Aykırı Çiçek 63.Bölüm
63.BÖLÜM
27 Temmuz 2002, İstanbul
Saatler akşam
dokuza doğru yaklaşmışken, Savaş Göktürk çalışma odasındaki masasının başında
dikkatle önündeki taslaklarla uğraşmaktaydı.
Gecenin
yaklaşması, Ağustos’a birkaç gün kala İstanbul’u yakıyor olan sıcağın
dinginleştiği anlamına gelmiyordu. Odada masanın arkasında kalan duvara
yerleştirilmiş olan klimayı sona yakın bir ayarda çalıştırarak anca
dayanabiliyordu Savaş bu sıcağa.
Kapısı açık
çalışsaydı belki bir nebze daha rahat olabilirdi fakat içeriye sızabilecek
birden fazla kaçak olduğundan en güvenli yol kapalı kapının ardında çalışmaktı.
Karısını bir curcunanın ortasında bıraktığı için biraz suçlu hissediyordu, yine
de şimdi bitirmediği takdirde bu işi yarın şirkette günlük işleri arasında
halletmesi gerekecekti ve bu eve geç gelmek demekti.
Olabildiğince
odaklanmaya çalışarak, düzeltme yaptığı kısımla uğraşırken odanın kapısı hızla
açıldığında kaşları havalanmıştı. Başını kaldırıp bu hızlı girişin sahibini
görmek için kapıya baktı.
Burnundan
soluyan bir Yaman Göktürk görmeyi beklemiyordu.
“Baba!”
diyerek sitemle konuşan oğlunun halini gördüğünde içeriye baskına girer gibi
girmesi önemini yitirmişti. Bir sorun olduğunu düşünerek yerinden kalktı. “Ne
oldu babacım?”
“Kızını
odamdan çıkartır mısın?” derken kullandığı sözcükler Savaş’ı oldukça
şaşırtmıştı. Kardeşlerine -ve özellikle de Deniz’e- her zaman anlayışla ve
sevgiyle yaklaşan büyük oğlunu bu tepkiyi vermeye neyin ittiğini
kestiremiyordu.
Yanına
ulaştığı Yaman’ın saçlarını karıştırdı hafifçe. “Çıkartırım oğlum ama neden
kızdın anlat bakalım önce?”
Yaman
kaşlarını çattı. “Çıkart işte, gel.”
Savaş ondan
bir cevap gelmeyeceğini anlayınca üstelemedi. Omuzundan kavrayıp onu da
beraberinde yürütürken Yaman’ın odasına ilerlediler birlikte.
Odanın tam
kapalı olmayan kapısını ittirdiğinde karşılaştığı manzara, Savaş için büyük bir
ikilem doğurmuştu. Elindeki çeşit çeşit kalemlerle kendi kendine mırıl mırıl
konuşarak abisinin odasının duvarlarını boyama kitabına çevirmiş olan kızını
gördüğünde gülse mi ağlasa mı bilememişti.
“Deniz?”
diyebildi yalnızca.
Sırtı kapıya
dönük halde duvarda bulduğu herhangi bir boşluğu yeşil bir kalemle renklendiriyor
olan Deniz, babasının sesini duyduğunda bir an irkilse de ikinci saniyede
heyecanla yerinde döndü. “Bayba!” diyerek cıvıldadığında Savaş dayanamayıp
gülümsemişti.
Yaman, babasının
güldüğünü görünce ofladı.
Aşağıda Yekta
ile televizyon izliyorlardı, annesi yukarıda oyuncaklarıyla oynayan
kardeşlerini kontrol etmesini isteyince onu kırmayıp gelmişti. Üçüzlerin
odasında yalnızca Toprak ve Rüzgar’ı bulduğunda ise merakla Deniz’in peşine
düşmüştü. Kendi odasında bulduğu kaçak kardeşinin, sakladığı kalemlerini nasıl
bulduğunu bilmiyordu ama geldiğinde her şey için geç kalmıştı.
Savaş yanında
duran oğlunun tepkisini fark ettiğinde öksürür gibi yaparak ifadesini düzeltti.
“Ne yapıyorsun sen Deniz?”
“Boylama
yapıyom,” derken Deniz gayet tasasızdı. Duvarlara birer sanat eseri bıraktığını
düşündüğünden abisinin kızmış olabileceğine ihtimal vermiyordu. Ona kalırsa
yarattığı renk cümbüşü çok tatlı olmuştu. En kısa zamanda kendi odalarına da
çizecekti. Ah bir de boya kalemlerini ondan saklamasalardı...
Savaş, düzgünce
boyama diyemeyen kızının şişkin yanaklarını ısırma güdüsüyle dolmuşken bir
yandan da hafif kızması gerektiğinin bilincindeydi. Yoksa evin her odasında
Deniz’in bıraktığı renklerden bulmaya başlaması olasıydı.
“Boyamayı
duvarlara mı yapıyorduk Deniz? Hem bu kalemler abinin kalemleri hem de onun
odasındasın, izin aldın mı ondan kızım?”
Deniz
gözlerini kırpıştırırken küçük kırmızı dudakları büzüldü. Bir babasına bir
abisine baktı, sonra elindeki kalemleri yere bıraktı. “Güsel olmamış mı?” diye
sorarken üzgündü.
“Olmamış
Deniz!” dedi bir hışımla Yaman. Odasının mahvolduğunu düşündüğünden oldukça
kızgındı. Yeşil iri gözleri dolu dolu olan kız kardeşini fark etmesi biraz
zamanını almıştı.
Deniz
avuçlarını yere yaslayıp poposunu yerden bir şekilde kaldırdı. “Ösür dilerim,”
derken paytak paytak onlara doğru yürümüştü. Aslında kapıya gitmeyi
amaçlıyordu. Babasına da abisine biraz(!) küsmüştü, annesini bulması
gerekiyordu hemen.
Savaş
dudaklarını birbirine bastırdı. Müdahale etmeden önce biraz bekledi. Oğluna fırsat
vermekle doğru olanı yaptığını biliyordu. Deniz kapıya doğru giderken Yekta
omuzlarını düşürüp babasına baktı. “Küstü baba.”
“Fark ettim
babam, hafta sonu odanın duvarlarını istediğin renge boyarız bu izler kapanır.
Kalıcı bir şey yok aslında…” dedi Yaman’a hatırlatır gibi.
Yaman birden
adımlayıp Deniz’in zaten çok da ilerleyememiş olan küçük bedenini tuttu sıkı
sıkı. Yanaklarına inen iri damlaları gördüğünde canı, odasının duvarlarını
gördüğünde olduğundan çok daha fazla yanmıştı.
“Ağlıyor
musun?” derken yanaklarını sildi hızlı hızlı. “Ağlama tamam, kızmadık biz
sana.”
“Kısdınıj
abişim,” diye mırıldandı Deniz zar zor. Babasının ve abisinin aynı anda ona
kızmış gibi bakmasına içerlemişti. Yine de abisine alışkın olduğu gibi ‘abişim’
demekten vazgeçmemişti küçük aklıyla.
“Azıcık
kızdık.” diye itiraf etti Yaman. “Geçti sonra, şimdi kızmıyoruz ki bak.”
Deniz burnunu
hızlı hızlı çekip odayı bu sesle doldurduğunda Yaman kıkırdadı. “Yalla mı?”
Savaş, ‘valla’
demeyi daha doğrusu diyememeyi nereden öğrendiğini bilmediği kızını duyunca
kısa bir kahkaha patlattı. “Valla can suyum, valla.”
Deniz hızla
abisine sırnaşıp onu sulu sulu öperken bir adım ilerilerinde keyifli bir
gülümseme dudaklarında, gözleri sevgiyle çocuklarında öylece bekledi.
Odadaki
Deniz’e ait renkli izler, Savaş’ın ısrarcı teklifine rağmen o hafta sonu
silinmedi. Yaman, bir süre sonra o izlere alışmış hatta baktıkça Deniz’in
mutlulukla çizdiği o anlamsız şekillerden hoşnut olmaya başlamıştı.
O günden beş
ay sonra, Deniz yirmi yıl sürecek bir özlemle onları baş başa bıraktığında evde
geriye kalan en belirgin izi Yaman’ın odasındaki renkli çizgilerdi.
Yaman, ilk
yıllarda algılayamadığı ‘yangın-ölüm-kayıp’ gerçeğiyle ergenliğinin başlarında;
babası ve amcasının bir konuşmasına şahit olarak karşı karşıya kaldığında o
izlere bakmak eskisinden çok daha ağır gelmeye başlamıştı. Aynı günün
gecesinde, izleri bulduğu ilk keskin şeyle ağlaya ağlaya kazımasına sebep olan
da buydu.
~
“Sevgilim?”
“Hayır Feris.”
“Ama Acarcım…”
“Hayır zümrüt göz.”
“Lütfen Merihci-…”
“Hayır güzelim, hayır yavrum, hayır bebeğim.”
Ayağımı küskün bir çocuk gibi yere vurup az önce onu ikna
etmek için kalktığım koltuğa geri oturdum. Üçlü koltuğun onun bulunmadığı ucuna
oturmama rağmen beni uzun koluyla tutup kendisine doğru devirmesi hızlı
gerçekleşti.
“Bırakır mısın beni, şu an küsüz.”
“Sen küssün, ben küs değilim.”
Dudağının değebileceği her noktayı değerlendirip yüzümde
ve boynumun çoğunluğunda öpücükler bırakırken ‘istemem ama yan cebimde dursa
bayağı memnun kalırım’ tavrımla engel olmadan bekledim.
“Bir de küsmesen…” dedi halimi alaya alıp. “Neler
yaptıracaksın bana acaba?”
“Bundan sonra sen avucumu yalarsın anca Acarcım.”
Sırıttı. İnanın tatlı bir sırıtışla uzaktan yakından
ilgisi yoktu, pis pis gülüyordu resmen. “Yalarım,” dedi usulca. “…avucunu.”
Öksürerek kafasını ittirdim. “Sapıklık yapma,” dedim bu
konuda ondan bir farkım varmış gibi. “Ciddi bir konu konuşuyoruz şu anda.”
“Evet oldukça ciddi,” dedikten sonra omuzumdan tuttuğu
gibi beni kucağına doğru devirdi. “Abini rahat bırakman ve küçük bir ajan gibi
fikirler üretmeyi kesmen gerekiyor güzelim.”
Yanağım bacağına değerken yerimi rahat bulunca daha da
yayıldım. Karnıyla bakışıyordum bu şekilde. “Ama merak ediyorum.”
“Ben de ediyorum.” deyince şaşkınca burnumu havaya dikip
ona baktım. “Gerçekten mi?”
“Her normal insan gibi ben de merak duygusuna sahibim
Feris.”
Dudaklarımı büktüm. “Normal bir insan olduğun konusunda
henüz şüphelerim sonlanmış değil.”
Yüzü önce gülecekmiş gibi bir hal aldı ama hızla
toparlandı. Sağ elime uzanıp havaya kaldırdığında ne yaptığına bakmak için
oraya döndüm. Elimde parıldayan yüzüğümü gördüğümde her baktığımda yaptığım
gibi saf saf sırıtmıştım.
“Normal olduğu şüpheli gelen birine ‘evet’ demek riskli
olsa gerek.”
Ona her laf attığımda olduğu gibi yine ‘evlenmeyi kabul
ettin’ kartını oynamasına çok şaşırmamıştım. Yüzüğümü yüzüne doğru uzattım.
“Yüzük çok güzeldi, hayır diyemezdim ki. Bak nasıl parıl parıl…” dedim hayran
hayran.
“Feris!” diye dişlerinin arasından adımı mırıldanınca
kıkırdadım. Duymak istediklerini duyamadığında şaka kaldıramayan bir adama
dönüşüyordu. Her haline ezberim tamdı ve o hallerin tümüne âşıktım.
“Sıkıcılıktan insanı boğan bir normal de olsan, bir
sonraki adımı tahmin edilemeyen bir anormal de olsan sana evet derdim
sevgilim.” dedikten sonra sağ elimi onun sol eline doladım. “Bunu benden daha
iyi bilmiyormuşsun gibi yapma.”
Ona evet dediğim günün kısacık bir zaman öncesinde
yaşadığımız krizi unutmuş gibi görünsek de; aslında aklımdaydı ve onun da
aklındaydı biliyordum.
İnce bir ipin
üzerinde ve yerden metrelerce yüksekte hiçbir güvenlik önlemi olmadan
yürüyordunuz, tutunabileceğiniz tek destek de size eşlik eden diğer cambazdı. Aşkı
böyle tanımlamak garipti belki ama benim için uygundu. Esen sert rüzgârlar,
size çarpıp geçen büyük parçalar yolda çıkan engellerdi ve ipte kalabilmek için
diğer cambaza güvenip tutunmaya muhtaçtınız.
Ellerimizin birleşmiş olması yetmemiş olacak ki -bana da
yetmemişti- başını bana doğru eğip dudaklarını alnıma bastırdı. Gözlerim
dudaklarını hisseder etmez kapanırken sonraki durakları sırasıyla burnum,
dudaklarım ve çenemdeki çukur oldu.
Hiç bitmese sesimi çıkartmayacağım yol bittiğinde
gözlerimi geri araladım.
“Bence artık yanlarına gid-…”
Dudaklarıma sertçe yapışarak beni susturduğunda içimden
uzunca ofladım.
Buraya abimle gelmiştim. Yaman abimle…
İki hafta öncesinde, Acar dedemlerle tanıştığında abim ve
Acar her ne konuştularsa; devamında da konuşup durmaya devam etmişlerdi. Beni
resmen dışlamış oldukları için iki hafta boyunca ikisinin de günlerini elimden
geldiğince burunlarından getirmiştim.
Yine de pes etmemişlerdi.
İki haftanın sonunda vardığımız nokta ise burasıydı. Abim
beni evden ‘seni Acar’a götüreyim gel’ diyerek çıkartırken derdinin bizi
kavuşturmak olmadığını tabii ki biliyordum. Ancak tahminim genel olarak Acar
ile konuşacağı için beni kullanıyor olduğu gibi varsayımları içeriyordu.
Benimle birlikte buraya giriyormuş gibi yaptıktan kısa
bir süre sonra Acar’a beni deli bağlatır gibi tutturup evden çıkmasını
beklememiştim. Karşı daireye gittiğini anlamak güç değildi. Acar’a dakikalarca
dil döküşüm de meraktan öldüğümdendi. Tabii ki asla ikna olmamış, yeni
müttefiki ve eski imkânsız aşkı Yaman Göktürk’ün tarafını tutmuştu.
Acar beni öpücüklerle ve sözlerle oyalayamayacağını
anladığında, bedenimi bir nevi kucaklayarak atölyeye götürmüştü. Kapıdan
çıkınca karşı daireye atlamak gibi bir düşüncem olsa da Acar böyle bir hamle
için fazla iriyarıydı.
Atölyeye gelirken peşinden bilgisayarını da getirmeyi
ihmal etmemişti. Kaşla göz arasında bunu nasıl unutmadığını pek sorgulamamıştım
çünkü âşık olduğum adamın en az benim kadar işiyle de aşk yaşadığını
biliyordum.
Tuvalin başına, Acar’ı abimlere bakmaya ikna edemedim
diye, oflaya puflaya oturmuş olsam da renklere bulandıktan birkaç dakika sonra artık
bütün algım önümdeki tuvaldeydi.
Sağ tarafımda kalan camın önündeki koltuğu kendisine
mesken edinen Acar’a ara sıra göz atıyordum. Her seferinde dikkatle kucağındaki
bilgisayar ekranına bakarken bulmaya başlayınca pes edip ona bakma işini de
bırakmıştım.
Aradan kaç dakika geçtiğini kestiremeyecek kadar
çizdiklerime dalmışken üzerimdeki derin V yakalı ince kazaktan bolca açıkta
kalan boynumda ıslak bir öpücük hissettim. Boynumun sağına denk gelen öpücük
irkilerek yerimde sallanmama sebep oldu.
Acar bıraktığı öpücüğün beni sarsmasından memnun kalmış
olacak ki henüz tenimden çekilmeyen dudaklarının kıvrılarak bir gülümsemeyi
ağırladığını duyumsadım.
Bugün beni süründürüyor olduğu için onunla uğraşmakta bir
sakınca görmedim. “Sen miydin?” diye mırıldandım.
Dudaklarındaki kıvrım hızla kayboldu. Yüzü boyun
çukurumdan uzaklaştı ve birden doğruldu. Ben oturuyordum ve oturduğum sandalye
kesinlikle kısa sayılmazdı fakat yine de o yanımda ayaktayken bir kuleyi
andırıyordu.
“Yok ben değildim,” dedi ters ters bakıyorken. “Boynuna
ıslak bir öpücük bırakma ihtimali olan kaç kişi var zümrüt göz?”
Sol elimi kaldırıp parmaklarımı sayı sayıyormuş gibi içe
doğru kapatmaya başladım. “Biraz beklers-…”
“Feris,” derken sesindeki tatlı tehditlerle dolu tınıyı duymamam mümkün değildi. Dişlerimi gösterecek
kadar keyifli bir gülümsemeyle başımı geriye doğru yatırdım. Boynum birkaç
dakika içinde ağrıyacak olsa da onu net bir biçimde görebiliyordum. “O güzel
parmaklarından yalnızca bir tanesi kapansın, aksi gerçekleşirse ne olacağını
biliyorsun değil mi?”
Gözlerimi kırpıştırdım. Ona her bakanın benim kadar
hayran olup olmadığını bilmem mümkün değildi ama akıl ve ruh sağlığım için bir
tek bende bu denli yoğun hisler uyandırdığını kendime tembihliyordum.
“Biliyordum aslında,” dedim sesimi çok yüksek tutmuyorken.
Sesime ne zaman hırslı ve arsız tarafımın hâkim olmaya başladığından
habersizdim. Fakat habersiz olmam, şikâyetçi olduğum anlamına gelmiyordu. “Ama
aklımdan çıkmış sanırım.”
Burnundan kısa bir nefes vererek güldü. Saçtığı enerjiyle
biraz daha karşı karşıya kalırsam oturduğum yerden devrilecekmiş gibiydim.
“Hatırlatırım,” dedi yemin eder gibi. “Öylesine iyi hatırlatırım ki bir daha
aklından değil çıkmak, çıkışa doğru yönelemez bile bildiklerin.”
“Merih,” diye seslendim. Sesimdeki arzuyu duymaması imkânsızdı.
Gözbebekleri genişliyormuş gibi titredi, kahverengi irislerinin koyulaştığını
görüyordum. “Söyle sevgilim.”
Ona, beni delicesine sevmesini
isteyen beklenti dolu gözlerle bakıyordum. Bakışlarım bir kandırmacadan ibaret
de değildi, bunu istiyordum. Dilimden biraz sonra buna dair bir şey
döküleceğini sanması da bu sebeptendi.
Ama öyle yapmadım.
“Seni çizmek
istiyorum,” dedim gözlerimi gözlerinden hiç ayırmadan. Biraz önce
boynumu kavramış olan eli hâlâ oradaydı, avucu kasılarak tenimi baskıladığında
gözlerim kısıldı. Bana onay vereceğini anladığımda devamını da duyması
gerektiği için isteğimi tamamlamakta acele ederek dudaklarımı araladım yeniden.
“Üzerinde hiçbir şey olmadan.”
Yanakları içe doğru çöktü, yüzündeki belirgin kemiklerin
altını daha da çizen bu hareketle birlikte az önce sunduğum teklif kulaklarıma
dolarak bedenimi ısıttı. Utanç ya da çekince içeren bir ısı değildi, hiçbir
zaman ondan utanıp kaçan bir kadın olmamıştım; olmak gibi bir planımda yoktu.
Benden duyduğu teklifin onu yaktığını gördüğümde, hayal ettiği sahnenin bir
yansımayla benim zihnime taşındığını fark ettiğimde hissettiklerim beni
ısıtmıştı.
Boynumdaki eli biraz yukarıya tırmandı. Yanağım avucunun
tamamıyla sardığında geriye bir şey kalmayıp elinde sıkışmıştı. Başparmağı
dudağımın kenarına sürtündüğünde hızlanan kalp atışlarımın emaresi olan sesli
bir soluk bıraktım dışarıya. Parmağına değen soluğumu yakalayacakmış gibi
dudaklarımı okşamıştı.
“Kendimden başka kimsenin isteğini bir an olsun
umursayacağımı düşünmemiştim, ama dudaklarından dökülen her ne olursa olsun
bana bükülmez emirlermiş gibi ulaşıyor zümrüt göz.”
Dudaklarımı büyük bir açıyla kıvırdım. “Soyun o zaman
Bayazıt, işime koyulmam gerekiyor.”
Ona kolay kolay soyadıyla seslenmiyordum. Bolca Acar ve
zaman zaman da Merih demek için aralanan dudaklarımdan bu kez böyle dökmek
istemiştim seslenişimi.
Alt dudağımı parmağıyla aşağıya doğru çekiştirdi. Dudağım
benden bağımsız bir et parçasıymış gibi iradesizce onun dokunuşunun altında
ezilirken, yüzünü bana doğru yaklaştırmak için eğildi. “Soyunacağım Bayazıt,”
derken sesi boğuktu. Bana, çok da uzun olmayan bir zaman sonra adımın sonuna
eklenecek yedi harfle hitap ettiğinde bunun beni delip geçeceğini hiç hesaba
katmamıştım. “Senin için soyunacağım.”
Bu andan sonraki birkaç dakika süresince puslu bir
bulutun içinde gibiydim.
Acar’ın benden uzaklaşıp üzerindeki tişörtü ensesinden
tek hamleyle çıkarışını, ellerinin altındaki eşofmana uzanışını izlerken kalbim
boğazımda atmaya başlamıştı. Onu ilk kez çıplak görecekmiş gibi tavırlar sergilemem
anlamsız duruyordu belki, oysa az önceki konuşmaların ardından önümde soyunuyor
olmasının etkisi daha önceki tüm her şeyden farklıydı.
Altındaki ilk parçanın yerle buluştuğunu gördüğümde, son
parçanın ondan ayrılışına bakmak yerine önümdeki yarısı bitmiş tuvale döndüm
apar topar. Bu, tamamen çıplak olduğu andan kaçışımdı. Arsız Feris’in rahat
durup resmi çizmemi beklemeden üzerine atlama potansiyelini bu odadaki
herkes çok iyi biliyordu.
Şövaleye yeni bir tuval yerleştirdim. Bunu yapmadan önce
tahta ayaklarından kavrayıp arkası camın ve koltuğun olduğu kısma bakacak
şekilde şövaleyi yerinden oynatmıştım.
Kullanacağım kalem ve fırçalara uzanmadan önce bakışlarım
ileriyi buldu. Acar’ın üzerinde tek bir parça kıyafet kalmadığını gördüğümde
yutkundum. Boğazım fonksiyonunu yerine getirmekte güçlük çekmiş ve sonuç olarak
yutkunuşum bana herhangi bir rahatlama getirememişti.
“Hazırsın,” diye mırıldandım. “…sanırım?”
“Hazırım,” dedi beni taklit ederek eklerken. “…sanırım.”
Koltuğa çok yakın duruyordu. “Oturabilirsin.” dediğimde
bakışlarımı sürekli yüzünde tutarak kendimi bir nevi işkenceye maruz
bırakmaktaydım. Özenle işlenmiş gibi duran gövdesine ve -özellikle- belinden
aşağısındaki manzaraya bakmamak şu an için en büyük sığınağımdı.
Kalçası koltuğa yaslandığında tam koltuğun ortasındaydı.
“Nasıl durmamı istiyorsun?” diye sordu.
Başımı iki yana salladım. “Nasıl rahat edersen öyle
durabilirsin ama olabildiğince az hareket etmen gerekiyor. Yani en
sıkılmayacağın oturuşunu seçmelisin.”
Sırtını koltuğa yasladı. Tam karşımdaydı ve ben
aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi koşarak katetmemek için kendimi zorluyordum.
Bacaklarını aralayarak koltukta yayıldığında, bu odanın ve hatta başka birçok
şeyin de hâkimiymiş gibi görünüyordu.
“Hareket etmem,” dedi söz verircesine. “Ben hareket
etmeyeceğim ama bütün uzuvlarımın aynı sözü verebileceğinden emin değilim.”
Bahsettiği uzvun hangisi olduğu bir tartışma konusu
değildi. Bu, beni bakışlarımı aşağıya doğru kaydırmaya itmişti. Karnına doğru
yaslı halde duran aletine birkaç saniyelik bakışımın ardından minik bir
öksürükle boğazımı temizledim.
Halimden keyif aldığını söyleyebilmek için kâhin olmaya
gerek yoktu. Suratındaki o memnun ifadeyi bir çocuk bile okuyabilirdi.
“Başlıyorum ben,” dedim konuyu geçiştirerek. “Çok fazla
hareket etme ve olabildiğince az konuş.”
Taslağı çıkartmak için kömür bir kaleme uzandım. Tuvale
henüz ilk çiziği atamamışken sesini duydum.
“Konuşursam?” dedi merakla.
“Dikkatim dağılır,” diye cevapladım ona zevk vereceğini
adım gibi bilerek. “Ve inan resminin ilginç
eksiklik ve fazlalıklara sahip olmasını istemezsin.” Tehdidimi yeterli
bulduğunu düşünüyordum çünkü başka bir şey söylemedi.
İlerleyen dakikalarda elimdeki kalemi tuvalde gezdirirken
bakışlarım sıkça ona uğruyordu. Onu çizebilmek için bunu yapmam gerekliydi
tabii ama belki bu kadarını yapmasam da aklımdaki taslak beni sonuca
ulaştırırdı. Yine de her an ona bakmaktan hiç vazgeçmedim.
Kalemle yapmam gerekenlerin büyük çoğunluğu bitmişken
aradan yarım saatten fazlasının geçtiğini biliyordum. Acar’ın hiç sıkılma ya da
kalkma belirtisi göstermemesinden hoşnuttum.
Başı ilk andan beri hafif geriye yatmış haldeydi, yayvan
bir biçimde koltukta oturuyordu. Bacakları koltuğumun büyük bir kısmını
kaplayacak kadar açıktı. Bir kolu karnının üzerinde duruyorken diğeri koltuğun
kumaşına yaslıydı.
Daha önce canlı bir figürle çalışmışlığım yoktu.
Resmettiğim kişiler olmuştu, portre de çalışmıştım elbette ama biri karşımda
duruyorken onu çizmemiştim. Ek olarak o kişinin çıplak oluşu da sınırlarımın
hayli üzerindeydi.
“Çizdiğini görmek istiyorum.” dediğinde karnındaki eline
eklediğim gölgeyle uğraşmayı bırakıp bakışlarımı ona çevirdim.
“Bittiğinde göreceksin zaten.”
“Ne zaman bitecek?”
Bitmesini isteme sebebinin can sıkıntısı değil çizimi
görme merakı olmasına gülümsedim. “Daha var.”
Başka bir şey söylemedi. Ben de işime geri döndüm.
Başlarken özellikle baktığım saate yeniden baktığımda, birinci saatin sonuna
yaklaşıyorduk.
Her şeyi bitirmem en az birkaç saatimi alırdı. Fakat
birazdan karşımda durmasını gerektirmeyecek kadar detaya inmeye başlayacaktım.
O detaylar ezberimdeydi, ona bakarak yardım almam gerekmeyecekti.
Bahsettiğim o noktaya ulaştığımda elimdeki kalemi kenarda
duran ahşap uzun tabureye bıraktım. “Merih,” dediğimde zaten bende olan
bakışları daha dikkatli hale gelmişti. “Hareket edebilirsin artık, öylece
durman gereken kısmı bitirdim.”
“Resim bitti mi yani?”
Olumsuz bir ses çıkarttım. “Oturuşun, duruşunla ilgili
kısım bitti. Diğer detayları sen hareket etsen de ekleyebilirim.” diye
açıkladığımda anlamış gibi duruyordu.
“Sen devam et o zaman,” dedi. “Ben rahatım böyle.”
Kıkırdadım. “Tamam, edeyim devam.”
Bakışlarımı ondan çekip yüzüyle uğraşacağım için şövaleye
biraz daha yaklaştım. Gözlerimin önünde asılı bir fotoğrafmış gibi belirgin
yüzünü dikkatle tuvale aktarırken bütün duyularım oraya odaklıydı.
Dudaklarıyla uğraşırken kendi dudaklarımı büktüğümün,
gözlerini düzgünce çizmeye çalışırken gözlerimin kısıldığının o an için
farkında değildim. Beğenmediğim çizgileri düzeltip dururken ofladım bir anda.
“Olmadı burası, burnun böyle görünmüyor ki!” dedim
sitemle. Acar bir şey yapabilecekmiş gibi ona yakınıyordum. Bakışlarımı sağa
doğru kaydırıp tuvalin arkasında kalan bedenine baktığımda yüzündeki keyif dolu
gülümsemeyle beni izlediğini gördüm.
“Sen çiz, ben burnumu ona göre değiştirtirim.” derken pek
şaka yapıyor gibi durmuyordu. Gözlerimi kırpıştırarak suratına baktım.
Dudaklarım aralandı ama bir şey söylemedim.
Susuzluğum baş gösterdiğinde dilimle dudaklarımı
ıslatarak bu hissi geçirmeye çalıştım. Onun karşısında iştahla dudak yalamam,
düşünülünce pek risksiz bir hareket olmamıştı.
“Sikerim öyle işi,” diye hırladı. “Bir saattir karşımda
hayran olunası bir biçimde oturuyor ve çıplaklığımı çiziyorsun, burada hareket
etmemek için deliriyorum. Şimdi de o hem şifalı hem zehirli dilin benim
sınırlarımda geziniyor.”
Dudaklarımı kendi sınırları olarak belirtmesindeki
ilkellik, benim içimde ondan alacaklarımı bekleyen ilkellikle benzeşiyordu. Bu
yüzden söylediklerinin bedenimde titreşim yaratmasını garipsememiştim.
“Belki…” dedikten sonra yüzüme dökülen saçımı geriye
doğru itip kulağıma sıkıştırdım. “Dilime oyalanabileceği başka bir şeyler
verirsen, senin sınırlarında gezinmekten vazgeçer Merih.”
Aramızdaki birkaç adımlık mesafe o an için kayboldu ve
ben gözlerinde harlanan alevi bir nefes uzağımdaymış gibi izledim.
Kasıklarından karnına uzanan aletinin seğirdiğini gördüm.
Beni duyduğunda Acar’dan önce tepki vermesine zevkle gülümsedim. Beni ayağa
kaldıran da buydu.
Yanına adımlamak yerine, bir saat önce onun önümde
yaptığı gibi üzerimdeki kazağa uzandım. Kazağın üstümden çıkması saniyelerimi
almamıştı, bakışları beni sıkı sıkıya kavramış halde üzerimde geziniyordu.
Soyunurken üşümem gerekirdi, oysa bakışlarıyla yanıyordum.
“Tek bir kumaş parçası bile tenine değmezken yanıma geleceksin,”
dedi biraz sonra olacakları tatlı bir masal anlatıyormuş gibi dillendirirken.
“Teninin her zerresine bir tek ben değeceğim, her zerresinde izler bırakacağım.
Çıplakken bile o izlerle giyinik görüneceksin zümrüt göz, ben yokken çıplak
hissetmene izin vermeyeceğim.”
Sütyenimin kopçasını daha önce hiç açmamışım gibi
parmaklarımı birbirine dolamama sebep olan cümlelerinden sonra, zorlukla
bedenimden ayrılan çamaşırı tutmayı bırakarak yere düşmesini sağladım.
Kalçalarıma sıkıca yapışmış pantolonun beline uzandığımda düğmeleri ve fermuarı
açtıktan sonra eğilmeden çıkaramazmışım gibi dik bir açıyla öne kıvrıldım.
Göğüslerim sarkarak karşımdaki adama seyirlik bir manzara
sunmuştu. Manzarasının onu kısıkça inletmesini tatlı bir melodiymiş gibi
dinledim.
Üstümde yalnızca açık renk, ince dantelli bir külot
kalmıştı. Onun da pek fazla yer kapatıp engellediğini söylemek mümkün değildi.
“Gel bana,” diye seslendiğinde küçük adımlarla yanına
doğru yürümeye başladım. Bu, aramızdaki mesafeyi iki katına çıkartarak yanına
ulaşma süremi katlamıştı. Sabrı zorlanıyormuş gibi baksa da hiçbir şey
söylemeden ona varmamı bekledi.
Ayrık duran bacaklarının arasında ayakta kalacağım kadar
yakına ulaştığımda ona fazlasıyla tepeden bakıyordum. Sırtını yavaşça koltuktan
ayırdı. Yüzü karnıma denk geliyordu. Sıcak nefesi karnıma çarptığında derim
buruşuyormuş gibi hissettim.
Karnıma, göbek deliğimin biraz altına dudaklarını
bastırdığında elimi saçlarına uzatmak için havalandırdım. Atik bir hamleyle
yakaladığı bileğimi tutarak bunu engelledi. “Dizlerinin üzerine çök.”
Tıpkı sesimi duyduğunda hareketlenen erkekliği gibi,
tatlı sert emrini duyan da benden önce kasıklarımdaki kuytuydu. Beklentiyle
sızladığımda bunu duyumsaması mümkün müydü bilmiyordum ama elimi tutmadığı
eliyle tepeme küçük bir fiske vurdu. “Sabırsız kızın biraz beklemeli güzel
bebeğim.”
Külotum yokmuş gibi hissettiren vuruşuyla yerimde
sallandım. Karnımdaki dudakları aynı yeri tekrar öpücükle taçlandırdı. “Çök
bebeğim.” diyerek yinelediğinde nefesim düzensizleşmişken yavaşça dizlerimi
yere bastırdım.
İki bacağının arasında, dizlerim ve alt bacaklarım yere
yaslı halde oturuyordum.
Yere eğilirken tutunduğum bacağına, biraz sonra
hissedeceklerimi düşünmenin verdiği yoğunlukla tırnaklarımı batırdığımda elimi
tutmayı bırakarak çenemden yakaladı. Çenemi usulca sevdi.
Çenem ve alt dudağım arasında kalan boşluğa parmağıyla
baskı yaptığında dudaklarım reflekse aralandı. O boşluktan sıklaşan nefeslerim
dökülüyorken bakışlarımı gözlerine diktim.
“Avuçlarını yalayacağımdan bahsetmiştin,” derken evindeki
atışmamızdan alıntı yaptı. Sağ elimi yakalayıp dudaklarına yaklaştırdığında
bacaklarımı sıkılaştırarak kendimi kastım. İki bacağım arasındaki kalp gibi
atan noktayı böyle dinginleyebileceğimi sansam da boşaydı. Avuç içim dilinin
ıslak ve sıcak dokunuşuyla bezenmeye başladığında beklenti dolu bakışlarla onu
izliyordum. Elimi ne için ıslattığını bilmek, bulunduğum yere ıslak izler
bırakacak kadar sulanmama sebep oluyordu.
Bileğimden kavradığı elimi serbest bıraktığında
avucumdaki ıslaklığın kurumasına izin vermeden şişip büyümeye başlamış aletini
sıkıca kavradım. Dişlerinin arasından hırıltıyla inleyip başını geriye doğru
vurur gibi bastırdığı an, bu an oldu.
Kökünden ucuna doğru hantal hareketlerle sıvazladığım
uzunluğu avuçlarımın arasında büyümeyi sürdürüyordu. Ona alttan alttan
bakıyorken, dokunuşumla yüzündeki ifadeyi yaratabilmiş olmamdan duyduğum zevk
tarifsizdi.
Birkaç kez elimi aynı hızda ve yönde hareket ettirmeyi
sürdürdüm. Aletinin ucundan sızan zevk sıvısı parmaklarıma doğru düştüğünde iç
çektim. Aniden dudaklarımı aralamam için büyük bir baskıyla ağzıma sızdığında
şaşkından çok savunmasız hissediyordum. Fakat savunmasızlığım o kadar ironikti
ki bir yandan da bulunabileceğim en güvenli yerdeymiş gibi rahattım.
“Arala o tapılası dudaklarını.” dediğinde ondan emirler
bekleyen bir askerden farksızdım. Dudaklarım aralandığında hızla ağzıma sızan
kalın başparmağını sıvazladığım aletinde hissedeceği yankılar yaratacağımı
bilerek emdim.
Dilimin üzerinde kaydırdığı parmağı boğazıma ulaşamıyordu,
ama birazdan boğazımın sızlayacağından haberdardım. Bu, boğazımda tatlı bir
kaşıntı yarattı. Gözlerim kısılırken elimin hareketini hızlandırdım. Onu daha
sıkı kavrayarak sıvazlarken, elimi ıslatmış olması ve zevk suyunun verdiği nem
elimin kaymasına yetmemeye başladı.
Ağzımdaki parmağına aldırmadan adını inledim. Bunun neyin
çağrısı olduğunun gayet farkındaydı. Farkındalığı çenesinin kasılmasına, bana
birazdan ellerinde unufak olacakmışım gibi bakmasına yol açtı.
“Ağzında mı istiyorsun beni bebeğim? Ağzının sıcak
ıslaklığını bana bulaştırmak mı istiyorsun Feris?”
Gözlerimi irice açık tutarak ona bakmakla yetindim. Belki
başka bir anda duymaktan rahatsız hissedeceğim bir küfürle soluklandı ve
ardından ağzımdaki parmağını çekti.
Saçlarımın bana büyük bir engel yaratacağını biliyordu.
İki eliyle saçlarımı bir avucuna doldurup sıkıca kavradığında hissettiğim küçük
sızı kasıklarıma ikaz ışıkları yaktırmıştı.
Artık karnına yaslanmayacak kadar sertleşmiş aleti ben
tutmuyor olsam da dimdik kalacaktı, bunu dokunurken hissettirdiklerinden
anlıyordum. Kasıklarındaki birleşim noktasından sıkıca kavramayı bırakmadan
yüzümü oraya doğru yaklaştırmadan önce yanağımı iç bacağına yaslayarak yüzüne
baktım kısa bir an.
“Birinin senin bu halini görmesine tahammülüm olsaydı
eğer, bu anın arkandaki o tuvale kazınmasını isterdim. Aç bakışlarla,
koyuluktan kararan yeşillerinle beni izlerken seni resmetmelerini isterdim.”
dediğinde aklımda canlananlarla inledim. “Ama değil görmek, kimsenin seni hayal
edemeyeceği bir halde önümde diz çökmüş haldesin Feris. Şanslı piçin tekiyim
değil mi?”
Dudaklarımı erkekliğinin etrafına sarmak için
cümlelerinin sonunu zorlukla beklemişken, artık ağzımın içindeydi.
Saçlarımdaki tutuşu sertleşirken henüz yarısı bile
ağzımda olmayan aletini damağım ve dilim arasında sıkıştırarak emdim. Çıkan
seslerin onu nasıl hararetlendirdiğini kasılan karın kaslarından ve
parmaklarının kenetlendiği saç diplerimden anlamam mümkündü.
Ağzıma sığdıramadığım kısmını elimle okşamayı sürdürürken
burnumdan nefes alabilmek için kendimi zorluyordum. Ağzımın tamamı onunla
doluydu, boğazıma dayanan uzunluğunun nefesimi kesmesinden duyduğum arsız
hazzın pençesinde esirdim.
“Arsız kızım,” diye hırıltılı boğuk bir sesle konuşurken
bakışları bendeydi. Bende ve ağzımdaki varlığında… “Benim eşsiz, küçük
sevgilim.”
Duyduklarım, nefessizlikten ve boğazımdaki zorlanmadan
dolu dolu olan gözlerimi aşkla taşırdığında saçlarımda olmayan eli yanağımdaki
damlayı boynuma inemeden yakaladı. İşaret parmağının kenarında tuttuğu damlayı
dudaklarına yaklaştırıp öperek yatıştırdığında inledim.
İnleyişim aletinde bir titreşim yarattı, gözlerinin önüne
perde inmiş gibi hızla bedenimi koltukaltlarımdan tutup kucağına kaldırmasına
sebep olanın bu olduğunu düşünüyordum. İnlemem aletini zonklattığında, sona
yaklaştığının farkına varır varmaz beni kucağına almıştı.
Hedef şaşırmadan kalçamı kasıklarına bıraktığında kendi
ıslaklığıyla yeni bir evren yaratmış olan kadınlığım bu birleşmeye sızlayarak
tepki verdi. Altımda hâlâ külotum vardı ama ince dokusu nemle iyice incelerek
tenimle bütünleşmiş haldeydi.
Bacaklarım Acar’ın iki yanında duruyorken onlardan pek
destek alamıyordum. Titreyen bacaklarım ayakta kalsam beni düşürecek kadar
güçsüzdü. Dudaklarımı yakalayıp ağızlarımızı hırçın bir çatışmaya sürüklediğinde
ayaklanan hormonlarım susuzluklarını dudaklarından gidermeye kararlılardı.
Çeneme, sus çizgime taşan öpüşmemiz devam ederken
kalçamdaki kıvrıma sürtünen aletini hissettiğimde huysuzlanan bir bebek gibi
sızlandım. Onu hissetmek istediğim yer orası değildi, kesinlikle orası değildi.
Dudaklarından ayrılarak ona bunu anlatmaya çabaladım. Zorlukla ayrıldığım
dudaklarının üzerine, “Lütfen,” diye mırıldandığımda kapattığı gözleri
aralandı.
“Ne lütfen güzelim?”
Benimle oynaması ya da onu alt etmek ilk kez sinirlerime
dokunmadı, öylesine dolmuştum ki patlamak için almam gereken o şeyi almak
dışında hiçbir şey umurumda değildi. “İçimde istiyorum seni,” dedim iniltiyle
karışık bir sesle. “Lütfen.”
Bana, beni yiyecekmiş gibi baktı. Bu tatlı bir şey
görünce atılan o sevimli bakışla uzaktan yakından alakadar değildi. Bana, beni
ciddi anlamda yiyecek ve tüketecek gibi bakıyordu.
Kalçamdaki loblara sardığı avuçları saniyelik bir
hareketle külota ulaştılar. Parmaklarının kumaşı bedenimden kopartarak
ayırması, ona güç bile harcatmışa benzemiyordu. Birkaç saniye sonra artık tıpkı
onun gibi çırılçıplaktım.
“İsteklerinin benim için emir olduğunu söyledim sana
değil mi?” diye sorduğunda sorusunun aklımdaki gerekli noktalara ulaşıp
ulaşmadığı şaibeliydi. Aynı anda aletinin tamamını içime ittiğinde, üzerine
oturmamı sağlayıp karnıma kadar hissettiğim şekilde beni doldurduğunda tiz bir
çığlıkla başım geriye doğru düştü.
Benim hareket etmemi beklemeden, belimi sıkıca sabit
tutarak içime çarpmaya başladığında tutturduğu hızlı ritmin bedenimi bir enkaza
çevirmesi kaçınılmazdı. İçimi yakıp yıkan vuruşlarıyla sarsılıyorken boynuna
tutundum. Sıkıca sarıldığım boynuna doğru yatmak istediğimde meme ucuma yapışan
dudakları buna engel olmuştu.
İştahla emdiği ucum o ana dek zaten şişkin ve hassastı
ama ıslaklığıyla bin kat fazlasını hissetmeye başlamıştım.
Kalçalarımı oynatarak üzerinde hareket etmeye
başladığımda hareketsiz kaldı. Onu içime alarak kendimi tatmin etmeye
çalışışımı, gözlerindeki şehvetle izledi.
İki göğsüme de ilgisini eşit dağıtırken ensesindeki
saçlara yapıştım. Sertçe çektiğim saçları, biraz daha zorlarsam elimde
kalabilirdi ama şu an düşüneceğim şeylerden biri değildi bu.
“İçindeyken bile yetmiyor, sana yakın olma isteğim
dinmiyor nasıl bir şeysin sen?”
Dudakları konuşurken göğsümden ayrıldığında alınlarımızı
birleştirdim. Kalçalarımı artık daha hantal hareketlerle oynatmaya başlamışken
avuç içini sert sayılabilecek bir hızda sol lobuma vurduğunda kesik kesik iç
çektim.
Dudaklarıma kapanıp az önceki vuruşunun sızısını dindirmek
ister gibi öptüğünde ona sızının çoktan kaybolduğunu, geriye yalnızca
kadınlığıma bıraktığı titreşimlerin kaldığını dile getirmedim. Hızlanabildiğim
kadar hızlanıp onu içime alıp dururken gözlerim kaymaya başlamıştı.
Alt dudağını sakinleştiricimmiş gibi emdim uzunca.
Boşalmaya yaklaştığımı anladığını biliyordum, ona sesli olarak bunu söylememe
gerek yoktu. Beden dilimi benden daha iyi okuyabiliyordu.
Üzerindeki hareketlerimi karşılayıp birleşmemizi
derinleştirdiğinde inleyerek aletinin üzerinde yuvarlak bir biçimde kıvrandım.
İçimde bambaşka yerlere çarpmasına sebep olan bu hareketle, üzerine yapmaya
başlamıştım. Onu öpecek gücüm dahi yokmuşçasına yalnızca dudaklarım çenesine
yaslı dururken içime birkaç kez daha çarptı.
Islaklığıma karışan sıvısı kadınlığımı doldurduğunda onun
da rahatladığını anlamıştım. Dudaklarının hizasında duran burnuma küçük bir
öpücük bıraktı.
Sırtımı usulca okşayarak içimden çıkmadan beni kendisine
yasladı. “Aşığım sana,” deyişi
kulağıma çok yakın bir yerde yankı buldu. “Âşık
olduğum kadar da benimsin.”
~
“Öğlen olmuş Ömer, söylesene beni bırak diye. Yedim
tatilinden resmen.” derken saatten çektiğim bakışlarımı Ömer’e diktim. Gülmekle
yetindi.
“Önemli değil, akşamki erken çıkışlarıma sayarız patron.”
“Patron dediğini Caner duymasın, ben patrondum hani diye
biraz gerilebilir.” Bu, daha çok gülmesine sebep oldu.
“Öğleden sonra devam ederiz o zaman kalan kısma, kaçtım
ben.” Ayaklandığında ben de kalktım. “Gizli görevin nasıl gidiyor peki?”
Küçük bir kahkaha attı. “İzlemedeyim.”
Ofladım. “Gördüğüm en yavaş çift Polat ve Yağmur
olabilir. Ne demek hâlâ itiraf etmemek ya?”
Artık onlarla aynı odada bulunduğum anlar azaldığından ve
teknik olarak üstleri olduğumdan böyle davranmam sorun yaratabilir diye
düşünerek Polat-Yağmur ikilisinin çöpçatanlık görevini Ömer’e devretmiştim. İlk
anlattığımda suratıma bön bön bakmıştı ama ikna edici bir insandım ve bir
şekilde ikna olmuştu sonuçta.
“Yağmur biraz kaçıyor, Polat desen…”
“Sessizliğiyle adam öldürür…” diye tamamladım.
Başını sallayıp onayladığında dudak büktüm. “Neyse
halledeceğiz bir şekilde. Ben kimleri kimleri birleştirmedim ki…”
Aslında bir tek Melih ve Çağla’yı birleştirmiştim ama
Ömer’in bunu öğrenmesine gerek yoktu. Hem onlardan başka bir girişimim de
olmamıştı zaten. Olsa hallederdim zaten. Ederdim, ederdim.
Ömer odamdan çıktığında ben de kabanımı alıp telefonum
elimde odadan çıkmak için hareketlendim. Acar’ı aramaya çalışırken bir yandan
da ne yesek diye düşünmeye başlamıştım.
Telefonum kulağımdayken odadan ayrıldım. Asansöre
ilerlediğimde kabanımı omuzlarıma atmıştım. Üçüncü çalışta telefon sonunda
açılınca nefeslendim. Yine işe dalıp öğle arasının başladığını unutmuştu
muhtemelen, az önceki halime bakılırsa bu bulaşıcı bir hastalıktan farksızdı
ayrıca.
“Aşağı iniyorum Acarcım,” dedim direkt. “Bir daha oraya
gelmeyeyim.”
“Öğlen mi olmuş?” dediğinde tahminimde yanılmadığım
kesinleşmişti.
Kıkırdadım. Gülüşüm, asansör ben henüz tuşuna basmadığım
halde önümde kapılarını araladığında duruldu.
Kapılar iki yana açıldı. Karşımda bulduğum bedeni görmek,
kulaklarımda uğultu yaratmıştı.
Acar’ın ‘Feris’ deyişi ve karşımdaki adamdan yükselen
‘İzgi’ sesi birbiriyle çakışırken boğuluyormuş gibi hissettim.
Ediz
buradaydı.
~
- Yaman
“Annen benim
de her şeyim Rüya, o üzülünce ben de çok üzülüyorum.”
Rüya’nın kulağına mırıldandığım, aslında mırıldanmadan
fazlasını bile isteye yaparak sesimi herkese duyurduğum cümlem sonladığında
küçük bir sessizlik oluştu.
Rüya’nın şaşkın şaşkın bana bakıp söylediklerimin
doğruluğunu tartma çabasına istemsizce dudaklarım kıvrıldı. Arkasında kalan
ikiliye bakmadan ona odaklanmaya devam ettim.
“Her şeyin mi?” diye sordu iri iri açtığı gözleriyle.
Karşımda Hayal’in küçük bir kopyası duruyordu, hastanedeyken bana acı veren bu
benzerlik şimdi tamamen hoşnut olduğum bir güzellikten ibaretti.
“Her şeyim, Rüya.” dedim onaylayarak.
Önünde diz çöktüğüm için kolayca omuzuma tutundu.
Ardından arkasına döndü. Hayal’e baktı uzun uzun. “Anne,” diye seslendi.
Hayal’in beni duyduktan ve hatta buraya geldiğim andan
sonrasında kendinde değilmiş gibi göründüğünün elbette farkındaydım. Aradan
dört yıl geçmiş olması, ezberimden silindiği anlamına gelmiyordu. Ben yine onun
bir nefes sonra ne yapacağını, ne söyleyeceğini biliyordum.
Bir tek gidişinin sebebini öngörmeye yetmemişti bu ezber.
En gereken yerde, en gereken zamanda kullanamamıştım.
“Annem?” diye yanıtlayan Hayal’i duydum. Bu, beni hep
düşlerimde belirip duran o büyülü hisse itti. Omuzuma tutunan bedenin, dolu
gözlerle bizi izleyen kadından ve benden kopan bir parça olup ona ‘anne’ diye
seslendiğini duymuşum gibi irkildim.
“Yalan mı söylüyor dev adam?” diye sordu Rüya usul usul.
Bana inanmıyor, inanamıyor oluşunu garipseyemezdim çünkü hastanedeki tavrımla
buna sebep olan bendim. Ve bu hikâyedeki en masum varlık oydu.
‘Dev adam’ deyişi dikkatimden kaçmamıştı. O kadar tatlı
görünüyordu ki buraya geliş amacım da dahil birçok şey zihnimden silinmiş ve
her yeri o kaplamıştı.
“Söylemiyor.” dedi Hayal hiç duraksamadan. “Yalan
söylemiyor Rüya, o hiç yalan söylemez annecim.”
Söylemezdim. Belki başkalarına dilimden döktüğüm yalanlar
vardı ama ona bir kez olsun yalan söylememiştim.
Rüya bana döndü tekrar. Küçük avuçlarıyla birden
yanaklarıma dokunduğunda donakaldım. “Yalan söylemek kötü bir şey zaten,” dedi
başını sallarken. “Aferin dev adam.”
Babamdan ve annemden küçükken aldığım aferinlerden
duyduğum hazza benzer bir haz duymam garip miydi? Çünkü bu ufaklıktan gelen
tebrik dengemi şaşırtmıştı.
İlker’in güldüğünü duydum. Hayal henüz tepki verebilecek
kadar kendine gelememişti, onun yerine bu görevi arkadaşı üstlendi.
“Dayıcım Yaman Göktürk’ü önce diz çöktürdün, sonra
aferini bastın adama. Hayal senin yanında halt etmiş bence.”
“Yaman değil onun adı, dev adam o.” diyerek heyecanla
bana bakan Rüya’ya göz kırptım. “Değil mi?”
“Sen ne istersen o.” dediğimde kıkırdadı.
“Biz de dev adam diyeb-…” İlker’in başladığı cümleyi ona
çevirdiğim bakışlarım yarıda kestiğinde yutkundu. “Biz Yaman demeye devam
ederiz diyordum tam.”
“Dayıcım U dönüşü mü yaptın?”
Rüya’nın sorusu açık kapı sayesinde apartmanda yankılanan
bir kahkaha atmama sebep oldu.
“Kızım sen nereden biliyorsun u dönüşünü?” diye soran
Hayal hayretler içerisindeydi.
“Ben öğretmiştim arkadaşlarına söylesin havalı olur diye…
Üzerimde kullanması hoş olmadı tabii.” İlker pişmanlığını dile getirirken yavaşça
doğruldum.
Doğrulurken omuzlarımdaki elleri düşen ve artık
dizlerimin biraz üzerine denk geldiğinden aramızdaki mesafe büyümüş olan Rüya
kollarını göğsünde kavuşturdu. “Neden kalktın?”
Neşeli cıvıltılar çıkartmasına yol açacak bir hızda
koltukaltlarından kavrayıp kucakladım. Olabildiğince yukarıda tuttuğumda yine
yüzlerimiz eşitlenmişti.
“Ben de dev adam oldum!” diyerek sırıttı. “Anne bak!”
“Dev kadın olmuş olmayasın ufaklık?” dediğimde gözlerini
kıstı. “Bozmasana beni, havalı olamıyorum.”
İlker’in Rüya’ya kazandırdığı kelime dağarcığı belli ki u
dönüşü ile sınırlı değildi.
“İçeri girelim şimdi,” diye şakıdı Rüya. Annesinden
benimle ilgili aldığı onaydan sonra, tanıştığımız günü silip atmış gibiydi.
“Dayım ödevimi boyayamıyor, belki sen güzel yapabilirsin.”
Hayal ile göz göze geldik. Bana olan bakışlarını ilk kez
çözümlemekte zorlandığım an buydu. Aynı anda onlarca hissin karmaşa yarattığı
gözlerinden bir şeyler okuyabilmem imkânsızlaşmıştı.
“Kızım adam mimar zaten, benden güzel yapar tabii.”
“Annem gibi!”
“Başka bir
meslek seçseydim ve seninle hiç tanışamasaydım… Çok korkunç olurdu.” diye
mırıldanırken göğsüme çenesini bastırmış halde yüzüme bakan Hayal’i sırtını
sıvazlayarak bedenime daha da çektim.
“Başka bir
meslek yapıyor olsaydın da benimle tanışırdın, Hayal.” dedim emin bir tavırla.
Kaşları çatıldı hemen. “O nasıl olacakmış? Stajyerin olmasam nereden bulacaktın
beni?”
“Sen benim
kaderimin bir parçasısın, en güzel parçasısın. Eğer stajyerim olmasaydın da bir
şekilde karşılaşırdık Hayal. Kader bize bambaşka bir tesadüf sunardı, sunmak
zorundaydı.”
“Annen gibi,” dedim Rüya’yı onaylarken. “Boyayalım
bakalım ödevinizi küçük hanım, umarım çok zor değildir.”
“Değil değil,” dedi destek vermek için omuzumu
patpatlarken. “Ben sana yardım edeceğim dev adam, merak etme.”
Ayağımdaki ayakkabılardan Rüya’yı bırakmadan
kurtulduğumda Acar’ın evinden alışkın olduğum tasarım sayesinde kimseye bir şey
sormadan salona girmem kolaydı.
Rüya’nın bahsettiği kâğıtların orta sehpada olduğunu
gördüğümde oraya en yakın koltuğa yerleştim. Dizimde oturmakta bir sakınca
görmemesi, benim için de onda olduğu kadar alışılmış bir durummuş gibi hisler
yaratıyordu.
Kâğıtlardan birkaçına uzanıp bana ne yapmamız gerektiğini
gösterirken bir kulağım onda bir kulağım da kapıdan gelebilecek seslerdeydi.
Tek duyduğum kapı sesi olduğunda kaşlarım çatıldı.
Rüya’nın bana verdiği kalemlerden birini kavrarken bakışlarım kapıya çevrildi.
İçeriye yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi titrekçe giren Hayal’in ardından
İlker’i görmediğimde kapı sesinin sebebini anlamıştım.
İlker bizi yalnız bırakmaya karar vermişti.
“Bak burası aslında mor olacaktı ama dayım mavi yapmış.”
Hayal’den bakışlarımı çekmekte zorlandığım birkaç
saniyenin ardından derin bir nefes alarak Rüya’ya döndüm. “Biraz kırmızı
ekleriz o zaman güzelim, pastel boya yapıyormuşsunuz zaten karışır kolayca.”
Rüya şaşırmış gibi baktı bana. Başını arkaya doğru
yatırması gerekmişti sırtı bana yaslı olduğu için. “Kırmızı boyayınca mor mu
olacak?”
“Hı hım, bence olacak.” dedikten sonra duraksadım. “Ama şansımızı
arttırmak için beni öpmen gerekiyor, şans öpücüğü yani.”
Gözlerini kırpıştırdı. İtiraz edebileceğini düşündüm.
Aslında bu öpücük kısmı bir anda ağzımdan çıkmıştı, planlayarak sunduğum bir
teklif değildi. Onu zorlayıp zorlamadığımı düşünerek bir şeyler söyleyecekken
yanağımda hissettiğim küçük öpücükle içimin ısındığını hissettim.
“Öptüm, şimdi mor yapabiliriz güzel kelebeği.”
“Senden güzel kelebek mi varmış?” diye sorarken öpücüğü
ona iade edip yumuşak yanağını öptüm. Utandığını kafamı ittirirkenki
sırıtışından anlamak mümkündü.
Elime kırmızı pastel boyayı aldığımda Rüya bir an elime
tutundu. “Ama dur.”
“Durdum.”
“Anne sen de buraya otur.” dedikten sonra bir an için
boşta kalan dizime çekmeyi düşündüğüm Hayal onu kırmayıp ayakta dikilmeyi
bırakarak yanımdaki boş kısma yerleşti.
“Eğer hemen mor yapamazsak, annem de şans öpücüğü
verebilir.” diyen Rüya’yı duyduğumda gülerek kalemi kelebeğin üzerine
bastırdım. Oldukça hafif tuttuğum elimle belli belirsiz bastırınca kalem
rengini vermedi.
Rüya’ya baktım. “Olmuyor galiba ufaklık.” Rüya bir bana
bir de kelebeğe baktı. Kelebeğin akıbetini her şeyden önemli bulduğunu
anlayabiliyordum. “Anne?”
“Hı?” gibi bir sesten fazlasını çıkartamayan Hayal’i
duyduğumda dudaklarımı birbirlerine bastırarak gülüşümü engelledim.
“Öpebilir misin dev adamı? Kelebeğim boyanmıyor.”
Hayal ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir bana bir
Rüya’ya baktı. “Ben mi?” dedi saçma bir tepkiyle. Geri döndürüp İlker’i ya da
karşı dairedeki Acar’ı öpmemi mi bekliyordu?
Rüya başını salladı. “Evet, hadi biraz hızlı olun. Daha
çiçekli resmimi de boyayacağız. Yarına yetişmesi lazım bu ödevlerin.”
Rüya, Hayal’in olduğu taraftaki dizimde değildi. Bu da
sol tarafımı boşta bıraktığı anlamına geliyordu. Hayal’e döndüm. “Hızlı olmamız
gerekiyormuş, oyalanma istersen.”
Neye onay verdiğini bilmiyormuş gibi hızlı hızlı başını
salladı. Bu haline delice gülmek istiyordum. Afallamış halini özlemiştim.
Rüya’nın baskısı sonucunda başını bana doğru uzattığında
onu yarı yolda karşıladım. Dudaklarını yanağıma değdirdiğinde Rüya’nın mor
kelebeği kalbime konmuş gibiydi.
Geri çekilmesine fırsat vermeden, dudaklarımı kulağına
yakın bir yerde tutarak mırıldandım. Mırıldanışım bir yemindi; dönmeyeceğim,
yıkıp geçmeyeceğim bir yemindi.
“Bir daha yalvarsan da, koşup kaçmaya çalışsan da benden
gitmene izin vermem. Eğer yanağıma şimdi ikinci bir öpücük bırakırsan, bir daha
gitme şansını kaybedersin. Bana hiç bitmeyecek bir esaretle bağlı kalırsın.
Anlaştık mı benim en gerçek Hayal’im?”
Anlaştık demedi. Hiçbir şey söylemedi.
Dudaklarının yanağıma bıraktığı ikinci öpücük, ikinci
şansımızın küçük bir temsiliydi. Bu şansın ilki gibi ömürsüz olmamasına,
sonunun cehenneme kucak açmamasına varımı yoğuma katarak çabalayacaktım; hem kendim için, hem aşkı hâlâ gözlerinden
taşan sevdiğim kadın için hem de farkında olmadığımı sanarak heyecanla bizi
izliyor olan küçük kelebek için.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder