Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm

 28.BÖLÜM


Kısa -zorunlu- bir aranın ardından yeniden kavuştuk <3

Ben bolca özlemle geldim, sizde de benzer bir hal olduğunu varsayarak çok konuşmadan bölüme alayım hemen…

Yorumlarda bolca buluşmak üzere :)

İyi okumalar!

 

~~~

 

 

Kulağımı dolduran alarm sesiyle uyanmaya yıllardır alışkındım.

Uyandığımda yatakta yalnız olmamaya iki aya yakın süredir alışmaya çalışıyordum.

Geceden sabaha, beni sıcaklığından ve ağırlığından boğacak kadar çok saran bedene ise henüz alışma aşamasına gelememiştim. Sahi biz ne zamandır hiçbir sınır olmadan sarmaş dolaş uyumaya başlamıştık?

Kokunun bağımlısı olduğunu bağır çağır itiraf ettiğinden beri diyen zihnimdeki ses sayesinde, uyku sersemi olsam da yanıtı bulmakta gecikmemiştim.

“Cevahir…” diye mırıldandım yarı açık gözlerle. Üzerimde yüzüstü yatıyor gibi garip bir pozisyondaydı. Yüzü boynumda, bir kolu karnımdan sarkık şekilde yatağın bana ait boşluğundaydı ve bir bacağım da onun esaretindeydi.

Alarmımın onun alarmından çok daha erkene kurulu olmasına, sabahın ilk ışıklarıyla homurdanmaya başlaması gerekiyordu önümüzdeki saniyelerde.

“Uyuyorum,” diyerek beni aydınlattı önce.

Mayıs ayının sadece birkaç günü kalmıştı elimizde. Bir haftaya kalmadan yeni bir ay başlayacaktı. Odanın sıcaklığı da bunla orantılı olarak yüksekti.

Cevahir’in beni ezen gövdesinin çıplaklığını bu şekilde gerekçelendiriyordum. Tişört giydiği günler geride kalmıştı, sırada benim sınavım olan çıplak günler vardı.

“Sabah oldu,” dedim onun açıklamasına benzer bir gereksizlikle.

Onaylar bir ses çıkarttı. Yüzünü boynumda kıpırdatıp daha da derine gömülmek ister gibi hareket ettiğinde iç çektim.

Erkenden uyumuştuk dün. Bu uykuya devam etme sevdası neredendi?

Yatakta öylece duran kolumu kaldırıp elimi kafasına düşürdüm. Saçlarını çeker gibi düzelttiğimde bunun ona masaj gibi hissettirdiğini biliyordum, uyanmamakta direndiğinde ortaya çıkarttığım silahımdı.

Masajdı ona göre ama uykusunu açacak kadar da canını sıkıyordu.

Saçlarını çekiştireceğim diye yumuşak tutamlarına dokunmak benim uykumu getirecek gibi olduğunda diğer elimle de omuzunu dürttüm. “Ya kalksana üstümden, ben gideyim sen yarım saat daha yatacaksın zaten.”

“Bugün izinlisin,” dedi boğuk bir sesle. “Patronun izin veriyor, uyuyalım.”

Güldüm dayanamayıp. Saçını daha yumuşak bir şekilde parmaklarımın arasından geçirdim.

“Nasıl bu kadar uykun olabilir? On iki olmadan uyuduk dün.”

“Sen uyudun,” dedi kendini savunmak için bir anda dinçleşip. Uykusu yeterince açılmıştı, iyiye işaretti.

Boynumdan kalkmadan önce öper gibi ama öpücük sayılmayacak bir baskı hissettirmişti tenimde dudaklarıyla.

Kendi yastığına doğru kaymasını beklerken bir eliyle bedenini hafifçe yükseltip bana üstten üstten baktı. “Kafanı yastığa koyar koymaz uyudun, insan dönüp bi’ bakar kocası da uyuyor mu diye.”

Dudaklarımı büktüm yalancı hüznümle. “Fosur fosur da uyudum bu arada,” dedim alayla. “Ruhum duymadı, neden uyuyamamış Seray Avcıoğlu’nun kocası?”

Duraksadı. Ardından hafif kıstığı bakışlarla eğilip burnunu yanağıma doğru sürttü. “Kimmişsin sen?”

Kısa bir nefes verdim. Kendimi alelade onun soyadıyla anmam yeniydi. O bana durup durup Avcıoğlu diye seslense de ben bunu durup dururken yapacak kadar rahat değildim. Az önceye kadar öyle sanıyordum.

Sessiz kalıp onu cevapsız bıraktığımda üstelemedi. Söylediğime kendimin de afalladığını anlamıştı sanırım.

“Kalk hadi,” dedi sakin bir tavırla. Burnunu yanağıma sürtmek için yaklaştırdığı yüzünü geri çekmeden dudağımın kenarına küçük bir öpücük bıraktı.

Beni durmadan, yılmadan ve ardını arkasını düşünmeden öpüp dururken ona ne yapma diyebiliyor ne de sebepler sorabiliyordum.

Yataktan apar topar kalktığımda banyoya giderken o sırtımla bakışmaktaydı, bense bundan faydalanarak yüzümde saklı tutmaya çabalamadan sorgularımı taşıyordum.

Dakikalar sonra odaya geri döndüğümde Cevahir’i çoğu zaman olduğu gibi gözleri kapalı halde yastığımda uzanırken bulmayı beklemiştim ancak uyumuyordu. Hatta uzanmıyordu. Sırtı başlığa doğru yaslı kalacak şekilde oturuyordu. Elinde telefonu vardı.

Banyodan çıktığımda telefonuna bakmaya devam etmişti, attığım ikinci adımda ise bakışları ekrandan ayrılarak beni buldu.

“Hani uykun vardı?” dedim beni yataktan bir türlü azat etmeyişini kastederken.

“Mesaj gelmiş,” dedi elindeki telefonu kanıtmış gibi bana hafifçe işaret edip.

“Sabah sabah kim gözünü sana mesaj atmak için açmış?” dedim alayla.

Cevap gelmedi.

Giyinme odasına doğru gitmek için attığım adımlardan üçüncüsü yarıda kaldı. Durdum.

Göz ucuyla Cevahir’e baktığımda onu yeniden telefona dönmüş bir şeylerle uğraşırken bulmuştum.

Sorumu duymamış mıydı?

Bir daha sorardım, dilime yapışacak değildi.

“Kimmiş?” dedim sesimde bu kez daha az alay barındırarak.

“Öyle,” dedi sadece.

Teoman, Levent gibi bir cevap beklediğim için ‘öyle’ dediğinde nasıl bir tepki vereceğimi bulamamıştım.

“Öyle,” diye tekrarladım dudaklarımı sessizce kıpırdatıp onu tekrarlarken.

Giyinme odasına dalıp kendimi bana ait olan kısımdaki bir dolabın önünde bulduğumda elimi neye uzattığımı doğru düzgün anlayamamıştım.

Bir süre sonra aynanın karşısında durduğumda üstümde kısa kumaş bir etek ve ince yapıda yer yer transparan detayları olan bir gömlek vardı.

Üstüme önlüğümü geçirdiğimde giydiklerim büyük ölçüde ortadan kayboluyordu ama önlük çıktığında neye benzediğimi ben bilsem yeterdi.

Dalgınlıkla da olsa düzgün bir kombin yapabildiğim için kendimi tebrik ederek ayakkabı konusunda da aynı şansla ilerlemek için başka bir köşeye geçtim. Kapıdan çıktığımda giyeceklerimin tamamı üstümdeydi.

Cevahir’in normal şartlarda uyuyor olacağı dakikalarda yaptığım gibi sessiz adımlar atmak yerine paldır küldür odaya dönmüş ve makyaj masama yerleşmiştim.

“Bugün de holdinge mi geçeceksin?” diye sordum masada elime ilk gelen ürünü alıp açarken.

Çarşamba günündeydik, geçtiğimiz iki günü de Vita’dan uzakta tamamlamıştı.

Pazar akşamı davetten döndüğümüzde bahsettiği gibi ‘Levent ve holdingle dolu’ günler içerisindeydi.

Fahri Avcıoğlu gerçekten ilk iş olarak, büyük oğlunu olabildiğince batık bir hale getirmek için kollarını sıvamıştı. Evden torunlarına bolca direktif verdiğini, Beril onu tutmasa kalkıp holdinge gidecek ısrarlarda bulunduğunu biliyordum.

Cevahir’in cevap vermesini beklerken kirpiklerimi kıvırmış, bir gözüme uygulayacağım rimeli de aradan çıkartmıştım.

Sorum, onu cevap için bu kadar düşünmeye itecek bir soru değildi. Bunun farkındalığıyla omuzumun üstünden yatağa doğru baktım.

Telefon…

Telefona bakmaya devam ediyordu.

Gözlerimi sıkıca kapatmak ve sabır dilenmek istiyordum ancak henüz kurumayan rimelin göz altlarıma bulaşması sinirlerimi daha da bozacaktı.

“Dünyayı kurtarıyorsundur umarım,” dedim kendi kendime kısık bir mırıldanmayla.

“Hım?” gibi bir ses çıkarttı. Yüksek sesle konuşunca duymazlıktan geliyor ancak mırıldanınca antenlerini aktif hale getiriyordu.

“Elinin körü, canım.” dedim şeytani bir sevimlilikle.

Makyajıma dönüp, aynadan kendime odaklandığımda onun üsteleyerek bir şeyler daha soracağını sandıysam da öyle olmadı.

İçimden neye söylendiğimi bile bilmeden söylenmeyi sürdürürken işim bitmiş, ben ayaklanmak üzereyken de Cevahir’in sonunda yataktan kalkası gelebilmişti.

Banyoya adımladığında arkasından ters ters baktıktan sonra onu beklemeden odadan çıktım.

Olağanüstü haller dışında aynı saatte, aynı şekilde hazır edilmiş olan kahvaltı bu sabah da eksiksiz şekilde hazırlanmıştı.

Masaya içinde yeşilliklerin olduğu bir tabağı bırakmakta olan Mira, arkasına döner dönmez beni görmüş oldu. “Günaydın, Seray Hanım.”

“Günaydın,” dedim hafifçe gülümseyerek. Başka bir şey söylemeden salondan çıkacağını düşündüğüm sırada yüzündeki ifadeyi fark ettim. Bir şey söyleyecekti sanki ama tereddütlü duruyordu.

“Her şey yolunda mı?” diye sorarak onu cesaretlendirmeyi denedim.

Bakışları kapıya doğru kaydı. Bu kontrolün sebebini anladığımda nefeslendim. “On dakikadan kısa sürmez gelişi, hazırlanıyor yukarıda.”

Söyleyeceği şey her neydiyse, Cevahir’in duymasını istemiyor olacak ki bir gözü kapıdaydı.

Bana doğru yaklaştı hafifçe. “Sınava iki hafta kaldı,” dediğinde sesindeki titremeden algılayabildiğim tek şey heyecandı.

Gülümsedim. Üniversite sınavına ikinci kez hazırlanıyor olduğunu biliyordum. Annesiyle birlikte burada çalışıyor olsa da, çalışma saatleri ve günleri konusunda sıkıntı yaşamadığını söylüyordu. Vildan Hanım’ın ona ‘evde kalsan da olur’ şeklinde bir yol sunduğunu söylemişti, ona destek olmak isteyen kendisiydi.

“Az kalmış bayağı,” dedim zaman algımı söyledikleriyle birlikte yeniden kazanırken. “Hazır hissediyor musun?”

Başını iki yana salladı hızlıca. “Bildiklerimi de unutuyormuş gibiyim,” dedi sitemle.

“Heyecandan öyle hissediyorsundur, sakin kaldığın kadar başarılı olursun. Önceliğin bu olsun.”

Dudaklarını büktü hafifçe. Dediğimi ne ölçüde uygulayacağını bilmiyordum tabii ki.

“Seray Hanım,” dedi biraz çekingen bir sesle. “Ben bu iki hafta izin istesem…”

Rahatça bir nefes verdim. Dünyayı isteyecek gibi davranmıştı, bir şey oldu zannetmiştim.

“İste tabii ki, Mira. Hatta sınavdan sonra da biraz dinlen. Keyfine bak.”

Gözleri parıldadı hemen. Yirmi yaşında, cıvıl cıvıl bir kızdı. Buradaki rutin işi yerine çok daha keyif alacağı şeylerle vakit geçirmek istemesinden doğal bir şey yoktu.

“Ama…” diyecek oldu. “Annem de yok.”

Duraksadım. Doğruydu. Annesi de yoktu. Hatta bu süresiz bir yokluktu.

Vildan Hanım, Cevahir tarafından Fahri Beylerin yanına transfer edilmişti bir iki gün önce.

O evin içindeki herkeste potansiyel Zerrin işbirlikçiliği gördüğünden köklü bir değişim yapmıştı. Güveniyor olduğu ismi ise dedesi ile özel olarak ilgilenmek üzere oraya yollamıştı.

Biz Mira ile devam ediyorduk, şimdi ona da izin verince geriye kimse kalmıyordu.

Bu süreçte havadan birini bulup yardımcı olarak almak da ne ölçüde mantıklıydı… Tartışılırdı.

“Sorun yok,” dedim Mira’ya hiç düşündüklerimi belli etmeden. Sınavına üç beş gün kala kızı burada kahvaltı hazırlasın diye tutacak halim yoktu. “Sen dediğim gibi iznine çık, sınavın için şimdiden bolca şans diliyorum. Biraz aklım dağınık, o akşam aramayı unutursam diye erkenden söyleyeyim istedim.”

Hevesle gülümsedikten sonra bir anda bana doğru atıldı. Kollarını bedenime sarıp bana dolandığında şaşkınca kalakalmıştım.

“Ay ben sizi çok seviyorum,” diyerek içli içli konuşurken bir yandan da sırtıma sarılı kollarıyla beni sarsıyordu hafiften. “Çok teşekkür ederim.”

“Rica ederim,” diye mırıldanabildim şaşkınlığımın arkasından zar zor. Öylesine değil, gerçekten beni sevdiğini samimiyetle hissettirerek konuştuğu için böyle şaşkınlıkla dolmuştum.

Mira beni serbest bıraktığında ormanda koşturan ceylan gibi seke seke salondan çıkmıştı. Ben de olduğum yerde biraz daha dikilmiş, en sonunda da masaya doğru adımlamıştım.

Cevahir içeri girdi birkaç dakika sonra. Onun gelişiyle birlikte Mira benim kahvemi ve Cevahir’in çayını da getirip tekrar çıkmıştı salondan. Servis yaparken yüzündeki gülümsemeyi hiç soldurmamış olması benim için artık anlamsız değildi ancak Cevahir arkasından garip bir yüz ifadesiyle bakıyordu.

Sırıttım. Açıklama yapmak için hiç acele etmedim. Kendi kendine sürünsündü.

Tabağıma birkaç parça peynir alırken Cevahir de önüne dönmüştü çok geçmeden. Kahvaltılıklardan önce ekmeğe uzanıp boş boş ekmek yemesini artık yadırgamıyordum. Önce midesinin yarısını ekmekle dolduruyordu.

“Mira yarından itibaren izinli,” dedim tabağıma yeşil zeytin düşürüyorken. “Sınavı yaklaşıyor, iki hafta kalmış.”

Bana doğru döndü. “İyi, güzel.” dedi hiç sorgulamadan. Dışarıdan bakan biri masayı ters çevirip ‘bu evde benim sözüm geçiyor, izinleri ben veririm’ diyeceğini düşünebilirdi ancak evle ilgili aldığım hiçbir karara iki ay boyunca tek bir kez bile karışmamıştı.

“Vildan Hanım da yok,” dedim zaten bildiği bir gerçeğin altını çizerek.

“Evet,” dedi rahat bir tavırla çayından içerken. “Ne yapalım o zaman? Neşe’yi geri mi çağırsak?”

Şakasının tatsızlığına boş boş bakmakla yetindim. “Gülmedin?” diyerek sorguladı.

“Komik kısmı kaçırdım.”

“Yatağın tersinden kalktın ya da.”

“Tersinden mi düzünden mi bilmiyorum, bırakmıyorsun ki normal kalkayım.”

Hiç üstüne alınmadı. Kahvaltısına gömüldüğünde ben de mideme birkaç parça besin inebilsin diye önüme döndüm.

Doyduğumu hissettiğim sırada başımı kaldırıp ona baktım tekrar. “Nereye gideceksin bugün?”

“Vita,” dediğinde omuzlarımı kıpırdattım soruyu soran ben değilmişim gibi umursamaz bir tavırla. İki gündür gelmiyor diye arkasından yolunu gözlüyor değildim tabii ki, sadece öğlen yemeklerini ona söylenerek yemeye alışmıştım işte.

Ağzımda güzel bir aroma kalsın diye en son incir reçelinden küçük bir parça almış ve başka bir şeye dokunmayacağımı belli eder şekilde sırtımı sandalyeme yaslamıştım.

Henüz doymamış olan Cevahir’e doğru baktığımda ben ağzımdaki reçeli mideme indirene dek onun iki üç çeşit yiyeceği sindirmesini inceleme fırsatım olmuştu.

Telefonunun kahvaltı boyunca masada durduğunu, cebinde olmadığını kulağıma çarpan bildirim sesiyle fark edebilmiştim. Peş peşe gelen birkaç bildirimle birlikte telefonun ekranı aydınlanmıştı.

Ağzındakileri henüz yutmuş değildi ancak telefonu eline almak için hiç beklememişti. Kaşlarımı hafifçe havalandırarak ekrana odaklanışını izledim.

“Yoğun bir sabah, belli ki.” dedim yarım ağız şekilde. Kendi kendime konuşmuştum. Her zamanki gibi sesim kısık olunca bakışları beni daha hızlı bulmuştu. “Anlamadım,” dedi yüzümü süzerken.

“Anlamazsın,” dedim geçiştirerek. “Öyle kişisi mi yazmış yine?”

Duraksadı. Söylediklerimi tam olarak algıladığında ise gözlerinde yanan kısık parıldamayı görmemem mümkün değildi. Ağzını hayırlı bir şeye açmayacaktı, biliyordum.

“Çok mu merak ettin?” diye sorumu soruyla yanıtladığında gülümsedim ölçülü bir biçimde. “Çok,” dedim mızmız bir çocuk gibi uzata uzata.

Alayımın abartısını gördüğünde alt dudağını nemlendirmek için ağzının içine doğru çekiştirdi. Dikkatimi dağıtmak için stratejik oynuyordu ancak oyunu böyle oynayan tek kişi o değildi.

Sandalyemi geriye doğru iterek ayaklandım. Salondan çıkıp kaçacağımı düşündüğünden emindim çünkü tepesinde durup ona doğru eğildiğimde yüzüne misafir olan şaşkınlık saklayamayacağı kadar yoğundu.

Bir elim masaya dayalıyken yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. Bende kuvvetli bir mıknatıs varmış ve o da bir demir parçasıymış gibi benim gittiğim mesafe kadar kendisi de bana yanaştı. Bir kolunun havalandığını gördüğümde beni kafesleyemeden ondan kaçmak için birkaç saniyem kaldığını anlamıştım.

“Benimle oynarsan,” dedim burnum burnuna değecek kadar yakınında duruyorken. “Yenilirsin Avcıoğlu. Daha önce çok deneyimledin bunu, bir kere daha mı istiyorsun?”

“Güç zehirlenmesi yaşıyorsun,” derken sesi boğuktu. Dudaklarımı sarkıttım. Yüzüne eğik durmayı keserek ondan biraz uzaklaştım. Oturduğu yerin tam yanında, ayaktaydım.

“Sayende,” dedim abartılı bir minnetle doldurduğum sesimle. “Bu huyunu bana bulaştırmasaydın madem.”

Üstümdeki gömleğin derin yakasına bir parmağını kanca gibi geçirip beni yeniden kendisine doğru eğilmek zorunda bırakışı aniydi. Düşmemek için masaya tutunamazdım, geç kalmıştım.

Avucum omuzunu buldu.

Saçlarım iki yanımdan dökülüp ona doğru saçılırken keyfi gayet yerindeydi. “Sana kendime ait bir şey bulaştırabildiysem… Ne mutlu bana.”

Sinirle iç çekip kendimi geri ittim. Direnmedi. Ancak yakamdaki parmağı göğüs oluğumu usulca okşamaktan geri kalmamıştı.

Etki alanından sıyrılıp ondan uzaklaştığımda sandalyeme geri oturmak yerine adımlarımı salonun çıkışına yöneltirken aklımda iki ayrı soru vardı:

Öncelikle… Üzerimdeki etkisi her geçen gün nasıl daha fazla artabiliyordu?

Ve son olarak… Bu mesaj trafiğinin nedeni neydi?

 

 

~

 

 

Çalan telefonumu açıp kulağıma yaslarken bir yandan da odamın kapısını kapatmış ve tenhalaşmış olan katta asansöre doğru adımlamaya başlamıştım.

“Efendim Teo?”

“Açtı abi, al.” Teoman’ın sesini boğuk şekilde duyduktan sonra kulağıma birtakım uğultular doluştu.

“Benim aramalarımı açmayıp Teo’nun aramasını açmanın geçerli bir sebebi varsa dinliyorum, doktor.”

Cevahir’in sesini duyduğum sırada asansörün kapıları da aralanmıştı. “Tamamen keyfi, canım öyle istedi.” dedim asansöre binerken.

Bir şeyler homurdandı. Onu dinlemeye çabalamadım. “Asansördeyim, birkaç dakika beklesen aramana gerek olmayacak. İniyorum işte.”

“Senin birkaç dakika dediğin yarım saati buluyor, zaman kavramın normal değil.”

“Günahımı alıyorsun,” desem de aslında haklıydı. Ona verdiğim sürelerde hep kayma oluyordu.

“Ana girişe gel, otoparkta değilim.” dediğinde kısaca onaylayıp telefonu kapatmıştım. Söylediği gibi arabası hastanenin ana kapısının hemen ilerisindeydi. Sürücü kapısı açıktı fakat ikisi de arabanın dışında duruyorlardı.

Yanlarına varmama bir iki adım kala bana doğru dönük olan Teoman tarafından fark edildim önce, onun bakışları sonucunda da Cevahir bana doğru dönmüştü.

“N’oluyor?” dedim kaşlarım havalanırken. “Ev yerinde durmayıp kaçacak mı? Niye panik halindeyiz?”

“Eve gitmiyoruz,” diyen Cevahir’e sorguyla baktım. “Yemeğe mi gidiyoruz?” dedim evde herhangi bir yardımcı kalmadığından ilk güne böyle bir çözüm bulduğunu düşünerek.

Başını iki yana salladı. Merakım gittikçe artıyordu.

“Holdinge gidiyoruz.”

Duraksadım. “Birlikte mi?” dedim anlamsızca. “Birlikte,” dedi sadece.

Teoman benim sorgumun ve Cevahir’in kısa cevaplarının sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiğinden olacak ki araya girerek kendini kurtardı. “Ben kaçtım o zaman, size başarılar.” İkimizden de herhangi bir tepki almadan hızla kaybolmuştu ortadan.

Cevahir, Teoman’ın kaçma taktiğini farklı da olsa uygulamak isteyip sessiz kalınca omuzumdan düşmekte olan çantamı çekiştirip elime aldım. Arka kapıyı açıp çantamı içeri atarken kafam karışıktı.

Binmem için ön yolcu kapısını aralayıp dibimde dikilmeye başladı. Kendimi koltuğa bırakmadan önce gözlerine baktım. “Sen bugün sabahtan beri bir şeyler karıştırıyorsun, Avcıoğlu. Sabrımı da zorluyorsun ama hadi bakalım…”

Elini destek almam için öne doğru uzatmıştı. Parmaklarımı avucuna bastırarak arabaya bindim. Kapımı yavaşça kapatırken yüzündeki ifade gayet olağan ve sakindi. Kötü bir şey yoktu, bundan emindim. Rahat oluşum ve çok az direnişim de bundan kaynaklanıyordu.

Direksiyona geçtikten sonra araba hastanenin sınırlarından ayrılıp dakikalar içinde anayola çıkmıştı.

Holdingin nerede olduğunu biliyordum, binayı da görmüşlüğüm vardı fakat daha önce içeri girmemiştim. Küçük bir turistik gezi olarak düşünebilirdim bunu.

“Levent mi çağırdı beni?” diye sordum yanağımı koltuğa doğru yaslayıp ona bakarken. “Ben neden geliyorum ki?”

“Küçük bir işim var, eşlik ediyorsun bana. Başlatma Levent’in çağrısından şimdi.”

Güldüm hafifçe. “O zaman en baştan öyle deseydin, işim var seni de peşimde sürüklüyorum diyebilirdin.”

Kısa bir an bakışlarını yüzüme çevirdi, yeniden yola döndüğünde de sessiz kalmıştı.

Günün yorgunluğunun üstüne daha da fazla yorgunluk eklememek için sessizliğine uyum sağlayarak gözlerimi kapattım. Uyumayacaktım ama araba durana dek gözlerimi dinlendirmek gayet cazipti.

Kaslarımın gevşediği, aklımın biraz olsun durulduğu dakikaların ardından araba iyice yavaşlamış ve birkaç manevranın sonunda tamamen durmuştu. Gözlerimi araladığımda arabanın kapalı bir otoparkta olduğunu fark etmiştim.

Sayılı arabanın olduğu kısımdaki bir boşluğa da biz park etmiştik. Çaprazımızda kalan arabanın Levent’e ait olduğunu biliyordum. Vita’da yöneticiler için herhangi bir otopark ayrımı yoktu, kuzenler arasındaki ‘holding mi hastane mi’ ikilemi de sanıyorum ki buna benzer bin türlü ayrıcalıktan kaynaklanıyordu.

Cevahir arabadan indiğinde ben de kapımı açmış ve bacaklarımı dışarı sarkıtmıştım. Açtığım kapının boşluğunda belirip hemen önümde durduğunda başımı hafifçe geriye atarak ona baktım. “Bana neden bu işkenceyi yapıyorsun?” dedim acıyla. “Çok yorgunum.”

Kendisi iş halledecek diye beni kuyruğu gibi yanında gezdirmesi zulümdü.

“Anlarsın birazdan,” dedi yarı düzgün yarı boğuk bir sesle. Ağzının içinde yuvarladığı için neyi kastettiğini anlayamamıştım.

Binerken yaptığımın aksine arabadan inerken tüm ağırlığımı ona yıkmıştım. Ayakta duramayacağıma ikna olup beni arabada bırakırdı belki… Umudumu yitirmemiştim henüz.

“Çantanı alacak mısın?”

“Telefonum elimde, gerek yok çantaya.” dedim omuz silkerken. Elimdeki telefonu da ona uzatmıştım bu sırada. Ayakta durabildiğimden emin olduktan sonra telefonumu almış ve cebine atmıştı.

Park yerinin binayla bağlantısı hemen yakınımızdaydı. Cevahir’in kapının yanındaki küçük ekrana girdiği şifrenin ardından cam kapı kayarak açılmıştı.

Sırtımın alt kısmına avucunu hafifçe bastırarak beni açılan kapıdan geçmem için yönlendirdiğinde adımlamaya başladım. Etrafta henüz inceleyecek pek bir şey yoktu. Parlak fayanslar ve açık renk duvarlar görüyordum sadece.

Birkaç basamaktan ibaret bir merdiveni aştığımızda önümüzde bir asansör belirmişti. Binanın yüksekliğini hesaba katarsak asansör yolculuğumuz pek kısa sürmeyecekti.

Geniş asansörde ben aynaya doğru yaklaşmışken Cevahir’in uzandığı panelde ‘32’ yazılı tuşa bastığını görmüştüm. Çıkılabilecek en yüksek kat ise otuz beşti.

“Sadece otuzdan yukarı mı çıkıyor bu asansör?”

Cevahir asansör hareket etmeye başladığında bana doğru döndü. “Evet, ilk otuz katta durmuyor. Binada dört ayrı konumda asansörler var. Bu, bizim kullandığımız.”

İç çektim. Avcıoğlu ailesini asansör sırasında beklerken hayal etmek, özel asansörü kabul etmekten daha zordu zaten.

Asansörün içindeki süremiz dolmak üzereyken dudaklarım aralandı tekrar. “Nereye gidiyoruz biz şu an? Ben odanda mı bekleyeceğim?”

“Odamı daha sonra görürsün, bizzat ben göstereceğim. Şu an oraya gitmiyoruz.” Sorularıma dünden hazırmış gibi rahat cevap veriyordu. “Toplantı var, çok seversin sen.”

Yüzümü buruşturdum. Hastanedeki toplantılardan kaçamıyorken bir de alakam olmayan holding toplantısına mı katılacaktım? Sırf sinirleneyim diye yapıyordu.

“Toplantıyı sabote edip seni insanlara rezil mi edeyim istiyorsun?”

Omuzlarını oynattı umursamazca. “İçeride rezil olabileceğim kimse olmayacak ama birini bulursan mutlaka dene.”

Şaşkınca baktım. Ben bugünkü hasta yoğunluğunda algımı mı yitirmiştim yoksa Cevahir’in örtülü anlatım gününde miydik?

Asansör sonunda kata gelebildiğinde kapı açılmış, Cevahir benim önden geçmem için bir an durup beklemişti. Topuklarımı giriş yaptığımız yerdekine benzer fakat daha koyu görünen fayansa basıp ses çıkarttığımda arkamda sıcaklığını hissettim.

Bir adım daha atıp ondan kaçmak yerine hangi yöne gideceğimizi belli edene dek yerimde beklemiştim. Göğsü sırtıma belli belirsiz değmiş, gömleklerimizin kumaşından mümkün olduğu kadar teni tenime dokunmuştu.

Artık ‘neden yürümüyoruz’ sorgulamasına başlayacağım kadar zaman geçmişti ki yanağını yanağıma sürterek kulağıma doğru mırıldandı. “Benden kaçmadığın anlarda seni hiç bırakasım gelmiyor.”

“Kaçtığımda da bırakmıyorsun ki,” dedim düz mantık yürütüp.

Nefeslendi. “Evet,” dedi kabullenerek. “Kaçsan da kaçmasan da bırakamıyorum.”

Söyleyecek bir şey bulamamıştım. Sessizliğimin sonunda kolunu sırtıma doğru sarıp beni koridorun sağına yöneltti.

İlerleyip bir odaya girdik. Toplantı var dediği için gözümde canlanan kocaman bir masa ve genişçe bir odaydı fakat girdiğimiz alanda en fazla altı yedi kişinin oturacağı büyüklükte oval bir masa ve birkaç sandalye vardı sadece.

Kapıdan ilk giren bendim, içeride de kimse yoktu. Merakla Cevahir’e doğru döndüm. Bakışlarımdaki sorguyu fark ettiğinden emindim ama hiç açıklama yapmaya çalışıp oyalanmadı. Masanın kapıya yüzü dönük kalacak konumdaki sandalyelerinden birini geriye doğru çekti. “Gel böyle,” dediğinde onun her dediğini saniyesinde uygulayan bir robot olmadığım için bulunduğum yerde bekledim.

Başımı omuzuma doğru eğdim. “Cevahir, ne çeviriyorsun?”

“Nezaket gösterip sandalyeni senin için hazırlıyorum,” dedi yüzüme bakarken. Ofladım. Yanına adımladım hızlıca. “Kimi bekliyoruz toplantıya?”

“Dedemi ve Levent’i.”

Gözlerimi kıstım. Bu üçlünün son zamanlardaki düşünceleri ve hırsa dönüşen acıları beni ürkütüyordu.

“Fahri Bey burada mı? Beril evden çıkmasına izin vermiş olamaz.”

Geriye çektiği sandalyeye yerleşebilmem için beni orantılı bir biçimde ileri taşımıştı. Kendisi de yanımdaki sandalyeye oturup fazlasıyla yakın bir konuma yerleşti.

“Özel bir izin, kısa süreli. Bütün gün burada değildi.”

Şaşırmamıştım. Geçirdiği kalp krizinden ve kalbi kadar tüm benliğini etkileyen olayların ardından Fahri Avcıoğlu’nun evde olması en makul olandı.

“Ne zaman gelecekler?” diye sordum. Ardından asıl sorunun bu olmadığını hatırlayarak ekledim. “Niye gelecekler?”

“Asansörde Levent’e mesaj attım. Birazdan gelirler.”

“Diğer sorumun cevabı..?”

“Diğer sorunun cevabı bende değil.”

Kaşlarım çatıldı. Bedenimi ona doğru çevirecektim ama beni hareketsiz kılacak olan hamlesini yapmakta gecikmemişti. Oturduğumda bir bacağımı diğerinin üstüne atmış olmamdan faydalanarak parmaklarını bacaklarımın arasında kalan dar kısma hafifçe sürttü.

“Birkaç dakika daha sabret,” dedi kısık bir sesle. Dizime yakın yerlerde, kısa eteğimin açıkta bıraktığı çıplak tenimde gezinen parmaklarının bir çeşit uyuşturucu salgıladığını düşünmeye başlamak üzereydim.

Gerilen omuzlarımı gevşetip sırtımı sandalyenin arkasına yasladım. Kollarımı da tıpkı bacaklarım gibi çaprazladım, Bahsettiği birkaç dakikanın dolmasını beklerken eli bacaklarımdan uzaklaşmamış, hareketleri ara ara kesilse de beni hiç bırakmamıştı.

Odanın kapısı aralandığında aradan tam olarak kaç dakika geçtiğini bilmiyordum ancak bir bu kadar daha zaman geçse dahi ağzımı açıp mızmızlanma ihtimalim düşüktü. Bir bebeği yatıştırır gibi küçük dokunuşlarla köşelerimi törpülemiş, merakımı ve sabırsızlığımı geriye itmişti.

İçeri ilk giren Levent oldu. O geldi diye yerimden fırlayacak değildim ancak arkasından adımlayan Fahri Bey’i görünce istemsizce küçük bir gülümseme dudaklarımda can bulmuştu ve kollarımı çözerek sandalyemi geriye itmiştim.

En son kendisini iki gün önce, hastaneye kontrol için geldiğinde görmüştüm. Kollarıma yığıldığı an sanki hiç yaşanmamış gibi toparlanmış, dışarıdan hiçbir şey belli etmez bir hale bürünmüştü.

“Çok beklettik mi?” diyen Fahri Bey’di.

Aynı soruyu Levent sorsaydı muhtemelen cevabım bambaşka olurdu ancak soran kişi değişince cevabım da değişmişti. “Hayır, yeni geldik. Nasılsınız?”

“Şükür, doktorluk bir derdim yok şimdilik.” Fiziksel olarak iyi olduğuna şükrediyor ancak geride kalan yıkım için aynı şeyleri söylemekte zorlanıyordu.

“Sevindim,” dedim karşımda kalan sandalyeye oturmasını beklerken. O yerleştiğinde biz Cevahir’le aynı yerlerimizdeydik, Levent de dedesinin yanındaydı.

Fahri Bey, Cevahir’e çevirdi bakışlarını. “Girizgâhını yaptın mı?”

Anlamayarak bir ona bir Cevahir’e baktım.

“Hiçbir şey yapmadım.”

“Bravo o zaman,” dedi Fahri Bey iğneleyici bir tavırla. “Sebep?”

“Sen konuşursan daha iyi olur diye düşündüm.”

Asla ama asla anlamadığım diyalogları bitsin diye beklerken tenis maçı izler hale gelmiştim. Levent’e de göz ucuyla baktığımda onu gayet sakin görmüştüm. Tek durumdan habersiz olan bendim belli ki.

“Öyle mi?” dedi Fahri Bey tek kaşı havada. “Ben konuşayım o halde, terk edin odayı. Yalnız bırakın bizi.”

Biz kimdik?

Ben mi çıkıyordum?

Salağa yatıp çıkacak olan kişi olduğumu düşünerek kalkıp gitmek daha az riskliydi fakat yapamıyordum.

“Dede,” diyerek itiraz edecek olan Cevahir’i Fahri Bey susturdu. “Çık dediysem, çık. Otoriten bana sökmez, deneme.”

Cevahir’in istediğini yapamaması normal şartlarda keyif vericiydi ancak şu an beni bırakıp odadan çıkmasını çok da istemiyordum.

Bana doğru döndü. Bakışlarında herhangi bir tereddüt yoktu. Fahri Bey benimle her ne konuşacaksa, konu korkunç değildi; bundan şüphelenmiyordum.

“Dışarıdayım,” dedi sadece. Bu, banaydı. Başımı azıcık salladım. Afallamış bir haldeydim. Fahri Bey benimle ne konuşacaktı ve bu konuşma için yer seçimi neden holdingdi, tahmin yürütemiyordum.

Biraz düşünsem belki bulabilirim sanarak kendimi yordukça yormuş ancak Cevahir ve Levent odayı terk edene kadarki sürede hiçbir sonuca ulaşamamıştım.

Kapı kapandığında tam karşımda oturuyor olan Fahri Bey ile baş başaydık artık.

“Endişelenecek bir şey yok,” dedi benim halimi anlayarak. “Kötü bir şey söyleyecek olsam, böyle bir ihtimal varken o katır inatlı kocanı şu kapıdan çıkarmak mümkün olur muydu?”

Kısa bir nefes aldım. Haklıydı. Mümkün olmazdı.

“Konumuz ne o halde?” dedim merakıma yenik düşerek.

“Konumuz…” dedikten sonra birkaç saniye duraksadı. “Konumuz senin yeni statün, Seray.”

Gözlerimi kıstım. “Anlayamadım?” dedim kaba olmamaya çalışıp. Çabalamasam ağzımdan direkt olarak ‘ne?’ sorusu dökülürdü muhtemelen.

“Fulya konusunu, Cevahir’in neden buradaki en önemli işleri batırır hale geldiğini ve Vita’ya geçtiğini öğrendim artık; biliyorsun.”

“Biliyorum,” dedim başımı sallayarak. Ayrıntıları ne zaman öğrendiğini bilmiyordum gerçi ama en önemli kısmı öğrendiği sırada yanı başındaydım.

“Cavit,” dedikten sonra bu ismi anmak ona ağır gelmiş gibi yüzü gölgelenmişti. “Burayla bağı elimden geldiği kadarıyla kesik artık, ondan öylece alamayacağım paylar var elbette ama bırakmak zorunda oldukları da hayli fazla.”

Konuşmadım, onu bölmek yerine dikkatle dinliyordum. Konunun bana nerede bağlanacağını merakla bekliyordum.

“Hastane, holding ayrımına da iki ayrı koldan yönetime de gerek olmadığına kanaat getirdim. Cevahir de Levent de ortak şekilde idare edecekler her şeyi. Ecevit’in biraz dinlenmeye ve olanları sindirmeye ihtiyacı var, belki Cevahir söylemiştir sana.”

Söylemişti fakat benim bu duyduklarım içerisinde son takıldığım nokta bile Ecevit Bey konusu değildi.

Cevahir holdinge dönüyordu.

Hayatıma dahil oluş sebebi ortadan kaybolacaktı.

Ensemden sırtıma doğru inen ürpertinin kaynağını uzun uzun aramama gerek yoktu, çok iyi biliyordum. Bilmezlikten gelerek kaçmaya çalıştım.

“Anladım,” diyebildim sadece. Ne anlamıştım peki? “Bunları bana neden siz anlatıyorsunuz?” dedim kısık bir sesle. Sorumu sorarken sesimi zar zor bulmuştum, aklım karışıktı.

“Bir iki ay öncesine kadar işten güçten başka bir gündemi olmayan torunumu, ona daha çok iş ve güç verecek bu teklifime rağmen bana şartlar sunarken duydum çünkü.”

Bir elimi masaya doğru bıraktım. Sol elimdi. Yüzük parmağımdaki, artık gözümün aşina olduğu zarif taş parıldıyordu.

“Nasıl şartlar?”

“Buradaki iş yüküyle birlikte, asıl odağını Vita olarak seçmesine olanak sağlayan şartlar… Holdinge dönse de sık sık Vita’da olacağını belirten şartlar...”

Dudaklarımı birbirine bastırdım sertçe.

“Benim için bu seçimi duymak kâfiydi. Cevahir’i işinin önüne ailesini koyarken gördüm, bir sonraki kalp krizimde gelinim ilk müdahaleyi yapacak kadar yakında olmaz da ölüp gidersem gözüm açık kalmayacak yani.”

Şakaya vurduğu, alaya aldığı konunun her bir kısmı başka bir trajediydi. Kendi ölümünü anıyordu, her zerresiyle gerçek sandığı evliliğimizden gözleri parıldayarak bahsediyordu, beni Cevahir’in ailesi belliyordu.

“Fahri Bey-…” diyecek oldum. Elini kaldırdı hafifçe. “Bırak beyi meyi, dede demeye başla artık.”

Durdum öylece.

Dokunduğum için, pek de sağlam olmayan temelleri yüzünden, parça parça yıkılan ailenin enkazı altında kalırım sanıyorken yıkılmaya direnen parçalar arasından sürekli bana eller uzanıp duruyordu.

Karşımdaki adama nasıl baktım bilmiyorum ama az önceki tavrı yerini daha sıcak bir ifadeye bıraktı.

“Bu arada…” diye başladı konuşmaya muzip bir tavırla. “Hayırlı olsun demeyi unutturuyordun bana az kalsın, içli içli baktın kafam karıştı.”

“Hayırlı mı olsun?” dedim şaşkınca. “Cevahir’e mi?”

Dolu dolu güldü. Yanlış anlamıştım belli ki.

“Onun öyle ya da böyle yeri belliydi zaten, hayırlı olan değil olması gereken oldu. Ben sana diyorum ‘hayırlı olsun’u.”

“Niçin?”

Cevap geldikten sonra donakalışım, tepki vermeyişim sanıyorum ki Fahri Bey’i endişelendirecek kadar uzun sürmüştü ki ayaklanıp kapıya gitmesi ve dışarıdakilere seslenmesi gerekmişti.

İçeriye Cevahir ve Levent girdiğinde ben hâlâ gözlerimi kırpıştırarak önüme bakıyor, sessizce bekliyordum.

“Seray?” diyerek direkt bana yönelen ve yanımdaki sandalyeye oturup beni kendisine çeviren Cevahir’in sesine Levent’in sesi karıştı.

“Karın hata vermiş kardeşim, geçmiş olsun.”

Fahri Bey’in onun kafasına vurduğunu, susması için şiddete başvurduğunu algılamıştım.

“Ben…” diyerek Fahri Bey’e döndüm aceleyle. “Kabul edemem böyle bir şeyi.”

Fahri Bey’in de bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığını gördüm fakat Cevahir ondan hızlı davrandı. “Biz biraz konuşalım,” dedi bastıra bastıra. “Baş başa.”

Elimi kavrayarak beni ayaklanmam için teşvik ettiğinde üst üste duyduklarım yüzünden allak bullak olmuş ifademle birlikte sandalyeden doğruldum.

Cevahir elimi bıraksa kaybolacakmışım gibi sıkıca tutmayı hiç kesmeden odadan dışarı çıkmak için hareketlendi. Onun peşinden adımlarken aynı anda bin ayrı detayla boğuşuyordum.

Nereye gittiğimizi sorgulamamıştım. Birkaç dakika içinde bir üst kattaydık. İçeri girmem için kapıyı açtığı odanın ona ait olduğunu da kapının kenarındaki isimlikten anlamıştım.

Aynı anda çalışma odası, küçük bir oturma odası ve gerektiğinde de toplantı odası olabilecekmiş gibi dekore edilmiş geniş odanın tam ortasındaydım. Kapı kapanır kapanmaz Cevahir’e doğru dönmüş, o yanıma adımlayamadan ağzımı açmıştım.

“Aklımı kaçıracağım ben artık!” dedim sitemle. “Aile içi ilişkilerinizden uzakta kalma seçeneğim yok mu? Bir adım öteye gitmek istediğim anda beni neden merkeze çekiyorsunuz siz?”

“Biz?” dedi rahat bir tavırla.

“Sen, annen, Levent, deden… Yani şurada kızamayacağım tek kişi annen zaten, bir onun hatırı hâlâ taze.”

Ufak(!) çaplı bir öfke krizinin ortasındaydım.

‘Yönetim kuruluna dahil olman için yeterli oranda pay aktaracağız senin adına, Cavit’in sözüyle iş yapmayacağından emin olduğum hissedarlara ihtiyacım var. Üstelik bunlar olmasaydı dahi orada hakkın var, bir Avcıoğlu’sun artık.’

Fahri Bey’in beni bir süreliğine şoka sokan ve konuşma yetimi elimden alan cümleleri henüz aklımdan silinmemişti.

“Bilseydim anneme söyletirdim o zaman, dedem doğru tercih olmamış.”

Elimi savurup göğsüne çarptım. “Ciddileşecek misin?”

Cevahir Avcıoğlu’ndan böyle bir isteği olan tek kişi bendim. Kendisi konu beni aşar aşmaz gereğinden fazla ciddi oluyordu fakat benim ihtiyacım varken muzip bir adamdı.

“Niye ciddileşeyim? Asıl sen sakinleşecek misin biraz Seray?”

Aramızda bir adım mesafe vardı. O bir adımı da aşıp öne doğru geldi biraz daha. Bana tepeden bakıyor olmasını sevmiyordum, kıvranıp boynumu geriye atarken burnumu çenesine çarpmıştım.

Eli sırtıma uzanıp, sırtımın ortasından uzunca bir yol buldu kendisine. Parmakları omurgamda gezinirken beni pili azalan bir oyuncak gibi yavaşlatmıştı.

“Holdingi senin üzerine devretmiyoruz, sadece pay sahibi olacaksın. Gerektiğinde bir iki imza vereceksin, kurul toplantılarında oy kullanacaksın. Bu kadar.”

“Cevahir,” dedim omuzlarımı düşürerek. Derdimi anlamıyordu. Nasıl anlayamıyordu? “Deden beni buna uygun görüyor çünkü bizi gerçek sanıyor, ben artık bu yalanın altında eziliyorum.”

Önce Nilgün teyze konusunda yaşamıştım bunu, şimdi de Fahri Bey aynısını yaşatıyordu.

Sırtımdaki eli duraksadı. Temasını kesmedi ama hareket ettirmiyordu artık elini.

İç çektim. Yorgunlukla, hissettiklerimin karmaşasıyla birlikte dolu dolu bir iç çekiş olmuştu.

“Ne yapayım?” dedi kahve irisleri gözlerime tutunmuşken. “Hayatına nasıl zorla girdiğimi mi anlatayım?”

Anlat desem bunu hemen yapacakmış gibi bakıyordu.

“Karşı çık mesela,” dedim bunu akıl edemiyormuş gibi davranmasına karşı. “Ben böyle bir şey istemiyorum de, Seray bu kadar işlerin içine girmesin de.”

“Yalan mı söyleyeceğim?” diye sordu bu kez.

Göğsüm sertçe şişip söndü. Söylediklerimi söylemek istediğim şekilde değil, kendi istediği şekilde algılıyordu. Bunun bir sonu yoktu, ben konuştukça o tersinden anlamaya devam edecekti.

Geriye adımlayacağımı öngörememişti. Temasından kaçarken aceleci değildim fakat o dalgındı.

Odanın ortasında durmayı bırakarak koyu kahve yumuşak deri kumaşlı koltukların olduğu kısma adımladım. Çıplak bacaklarla deriye oturmaktan hoşlanmıyordum. Kendimi pat diye yere bırakışım biraz bundan, biraz da kafayı yemenin eşiğinde olmamdandı.

“Seray?” dediğini işittim. Afallamışlığının nedeni yere çöküşüm müydü?

Ses çıkartmadan sırtım koltuğa denk gelecek şekilde yerde oturmaya devam ettim. Bacaklarımı dümdüz ileriye uzatmış, buruşan eteğimi ve gömleğimi zerre umursamayan bir haldeydim.

“Yok olsam keşke,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturup.

“Saçma sapan konuşma artık,” derken büyük adımlarla yürümüş ve tepemde dikilmişti.

Ayaktayken üstten üstten bakan adamı bir de yere çöküp iyice deveye çevirmiştim.

“Buraya geri dönecekmişsin,” dedim bir anda. Hisseler, paylar derken Fahri Bey’in başta bahsettiği kısmı unutmuşum gibi olmuştu ama aklımın birazı da oradaydı halen.

“Dedem böyle mi anlattı?” diye sordu kaşları havalanarak. Ona bakmaya çalışırken boyun fıtığı olmayayım diye dizini dürttüm. “Biraz eğil.”

Tek dizini yere yaslayıp yanımda iki büklüm hale gelince amacıma ulaşmıştım.

“Holdinge dönüyorsun,” dedikten sonra biraz duraksadım. “Bu artık seni dilediğim zaman boşayabilirim demek mi?” dedim gözlerimi kırpıştırırken.

“Bu,” dediği sırada başını biraz eğip bana yaklaştı. “Benden kurtulma ihtimalin tarihe karıştı demek.”

Farklı yorumluyorduk.

Rahatsız edici olan kısımsa, içten içe onun yorumunun gerçek olmasına ihtiyaç duyuyor oluşumdu.

Fahri Bey’in söylediklerini tam olarak dile getirmemiştim. Vita’da olacağından, holdinge tamamen dönme şansı olmasına rağmen orayı bırakmayacağımdan haberim yokmuş gibi konuşuyordum.

“Biz, sen buraya dönebil diye evlenmedik mi?” dedim sırtımı koltuğun alt kısmına daha sert bastırırken.

“O günden bugüne her şey aynı mı?” diye sordu bakışları dikkatle bakışlarıma saplanmışken. “Değişen hiçbir şey yok, öyle mi?”

Dudaklarım birbirine yapışmış gibi sessiz kaldım.

Dizini yerden ayırıp ayaklandığında beni burada bırakıp gidecekmiş ve bu gidiş bambaşka yansımalarla büyüyecekmiş gibi kalbim hızlanmıştı. Anlık yoğunlaşan stresimin dışavurumu dudaklarımdan fırlayan soruydu. “Nereye?”

“Oturacağım koltuğa,” dediğinde başımı salladım usulca. “İyi,” diyerek onaylamıştım bir yandan da.

Cevahir bu tepkilerimi neye yormuştu bilmiyordum ancak o an bunun peşine düşmemeyi seçtim. Uzaktaki koltuklara gitmeden, sırtımı yaslamış olduğum iki kişilik koltuğa yerleşti. Benim yaslanmıyor olduğum kısımdaydı, bacağının dibinde oturuyor gibi olmuştum böylece.

Başımı çevirip ona bakmak yerine kendi ellerime odaklandım. Kucağımda duran ellerimi, parmaklarımı daha önce görmemiş gibi izledim.

Bakışlarım en çok sol elimin yüzük parmağında oyalandı. Anlamını bulamayacağım kadar garip bir sebeple, parmağıma ilk takıldığı andan beri bu yüzükle hiç derdim olmamıştı.

“Vita’dan gitmiyorum,” dedi birden bire. Aradan birkaç dakika geçmişken birden konuşmaya başlamasıyla duraksamıştım. “Sık sık orada olmaya devam edeceğim.”

Fahri Bey’den bunu zaten duymuştum. “Biliyorum,” diye mırıldandım sessizce.

Cevahir’in yerinde hareketlendiğini, yüzümü görebilmek için başını çevirdiğini hissettim ama ona herhangi bir kolaylık sağlamadım.

“Biliyorsun..?” dedi sorar gibi. Az önce bilmezlikten gelmişken şimdi dürüsttüm. Kafasını karıştırmıştım.

“Deden söyledi.”

Elini uzatıp çenemi tutmuş, tuttuğu gibi de başımı kendisine doğru çevirmişti. Koltukta oturuyor olan bedenine dönen bakışlarım yavaşça yüzüne tırmandı.

Çenemi sıkı ama can yakmaz bir sertlikle tutuyordu. Bu, beni son haftalarda hayatında tutuş şekliyle aynıydı. Beni yanında tutarken artık canımı yakmaya oynamıyordu fakat hiçbir koşulda bırakmayacağını da açıkça belli ediyordu.

“Bunu bilmene rağmen ne diye karşımda ‘holdinge döndüysen boşanacak mıyız’ diye saçmalıyorsun peki? Sence Vita’da can sıkıntısından mı kalasım var?”

Omuzlarımı kıpırdattım. Cevap vermeyeceğim demekti bu.

“Kalksana sen bi’ oradan.” dediğinde hareketlenmedim hiç. Gövdemin iki yanından sıkıca kavradığında beni havalandıracağını anlayarak panikledim. “Dur!” dedim direkt.

Durdu. “Kendi isteğinle mi kalkacaksın?”

“Yok,” dedim açık açık. Bu, zeminden ayrılıp havalanmama sebep olmuştu.

Kendimi koltukta bulmak yerine, bacakları minderimmiş gibi kucağında oturur hale geldiğimde ofladım.

Bayağı rahatsızdım. Belli olmuyordur diye ofluyordum.

Kaçamayacağımı bilerek -belki de buna kendimi inandırmak isteyerek- kendimi öne doğru bıraktım. Göğsüm göğsüne çarptığında yapboz parçaları gibi bedenlerimizin birbirine uyum sağlamasına şaşırma evresini çoktan geride bırakmıştım.

“Bıkmayacağım,” dedi yüzü saçlarıma karışırken. “Sen ezberleyene kadar, ezberin silinmeyecek hale gelene kadar bekleyeceğim.”

“Neyi ezberleyeceğim?” diye mırıldandım. Bana bakmasın diye omuzuna kapanmıştım.

“Senden uzaklaşmak gibi bir planım olmadığını, senin de gitmene izin vermeyeceğimi…”

 

 

~

 

 

- 10 gün sonra

 

 

“Nöbetin var mı senin?”

“Yok hocam,” derken Alper’in sesindeki hevesi hissetmemem mümkün değildi. Bıyık altından gülsem de bir şey belli etmedim.

“Çık o zaman artık, benim işim kalmadı seninle.”

Derin bir nefes aldı. “Gerçekten mi?” diye sorarken her an ona iş yükleyecekmişim gibi tereddütlüydü. “Gerçekten, Alper. Güle güle, hadi. Sorumluna benden izinli olduğunu söyle.”

Son birkaç saattir peşimde dolandırıyordum kendisini. Dün geceden nöbetçiyken bir de bugünün yarısını benimle koşturarak geçirmişti.

Poliklinik günüm değildi. Sabah üst üste iki operasyona girmiş, öğleden sonra da serviste işlerimi halletmiştim. Şimdi Alper’i azat ediyordum, birazdan da kendime aynısını yapacaktım.

“Hocam inanılmaz, harika, eşsiz bir insansınız; elinizi öpmek isterdim ama alnıma koysam ayıp olur, koymasam da saygıdeğer eşiniz beni vurdurur gibi hissediyorum. İyi akşamlar, güle güle.”

Koridorda ben fikrimi değiştirmeden gözden kaybolan Alper’in arkasından bir süre güldükten sonra ellerimi önlüğümün ceplerine koyup ben de yavaşça adımlamaya başladım.

Önlüğü bırakmam ve çantamı almam gerekiyordu. Odama uğramadan çıkamayacaktım.

Asansörden indiğimde tek tük hasta kalan katta sessizlik hakimdi. Odama doğru ilerledikçe de bu sessizliğin süreceğini sanmıştım ancak Ceylin’in başında birileri vardı ve sesler artmıştı.

“Volkan hoca ameliyatta, şu an bu konuda ulaşabilmem mümkün değil kendisine. Dilerseniz yarın gelin.”

“Sürekli gelip gidemem ki,” diyen kadının sesi yorgundu. “Randevum vardı, ne olacak yani şimdi?”

“Operasyonlar nedeniyle böyle aksaklıklar olabiliyor maalesef, siz ne zaman uygun olacaksanız o tarihe bir randevu daha oluşturalım.”

Ceylin’in yardımcı olmaya çalışırken elinden geleni yaptığını fark edince daha fazla oyalanmadım.

“Ben yardımcı olabilir miyim?” diye sordum masanın başında durup. “Rutin hastası mısınız Volkan hocanın? İlk kez mi geliyorsunuz?”

Ceylin beni görünce rahatlamıştı. Ona göz kırpıp başımı yanımdaki kadına doğru çevirdim. Yüzüne baktığımda ölçülü bir şekilde gülümseyecek, Volkan ile aynı uzmanlığa sahip olduğumu söyleyecektim fakat yüzünü gördüğümde planlarım sekteye uğramıştı.

Tanıdık, fakat uzun bir süredir hiç görmediğim için kim olduğunu çıkarmamın uzun sürdüğü yüzü süzerken o da benden farklı değildi.

Beste?” diye mırıldandığımda onun da sesimi duyduğu anda dudakları adımla aralanmıştı. “Seray?”

 

- 15 yıl önce, 2 Eylül

 

“Cam kenarındaki ranzanın üst katı sana ait Seraycım, dolabın da kapısı açık olan dolap. Yerleşmene, arkadaşlarınla tanışmana bak sen. Odamın yerini öğrendin, bir sorun olursa uğra lütfen.”

Seray, sapını tutmayı bırakmadığı valizi eşliğinde odanın girişinde kalakalmıştı bir an. Yurdun sorumlusu sanki hiç yanından gitmeyecekmiş gibi sıcak bir tutumla karşılayınca şimdi kendisini garip hissetmişti.

“Selam!” diye konuşan kıvırcık saçlı bir kızdı. Seray kısık bir sesle, kızın enerjisinin aksine daha durgun şekilde cevap vermişti. “Selam.”

Kıvırcık saçlının ilk tepkisi hafifçe göz devirmek oldu. “Bir tane daha buzdolabımız oldu, Hande. Cam kenarına çok yaklaşmayalım bu yıl.”

Seray, kızın yanındaki arkadaşına kendisi hakkında söyleniyor olmasına herhangi bir alınganlık ya da tepki göstermeden valizini dolapların önüne doğru çekiştirdi. Eşyalarını yerleştirmeden önce biraz yatağında oturmak ve nerede olduğunu sindirmek istiyordu.

Evden uzaktaydı.

Evden gitmek zordu, hatta yuva gibi hissettirmeyen bir evden gitmek bile zordu.

İçeriyi inceleyerek sorumlunun bahsettiği ranzaya yaklaşmıştı. Üst katı kendisine ait olan, ona dört yıl boyunca yatak olacak olan yere bakındı. Başını kaldırıp yukarı bakmadan önce bakışları ranzanın alt katına takılmıştı.

Kolları göğsünde birleşmiş halde, dümdüz bakışlarla yukarı bakıyor olan biri vardı yatakta. Odaya yeni birinin gelmesi belli ki umurunda olmamıştı. Değil selam vermek, gelene bakmaya bile gerek duymamıştı.

Seray bunu sorgulamadı. Zira kendisi de aynı kumaştan kesilmişti.

Ranzanın ucundaki birkaç basamaklık merdiveni tırmanıp kendisini yatağına bıraktığında tıpkı alt katında uzanıyor olan beden gibi bakışlarını yukarıya dikti.

Kıvırcığın söylediği gibi, cam kenarındaki ranza ‘iki buzdolabını’ ağırlıyordu. Dört yıl boyunca da ağırlamaya devam edecekti.

Birbirleriyle azami oranda konuşan, yabancılarla hiç konuşmayan, gerekmedikçe odadan çıkmayan ikili gerek okulda gerek yurtta çokça dedikoduya malzeme olacaktı. Liseli iki genç kız için bu denli soğuk ve sessiz olmaları yaşıtları tarafından pek sevgi dolu karşılanmayacaktı.

Bu hoş karşılanmamanın zorbalığa dönmesine tek engel de iki kişi oluşlarıydı. Birbirleriyle bu konuda hiçbir anlaşmaları olmamasına rağmen hep bir aradalardı, ikisinden birden ters bir tepki almaktan çekinenler de doğal olarak onlara yanaşamıyorlardı.

Seray ve Beste’nin birbirlerini ilk gördükleri gün, Seray’ın yurda geldiği gündü. Son gün ise on ikinci sınıfın karne günü olmuştu.

Arkadaşlık ne demek bilmeyen, sevilmeyi tadamama lanetiyle sarılı iki kızın aslında birbirine olan ihtiyacı liseden sonra da çok kez doğmuştu. İkisinden biri adım atmayı bilse, diğeri o adımı geri çevirmezdi. Fakat onlara adım attıklarında bunun işe yaramayacağı öğretilmişti.

Yalnız büyüyen, kendi kendini büyüten çocuklar adım atmayı da yürümelerine yetecek kadar öğrenirlerdi. Bir başkasına koşmak, ona adımlamak huyları değildi.

 

 

Ceylin’in bakışları altında konuşmaya devam etmek, konuştuklarımı kişisel verilerimin korunmasını umursamadan etrafta dağıtmakla biraz benzerdi. Bu nedenle karşımdaki kadının yıllar sonra karşıma çıkan biri oluşunu o an geriye itmem gerekti.

“Odama geçelim,” dedim başımla ileriyi işaret ettim. Beste’nin bana ‘ne münasebet’ deme ihtimali vardı. Kafasına estiğinde kaçan, konuşmak istemezse ağzını bıçak açmayan biriydi. Bu huylarının değiştiğini zannetmiyordum. Zira ben lisede olduğum kişiden öyle çok uzağa gidememiştim.

Başını hafifçe salladı. Şaşkındı, her halinden belliydi.

Magazinden uzak olduğu kesindi. Evlendiğimden de, bu hastanede çalıştığımdan da kolayca haberi olabilecekken o benden de şaşkın bir hale bürünmüştü.

Yan yana odama kadar adımladım. Kapıyı araladığımda önden onun geçmesi için izin vermiştim. İçeriye girmeden önce kapımın kenarında asılı isimliğe baktığını görmüştüm.

Cevahir’in yarınlar yokmuş gibi evlendiğimiz günün ertesi değiştirttiği isimlik yerli yerindeydi. Op. Dr. Seray Şimşek Avcıoğlu…

İçeriye girdiğimizde, kapıyı kapattığım anda Beste bana dönmüştü hemen. Açık kumral dalgalı saçlarıyla ve saçlarına eşlik eden bal rengi gözleriyle karşımda fazlasıyla güzel bir kadın duruyordu.

“Nedir şikâyetiniz?” dedim biraz rollenip. Başımı omuzuma doğru eğmiştim.

Beklemediğim anda, hayatımın bambaşka bir kesitindeki insanla karşılaşmak ayarlarımı bozmuştu.

Beste şaşkın şaşkın beni süzmeyi bu sorumla birlikte kesti. Burnunu kırıştırdı, bunu keyfi yerindeyse yapardı. Hatırımdaydı.

Şaşkınlık buzuna ilk darbeyi vurabildiğim için rahatlayarak omuzlarımı gevşettim. Dudaklarımın iki yana kıvrılmasına engel olmadım.

“Nasıl bir tesadüf bu?” diye sorduğunda cevabım hazırdı. “Bayağı hoş bir tesadüf.”

Bir anda sıcacık bir sohbete girişecek bir ikili değildik. İki koca kadın olmuştuk ama aşamadığımız sorunlar olduğu belliydi.

Böyle alık alık bakışmak yerine durumu normalleştirmek adına hastaneye geliş sebebine odaklandım.

“Rutin bir kontrol müydü? Neyin var?”

Başını sallayarak onayladığında elimle arkasında kalan muayene yatağımı işaret ettim. “Geç bakalım, benden değil Volkan’dan randevu almanı da sonra konuşuruz artık.” derken alaycıydım.

“Kimden ne aldığıma bakmadım ki,” dedi omuz silkerken.

Bir şey söylemedim. Zaten bugün için benden randevu alabilmesi imkânsızdı.

Normal bir doktor-hasta iletişimiyle süren muayenesinin ardından ortada herhangi bir sorun olmadığından bu kısım hızlıca sonlanmıştı.

Sırada ne vardı?

Oturup bir kahve içebilirdik mesela. On yıldan fazla süredir görüşmüyorduk gerçi, kaç fincan kahve aradaki zamanı telafi edip konuşmamıza yeterdi?

“Ben daha fazla meşgul etmeyeyim seni, çıkış saatin geldi mi bilmiyorum ama.”

Beste masamın önündeki sandalyelerden birinde oturuyorken konuşmuş, kalkacak gibi hareketlenmişti. “Meşgul etmiyorsun,” dedim direkt. “Yani mantıken meşgul ediyorsun tabii ama etmende bir sakınca yok.”

Ne saçmalıyordum?

Beste gülecek gibi oldu. Dudaklarını birbirine bastırıp buna engel olmuştu fakat görmüştüm.

“Hatırladığım gibisin, değişmemişsin.”

“Sen de,” dedim karşılık olarak. “Değişmemişsin.”

Gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Bedeni bana doğru dönüktü, bakışları yüzümdeydi. “İddiayı ben kazandım o halde.”

Duraksadım. Neyden bahsettiğini anlamak için birkaç saniyeden fazlasına ihtiyacım olmuştu. O saniyelerin sonunda, Beste tekrar konuşmadan durumu anlayabilmiştim.

‘Büyüyünce böyle hissetmeyeceğiz, değişeceğiz’ derdim ona. Kötü bir şeyler olduğunda, işler yolunda gitmediğinde kaçtığım bir sığınaktı bu. Beste ise beni boş bakışlarla izler; ‘hiçbir şey değişmeyecek, diğerlerinin yaşadıkları ergenlikten ama biz böyle var olmuşuz ve böyle kalacağız’ diye karşı çıkardı.

Lisenin son yılında, bir daha karşılaşıp karşılaşmayacağımızdan habersiz olsak da bu durum bir iddiaya dönüşmüştü.

“Sen kazandın,” dedim direnmeden.

Omuzlarını oynattı. “Ne kazandım peki?”

“Ne için iddiaya girdiğimizi hatırlıyor musun?”

Başını iki yana salladı. “Bir daha görüşeceğimizi sanmadığımız için ödül koymamıştık.”

Dudaklarımı büktüm. “Şimdi karar ver o zaman,” dedim bakışlarımı yüzünden çekmeden.

Vereceği cevap, birden fazla şeyi değiştirebilirdi. Dilerse bunu yapabilirdi.

“Cebini yakacak bir yemek macerasına hazır ol o halde.”

Kıkırdadım.

Kahve teklifi sunsam garip mi olur diye düşünüyorken konu bir şekilde yemek yemeye gelmişti. Onun da benim gibi bir şekilde oturup konuşmak istediğini anlamıştım. Beste yoluyla yapıyordu ama yapıyordu işte.

“Sen mi yakacaksın cebimi?” dedim onu işaret ederek. “Ne kadar yiyebilirsin ki?”

“Ne kadar yiyeceğim değil ne yiyeceğim önemli kızım, nasıl doktor oldun sen? Aklını kullansana.”

Omuz silktim. Cebimi yakmak için aklında ne vardı bilmiyordum ancak zordu.

“Bugünü hesaplayıp kendimi sağlama aldım,” dedim rahatça.

Beste’nin kaşları havalandı. “Nasıl?”

Boş boş baktım. “Beste…” dedim hüzünle. “Magazin bilgin Cevahir’den daha kötü.”

Adıma eklenen soyadından hiçbir şey anlamamıştı. Her şeye baştan başlamam gerekecekti.

“Cevahir kim be?” diye sordu garip bir ifadeyle.

“Kocam,” diye yanıtladım. Cevahir duysa gözleri yaşarabilir, kulaklarına inanamayabilirdi. Gıcık gıcık değil, normal bir şekilde dile getirmiştim. Şunu duymak için girmediği hal kalmamıştı kendisinin.

“Sen..?” dedi Beste şaşkın ördek gibi. “Gerçekten evlendin mi? Ben kapıdaki isimde bir hata mı var acaba diye düşündüm aslında.”

Evlenme ihtimalimi, odamın kapısında yanlış isim yazılmasından daha düşük görüyordu.

Daha önce bir kez kıyısından döndüğümü, ikincisinde ise anlaşmalı bir evlilik yaptığımı öğrenirse… Kronik kalp hastalığı falan var mıydı bu kızın?

“Evlendim,” diyerek onayladığım sırada odamın kapısı çalınca ikimiz de refleksle oraya bakmıştık.

“Girin,” diye seslendim. Kapı açıldı. İçeriye girenin Teoman olmasını bekliyordum. Çıkmıyor muyum diye kontrole gelmişti muhtemelen.

Kapıdan görünen yüz beklediğimin aksine Teoman değildi. İçeriye peş peşe iki kişi girmişti.

Cevahir ve Levent’i yan yana görünce kaşlarım merakla çatılmıştı. İkisinin de burada olduğundan haberim yoktu. Bugün Cevahir’in Vita’ya uğramayacağını sanıyordum.

“Hastan mı vardı? Biz çıkalım.” diye konuşan Cevahir’di. Hastam vardı fakat doktor olarak yapacaklarım bitmişti. Artık odadaki hastam değil, bir tanıdığımdı.

Beste’ye konuşan kişiyi gösterdim. “Cevahir,” dediğimde bakışları hemen sorgular bir hal almıştı. Az önce kocam demiştim, andığım gibi de odama gelmişti.

“Tipin değil pek,” diyerek konuştuğunda bunu tamamen sinir bozmak için söylediğini ben gayet iyi biliyordum. Bilmeyenler ise kısa bir an donmuşlardı.

“Ne?” diyen Cevahir oldu. Levent ise kahkaha atacak ama atamıyor gibi duruyordu.

“Şaka yapıyor,” dedim yerimden kalkarken. Cevahir’in egosu öyle tek darbede yıkılmazdı zaten ama bazı konularda hassaslaşabiliyordu. Hassas olduğu konuların en başında da bana dair olanlar vardı.

“Beste,” diyerek bu kez onu gösterdim. “Liseden arkadaşım.”

Onun arkadaşım olduğunu, hayatımdan çıktıktan sonra eksikliğini sık sık hissettiğimde kabullenmiştim. Daha önce kabullenebilsem ve adım atabilsem belki de bugün her şey çok farklı olurdu.

Beste’nin bakışları sorgulayıcı perdelerden sıyrılmış, onu tanıtma şeklimle birlikte parlak gözleri yüzümü bulmuştu.

Ben ayağa kalkıp masanın ön kısmına gelince tek oturan kişi olarak kaldığını fark etmiş ve o da ayaklanmıştı.

Elini resmi bir şekilde öne uzatıp Cevahir’le kısaca tokalaştığında toplantıdaymışız gibi hissettiren bu anın bitmesini beklemiştim. Cevahir emin olmak ister gibi beni süzüyordu. Beste’nin başıma silah dayayıp onu arkadaşım olarak tanıtmamı istediğini sanıyor olabilirdi.

“Memnun oldunuz, evet.” dedim ikisi de konuşmayınca araya girerek. “Tokalaşırken böyle şeyler de söyleriz bazen.”

Levent dibimdeydi. Kolunu omuzumdan sarkıtıp bana biraz ağırlığını verdi. Cevahir holdingdeyken Levent buraya ara ara uğruyordu, bu aralıkların sıklaşmasıyla birlikte ben de kendisine bolca maruz kalmıştım.

Birkaç hafta öncesindeki, görünce kaçmam gereken Levent Avcıoğlu profili ortadan kaybolmuştu. Yenisi ise akıl almaz derecede sırnaşık ve muzipti. İki tane Teoman ile uğraşıyormuş gibiydim. Hatta üç… Bir de Alper vardı.

“Yabani diyorum kocan için, inanmıyorsun bana.”

Başımı çevirip ona baktım. “İnanmıyorum demedim.”

Sırıttı. “Evet, şey dedin. Ben yeterince söylüyorum, sana gerek yok.”

“Ya bi’ çekilsene tepemden.” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Zira Cevahir pek sevimli bakışlar atmıyordu bize. Bakışlarının içeriği konuşmalarımızdan mı yoksa Levent’in ahtapot kollarından mıydı bilmiyordum.

Cevahir’e döndüm. “Bir şey mi söyleyeceksiniz? Niye birlikte indiniz odama, holdingdesiniz sanıyordum?”

“Eve gidelim artık diye...”

“Bu da mı geliyor eve?” derken başımla Levent’i işaret ettim. Cevahir burnundan bir nefes üfleyip Levent’i üzerimden itti. “Cehennemin dibine gidecek o biraz daha abartırsa.”

“Ne kaba saba insanlarsınız siz ya?”

Levent’in homurdanmasına karışan sesi duyduğumda bakışlarım Beste’ye çevrildi. Ağzının içinden bir şeyler mırıldanmıştı ama anlamamıştım. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı, bakışlarının odağında ise Levent.

Sululuk yapmasından hoşlanmadığı o kadar belliydi ki… Bu beni güldürecek gibi oldu ancak direndim.

“Beste’yle olacağım ben bu akşam,” dedim Cevahir’e. “Siz takılın.”

Cevahir bir bana bir de Levent’e baktı. Elindeki malzeme ile yetinmesi gerektiğini kabullendiğinde sessiz kalmıştı. Bana doğru yaklaştı. Belime elini koyup şakağımdan hafifçe öptü. “Dikkat et.”

Geri çekildiğinde etki alanında sıkışmış haldeydim. Dudaklarının tenimdeki baskısı o geri çekilse de biraz benimle kalmıştı.

Beste’ye kısaca başını hareket ettirip selam verdikten sonra Levent’i de alarak odadan çıkma planı vardı sanırım. Ancak Levent’in önceliği dışarı çıkmak olmadı.

“Biz tanıştırılmadık bu arada,” dedi Levent, Beste’ye doğru bakarken. Üzerindeki gevşek tavrı atmamış olması dikkatimden kaçmamıştı. Herkesin yanında bu yüzünü gösteren bir adam değildi. Benim bu haliyle tanışabilmem haftalar almıştı mesela…

“Büyük kayıp,” dedi Beste hafif alayla. “Beste Akın.”

Levent’in kaşlarının havalandığını gördüm. “Levent Avcıoğlu.” demişti sadece.

Göz ucuyla Cevahir’e baktığımda onu bana bakarken yakalamıştım. İnsan biraz olup biteni merak eder, tanışanlara bakardı. Yok, beyefendi illaki kahvelerini bana sabitleyecekti.

Çok da rahatsızız tabii bundan diyerek benimle alay eden sesi duymazlıktan geldim. Olur olmadık yerde başını uzatıp konuşuyordu.

“Biz çıkalım o zaman artık Beste,” dedim ortamdaki cızırtılı elektriklenmeyi keserek.

“Çıkalım,” diyerek onayladı beni. Önlüğümü zaten çıkartmıştım, çantamı da aldığımda odadan çıkmam için bir engelim kalmamıştı.

Beste beni beklemeden kapıya yöneldiğinde arkasından gitmeden önce Cevahir’in önünde dikildim. “Geç gelebilirim.”

“Ama sabah-…” diyecek oldu. Yarının Cumartesi olduğunu hatırlamış olacak ki yarıda kesmişti itirazını.

İçimden bir anda gelen ve durduramadığım hisle kaplandığımda uzanarak çenesine dudaklarımı bastırdım. Ardından direkt kapıya yönelmiştim.

Kapının dışında bekleyen Beste’ye yetiştiğimde göğsüm koşturmuş gibi sıkışmış bir haldeydi. Beni bu hale getiren, onu öpmek değildi. Onu içimden geldi diye öpmekti.

 

 

~

 

 

Bindiğim taksiden, taksicinin tadını kaçıracak kadar erken indiğimde yanaklarımda kuruyan yaşların gerginliği tenimi yakıyordu.

Beste’yi iyi olduğuma inandırmakta zorlanmamıştım. Konuşurken ortaya döktüklerim beni yoğun bir duygu boşalmasına itmişti fakat devamında normal halime dönmüştüm.

Alkollüydüm. Arabamla geri dönmek gibi bir saçmalık yapamazdım, Beste de benimle aynı haldeydi. Taksi kullanmaya karar vermemiz de bundandı. Aramızdaki küçük fark şuydu. Beste taksiyle uzaklaşıp gözden kaybolmuştu, bense henüz bulunduğumuz caddenin sonu gelmeden kendimi araçtan dışarı atmıştım.

Saat gece yarısına yakındı. Eve dönüp sızıp kalmak bir seçenekti ama kendime daha fazla işkence etmeyi göze alarak sokağın ortasında duruyordum.

Beste ile yıllar sonra karşılaşmak güzeldi, çok güzeldi; fakat onunla konuşurken geçmişimi hatırlamak bana iyi gelmemişti.

Liseyi, evden çıkıp gittiğim o yatılı okulu ve bir daha hiç eve dönemeyişimi anımsamak kalbime ağrıydı.

Kendime ait evlerim olmuştu, sokakta kalmamıştım günün sonunda. Ama eve dönebilmiş gibi hissettirmemişti hiçbir zaman. Belki de sorunum evde olduğumu sanıyorken dahi hiç evde olmayışımdı.

Bir köşede duran, kimseye zararı yok diye varlığına kötü gözle bakılmayan ama tek bir gün bile var olduğuna sevinilmeyen çocuktum.

Annem bana böyle yaklaşmıştı, ona eşlik edenler de onun ailesiydi. Kimse bir gün olsun gözlerimin içine bakıp ‘sen iyi değilsin’ dememişti, iyi olmadığımdan haberleri olamayacak kadar az umurlarındaydım.

Bulduğum bir bankın kenarına yerleşirken kapladığım yere baktım. Çok mu kocamandım? Niye hiçbir yere sığamıyordum?

Dudaklarımı büküp parmaklarımı birbirine bastırdım. Tırnaklarımla, parmak uçlarımla uğraşırken olduğum yerde ne kadar kaldığımdan haberim yoktu.

Böyle duygu boşalmalarının ardından hep kendimi oyalamaya, bir kenarda yorgunluktan bir nevi bayılana kadar bekletip uyutmaya alışkındım.

Yapabileceğim tek şey buydu çünkü.

Artık değil diyerek çığlıklar atan ses zihnimden yükseliyordu. Onu duyabilmem için tüm gücüyle bağırıp çağıran bir ses vardı orada. Yardım istemeyi öğren, artık tek yolun yalnızlık değil.

Beste’ye biraz daha yanımda kalabilir misin diye sormamıştım, sorsam belki hiç itiraz etmeden kalacaktı ama bunu yapamamıştım.

Kucağımda duran çantama elimi daldırıp telefonumu çıkartırken nefeslerim düzensizdi.

Arama yapmak yerine parmaklarımı ekranda gezdirip karşı tarafa bulunduğum konumu yolladım.

Uyumuş olabilirdi. Telefonuna bir süre bakmayacak olabilirdi. Olumsuz sonuçlanacak ihtimaller birden fazlaydı.

Birden fazla olan olumsuz ihtimallerin karşısında ise olumlu olan tek ihtimal vardı. Mesajı direkt olarak görecekti.

Attığım mesajın üstünden bir dakika bile geçmeden telefonum çalmaya başladığında dışarıdan deli gibi görüneceğimi bile bile kıkırdadım.

Bir çocuğa aitmiş gibi, tasasız bir kıkırdamaydı dudaklarımdan fırlayan.

Telefonu açıp kulağıma yasladığımda duyduğum sesi saf endişeden ibaretti.

“Seray?” demişti önce. “İyi misin sen? Konum atmışsın.”

“Attım,” dedim onaylayarak. “Gel diye.

Duraksadığını hissettim. “Geleyim diye,” diyerek tekrarladı. “İyisin değil mi? Arkadaşın yanında mı?”

Telefonun diğer ucundan birtakım sesler geldi. Hareket ediyor olduğunu belli eden sesleri ayırt ettiğimde nefeslendim.

Geliyordu.

“Kimse yok yanımda,” dedim etrafa bunu doğrulamak istercesine bakınarak.

“Seray,” dedi kendini zor tutuyormuş gibi. “Bu ses sarhoş sesin ve bir de yalnız olduğunu söylüyorsun, sabır testi misin yavrum sen bana?”

Sessiz kaldım. Kendimi daha çok bana sesleniş şekline odaklamıştım.

“Çıkıyorum şimdi evden, yollar boş. Yirmi dakikaya oradayım. Güvenli bir yerde durduğundan emin ol, yirmi dakika boyunca güvende kal.”

“Sonra…” dedim mırıltıyla.

“Sonra ben geleceğim,” dedi arabasının çalışma sesini duyduğum sırada. “Ben varken hep güvendesin.”

Sıcak bir örtüyle sarmalanmışım gibi hissettiren, kendinden emin sesinin ardından mayışmıştım.

Sessizce bekledim. Telefonu kapatmadı. Sessizliğimi dinlemekten başka bir işe yaramamasına rağmen arama dakikalar boyunca açık kaldı.

“Ne kadar kaldı?” diye sordum kısık sesle.

“Beş on dakika.”

“Tamam,” dedim usulca. “Ben bekliyorum.”

“Bekle, gamzeli. Bekle ben göstereceğim sana sarhoş sarhoş sokaklarda beklemeyi.”

“Kızacak mısın?” diye sordum eteğimin uçlarıyla uğraşırken. “Kıyabilirsem,” gibi bir şeyler söyledi ama aklım onu tam olarak anlayamayacak kadar bulanıktı.

“Merhaba, yalnız mısın?” diyen sesin telefondan gelmediğini ve Cevahir’e ait olmadığını anladığımda afallamış halde bakışlarımı bacaklarımdan çekerek kaldırdım.

“Kim o?” diye soran Cevahir’di. Onu bir tek ben duyuyordum.

Oturduğum bankın önünde, deri ceketli dağınık saçlı bir adam görünce irkilmiştim.

“Seray, kimin sesiydi o?” diyerek sorusunu yineleyen Cevahir’e yönelik konuştum. “Tanımıyorum ki.”

“Tanışmak zor değil,” diyen deri ceketliydi. “Tanışırız.”

“Tanışa tanışa sikerim o piçi Seray!” diyerek bağıran Cevahir’in sesi kulağımı acıtınca telefonu kulağımdan biraz uzağa tuttum.

Karşımdaki adam aniden elini bana uzatınca geri çekilmek için kıpırdadım. Bana dokunmaya çalışmadığını, telefonuma uzandığını anlayınca direnmemiştim. Telefonumu çalabilirdi. Bu saatte sokakta başıma gelecek işler arasında hırsızlık daha az kötü olanlardandı.

Telefonu alıp gideceğini düşünmüştüm ancak ekranda bir yere dokunduğunda Cevahir’in bağıran sesi kesilmişti. Telefonu kapatmıştı sadece.

Bankta birden yanıma oturduğunda rahatsızlıkla ayaklanacak oldum. Bu kez izinsizce müdahale ettiği şey telefonum değildi. Bileğimden tutmuştu.

“Çek elini,” dedim kendimi geri çekerken.

“Bir şey yaptığım yok, gerilmesene hemen. Tanışırız diyorum işte. Bu saatte burada yalnızsın, devan olurum ben senin.”

“İstemiyorum,” dedim sertçe. “Laftan anlıyor musun?”

“Yok,” dedi gevşek gevşek. “Başka yollarla anlatsana.”

On dakika dediği yolu yarı sürede aşan Cevahir’in bunu nasıl başardığını bilmiyordum ancak onu gördüğümde kasılı olan bedenim gevşeyerek rahatlamıştı. Adamın bileğime yapışık duran elini tek hamleyle tutup savurmuştu.

“Nasıl yollar mesela?” diye sordu Cevahir bana yöneltilen soruyu üstüne alınarak.

“Sen kimsin birader?” derken deri ceketlinin yüzü buruşmuştu. Yoldan geçen biri olduğunu ve araya girdiğini düşünüyordu sanırım. Koca bir hataydı.

“Tanıtmadım mı ben kendimi?” dedi Cevahir alaycı bir öfkeyle. “Tanıtayım.”

Adam banktan kalkıp Cevahir’in karşısına dikildi. Ne fiziksel ne de öfke bakımından üstünlüğü yokken bir cesaretle dikilmişti ayağa ama kendisi de pişman gibiydi.

“Tanıt,” dedi geri adım atmadan.

“Arkamdaki kadını görüyor musun?” dediğinde Cevahir’in sorusu belli ki faraziydi, adam bana bakışlarını çevirecek olduğunda yüzü elinde sıkışacak şekilde adamı çenesinden tek eliyle kavradı. “Nereye bakıyorsun lan sen?”

“Abi-…” diyerek yüzündeki baskıyla yamulan ağzı eşliğinde konuştu adam. “Sen söyleyince…”

Cevahir’in anormal baskısını hissedince bir anda biraderden ‘abi’ye dönmüştü hitabı.

“Kadın sana hayır diyor, sen durmuyorsun.” dedi Cevahir. “Hadi kulakların duymuyor, beynine duydukların gidemiyor. Ulan piç herif! Tuttuğun elde duran yüzüğe de gözün kör müydü? Yalnız mısın diye neyi sorguluyorsun?”

Cevahir’in adamın yüzünü daha da sıkıyor olduğunu fark etmemem mümkün değildi. Sokağın ortasında biraz daha devam ederse adamı yatırıp dövecekti. İçim acıdığından değildi ama doktordum, yeminim vardı. Dönüp bu adamı kan kaybıyla baş başa bırakamazdım, müdahale edesim de yoktu.

Cevahir’in sırtına dokundum. “Bırak artık, tamam.”

Benim desteğimden yüz bularak adam da apar topar konuştu. “Abi evet, bırak kurban olayım. Alkollüyüm ben, ondan anlamadım. Tövbe bir daha.”

“Sikeceğim şimdi belanı, siktir git şuradan. Alkollüymüş, ayık halin çok efendidir kesin.”

Adamı bırakmıştı. Bırakmıştı bırakmasına ama öyle bir bırakmıştı ki yere yapışmasına sebep olmuştu.

Kaldırımla bütünleşen adama yüzümü buruşturarak baktım. Bu uzun sürmedi çünkü Cevahir elimi tuttuğu gibi beni arabaya doğru yürütmeye başlamıştı.

Arabanın yanına vardığımızda hiçbir şey söylemeden ön kapıyı açtı. Binmem için beklerken yüzü donuktu.

Haklı olduğunu hissederek tavrına ağzımı açmadım. Bu saatte kolumu zor kaldırır halde öylece sokakta dolanmam mantıksızdı.

“Yardım etmeyecek misin?” diye mırıldandım koltuğa geçmeden önce. Elini uzatmamıştı.

Beni bir anda kucaklayıp koltuğuma oturtmasını beklemiyordum. Dudaklarımdan küçük bir ses fırlamıştı.

Kemerimi çekiştirdi. Kemerin ucunu yerine taktığında geri çekilmeden önce dudaklarımı öne uzatıp yanağından öpmüştüm.

Üstüme eğilmiş halde durakladı. Başını bana doğru çevirdi. “Neydi bu şimdi?”

Kendimce barışmaya çalışıyordum. Onu bu saatte çağırmıştım, gelmişti; üstelik geldiğinde de beni haksızlığın dibine sokacak bir sahneye denk gelmişti.

“Öptüm,” dedim üzerinde pek emek harcamadığım açıklamamla.

“Sana kızmayayım diye rüşvet mi veriyorsun?”

Gözlerimi kırpıştırdım. Ona alık alık baktığım için aralı kalan dudaklarıma sert bir öpücük bıraktı. “Azardan kurtulma şansın yok.”

“Hiç mi?”

“Hiç,” dedi üstümden doğrulup. “Biraz erteleyeceğim ama.”

Hevesle ağzımı açtığımda beni sözleriyle susturdu. “Öptün diye değil, gözlerini kızartacak kadar ağlama sebebini öğreneyim diye Seray.”

“Söylemem,” dedim küskünce. Başımı onun olmadığı tarafa, sürücü koltuğuna doğru çevirdim.

Yanağımı işaret parmağının tersiyle azıcık ittirdikten sonra tamamen çekilip kapımı kapattı. Kendi yerine geçtiğinde bu kez başımı diğer tarafa çevirmem gerekliydi. Ancak üşeniyordum. Mecburen yol boyunca yüzünü izleyecektim.

Yol boyunca onu izleyeceğimi sanmam koca bir yanılgıydı.

Alkolün etkisiyle araba sallanmaya başladığı anda, varlığı ve kokusunun güveniyle birlikte sızmıştım.

Gözlerimi hafifçe araladığım sırada havadaydım. Sırtımdan ve bacaklarımdan kavramış, bedenimi kucaklamıştı. Omuzuna yaslı duran başımı kaldırmadım. Anlamsız bir şeyler mırıldandığımda alnıma dudaklarını sürttü. Uykusu bölünen bir bebeği yeniden uykusuna kavuşturmaya çalışıyor gibi nazikti.

Az önceki kadar derin bir uykuya çekilmedim ama bilincim tam olarak açılmış da değildi.

Evin içine girdiğimizi kesilen temiz hava akışıyla anlamıştım.

Odaya çıkarken merdivende yaşadığım sarsıntıyı huysuzlanarak karşıladığımda Cevahir halime gülüp sarsıntının daha da artmasına neden olmuştu.

Beni yatağa bıraktığında ayağımdaki ayakkabıları da benden ayırıp biraz olsun rahat etmemi sağlamıştı. Üstümdeki etek ve bluzla uyumak kulağa harika gelmiyordu ama uykumu açasım yoktu.

“Uyuma,” dediğini duydum ama dinlemeyecektim tabii ki.

Kollarımdan tutup beni zorla yatakta oturur hale getirdiğinde gözlerimi araladım. “Yarın konuşsak olmaz mı?”

Taksiyle eve gelmek yerine onu yanıma çağırmış ve ona taksici muamelesi yapmıştım bir nevi. Bunu yaparken derdim sanıyorum ki benim için bu saatte yola koyulmasına ve meraklanmasına şahit olmaktı.

“Üstünü değiştir.”

Başımı iki yana salladığımda yatağa, tam yanıma oturdu.

Bluzumun uçlarına parmaklarını sarıp kumaşı yukarı çekiştirdiğinde direnmedim. Birkaç saniye sonra üstümde artık sadece sütyenim vardı. Eteğimi çıkartması için oturuyor olmam engeldi. Beni yatağa geri devirdiğinde sinirlerim bozulmuş ve gülmüştüm.

Eteğimin gizli fermuarını bulmakta fazlasıyla vakit harcamıştı. Bunun sonunun gelmeyeceğini anlayınca -kafayı yiyip eteğimi yırtması ihtimalinden çekinerek- elimi fermuara ben atmıştım.

Etek de bedenimden ayrılınca yataktan kalktı. Bir iki ses duydum. Uykum hareketlilik yüzünden biraz da olsa açılmıştı.

Elinde geceliklerimden biriyle yeniden yanımda belirince bu kez onu yormadan doğruldum. Elimi arkama uzatıp kopçamı açtım. Sütyen kopçası açılınca göğüslerim serbest kalmışlardı.

Geceliği bana uzatması ya da giydirmeye çalışması için bekledim. Önce yanıma oturdu. Üst bedenimin çıplak olmasını umursamadan yüzüne baktım. “Gözlerine bak…” dedi kendi kendine. “Neye ağladın bu kadar?”

Omuz silktim. Memelerimin sallanmasına neden olmam akıl kârı değildi ancak iş işten geçmişti. Cevahir’i de bir anlığına oraya bakmaya itmiştim.

Duygularımdan bahsetmek yerine onu çıplaklığımla oyalamak daha kolaydı. Bedenimi görmesinden zerre utanç duymuyordum ama ruhumun çıplaklığını görecek olduğunda alarmlar çalmaya başlıyordu benim için.

“Bir gün seni tamamen tanıyabilmem, kim olduğunu öğrenebilmem mümkün olacak mı acaba?” derken sorusu daha çok kendisine gibiydi. Müdahale etmedim, cevapsız bıraktım.

Siyah renkteki geceliği başımdan geçirdiğinde kollarımı kaldırarak ona yardımcı olmuştum. “Uyuyabilirsin şimdi,” dedi sakince. Konuşmam için beni zorlamasını, uyumamam için diretmesini beklerdim fakat yüzümden her ne anladıysa geri adım atmıştı.

“Sen..?” dedim beklentiyle gözlerine bakarak. Derin bir nefes aldı. Yataktan kalktıktan sonra üzerindeki tişörtü çıkartıp makyaj yaptığım pufa doğru fırlattı. Altında zaten eşofmanı vardı, böyle uyuyabilirdi. Ancak -sorsam sıcağı bahane edecekti- eşofmanı da çıkarıp yatağa çırılçıplak olmaya bir kala girmeyi tercih etmişti.

Kendi tarafına uzandığında ben de yatakta kayıp başımı yastığıma bırakacaktım. Gerçekten… Hedefim yastığımdı. Sadece sıcaklığı aklımı çelmiş ve birden kendimi hiçbir dış etken olmadan çıplak göğsüne yaslı halde bulmuştum.

Şefkate ihtiyacım vardı.

Bu akşam, şefkatin ne olduğunu bile bilmediğim zamanlardan çok fazla bahsetmem gerekmişti. Çocukluğuma, gençliğime içim acımıştı.

Sorgusuz sualsiz bana sunduğu şefkatin altında eziliyor olduğum adama sığınmaktan kaçabileceğim bir gece değildi.

Bir kolunu sırtımın arkasından geçirerek beni göğsünde daha rahat bir konuma getirdi. Çenesinin baskısını başımın tepesinde hissediyordum.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım kuruyan dudaklarımı kıpırdatıp.

“Soru sormuyorum diye mi?” dediğinde güldüm. Gülerken refleksle yüzümü göğsüne daha sert bastırmıştım.

“O da var, evet.”

“Başka ne var?”

Karnının üstünde duran elimin parmaklarını kıpırdattım usulca. Teninde belli belirsiz yollar çizerken aynısını sırtıma yapıyordu.

“Buradasın,” dedim yanımı kastederek. Bu sıralar en büyük teşekkürüm bunaydı.

“Yerim burası.”

“Neresi?”

“Senin yanın,” dedi duraksamadan.

“Senden daha da çok nefret edeyim diye mi böyle konuşuyorsun?” dedim mayışık bir sesle. Bedenimde gezinen alkol, burnumdaki kokusu, tenimdeki temaslarıyla birlikte sözcüklerim süzgeçten geçmeyi bırakmıştı.

“Benden deli gibi nefret et diye uğraşıyorum.”

“Senden gidemeyecek kadar çok nefret ediyorum,” dedim kalbim göğsümü delecek gibiyken. Ona, gitmeyeceğime dair dudaklarımdan dökülen ilk bildiriydi.

Saçlarımın arasında gezinen dudaklarını gözlerimi yumarak karşıladım.

“Yarın dedene haber verebiliriz,” diye konuştum birkaç dakika sonra.

“Ne için?” Yüzünü eğip yüzüme doğru baktı. Ben başımı kaldırmayınca göz göze gelememiştik.

“Kabul edeceğim,” dedim iç çekerken. “İmza mı gerekiyor, oy mu gerekiyor; her neyse işte. İşinize yarayabilecekken mızmızlanmayacağım.”

Kaçmak istediğim her ne varsa rüzgara kapılıyor ve kendimi kaçamamış halde buluyordum. Sürüklenmek yerine, kendi kararlarımla işin sonunda bir şekilde varacağım yere gitmek daha az yorucu olacaktı belki de.

Bu karar değişikliğim ve sonucunda yaşanacak olan asıl değişiklikle birlikte artık uzaktan uzağa olayları objektif olarak değerlendiren kişi olmaktan sıyrılacaktım.

Oyunun hakemi değil, en kritik yerinde dahil olan oyuncusu olacaktım.

Nasıl yaptığımı bilmesem de Avcıoğlu ailesinin sarsılmış temellerini açığa çıkartmıştım. Şimdi temeller sağlamlaştırılırken elimi taşın altına koymam gerekecekti.

Adımın yanında otuz yıla yakın süredir duran soyadı hiçbir zaman benimsememiştim. Annemin kızlık soyadıydı, kullansam da beni o aileye ait kılmamıştı hiç. Seray olarak var olmuştum. Kendimi böyle var etmiştim. İki ay öncesine kadar, ömrüm boyunca da böyle kalacağını düşünüyordum.

Kalmamıştım.

Kollarında uzandığım adam bana soyadını öyle iyi pazarlamıştı ki artık yeni soyadım benim için bir yük değildi.

Başımı bu farkındalıkla birden yukarı kaldırdığımda yüz yüze gelmiş olduk.

Ona belki hep kızgın kalacaktım, beni içine sürüklediği karmaşanın kızgınlığıydı bu. Ama aynı zamanda da bana bir şeylere ait hissetme şansı verdiği için teşekkür borçluydum.

Zaman zaman kızgınlığım zaman zaman da minnetim ağır basıyordu.

Dengesizliğimle beni bırakmadığı müddetçe savaşacak olan oydu, kendi düşünsündü.

 

 

~~~

 

 

Normalden uzun bir süre beklettim sizi, telafi olarak da uzunca bir bölümle geldim. Bitmek bilmedi biraz ahahsdhsh

Dengeler değişecek dediğimde Cevahir’in holdinge geçişiyle ilgili bir şeyler olduğunu anlamıştınız çoğunuz ama bunu bir nevi kenara iteceğini ve Vita’dan gitme niyeti olmadığını düşünmemişsiniz… Alındık Cevo ve ben :d

Beste ile tanıştık, kısacık bir tanışmaydı ama nedir ilk izlenimleriniz merak ediyorummm. Cevahir’in ateşlendiği bölümde bahsi geçmişti, unutanlar varsa öyle hatırlatmış olayım.

Seray öyle ya da böyle Fahri Avcıoğlu’nun teklifini kabul etti. Zerrin çok sevinecek kesin di miii

Son olarak Seray’ın kendisini Cevahir’e ve onunla bağlantısı olan her şeye ait hissetmeye başlaması diyeyim… Asıl denge değişimi bu gibi sanki :))

Sonraki bölümde görüşmek üzere

Öptüm

Yorumlar

  1. Çokkk güzeldii ekmeğine sağlik

    YanıtlaSil
  2. cok guzel bir bolumduu eline saglik

    YanıtlaSil
  3. Of of of harika bi bölündü

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm