
dedi yüzü saçlarıma karışırken. “Sen ezberleyene kadar, ezberin silinmeyecek
hale gelene kadar bekleyeceğim.”
“Neyi
ezberleyeceğim?” diye mırıldandım. Bana bakmasın diye omuzuna kapanmıştım.
“Senden
uzaklaşmak gibi bir planım olmadığını, senin de gitmene izin vermeyeceğimi…”
~
- 10 gün sonra
“Nöbetin var mı
senin?”
“Yok hocam,”
derken Alper’in sesindeki hevesi hissetmemem mümkün değildi. Bıyık altından
gülsem de bir şey belli etmedim.
“Çık o zaman
artık, benim işim kalmadı seninle.”
Derin bir nefes
aldı. “Gerçekten mi?” diye sorarken her an ona iş yükleyecekmişim gibi
tereddütlüydü. “Gerçekten, Alper. Güle güle, hadi. Sorumluna benden izinli
olduğunu söyle.”
Son birkaç
saattir peşimde dolandırıyordum kendisini. Dün geceden nöbetçiyken bir de
bugünün yarısını benimle koşturarak geçirmişti.
Poliklinik günüm
değildi. Sabah üst üste iki operasyona girmiş, öğleden sonra da serviste
işlerimi halletmiştim. Şimdi Alper’i azat ediyordum, birazdan da kendime
aynısını yapacaktım.
“Hocam inanılmaz,
harika, eşsiz bir insansınız; elinizi öpmek isterdim ama alnıma koysam ayıp
olur, koymasam da saygıdeğer eşiniz beni vurdurur gibi hissediyorum. İyi
akşamlar, güle güle.”
Koridorda ben
fikrimi değiştirmeden gözden kaybolan Alper’in arkasından bir süre güldükten
sonra ellerimi önlüğümün ceplerine koyup ben de yavaşça adımlamaya başladım.
Önlüğü bırakmam
ve çantamı almam gerekiyordu. Odama uğramadan çıkamayacaktım.
Asansörden
indiğimde tek tük hasta kalan katta sessizlik hakimdi. Odama doğru ilerledikçe
de bu sessizliğin süreceğini sanmıştım ancak Ceylin’in başında birileri vardı
ve sesler artmıştı.
“Volkan hoca
ameliyatta, şu an bu konuda ulaşabilmem mümkün değil kendisine. Dilerseniz
yarın gelin.”
“Sürekli gelip
gidemem ki,” diyen kadının sesi yorgundu. “Randevum vardı, ne olacak yani şimdi?”
“Operasyonlar
nedeniyle böyle aksaklıklar olabiliyor maalesef, siz ne zaman uygun olacaksanız
o tarihe bir randevu daha oluşturalım.”
Ceylin’in
yardımcı olmaya çalışırken elinden geleni yaptığını fark edince daha fazla
oyalanmadım.
“Ben yardımcı
olabilir miyim?” diye sordum masanın başında durup. “Rutin hastası mısınız
Volkan hocanın? İlk kez mi geliyorsunuz?”
Ceylin beni
görünce rahatlamıştı. Ona göz kırpıp başımı yanımdaki kadına doğru çevirdim.
Yüzüne baktığımda ölçülü bir şekilde gülümseyecek, Volkan ile aynı uzmanlığa
sahip olduğumu söyleyecektim fakat yüzünü gördüğümde planlarım sekteye
uğramıştı.
Tanıdık, fakat
uzun bir süredir hiç görmediğim için kim olduğunu çıkarmamın uzun sürdüğü yüzü
süzerken o da benden farklı değildi.
“Beste?” diye mırıldandığımda onun da
sesimi duyduğu anda dudakları adımla aralanmıştı. “Seray?”
…
- 15 yıl önce, 2 Eylül
“Cam kenarındaki ranzanın üst katı sana ait
Seraycım, dolabın da kapısı açık olan dolap. Yerleşmene, arkadaşlarınla
tanışmana bak sen. Odamın yerini öğrendin, bir sorun olursa uğra lütfen.”
Seray, sapını tutmayı bırakmadığı valizi eşliğinde
odanın girişinde kalakalmıştı bir an. Yurdun sorumlusu sanki hiç yanından
gitmeyecekmiş gibi sıcak bir tutumla karşılayınca şimdi kendisini garip
hissetmişti.
“Selam!” diye konuşan kıvırcık saçlı bir kızdı.
Seray kısık bir sesle, kızın enerjisinin aksine daha durgun şekilde cevap
vermişti. “Selam.”
Kıvırcık saçlının ilk tepkisi hafifçe göz devirmek
oldu. “Bir tane daha buzdolabımız oldu, Hande. Cam kenarına çok yaklaşmayalım
bu yıl.”
Seray, kızın yanındaki arkadaşına kendisi hakkında
söyleniyor olmasına herhangi bir alınganlık ya da tepki göstermeden valizini
dolapların önüne doğru çekiştirdi. Eşyalarını yerleştirmeden önce biraz
yatağında oturmak ve nerede olduğunu sindirmek istiyordu.
Evden uzaktaydı.
Evden gitmek zordu, hatta yuva gibi hissettirmeyen
bir evden gitmek bile zordu.
İçeriyi inceleyerek sorumlunun bahsettiği ranzaya
yaklaşmıştı. Üst katı kendisine ait olan, ona dört yıl boyunca yatak olacak
olan yere bakındı. Başını kaldırıp yukarı bakmadan önce bakışları ranzanın alt
katına takılmıştı.
Kolları göğsünde birleşmiş halde, dümdüz bakışlarla
yukarı bakıyor olan biri vardı yatakta. Odaya yeni birinin gelmesi belli ki
umurunda olmamıştı. Değil selam vermek, gelene bakmaya bile gerek duymamıştı.
Seray bunu sorgulamadı. Zira kendisi de aynı
kumaştan kesilmişti.
Ranzanın ucundaki birkaç basamaklık merdiveni
tırmanıp kendisini yatağına bıraktığında tıpkı alt katında uzanıyor olan beden
gibi bakışlarını yukarıya dikti.
Kıvırcığın söylediği gibi, cam kenarındaki ranza
‘iki buzdolabını’ ağırlıyordu. Dört yıl boyunca da ağırlamaya devam edecekti.
Birbirleriyle azami oranda konuşan, yabancılarla
hiç konuşmayan, gerekmedikçe odadan çıkmayan ikili gerek okulda gerek yurtta
çokça dedikoduya malzeme olacaktı. Liseli iki genç kız için bu denli soğuk ve
sessiz olmaları yaşıtları tarafından pek sevgi dolu karşılanmayacaktı.
Bu hoş karşılanmamanın zorbalığa dönmesine tek
engel de iki kişi oluşlarıydı. Birbirleriyle bu konuda hiçbir anlaşmaları
olmamasına rağmen hep bir aradalardı, ikisinden birden ters bir tepki almaktan
çekinenler de doğal olarak onlara yanaşamıyorlardı.
Seray ve Beste’nin birbirlerini ilk gördükleri
gün, Seray’ın yurda geldiği gündü. Son gün ise on ikinci sınıfın karne günü
olmuştu.
Arkadaşlık ne demek bilmeyen, sevilmeyi tadamama
lanetiyle sarılı iki kızın aslında birbirine olan ihtiyacı liseden sonra da çok
kez doğmuştu. İkisinden biri adım atmayı bilse, diğeri o adımı geri çevirmezdi.
Fakat onlara adım attıklarında bunun işe yaramayacağı öğretilmişti.
Yalnız büyüyen, kendi kendini büyüten çocuklar
adım atmayı da yürümelerine yetecek kadar öğrenirlerdi. Bir başkasına koşmak,
ona adımlamak huyları değildi.
…
Ceylin’in
bakışları altında konuşmaya devam etmek, konuştuklarımı kişisel verilerimin
korunmasını umursamadan etrafta dağıtmakla biraz benzerdi. Bu nedenle
karşımdaki kadının yıllar sonra karşıma çıkan biri oluşunu o an geriye itmem
gerekti.
“Odama geçelim,”
dedim başımla ileriyi işaret ettim. Beste’nin bana ‘ne münasebet’ deme ihtimali
vardı. Kafasına estiğinde kaçan, konuşmak istemezse ağzını bıçak açmayan
biriydi. Bu huylarının değiştiğini zannetmiyordum. Zira ben lisede olduğum
kişiden öyle çok uzağa gidememiştim.
Başını hafifçe
salladı. Şaşkındı, her halinden belliydi.
Magazinden uzak
olduğu kesindi. Evlendiğimden de, bu hastanede çalıştığımdan da kolayca haberi
olabilecekken o benden de şaşkın bir hale bürünmüştü.
Yan yana odama
kadar adımladım. Kapıyı araladığımda önden onun geçmesi için izin vermiştim.
İçeriye girmeden önce kapımın kenarında asılı isimliğe baktığını görmüştüm.
Cevahir’in
yarınlar yokmuş gibi evlendiğimiz günün ertesi değiştirttiği isimlik yerli
yerindeydi. Op. Dr. Seray Şimşek
Avcıoğlu…
İçeriye
girdiğimizde, kapıyı kapattığım anda Beste bana dönmüştü hemen. Açık kumral
dalgalı saçlarıyla ve saçlarına eşlik eden bal rengi gözleriyle karşımda
fazlasıyla güzel bir kadın duruyordu.
“Nedir
şikâyetiniz?” dedim biraz rollenip. Başımı omuzuma doğru eğmiştim.
Beklemediğim
anda, hayatımın bambaşka bir kesitindeki insanla karşılaşmak ayarlarımı
bozmuştu.
Beste şaşkın
şaşkın beni süzmeyi bu sorumla birlikte kesti. Burnunu kırıştırdı, bunu keyfi
yerindeyse yapardı. Hatırımdaydı.
Şaşkınlık buzuna
ilk darbeyi vurabildiğim için rahatlayarak omuzlarımı gevşettim. Dudaklarımın
iki yana kıvrılmasına engel olmadım.
“Nasıl bir
tesadüf bu?” diye sorduğunda cevabım hazırdı. “Bayağı hoş bir tesadüf.”
Bir anda sıcacık
bir sohbete girişecek bir ikili değildik. İki koca kadın olmuştuk ama
aşamadığımız sorunlar olduğu belliydi.
Böyle alık alık
bakışmak yerine durumu normalleştirmek adına hastaneye geliş sebebine
odaklandım.
“Rutin bir
kontrol müydü? Neyin var?”
Başını sallayarak
onayladığında elimle arkasında kalan muayene yatağımı işaret ettim. “Geç
bakalım, benden değil Volkan’dan randevu almanı da sonra konuşuruz artık.”
derken alaycıydım.
“Kimden ne
aldığıma bakmadım ki,” dedi omuz silkerken.
Bir şey
söylemedim. Zaten bugün için benden randevu alabilmesi imkânsızdı.
Normal bir
doktor-hasta iletişimiyle süren muayenesinin ardından ortada herhangi bir sorun
olmadığından bu kısım hızlıca sonlanmıştı.
Sırada ne vardı?
Oturup bir kahve
içebilirdik mesela. On yıldan fazla süredir görüşmüyorduk gerçi, kaç fincan
kahve aradaki zamanı telafi edip konuşmamıza yeterdi?
“Ben daha fazla meşgul
etmeyeyim seni, çıkış saatin geldi mi bilmiyorum ama.”
Beste masamın
önündeki sandalyelerden birinde oturuyorken konuşmuş, kalkacak gibi
hareketlenmişti. “Meşgul etmiyorsun,” dedim direkt. “Yani mantıken meşgul
ediyorsun tabii ama etmende bir sakınca yok.”
Ne saçmalıyordum?
Beste gülecek
gibi oldu. Dudaklarını birbirine bastırıp buna engel olmuştu fakat görmüştüm.
“Hatırladığım
gibisin, değişmemişsin.”
“Sen de,” dedim
karşılık olarak. “Değişmemişsin.”
Gözlerini yavaşça
kapatıp açtı. Bedeni bana doğru dönüktü, bakışları yüzümdeydi. “İddiayı ben
kazandım o halde.”
Duraksadım.
Neyden bahsettiğini anlamak için birkaç saniyeden fazlasına ihtiyacım olmuştu.
O saniyelerin sonunda, Beste tekrar konuşmadan durumu anlayabilmiştim.
‘Büyüyünce böyle hissetmeyeceğiz, değişeceğiz’ derdim ona. Kötü bir şeyler olduğunda,
işler yolunda gitmediğinde kaçtığım bir sığınaktı bu. Beste ise beni boş
bakışlarla izler; ‘hiçbir şey
değişmeyecek, diğerlerinin yaşadıkları ergenlikten ama biz böyle var olmuşuz ve
böyle kalacağız’ diye karşı çıkardı.
Lisenin son
yılında, bir daha karşılaşıp karşılaşmayacağımızdan habersiz olsak da bu durum
bir iddiaya dönüşmüştü.
“Sen kazandın,”
dedim direnmeden.
Omuzlarını
oynattı. “Ne kazandım peki?”
“Ne için iddiaya
girdiğimizi hatırlıyor musun?”
Başını iki yana
salladı. “Bir daha görüşeceğimizi sanmadığımız için ödül koymamıştık.”
Dudaklarımı
büktüm. “Şimdi karar ver o zaman,” dedim bakışlarımı yüzünden çekmeden.
Vereceği cevap,
birden fazla şeyi değiştirebilirdi. Dilerse bunu yapabilirdi.
“Cebini yakacak
bir yemek macerasına hazır ol o halde.”
Kıkırdadım.
Kahve teklifi
sunsam garip mi olur diye düşünüyorken konu bir şekilde yemek yemeye gelmişti.
Onun da benim gibi bir şekilde oturup konuşmak istediğini anlamıştım. Beste
yoluyla yapıyordu ama yapıyordu işte.
“Sen mi
yakacaksın cebimi?” dedim onu işaret ederek. “Ne kadar yiyebilirsin ki?”
“Ne kadar
yiyeceğim değil ne yiyeceğim önemli kızım, nasıl doktor oldun sen? Aklını
kullansana.”
Omuz silktim.
Cebimi yakmak için aklında ne vardı bilmiyordum ancak zordu.
“Bugünü
hesaplayıp kendimi sağlama aldım,” dedim rahatça.
Beste’nin kaşları
havalandı. “Nasıl?”
Boş boş baktım.
“Beste…” dedim hüzünle. “Magazin bilgin Cevahir’den daha kötü.”
Adıma eklenen
soyadından hiçbir şey anlamamıştı. Her şeye baştan başlamam gerekecekti.
“Cevahir kim be?”
diye sordu garip bir ifadeyle.
“Kocam,” diye
yanıtladım. Cevahir duysa gözleri yaşarabilir, kulaklarına inanamayabilirdi.
Gıcık gıcık değil, normal bir şekilde dile getirmiştim. Şunu duymak için
girmediği hal kalmamıştı kendisinin.
“Sen..?” dedi
Beste şaşkın ördek gibi. “Gerçekten evlendin mi? Ben kapıdaki isimde bir hata
mı var acaba diye düşündüm aslında.”
Evlenme
ihtimalimi, odamın kapısında yanlış isim yazılmasından daha düşük görüyordu.
Daha önce bir kez
kıyısından döndüğümü, ikincisinde ise anlaşmalı bir evlilik yaptığımı
öğrenirse… Kronik kalp hastalığı falan
var mıydı bu kızın?
“Evlendim,”
diyerek onayladığım sırada odamın kapısı çalınca ikimiz de refleksle oraya
bakmıştık.
“Girin,” diye
seslendim. Kapı açıldı. İçeriye girenin Teoman olmasını bekliyordum. Çıkmıyor
muyum diye kontrole gelmişti muhtemelen.
Kapıdan görünen
yüz beklediğimin aksine Teoman değildi. İçeriye peş peşe iki kişi girmişti.
Cevahir ve
Levent’i yan yana görünce kaşlarım merakla çatılmıştı. İkisinin de burada
olduğundan haberim yoktu. Bugün Cevahir’in Vita’ya uğramayacağını sanıyordum.
“Hastan mı vardı?
Biz çıkalım.” diye konuşan Cevahir’di. Hastam vardı fakat doktor olarak
yapacaklarım bitmişti. Artık odadaki hastam değil, bir tanıdığımdı.
Beste’ye konuşan
kişiyi gösterdim. “Cevahir,” dediğimde bakışları hemen sorgular bir hal
almıştı. Az önce kocam demiştim, andığım gibi de odama gelmişti.
“Tipin değil
pek,” diyerek konuştuğunda bunu tamamen sinir bozmak için söylediğini ben gayet
iyi biliyordum. Bilmeyenler ise kısa bir an donmuşlardı.
“Ne?” diyen
Cevahir oldu. Levent ise kahkaha atacak ama atamıyor gibi duruyordu.
“Şaka yapıyor,”
dedim yerimden kalkarken. Cevahir’in egosu öyle tek darbede yıkılmazdı zaten
ama bazı konularda hassaslaşabiliyordu. Hassas olduğu konuların en başında da
bana dair olanlar vardı.
“Beste,” diyerek
bu kez onu gösterdim. “Liseden arkadaşım.”
Onun arkadaşım
olduğunu, hayatımdan çıktıktan sonra eksikliğini sık sık hissettiğimde
kabullenmiştim. Daha önce kabullenebilsem ve adım atabilsem belki de bugün her
şey çok farklı olurdu.
Beste’nin
bakışları sorgulayıcı perdelerden sıyrılmış, onu tanıtma şeklimle birlikte
parlak gözleri yüzümü bulmuştu.
Ben ayağa kalkıp
masanın ön kısmına gelince tek oturan kişi olarak kaldığını fark etmiş ve o da
ayaklanmıştı.
Elini resmi bir
şekilde öne uzatıp Cevahir’le kısaca tokalaştığında toplantıdaymışız gibi
hissettiren bu anın bitmesini beklemiştim. Cevahir emin olmak ister gibi beni
süzüyordu. Beste’nin başıma silah dayayıp onu arkadaşım olarak tanıtmamı
istediğini sanıyor olabilirdi.
“Memnun oldunuz,
evet.” dedim ikisi de konuşmayınca araya girerek. “Tokalaşırken böyle şeyler de
söyleriz bazen.”
Levent dibimdeydi.
Kolunu omuzumdan sarkıtıp bana biraz ağırlığını verdi. Cevahir holdingdeyken
Levent buraya ara ara uğruyordu, bu aralıkların sıklaşmasıyla birlikte ben de
kendisine bolca maruz kalmıştım.
Birkaç hafta
öncesindeki, görünce kaçmam gereken Levent Avcıoğlu profili ortadan
kaybolmuştu. Yenisi ise akıl almaz derecede sırnaşık ve muzipti. İki tane
Teoman ile uğraşıyormuş gibiydim. Hatta üç… Bir de Alper vardı.
“Yabani diyorum
kocan için, inanmıyorsun bana.”
Başımı çevirip
ona baktım. “İnanmıyorum demedim.”
Sırıttı. “Evet,
şey dedin. Ben yeterince söylüyorum, sana gerek yok.”
“Ya bi’ çekilsene
tepemden.” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Zira Cevahir pek sevimli
bakışlar atmıyordu bize. Bakışlarının içeriği konuşmalarımızdan mı yoksa
Levent’in ahtapot kollarından mıydı bilmiyordum.
Cevahir’e döndüm.
“Bir şey mi söyleyeceksiniz? Niye birlikte indiniz odama, holdingdesiniz
sanıyordum?”
“Eve gidelim
artık diye...”
“Bu da mı geliyor
eve?” derken başımla Levent’i işaret ettim. Cevahir burnundan bir nefes üfleyip
Levent’i üzerimden itti. “Cehennemin dibine gidecek o biraz daha abartırsa.”
“Ne kaba saba
insanlarsınız siz ya?”
Levent’in
homurdanmasına karışan sesi duyduğumda bakışlarım Beste’ye çevrildi. Ağzının
içinden bir şeyler mırıldanmıştı ama anlamamıştım. Yüzünde memnuniyetsiz bir
ifade vardı, bakışlarının odağında ise Levent.
Sululuk
yapmasından hoşlanmadığı o kadar belliydi ki… Bu beni güldürecek gibi oldu
ancak direndim.
“Beste’yle
olacağım ben bu akşam,” dedim Cevahir’e. “Siz takılın.”
Cevahir bir bana
bir de Levent’e baktı. Elindeki malzeme ile yetinmesi gerektiğini
kabullendiğinde sessiz kalmıştı. Bana doğru yaklaştı. Belime elini koyup
şakağımdan hafifçe öptü. “Dikkat et.”
Geri çekildiğinde
etki alanında sıkışmış haldeydim. Dudaklarının tenimdeki baskısı o geri çekilse
de biraz benimle kalmıştı.
Beste’ye kısaca
başını hareket ettirip selam verdikten sonra Levent’i de alarak odadan çıkma
planı vardı sanırım. Ancak Levent’in önceliği dışarı çıkmak olmadı.
“Biz
tanıştırılmadık bu arada,” dedi Levent, Beste’ye doğru bakarken. Üzerindeki
gevşek tavrı atmamış olması dikkatimden kaçmamıştı. Herkesin yanında bu yüzünü
gösteren bir adam değildi. Benim bu haliyle tanışabilmem haftalar almıştı
mesela…
“Büyük kayıp,”
dedi Beste hafif alayla. “Beste Akın.”
Levent’in
kaşlarının havalandığını gördüm. “Levent Avcıoğlu.” demişti sadece.
Göz ucuyla Cevahir’e
baktığımda onu bana bakarken yakalamıştım. İnsan biraz olup biteni merak eder,
tanışanlara bakardı. Yok, beyefendi illaki kahvelerini bana sabitleyecekti.
Çok da rahatsızız tabii bundan diyerek benimle alay eden sesi
duymazlıktan geldim. Olur olmadık yerde başını uzatıp konuşuyordu.
“Biz çıkalım o
zaman artık Beste,” dedim ortamdaki cızırtılı elektriklenmeyi keserek.
“Çıkalım,”
diyerek onayladı beni. Önlüğümü zaten çıkartmıştım, çantamı da aldığımda odadan
çıkmam için bir engelim kalmamıştı.
Beste beni
beklemeden kapıya yöneldiğinde arkasından gitmeden önce Cevahir’in önünde
dikildim. “Geç gelebilirim.”
“Ama sabah-…”
diyecek oldu. Yarının Cumartesi olduğunu hatırlamış olacak ki yarıda kesmişti
itirazını.
İçimden bir anda
gelen ve durduramadığım hisle kaplandığımda uzanarak çenesine dudaklarımı
bastırdım. Ardından direkt kapıya yönelmiştim.
Kapının dışında
bekleyen Beste’ye yetiştiğimde göğsüm koşturmuş gibi sıkışmış bir haldeydi.
Beni bu hale getiren, onu öpmek değildi. Onu içimden geldi diye öpmekti.
~
Bindiğim
taksiden, taksicinin tadını kaçıracak kadar erken indiğimde yanaklarımda
kuruyan yaşların gerginliği tenimi yakıyordu.
Beste’yi iyi
olduğuma inandırmakta zorlanmamıştım. Konuşurken ortaya döktüklerim beni yoğun
bir duygu boşalmasına itmişti fakat devamında normal halime dönmüştüm.
Alkollüydüm.
Arabamla geri dönmek gibi bir saçmalık yapamazdım, Beste de benimle aynı
haldeydi. Taksi kullanmaya karar vermemiz de bundandı. Aramızdaki küçük fark
şuydu. Beste taksiyle uzaklaşıp gözden kaybolmuştu, bense henüz bulunduğumuz
caddenin sonu gelmeden kendimi araçtan dışarı atmıştım.
Saat gece
yarısına yakındı. Eve dönüp sızıp kalmak bir seçenekti ama kendime daha fazla
işkence etmeyi göze alarak sokağın ortasında duruyordum.
Beste ile yıllar
sonra karşılaşmak güzeldi, çok güzeldi; fakat onunla konuşurken geçmişimi
hatırlamak bana iyi gelmemişti.
Liseyi, evden
çıkıp gittiğim o yatılı okulu ve bir daha hiç eve dönemeyişimi anımsamak kalbime ağrıydı.
Kendime ait
evlerim olmuştu, sokakta kalmamıştım günün sonunda. Ama eve dönebilmiş gibi
hissettirmemişti hiçbir zaman. Belki de sorunum evde olduğumu sanıyorken dahi
hiç evde olmayışımdı.
Bir köşede duran,
kimseye zararı yok diye varlığına kötü gözle bakılmayan ama tek bir gün bile
var olduğuna sevinilmeyen çocuktum.
Annem bana böyle
yaklaşmıştı, ona eşlik edenler de onun ailesiydi. Kimse bir gün olsun
gözlerimin içine bakıp ‘sen iyi değilsin’ dememişti, iyi olmadığımdan haberleri
olamayacak kadar az umurlarındaydım.
Bulduğum bir
bankın kenarına yerleşirken kapladığım yere baktım. Çok mu kocamandım? Niye
hiçbir yere sığamıyordum?
Dudaklarımı büküp
parmaklarımı birbirine bastırdım. Tırnaklarımla, parmak uçlarımla uğraşırken
olduğum yerde ne kadar kaldığımdan haberim yoktu.
Böyle duygu
boşalmalarının ardından hep kendimi oyalamaya, bir kenarda yorgunluktan bir
nevi bayılana kadar bekletip uyutmaya alışkındım.
Yapabileceğim tek
şey buydu çünkü.
Artık değil diyerek çığlıklar atan ses zihnimden yükseliyordu.
Onu duyabilmem için tüm gücüyle bağırıp çağıran bir ses vardı orada. Yardım istemeyi öğren, artık tek yolun
yalnızlık değil.
Beste’ye biraz
daha yanımda kalabilir misin diye sormamıştım, sorsam belki hiç itiraz etmeden
kalacaktı ama bunu yapamamıştım.
Kucağımda duran
çantama elimi daldırıp telefonumu çıkartırken nefeslerim düzensizdi.
Arama yapmak
yerine parmaklarımı ekranda gezdirip karşı tarafa bulunduğum konumu yolladım.
Uyumuş
olabilirdi. Telefonuna bir süre bakmayacak olabilirdi. Olumsuz sonuçlanacak
ihtimaller birden fazlaydı.
Birden fazla olan
olumsuz ihtimallerin karşısında ise olumlu olan tek ihtimal vardı. Mesajı
direkt olarak görecekti.
Attığım mesajın
üstünden bir dakika bile geçmeden telefonum çalmaya başladığında dışarıdan deli
gibi görüneceğimi bile bile kıkırdadım.
Bir çocuğa aitmiş
gibi, tasasız bir kıkırdamaydı dudaklarımdan fırlayan.
Telefonu açıp
kulağıma yasladığımda duyduğum sesi saf endişeden ibaretti.
“Seray?” demişti
önce. “İyi misin sen? Konum atmışsın.”
“Attım,” dedim
onaylayarak. “Gel diye.”
Duraksadığını
hissettim. “Geleyim diye,” diyerek tekrarladı. “İyisin değil mi? Arkadaşın
yanında mı?”
Telefonun diğer
ucundan birtakım sesler geldi. Hareket ediyor olduğunu belli eden sesleri ayırt
ettiğimde nefeslendim.
Geliyordu.
“Kimse yok
yanımda,” dedim etrafa bunu doğrulamak istercesine bakınarak.
“Seray,” dedi
kendini zor tutuyormuş gibi. “Bu ses sarhoş sesin ve bir de yalnız olduğunu
söylüyorsun, sabır testi misin yavrum sen bana?”
Sessiz kaldım.
Kendimi daha çok bana sesleniş şekline odaklamıştım.
“Çıkıyorum şimdi
evden, yollar boş. Yirmi dakikaya oradayım. Güvenli bir yerde durduğundan emin
ol, yirmi dakika boyunca güvende kal.”
“Sonra…” dedim
mırıltıyla.
“Sonra ben
geleceğim,” dedi arabasının çalışma sesini duyduğum sırada. “Ben varken hep güvendesin.”
Sıcak bir örtüyle
sarmalanmışım gibi hissettiren, kendinden emin sesinin ardından mayışmıştım.
Sessizce
bekledim. Telefonu kapatmadı. Sessizliğimi dinlemekten başka bir işe
yaramamasına rağmen arama dakikalar boyunca açık kaldı.
“Ne kadar kaldı?”
diye sordum kısık sesle.
“Beş on dakika.”
“Tamam,” dedim usulca.
“Ben bekliyorum.”
“Bekle, gamzeli.
Bekle ben göstereceğim sana sarhoş sarhoş sokaklarda beklemeyi.”
“Kızacak mısın?”
diye sordum eteğimin uçlarıyla uğraşırken. “Kıyabilirsem,” gibi bir şeyler
söyledi ama aklım onu tam olarak anlayamayacak kadar bulanıktı.
“Merhaba, yalnız
mısın?” diyen sesin telefondan gelmediğini ve Cevahir’e ait olmadığını
anladığımda afallamış halde bakışlarımı bacaklarımdan çekerek kaldırdım.
“Kim o?” diye
soran Cevahir’di. Onu bir tek ben duyuyordum.
Oturduğum bankın
önünde, deri ceketli dağınık saçlı bir adam görünce irkilmiştim.
“Seray, kimin
sesiydi o?” diyerek sorusunu yineleyen Cevahir’e yönelik konuştum. “Tanımıyorum
ki.”
“Tanışmak zor
değil,” diyen deri ceketliydi. “Tanışırız.”
“Tanışa tanışa
sikerim o piçi Seray!” diyerek bağıran Cevahir’in sesi kulağımı acıtınca
telefonu kulağımdan biraz uzağa tuttum.
Karşımdaki adam
aniden elini bana uzatınca geri çekilmek için kıpırdadım. Bana dokunmaya
çalışmadığını, telefonuma uzandığını anlayınca direnmemiştim. Telefonumu
çalabilirdi. Bu saatte sokakta başıma gelecek işler arasında hırsızlık daha az
kötü olanlardandı.
Telefonu alıp
gideceğini düşünmüştüm ancak ekranda bir yere dokunduğunda Cevahir’in bağıran
sesi kesilmişti. Telefonu kapatmıştı sadece.
Bankta birden
yanıma oturduğunda rahatsızlıkla ayaklanacak oldum. Bu kez izinsizce müdahale
ettiği şey telefonum değildi. Bileğimden tutmuştu.
“Çek elini,”
dedim kendimi geri çekerken.
“Bir şey yaptığım
yok, gerilmesene hemen. Tanışırız diyorum işte. Bu saatte burada yalnızsın,
devan olurum ben senin.”
“İstemiyorum,”
dedim sertçe. “Laftan anlıyor musun?”
“Yok,” dedi
gevşek gevşek. “Başka yollarla anlatsana.”
On dakika dediği
yolu yarı sürede aşan Cevahir’in bunu nasıl başardığını bilmiyordum ancak onu
gördüğümde kasılı olan bedenim gevşeyerek rahatlamıştı. Adamın bileğime yapışık
duran elini tek hamleyle tutup savurmuştu.
“Nasıl yollar
mesela?” diye sordu Cevahir bana yöneltilen soruyu üstüne alınarak.
“Sen kimsin
birader?” derken deri ceketlinin yüzü buruşmuştu. Yoldan geçen biri olduğunu ve
araya girdiğini düşünüyordu sanırım. Koca bir hataydı.
“Tanıtmadım mı
ben kendimi?” dedi Cevahir alaycı bir öfkeyle. “Tanıtayım.”
Adam banktan
kalkıp Cevahir’in karşısına dikildi. Ne fiziksel ne de öfke bakımından
üstünlüğü yokken bir cesaretle dikilmişti ayağa ama kendisi de pişman gibiydi.
“Tanıt,” dedi
geri adım atmadan.
“Arkamdaki kadını
görüyor musun?” dediğinde Cevahir’in sorusu belli ki faraziydi, adam bana
bakışlarını çevirecek olduğunda yüzü elinde sıkışacak şekilde adamı çenesinden
tek eliyle kavradı. “Nereye bakıyorsun lan sen?”
“Abi-…” diyerek
yüzündeki baskıyla yamulan ağzı eşliğinde konuştu adam. “Sen söyleyince…”
Cevahir’in
anormal baskısını hissedince bir anda biraderden ‘abi’ye dönmüştü hitabı.
“Kadın sana hayır
diyor, sen durmuyorsun.” dedi Cevahir. “Hadi kulakların duymuyor, beynine
duydukların gidemiyor. Ulan piç herif! Tuttuğun elde duran yüzüğe de gözün kör
müydü? Yalnız mısın diye neyi sorguluyorsun?”
Cevahir’in adamın
yüzünü daha da sıkıyor olduğunu fark etmemem mümkün değildi. Sokağın ortasında
biraz daha devam ederse adamı yatırıp dövecekti. İçim acıdığından değildi ama
doktordum, yeminim vardı. Dönüp bu adamı kan kaybıyla baş başa bırakamazdım,
müdahale edesim de yoktu.
Cevahir’in
sırtına dokundum. “Bırak artık, tamam.”
Benim desteğimden
yüz bularak adam da apar topar konuştu. “Abi evet, bırak kurban olayım.
Alkollüyüm ben, ondan anlamadım. Tövbe bir daha.”
“Sikeceğim şimdi
belanı, siktir git şuradan. Alkollüymüş, ayık halin çok efendidir kesin.”
Adamı bırakmıştı.
Bırakmıştı bırakmasına ama öyle bir bırakmıştı ki yere yapışmasına sebep
olmuştu.
Kaldırımla
bütünleşen adama yüzümü buruşturarak baktım. Bu uzun sürmedi çünkü Cevahir
elimi tuttuğu gibi beni arabaya doğru yürütmeye başlamıştı.
Arabanın yanına
vardığımızda hiçbir şey söylemeden ön kapıyı açtı. Binmem için beklerken yüzü
donuktu.
Haklı olduğunu
hissederek tavrına ağzımı açmadım. Bu saatte kolumu zor kaldırır halde öylece
sokakta dolanmam mantıksızdı.
“Yardım etmeyecek
misin?” diye mırıldandım koltuğa geçmeden önce. Elini uzatmamıştı.
Beni bir anda
kucaklayıp koltuğuma oturtmasını beklemiyordum. Dudaklarımdan küçük bir ses
fırlamıştı.
Kemerimi çekiştirdi.
Kemerin ucunu yerine taktığında geri çekilmeden önce dudaklarımı öne uzatıp
yanağından öpmüştüm.
Üstüme eğilmiş
halde durakladı. Başını bana doğru çevirdi. “Neydi bu şimdi?”
Kendimce
barışmaya çalışıyordum. Onu bu saatte çağırmıştım, gelmişti; üstelik geldiğinde
de beni haksızlığın dibine sokacak bir sahneye denk gelmişti.
“Öptüm,” dedim üzerinde
pek emek harcamadığım açıklamamla.
“Sana kızmayayım
diye rüşvet mi veriyorsun?”
Gözlerimi
kırpıştırdım. Ona alık alık baktığım için aralı kalan dudaklarıma sert bir
öpücük bıraktı. “Azardan kurtulma şansın yok.”
“Hiç mi?”
“Hiç,” dedi
üstümden doğrulup. “Biraz erteleyeceğim ama.”
Hevesle ağzımı
açtığımda beni sözleriyle susturdu. “Öptün diye değil, gözlerini kızartacak
kadar ağlama sebebini öğreneyim diye Seray.”
“Söylemem,” dedim
küskünce. Başımı onun olmadığı tarafa, sürücü koltuğuna doğru çevirdim.
Yanağımı işaret
parmağının tersiyle azıcık ittirdikten sonra tamamen çekilip kapımı kapattı.
Kendi yerine geçtiğinde bu kez başımı diğer tarafa çevirmem gerekliydi. Ancak üşeniyordum.
Mecburen yol boyunca yüzünü
izleyecektim.
Yol boyunca onu
izleyeceğimi sanmam koca bir yanılgıydı.
Alkolün etkisiyle
araba sallanmaya başladığı anda, varlığı ve kokusunun güveniyle birlikte
sızmıştım.
Gözlerimi hafifçe
araladığım sırada havadaydım. Sırtımdan ve bacaklarımdan kavramış, bedenimi
kucaklamıştı. Omuzuna yaslı duran başımı kaldırmadım. Anlamsız bir şeyler
mırıldandığımda alnıma dudaklarını sürttü. Uykusu bölünen bir bebeği yeniden
uykusuna kavuşturmaya çalışıyor gibi nazikti.
Az önceki kadar
derin bir uykuya çekilmedim ama bilincim tam olarak açılmış da değildi.
Evin içine
girdiğimizi kesilen temiz hava akışıyla anlamıştım.
Odaya çıkarken
merdivende yaşadığım sarsıntıyı huysuzlanarak karşıladığımda Cevahir halime
gülüp sarsıntının daha da artmasına neden olmuştu.
Beni yatağa
bıraktığında ayağımdaki ayakkabıları da benden ayırıp biraz olsun rahat etmemi
sağlamıştı. Üstümdeki etek ve bluzla uyumak kulağa harika gelmiyordu ama uykumu
açasım yoktu.
“Uyuma,” dediğini
duydum ama dinlemeyecektim tabii ki.
Kollarımdan tutup
beni zorla yatakta oturur hale getirdiğinde gözlerimi araladım. “Yarın konuşsak
olmaz mı?”
Taksiyle eve
gelmek yerine onu yanıma çağırmış ve ona taksici muamelesi yapmıştım bir nevi.
Bunu yaparken derdim sanıyorum ki benim için bu saatte yola koyulmasına ve
meraklanmasına şahit olmaktı.
“Üstünü
değiştir.”
Başımı iki yana
salladığımda yatağa, tam yanıma oturdu.
Bluzumun uçlarına
parmaklarını sarıp kumaşı yukarı çekiştirdiğinde direnmedim. Birkaç saniye
sonra üstümde artık sadece sütyenim vardı. Eteğimi çıkartması için oturuyor
olmam engeldi. Beni yatağa geri devirdiğinde sinirlerim bozulmuş ve gülmüştüm.
Eteğimin gizli
fermuarını bulmakta fazlasıyla vakit harcamıştı. Bunun sonunun gelmeyeceğini
anlayınca -kafayı yiyip eteğimi yırtması ihtimalinden çekinerek- elimi fermuara
ben atmıştım.
Etek de
bedenimden ayrılınca yataktan kalktı. Bir iki ses duydum. Uykum hareketlilik
yüzünden biraz da olsa açılmıştı.
Elinde
geceliklerimden biriyle yeniden yanımda belirince bu kez onu yormadan
doğruldum. Elimi arkama uzatıp kopçamı açtım. Sütyen kopçası açılınca
göğüslerim serbest kalmışlardı.
Geceliği bana
uzatması ya da giydirmeye çalışması için bekledim. Önce yanıma oturdu. Üst
bedenimin çıplak olmasını umursamadan yüzüne baktım. “Gözlerine bak…” dedi
kendi kendine. “Neye ağladın bu kadar?”
Omuz silktim.
Memelerimin sallanmasına neden olmam akıl kârı değildi ancak iş işten geçmişti.
Cevahir’i de bir anlığına oraya bakmaya itmiştim.
Duygularımdan
bahsetmek yerine onu çıplaklığımla oyalamak daha kolaydı. Bedenimi görmesinden
zerre utanç duymuyordum ama ruhumun çıplaklığını görecek olduğunda alarmlar
çalmaya başlıyordu benim için.
“Bir gün seni
tamamen tanıyabilmem, kim olduğunu öğrenebilmem mümkün olacak mı acaba?” derken
sorusu daha çok kendisine gibiydi. Müdahale etmedim, cevapsız bıraktım.
Siyah renkteki
geceliği başımdan geçirdiğinde kollarımı kaldırarak ona yardımcı olmuştum.
“Uyuyabilirsin şimdi,” dedi sakince. Konuşmam için beni zorlamasını, uyumamam
için diretmesini beklerdim fakat yüzümden her ne anladıysa geri adım atmıştı.
“Sen..?” dedim
beklentiyle gözlerine bakarak. Derin bir nefes aldı. Yataktan kalktıktan sonra
üzerindeki tişörtü çıkartıp makyaj yaptığım pufa doğru fırlattı. Altında zaten
eşofmanı vardı, böyle uyuyabilirdi. Ancak -sorsam sıcağı bahane edecekti-
eşofmanı da çıkarıp yatağa çırılçıplak olmaya bir kala girmeyi tercih etmişti.
Kendi tarafına
uzandığında ben de yatakta kayıp başımı yastığıma bırakacaktım. Gerçekten…
Hedefim yastığımdı. Sadece sıcaklığı aklımı çelmiş ve birden kendimi hiçbir dış
etken olmadan çıplak göğsüne yaslı halde bulmuştum.
Şefkate ihtiyacım
vardı.
Bu akşam, şefkatin
ne olduğunu bile bilmediğim zamanlardan çok fazla bahsetmem gerekmişti.
Çocukluğuma, gençliğime içim acımıştı.
Sorgusuz sualsiz
bana sunduğu şefkatin altında eziliyor olduğum adama sığınmaktan kaçabileceğim
bir gece değildi.
Bir kolunu
sırtımın arkasından geçirerek beni göğsünde daha rahat bir konuma getirdi. Çenesinin
baskısını başımın tepesinde hissediyordum.
“Teşekkür ederim,”
diye mırıldandım kuruyan dudaklarımı kıpırdatıp.
“Soru sormuyorum
diye mi?” dediğinde güldüm. Gülerken refleksle yüzümü göğsüne daha sert
bastırmıştım.
“O da var, evet.”
“Başka ne var?”
Karnının üstünde
duran elimin parmaklarını kıpırdattım usulca. Teninde belli belirsiz yollar
çizerken aynısını sırtıma yapıyordu.
“Buradasın,”
dedim yanımı kastederek. Bu sıralar en büyük teşekkürüm bunaydı.
“Yerim burası.”
“Neresi?”
“Senin yanın,”
dedi duraksamadan.
“Senden daha da
çok nefret edeyim diye mi böyle konuşuyorsun?” dedim mayışık bir sesle. Bedenimde
gezinen alkol, burnumdaki kokusu, tenimdeki temaslarıyla birlikte sözcüklerim
süzgeçten geçmeyi bırakmıştı.
“Benden deli gibi
nefret et diye uğraşıyorum.”
“Senden gidemeyecek
kadar çok nefret ediyorum,” dedim kalbim göğsümü delecek gibiyken. Ona, gitmeyeceğime
dair dudaklarımdan dökülen ilk bildiriydi.
Saçlarımın arasında
gezinen dudaklarını gözlerimi yumarak karşıladım.
“Yarın dedene
haber verebiliriz,” diye konuştum birkaç dakika sonra.
“Ne için?” Yüzünü
eğip yüzüme doğru baktı. Ben başımı kaldırmayınca göz göze gelememiştik.
“Kabul edeceğim,”
dedim iç çekerken. “İmza mı gerekiyor, oy mu gerekiyor; her neyse işte. İşinize
yarayabilecekken mızmızlanmayacağım.”
Kaçmak istediğim
her ne varsa rüzgara kapılıyor ve kendimi kaçamamış halde buluyordum. Sürüklenmek
yerine, kendi kararlarımla işin sonunda bir şekilde varacağım yere gitmek daha
az yorucu olacaktı belki de.
Bu karar
değişikliğim ve sonucunda yaşanacak olan asıl değişiklikle birlikte artık
uzaktan uzağa olayları objektif olarak değerlendiren kişi olmaktan
sıyrılacaktım.
Oyunun hakemi
değil, en kritik yerinde dahil olan oyuncusu olacaktım.
Nasıl yaptığımı
bilmesem de Avcıoğlu ailesinin sarsılmış temellerini açığa çıkartmıştım. Şimdi temeller
sağlamlaştırılırken elimi taşın altına koymam gerekecekti.
Adımın yanında
otuz yıla yakın süredir duran soyadı hiçbir zaman benimsememiştim. Annemin
kızlık soyadıydı, kullansam da beni o aileye ait kılmamıştı hiç. Seray olarak
var olmuştum. Kendimi böyle var etmiştim. İki ay öncesine kadar, ömrüm boyunca
da böyle kalacağını düşünüyordum.
Kalmamıştım.
Kollarında uzandığım
adam bana soyadını öyle iyi pazarlamıştı ki artık yeni soyadım benim için bir
yük değildi.
Başımı bu
farkındalıkla birden yukarı kaldırdığımda yüz yüze gelmiş olduk.
Ona belki hep
kızgın kalacaktım, beni içine sürüklediği karmaşanın kızgınlığıydı bu. Ama aynı
zamanda da bana bir şeylere ait hissetme şansı verdiği için teşekkür borçluydum.
Zaman zaman
kızgınlığım zaman zaman da minnetim ağır basıyordu.
Dengesizliğimle beni bırakmadığı müddetçe savaşacak
olan oydu, kendi
düşünsündü.
~~~
Normalden uzun bir süre beklettim sizi, telafi olarak da uzunca bir bölümle
geldim. Bitmek bilmedi biraz ahahsdhsh
Dengeler değişecek dediğimde Cevahir’in holdinge geçişiyle ilgili bir
şeyler olduğunu anlamıştınız çoğunuz ama bunu bir nevi kenara iteceğini ve Vita’dan
gitme niyeti olmadığını düşünmemişsiniz… Alındık Cevo ve ben :d
Beste ile tanıştık, kısacık bir tanışmaydı ama nedir ilk izlenimleriniz
merak ediyorummm. Cevahir’in ateşlendiği bölümde bahsi geçmişti, unutanlar
varsa öyle hatırlatmış olayım.
Seray öyle ya da böyle Fahri Avcıoğlu’nun teklifini kabul etti. Zerrin çok
sevinecek kesin di miii
Son olarak Seray’ın kendisini Cevahir’e ve onunla bağlantısı olan her şeye ait
hissetmeye başlaması diyeyim… Asıl denge değişimi bu gibi sanki :))
Sonraki bölümde görüşmek üzere
Öptüm
Çokkk güzeldii ekmeğine sağlik
YanıtlaSilcok guzel bir bolumduu eline saglik
YanıtlaSilOf of of harika bi bölündü
YanıtlaSil