Aykırı Çiçek 58.Bölüm

 58.BÖLÜM



- 31 Aralık 2001, İstanbul

 

“Amcasının güzeli, o yemek değil. Ne yapıyorsun?”

Barış panikle yeğenine uzanırken elindeki yıldız şekilli yılbaşı süsünü ondan ayırmaya uğraşıyordu. Ama Deniz, sıkıca kapadığı parmakları ve çoktan ağzına yapıştırdığı süs ile pek de ona izin verecek halde değildi.

“Kuyabiye bu amca!” dedi çığlık çığlığa. “Annem yaptı, yıldıj şekliylen.”

Barış gülse mi ağlasa mı bilememişti. Masadaki yıldızlı kurabiyelerden haberdardı, Pınar sık sık o kurabiyelerden yapardı ve bu akşam yine yapmıştı. Deniz’in bu yıldızı annesinin kurabiyelerine benzetmesi normaldi bu yüzden.

“Tamam,” dedi sakince. “Isır bakayım tadı nasılmış.” Elinden çekiştirerek sonuca ulaşamayacağını anlayınca böyle bir yol izlemeye karar vermişti aniden.

Deniz heyecanla yıldızı henüz tamamlanmayan dişleriyle kavrayıp sertçe ısırdı. Plastik süsün sertliği ve boyasından kaynaklanan acılığı ağzını yakınca öylece kalakalmıştı.

“Yıldıj…” diye mırıldanırken elindeki süsü yavaşça kenara bıraktı. Yeşilleri dolmaya, burnunun ucu kızarmaya başlamıştı.

“Bak kurabiye değilmiş, söyledim sana.” Barış ona açıklama yapıyorken aslında yeğeninin biraz sonra kıyameti kopartacağını bilseydi muhtemelen susar ve masadaki kurabiyeleri bebeğin önüne yığardı.

Deniz iç çeke çeke ağlamaya başladığında eli ayağı birbirine dolanmıştı. “Deniz? Yok ki bir şey amcasının güzeli, ne oldu?” Yerde oturan minik bedeni apar topar kucaklayıp kendine yasladı. “Yanlışlık oldu birtanem, kurabiyelerden yiyeceğiz birazdan. Neden ağlıyorsun?”

Mutfaktaki Pınar-Aylin ikilisinin duymasına engel olmak için salonun kapıdan uzak köşesine doğru yürüdü. Sırtını sıvazlayıp pışpışlayarak susturabileceğini düşünmüştü ama belli ki yanılıyordu.

Yaklaştığı camdan Deniz’e de dışarıyı gösterdi. “Bak dışarıya, ne olmuş yerlere güzelim? Beyaz beyaz olmuş gördün mü?”

Üç gündür yağan karın kapladığı bahçeyi ilgisini çeksin diye Deniz’e gösterirken bu hamlenin de yanlış olduğunu birkaç saniye sonra kavramıştı.

Deniz bütün haftayı hastalıkla geçirdiğinden ve henüz yeni yeni toparlandığından, onu aralarına eklemeden diğer çocuklar karla oyalanmak üzere annelerinden izin kopartmışlardı. Rüzgar ve Toprak, biraz da Ufuk henüz kendi başlarına bunu başaracak güçte olmadıklarından eşlik etme görevi de Savaş’ındı.

Barış, bahçede canavara dönüşen erkeklerle boğuşmak yerine sakince Deniz’i oyalayabileceğini düşünmüştü. Abisine pasladığı diğer görev konusunda gayet de keyifliydi. Fakat şimdi kucağında içli içli ağlayan bedenle seçimlerinden pişmanlık duyma yolundaydı.

Deniz’i cama yaklaştırdığında onun dışarıdaki kalabalığı görebileceğini hesaba katmamıştı. Selim ve Yaman’ın kartopu attığı babasını gördüğünde Deniz de ipler tamamen kopmuştu.

Amcasının kucağında inmek için çırpınırken bir yandan da tiz bir sesle mızmızlanıyordu. “Bayba… Yıldıj…” diyerek gündemdeki dertlerini sıraladığında Barış dayanamayıp güldü. Saçlarının üzerini öptükten sonra onunla birlikte kapıya ilerledi.

Deniz dışarı çıkacaklarını düşünerek heyecanlanırken Barış’ın planı bunu kapsamıyordu. Böyle bir şeye girişip Deniz’i yeniden hasta ederse abisinden önce yengesi boğazlardı kendisini zaten.

“Aylin!” diye seslendi mutfağa doğru. “Bir gelir misin yavrum?”

“Geldim!” diyerek uzata uzata yanıtlarken ikiliye ulaşmıştı Aylin. Deniz’in kırmızı burnunu ve çipil çipil olmuş gözlerini gördüğünde kaşlarını çattı. “Ne oldu? Niye ağlattın çocuğu Barış, ısırdın mı yine yanağını?”

Aylin yavaşça bebeğin yanağını okşadı. Diş izi görmemesinden memnundu.

“Gel yengecim, niye ağlattı bu deli amcan seni? Hım?”

Deniz ilgi dolu sesle birlikte derin derin nefeslenerek kollarını Aylin’e uzattı. Minik kollarını onun boynuna sararak sırnaştığında Barış ayıplarcasına homurdanmıştı. “Kocana biraz güvensen ne olurdu? Ben bir şey yapmadım, asıl deli olan bu koca yanak. Ağacın yıldızını Pınar’ın kurabiyelerinden sandı, yemeye çalışırken de ağzı acıdı galiba.”

Aylin duyduğu durumun absürtlüğüne kıkırdarken Deniz’i öptü. “Aşkım kurabiye mi istiyorsun sen? Gel biz masadan alalım kurabiyeleri.”

“Kuyabiye…” diye tekrarlayan Deniz yaşananları hatırlayıp ağzının acısını da anımsayınca bir haftadır olduğu gibi nazı sınırları zorlamaya başlamıştı. Vücudu yeni yeni toparlanıyor olduğundan çok kırılgandı.

“Sen kurabiyesini ver, ben de abimi çağırayım. Çocukları ben oyalarım, biraz o içeri gelsin. Deniz onu istiyor.”

Aylin eşini onayladıktan sonra Deniz ile birlikte kurabiyelerin bulunduğu masaya ilerledi. Bir tane kurabiyeyi alıp Deniz’in eline uzattı. “Al bakalım.”

Deniz kurabiyeye tutunacağı son dalmış gibi sıkı sıkı tutunup iç çekerken, kurabiyeyi ağzına götürmek yerine ona duygusal destek alıyormuş gibi yapışmıştı. “Kuyabiyem,” diye iç çektiğinde Aylin kucağındaki bebek tatlılık sınırlarını zorlayınca dayanamayıp bastıra bastıra yanağını öpmüştü.

Deniz huysuzlanarak geri çekilmeye çalışırken kucağında debelendi. Düşmesin diye daha sıkı tutması gerekmişti.

Aylin onu kontrol etmeye çalışırken arkadan gelen kişiyi gördüğünde rahat bir nefes aldı. “Deniz! Bak kim geldi aşkım, arkaya dön.”

Mızıldanmaları arasında merakına yenik düşerek kafasını çevirdiğinde birkaç adım ileride duran bedeni görünce Deniz’in tüm heyheyleri sönmeye başladı. “Bayba,” diye seslenerek kurabiyesini kavramadığı diğer eliyle aç kapa yaparak onu çağırmıştı.

“Efendim meleğim?” Savaş işkence çekiyor gibi görünen Aylin’i kurtarıp kızını kucakladı. “Ne olmuş benim kızıma, niye ağlamış babasının prensesi?”

İlgi almayı en sevdiği kişiden, bolca ilgi bulduğunda Deniz’in keyfine diyecek yoktu. “Bayba,” diye nefeslendikten sonra derdini kendi dilinde anlatmaya girişmişti.

Bolca ‘yıldıj’ ve ‘kuyabiyem’ içeren anlatısı sonlandığında Savaş onunla birlikte yerleştiği koltukta uyuyakalmak üzereydi.

Kızının henüz konuşmayı tam sökemeden bu denli uzun konuşabiliyor olması onu gelecek yıllar konusunda biraz endişelendiriyordu. Gelecek yıllar hakkında endişelenmesi gereken son konunun bu olduğunu anlaması bir yıl kadar sonra gerçekleşecekti.

  

~

 

“Gülmekten katılacak, nefesi kesildi. Oğlum bir şey yapsana.”

Annemin beni durdurması için Yekta abimi dürttüğünü göz ucuyla görmüştüm.

“Anne ameliyata mı alayım gülüyor diye, doktor olduk diye beni gözünüzde bu kadar yükseltmeyin ya.”

Bu diyalog gülüşümü kesmek yerine daha da körüklerken artık gerçekten kırmızı bir domatesten farksız olduğumdan emindim.

Son bir saati, salonun köşesine kurduğumuz büyük yılbaşı çamını süslemek için harcıyorduk. Herkes bir tarafından tutunca alt kısımlar hızlıca bitmişti. Ağaç büyük derken abartmıyordum, abartan ağacın siparişini veren Ufuk Göktürk’tü. Tavana uzanan -ki evin tavanı ortalama evlere göre yüksekti- ağacın orta ve üst kısımlarını süslemek için ardiyeden uzun bir merdiven bulmuştuk.

Ben çıkmak için öneri sunsam da tehlikeli diyerek beni kenara iteklemişlerdi. Aslında düşme anında en kolay yakalayabilecekleri bendim. Fakat sesimi çıkartmamıştım.

Merdivenin en tepesine Ufuk, ona süsleri uzatmak için de alttan birkaç basamağa Rüzgar çıkmıştı. Toprak da aşağıdan onlara talimat veriyordu.

Sonlara yaklaşmışken ağacın tepesine takılacak olan yıldızı Toprak yamuk durdu diye düzelttirmeye çalışınca ise olan olmuştu. Ufuk dengesini kaybedip sarsılınca Rüzgar paniklemiş, Rüzgar panikleyince de Toprak yanlarına koşup merdiveni tutmak istemişti.

Salonda benden başka kimse onları izlemiyordu. Herkes odalara, mutfağa dağılmıştı ve bu ikonik sahneyi boşu boşuna kaçırmışlardı.

Merdiven devrildiğinde altta Toprak üstte Rüzgar ve en tepede mum gibi dikilen Ufuk yere yapışmışlardı. Unutmaya çalıştıkça gözümün önüne gelen ve katıla katıla güldüğüm sahnenin etkisinden çıkamıyordum.

“Anne-“ dedim kesik kesik. “Yerden de kalkamadılar debelenirken…” dedikten sonra başımı yanımdaki Yaman abime yaslayıp nefeslenmeye çalıştım.

Benim anlatışıma -daha doğrusu anlatamayışıma- olayın kurbanları dışında herkes gülüyordu.

Yaman abim yüzüme yapışan saçlarımı geriye doğru çekerken beni sırtımdan sararak daha da kendisine çekmişti.

“Fırsatçı herif,” diye seslenen Yekta abimdi.

“Lan senin konuşmaya hakkın yok, almışsın karını kolunun altına. Sus da otur.”

“Niye hakkım olmasın, bir kolumun altında karım diğerinde de kız kardeşim olamaz mı? Mis gibi de olur.”

“Yanında sos da olsun mu abi?” Toprak dalga geçerek sorarken güldüm.

“Sosa ne gerek var, Pamir’i de var bu herifin. Keyfe bak anasını satayım.” Yaman abim kendi kendine kardeşine bilenmeye devam ederken annem boğazını temizler gibi öksürdü.

“Lafın gelişi annecim, bakma öyle kâbusum olacakmışsın gibi.” Ettiği küfrün anneme ulaşmasıyla Pınar Göktürk’ün asabiyet oklarını üzerine toplamıştı abim. Pişman gibiydi.

“Ne kadar çok konuşuyorsunuz siz, yıl boyunca bugünü mü beklediniz?” Babam bulunduğu tekli koltuktan sonunda müdahale etmeye karar vererek konuşunca hepimiz ona baktık.

“Tamam baba kusura bakma, şimdi biz biraz susalım Deniz konuşsun. Kulakların resetlensin.” dedikten sonra beni öne doğru ittirip sarstı Yaman abim. “Konuş denizkızım.”

“Ya abi!” diyerek bedenimi savurmasına mızmızlandığımda aniden eğilip omuzumu öptü. “Söyle abisinin gülü.”

Küskün küskün bakıp ayaklandım o beni tutamadan. Az önce kahkahalarla düşüşlerine güldüğüm için bana küs olsalar da sığınak olarak üçüzlerimi seçmiştim. Aralarındaki küçücük boşluğa kalçamla onları ittirip zar zor sığdım. “Ben geldim,” dedim görmüyorlarmış gibi.

İkisi de kafalarını benim olmadığım tarafa tavırlı bir biçimde çevirince kıkırdadım. “Tamam o zaman ben Ufuk’u teselli edeyim, o da düşmüştü.” diyerek yem attıktan sonra kalkacakmış gibi hareketlendim. Aynı anda ellerimi tutarak buna engel olduklarında sırıtmıştım.

“Madem ısrar ettiniz gitmeyeyim o zaman. Nereniz acıyor?” Karşı koltukta oturan Ufuk koştur koştur gelip koltukta yer varmış gibi yanımıza yerleşmeye çalışınca küçük bir arbedenin ortasında kalmıştım.

“Oğlum bi’ yürü git, abin sarsın senin yaralarını.” Rüzgar onu itmeye çalışırken Ufuk’un çok umurunda gibi değildi. “Rahat dursaydınız, ne saracağım eşek kadar herifin yarasını.” Selim memnuniyetsizce söylenirken ona döndüm.

“Öyle demesene, üzülebilir.”

“Üzülmezse hatırım kalır.” demesini beklemiyordum. Ufuk’a baktığımda ise hiç etkilenmişe benzemiyordu.

“Üzülmedin mi?” diye sordum neredeyse kucağıma çıkmış olan kuzenime.

“Yo,” diyerek gevşekçe cevapladığında salonda kahkahalar yükselmişti.

“Kendi narinliğiyle karşılaştırdığı tipe bakar mısın? Abim kendinle karıştırma Ufuk’u istersen.” Yekta abimin cevabıyla omuzlarımı düşürdüm. “Siz bana öyle deseniz üzülürdüm, Selim de Ufuk’un abisi ya ondan dedim.”

“Sence bu iki örnek aynı mı amcam? Abilerin sana güzelim, canım da diyor. Bunu da karşılaştırıyor musun benim oğlanlarla?”

Aklımda canlanan sahneyle yine gülmeye başladığımda Selim babasına bağırmakla meşguldü. “Baba! Hayal ettirmesene millete saçma sapan şeyleri!”

Ortamda bolca goygoy dönmeye başladığında bulunduğum koltukta boğulma tehlikesi geçiriyor olsam da ne üçüzlerime ne de Ufuk’a kıyamadığımdan sesimi çıkartmıyordum. Düşüşleriyle yeterince eğlenmiştim, şimdi de destek verme aşamasındaydım.

Amcamın anlattığı bir konu, salonun kapısında beliren küçük bedenin varlığı ve sesiyle kesilirken tüm dikkatimiz oraya çevrilmişti.

“Annesi?” diyerek paytak paytak içeri girdikten sonra gözleri Sinem’i bulur bulmaz oraya adımlayan Pamir uyku sersemi bir haldeydi.

Doğum gününden bu yana gelişen süreçte bazen kendi evlerinde, bazen de burada kalmışlardı. Pamir’i, Sinem’e ‘Pamir’in annesi’ diye seslenmekten vazgeçirme çalışmalarım da sonuç göstermeye başlamıştı bu sürede. En azından artık sadece ‘annesi’ diyordu. Sondaki iki harfi de önümüzdeki günlerde bırakacak diye umuyordum.

Uyanır uyanmaz babasını sormaya ve sıkça nöbette olduğundan nerede olduğunu öğrenmeye alışkın olan Pamir, artık kesinlikle ilk iş annesini arıyordu etrafında.

“Bebeğim? Hemen uyandın mı sen?”

Sinem yanlarına kadar gitmiş olan bebeğini kucaklayıp dizlerine oturttuğunda Pamir yan bir biçimde ona yaslandı.

“Yuyandım.” Her yanlış telaffuzunda Pamir’i ısıra ısıra bitirme isteğiyle doluyordum.

Salondaki herkesin dikkati onlarda olduğundan kimseden ses çıkmıyordu. Pamir’in bakışları bu sessizlik sebebiyle olacak ki etrafta gezinmeye başladı. O öğlen uykusuna yattığında henüz amcamlar gelmemişti, şimdi biraz daha kalabalıktık.

En son bakışları bizim oturduğumuz tarafa çevrildi. Aralarında kaldığım üçlüye kısaca baktıktan sonra gözlerini üzerime dikmişti. “Hala?” diye seslendi.

“Efendim aşkım?”

Kaşları yavaş yavaş çatılırken elini kaldırıp bana aç kapa yaparak davet yolladı. “Bizim yanımıja del.”

Pamir’in şu an içinde bulunduğumuz salondaki erkeklerle paylaştığı ortak genlerden biri kesinlikle Göktürk erkeklerinde tavan yapmış olan kıskançlık geniydi.

Toprak onun derdini anlayınca sırıttı. Beni sıkıca sarıp kendisine çekti. “Olmaz, Deniz benim.”

Pamir gergince bir bana bir Toprak’a baktı. “Hala,” diye seslendi yine. Benden medet umuyordu.

“Hala yok paşam, bizim oldu halan. Gelemiyor.” Ufuk da Toprak’a ayak uydurduğunda Pamir’in uykudan yeni uyandığı için birazdan sinir krizi geçirme ihtimali olduğunu unutmayarak kalkmaya çalıştım. Pek hayırlı bakmıyordu.

“Geliyorum halacım, şaka yapıyorlar.”

“Koymik deyil.” demesiyle hepimiz güldük.

Beni gerçekten bırakmadıkları için yerimden kalkamadığımda Pamir sanırım sabrını tüketmişti ki doğrularak babasının koluna yapıştı. “Baba!”

“Ne oldu oğlum?”

“Halamı çağır, buyaya.”

“Duydunuz oğlumu, çekilin Deniz’in etrafından.” Yekta abim dünden razı biçimde konuştuğunda Rüzgar ofladı. “Keşke Deniz’den iki üç tane olsaydı. Bize kalmıyor ki hiç.”

“Üç tanesiniz ya zaten oğlum.” diyen Selim’in bakış açısını sevmiştim, birkaç yönden doğruydu.

Onların konuşmaya dalmasından faydalanarak koltuktan kaçtım. Yekta abimin sağ tarafındaki boşluğa yerleştiğimde Pamir dişlerini göstererek güldü. İstediği olunca pamuğa, olmayınca ise canavara dönüşüyordu.

Abim kolunu bana sararak beni Sinem-Pamir ikilisiyle göğsünde buluşturduğunda yerime yayıldım. Pamir’in yanaklarını parmaklarımla dürterken huylanıp annesine yapışıyordu. Biz de Sinem’le bu haline gülüyorduk.

Abimin göğsünü parkmış gibi kullandığımız için tamamen ortamdan soyutlanmıştım. İlgim Pamir ve Sinem’deydi. Yeni hobim bu ikilinin peşinde dolanmak olmuştu son günlerde. Enerjileri bana iyi geliyordu.

Bir hareketlilik hissettiğimde o yöne döndüm. Yaman abim ayaklanmıştı. Ağzının içinde bir şeyler homurdanıyor gibiydi.

“Nereye annecim?” diye seslenen anneme kısa bir an baktı. Kapıya doğru söylene söylene ilerlerken eliyle bizi gösterdi.

“Nereye olacak anne? Evlenip çocuk yapmaya, sonra da gelip Deniz’i geri alacağım.”

Herkes bu haline gülerken ben kaşlarımı havalandırdım. “Kimin yanına gideceğini biliyor musun? Yoksa arama çalışmalarına mı başlayacaksın?”

Düzgünce cevap vermek için dudaklarını araladı. Cevabının ikinci seçenek olacağını zaten biliyordum. Amacım biraz başkaydı.

Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde asıl amacımı direkt anlamış olacak ki kaşları çatıldı. Üzerime atlayacakmış gibi bana doğru yöneldi.

“Başlayacağım senin sevgiline de, onu bana yamamana da! Gel buraya gel!”

Çığlık atarak koltuktan kalkıp kaçtığımda salonda dört dönüyordum. Abim benim hantallığımın aksine fazlasıyla çevikti. Kaçmam imkânsız görünüyordu. Ben de her aklı olanın yerimde olsa yapacağı hamleyi yaparak kendimi güvenli limanımın kollarına bıraktım.

“Baba dövüyor oğlun beni!”

 

~

 

“Barıştık mı şimdi?” diye sorarken çenemi yasladığım göğsünden kayarak kendimi sola doğru attım.

“Küs değildik Feris, nasıl barışalım güzelim?”

Tişörtünün uçlarıyla oynarken dudaklarımı bükülmesine engel olamadım. “Yeni yıla birlikte giremedik ya hani…”

Acar’ın evinde, salondaki büyük koltuğun ortasındaydık. O hafif öne doğru kaymış bir biçimde oturduğu yere yayılmışken ben de uzun bir süre göğsünde pineklemiştim. Az önce yüzünü görebilmek için geri çekilene dek bolca vakit geçirmiştim göğsünde.

“Bundan sonra telafi edebileceğimiz onlarca yılbaşı olacak, ben ortada bir sorun göremiyorum.”

Yeni bir yıla başladığımız bugüne, sabah gözlerimi açıp kendime gelir gelmez Acar’ın yanına doğru yola koyularak giriş yapmıştım.

Dünü nerede ve nasıl geçireceğim konusu biraz ikilemde bırakmıştı beni günler öncesinden beri. İki üç gün önce Acar’ın durup dururken yılbaşı için ailesiyle plan yaptığından bahsetmesinin de bu halimi fark etmesinden kaynaklandığını biliyordum. Benim kıvranmama kıyamamış ve seçeneklerimi bire indirmişti.

İç çekerek dudaklarımı sakallarının üzerine bastırdım. “Çok seviyorum seni.”

“Öyle miymiş?” diye sorduğunda gülümsedim. “Öyleymiş.”

Dudaklarımı teninden çekmeden gözlerimi kapatarak bekledim.

“Hem böyle böyle Savaş Göktürk’ün gözüne gireceğim ki, yolumuza taş koymasın artık.”

Söylediklerine kıkırdadım. “Bunun bu kadar kolay olacağına inanıyor musun gerçekten Acarcım?”

“İnanmak zorundayım, inanmak başarmanın yarısı demişler zümrüt göz.”

“Tabii,” dedim desteklemek için. “Sen inan bolca.”

“Feris,” derken kullandığı ton gözlerimi aralamama yol açtı. “Hım?”

“Birkaç güne evlensek mi biz?” Gözlerim irice açılırken avuçlarımı omuzuna yaslayarak yüzüne bakakaldım.

“Ne yapsak mı?”

“Kapa yeşilleri kapa, ödün patladı. Tamam evlenmeyelim,”

Sinirlerim bozulduğunda dişlerimi göstere göstere gülüyordum. “Acar bu tripleri benim atmam gerekmiyor mu sence de sevgilim? Cinsiyetçilik yapmak istemiyorum ama biraz zorluyorsun sen beni…”

“Senin yüzünden!” dedi hiddetle. Bir anda yükselmesine şaşkındım. “Bir oturup çeyiz düzmediğim kaldı kızım, ne hale düşürdün sen beni farkında mısın?”

Başparmağımı yavaşça yanağına sürttüm. “Kılımı kıpırdatmadım ya, ben ne yapmışım?”

“Doyamıyorum sana,” diye mırıldanırken burnunu yanağıma yasladı. Oraya hafifçe sürtüp derince nefeslendikten sonra devam etti konuşmaya. “Yetmiyor iki üç günde bir seninle uyuyup uyanmak, ajansta görüp akşamları uzağında kalmaya tahammül edemiyorum artık.”

Sesindeki bıkkınlık o kadar gerçekti ki söylediklerinin yeminini aynı anda dinliyor gibiydim. “Eve bazen kokun siniyor, eşyaların bazı köşelerde beni bekliyor ama yok; yetmiyor. Her köşede sen ol, kokun tüm kokuları bastırsın istiyorum zümrüt göz.”

Huzurla, güzel duygularla gözlerimin dolmasına çok alışkın değildim. Genellikle acıyla, sızıyla dolan gözlerim şimdi yaşananı garipsemişti bu yüzden.

“Susar mısın?” dedim kısıkça.

Başını iki yana salladı. Burunlarımızın birbirine çarpmasına sebep olmuştu bu. “Susamam, söylediklerim gerçek olana dek susmayacağım Feris.”

Uzun yıllarını birbiriyle geçirmiş, yıllarca sevgili kalmış bir çift değildik. Buna rağmen birçok çiftten çok daha yoğun bir ilişki yaşadığımız göz ardı edilemez bir gerçekti. Hayatlarımızda, özellikle benim hayatımda olup bitenler zaman algımızın ayarlarıyla oynamıştı. Sanki yıllar geçip gitmişti.

Yaşadığım hayatın bana verdiği en büyük ders, zamanın bizim kontrolümüzde olmadığıydı. Ben sırf bu yüzden kocaman bir yirmi yılı buruk geçirmiştim, eksik yaşamıştım. Elimde müdahale edebilecek hiçbir şey yoktu.

İmkân varken zamanı boşa geçirmek bu yüzden bana çok korkunç geliyordu artık. Her anı, her dakikayı dolu dolu ve mümkün olduğunca mutlu yaşamak gerekiyordu.

Bana aylar öncesinde, yirmi dört yaşımın başında evlenme fikrine bu denli yakın olacağım söylenseydi gülüp geçeceğim kesindi, bana göre hastalıklı bir evlilikle büyümüştüm çünkü. Kötü bir örneğe bu kadar yakın olunca insanın risk alası gelmiyordu.

Şimdi ise aslında büyümem gereken evin, yanlarında olmam gereken çiftiyle tanışmıştım. Birbirine çok aşık çiftlerin evlenmesinin, çocuklarına kabus olmak zorunda kalmadığını öğrenmiştim. Bu da beni bambaşka bir noktaya sürüklemişti.

Babam acaba beni evlilik fikrine kendisinin ısındırdığını öğrense ne düşünürdü? Annemi ikna edip yalandan bir boşanma işine bile girişebileceği ihtimali aklıma geldiğinde kıkırdadım kendi kendime.

“Neye kıkırdıyorsun tatlı tatlı?” diye soran Acar’la düşüncelerimden sıyrıldım. “Hiç,” dedim harfleri uzatarak.

“Beni yalvartmak hoşuna gitti, ona gülüyorsun değil mi?”

Başımı geriye atarak daha çok güldüm. “İlk defa yalvarmıyorsun neyse ki Acarcım, alışkınım buna.”

Keyifle konuşmama bıyık altından gülse de yüzündeki ifadeyi sabit tutmaya çalıştı. “Bir yanlışın var, daha önce yalvarmışlığım yok hiç.”

Vurguladığı şeyi anlayarak alnımı alnına yasladım. “Yalvartırız o zaman sizi bolca Acar Bey, unutmayacağınızdan fazlasıyla emin olana dek…”

“Merakla bekliyor olacağım yöntemlerinizi Feris Hanım.”

Dudağıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra sırtıma sardığı koluyla beni yine göğsüne yasladığında itiraz etmeden olduğum yere sindim. Burada ne kadar kalırsam kalayım sıkılmayacağımdan o kadar emindim ki…

Biz bu konuşmaları yaparken henüz öğlen olmamıştı. Öğlene, hatta biraz daha geçe kadar koltukta çoğunlukla benim anlattıklarımın kapladığı konuşmalar ile vakit geçirmiştik.

Midem kazınmaya başladığı sırada bunu Acar’a söyleyemeden telefonu çalmıştı.

Demet teyze arıyordu. Kısacık bir süre konuşmuşlardı. Acar’ın bilgisayarını dün orada unuttuğunu söyleyip kapatmıştı.

“Dalgın mıydın?” diye sordum. Kolay kolay hiçbir şeyi unutmazdı çünkü.

“Yok yavrum, geç döndüm ama bayağı. Hiç aklıma gelmemişti bilgisayarla gittiğim.”

Anladığımı belli edercesine kafamı salladım. “Akşam evde olmayacaklarmış, anahtarım yok benim de. Gidip alalım mı şimdi?”

Dudaklarımı büktüm. “Sen gidip gelsen olur mu? Ben beklerim evde seni, yiyecek bir şeyler hazırlarım o arada.” Mutfakta yetenek abidesi bir insan olmasam da atıştırabilecek bir şeyler ayarlayabileceğimi umuyordum.

“Acıktıysan niye söylemiyorsun Feris?”

“Şimdi acıktım ki zaten,” dedim uzatmaması için.

İnanmadığını belli edecek şekilde baksa da uzatmadı. “Bir saate gidip gelirim o zaman, buzdolabı dolu ama bir şey eksikse sipariş edersin sen.”

“Hallederim, sen burayı düşünme. Demet teyzeye sözüm var ama başka bir zaman tutarım sözümü olur mu? Çok selam söyle, affettireceğim ben kendimi sonra.”

“Affettirirsin tabii,” dedi ayağa kalkmışken. “Şeytan tüyü var sende, bakınca kızamıyor insan.”

Sırıttım şımarık şımarık. “Canım kendim,” diye söylendiğimde o da güldü. Eğilip şakağımı öptükten sonra kapıya ilerledi. Onu yolculadıktan sonra ellerim belimde bir süre ne yapacağımı düşündüm. Ardından kendimi mutfağa atmıştım.

Buzdolabını açıp kara kara düşünürken ‘dışarıdan sipariş verirsiniz’ diye üşengeç tarafımı susturmaya çabalıyordum. Abimin Acar’a, ‘aç bırakır bu seni, evlenip ne yapacaksın’ içerikli konuşmalarını haklı çıkartmak istemiyordum şu an. Hangi abim olduğunu belirtme gereği bile duymadım, çoktan anladınız hepiniz değil mi?

Yemekleri Acar yapsın da diyemiyordum çünkü o benden de beterdi. Demet teyzenin defalarca yakındığına şahit olmuştum. Melih bu konuda başarılı olsa da Acar makarna haşlama konusunda bile faciaydı.

Sebzelikte bulduğum, Acar’ın hangi amaca hizmet etmesi için aldığını bilmediğim değişik sebzeleri tezgaha çıkartmaya başladım. Doğrayıp soslamak ve bunları fırına vermek günümü kurtarırdı.

Annemden çaldığım bu tarif, gayet sıradan bir şeydi muhtemelen ama benim için özeldi. Daha önce derslerim dışında bana bir şey öğretilmesi gerektiği ile ilgili fikre sahip olmayan Reyhan Levendoğlu ile mutfakta yumurta bile kırmamıştım. Böyle bir hevesimin olduğunu ve bunun da eksik kaldığını ise annemle mutfağa girene dek hiç öğrenememiştim.

Üçüzlerin doğumundan sonra elini ayağını işinden çokça çekmiş olsa da, başarılı bir şefin mutfak yüzü görmemiş kızı olmam hoş durmuyordu. Elimden geleni yapıyordum ben de işte.

Sebzeleri yıkamak, doğramak ve soslamak bana tahmin ettiğimden biraz daha fazla zaman kaybettirmişti. Bir ara da sıkılıp kahve yaparak oyalanmıştım ama bence sorun yoktu. Acelemiz mi vardı canım?

Zilin çaldığını duyduğumda gerçekten gereğinden fazla oyalandığıma emin olmuştum. Acar gelmişti, yani yaklaşık bir saattir saçma sapan işlerle meşgul olup asla yemek yapmamıştım.

Kendi kendime söylene söylene kapıya yürüdüm. Kapıyı açtığımda Acar’a mızmızlanmaya başlayacaktım ki aniden ikinci bir kapı sesi duyuldu.

Daha önce yaşanmamış olan bir durum değildi. Hatta bu eve ilk gelmeye başladığım haftalarda neredeyse her seferinde gerçekleşen bir olaydı bu. Karşı dairenin kapısı açılmıştı.

Oradan bir anda Şeyda çıkacakmış gibi bir hisle dolsam da bunun mümkün olmadığını ve mümkün olmama sebebini hatırlayınca içim kararmıştı. Acar da benim gibi düşünüyor olacak ki asık bir suratla geriye doğru dönüp oraya baktı.

Açılan kapıdan görünen iki kişiye baktığımda, ikinci kişinin hali üzerimdeki o negatifliğin tamamını yok etmeye yetmişti.

Esmer bir kadının hemen önünde, ona benzerliğiyle anne-kız olduklarını haykıran küçük bir beden vardı. Kıvır kıvır saçları yüzüne dökülmüş, yanakları kırmızı kırmızıydı. Buraya kadar her şey olağanken, küçük bedenin kendisinden bayağı büyük bir mutfak önlüğü ile kaplı oluşu tatlılık sınırlarını zorluyordu.

Kucağında sıkıca tuttuğu kâseyle birlikte nefes nefese bize bakıyordu şu anda. “Anne bak yakaladım onları!”

Bizi yakalamak gibi bir gayesi olduğunu şu an öğrenmiştim, şaşırmıştım da.

“Gördüm Rüya, gördüm annecim. Ama kapıya koşup ben yokken açmayacağını konuşmamış mıydık?”

Adı gibi görünen küçük kız dudaklarını bükerek annesine kısa bir an baktı. “Komşularımızla tanışıyorum ama anne, sen yanlarına gidince bulamamıştın onları dün.”

Biz yokmuşuz gibi kendi hallerinde sohbet eden ikiliyi sessizce izliyorduk. Kadın da bizim halimizi fark etmiş olacak ki telaşla bize baktı. “Çok pardon, Rüya’yla uğraşmaktan nevrim döndü. Merhabalar,”

Omuzumu kapıya doğru yaslarken yanıtladım. “Merhaba, hoş geldiniz.”

Geçen hafta birilerinin karşı daireye taşınıyor olduğunu Acar bana söylemişti. Bu yüzden şaşırmamıştım onları gördüğüme.

“Teşekkür ederiz, biraz fazla sosyaliz de…” derken başıyla önündeki bedeni işaret etti sabır diler gibi. Rüya’nın insan sevgisi biraz yüksekti belli ki.

Rüya muhtemelen ilkokula yeni başlamıştı. Ya da en fazla ikinci yılı falandı. Yaşı öyle görünüyordu. Annesinin söylediklerini tam olarak anladı mı bilmiyorum ama sinirli sinirli omuz düşürdü. “İlk ben tanışacağım anne, sen bekleyebilir misin?”

Acar’ın başını eğerek güldüğünü işittim.

Kadın da dayanamayıp gülmüştü. Bense elimden gelenin fazlasını yaparak gülmemeyi başarmıştım. Rüya’dan bu tavrımla aferin almış olacağım ki bana güzelce gülümsedi.

“Merhaba, benim adım Rüya.” Karşılık vererek dudaklarımı kıvırdım. “Memnun oldum Rüyacım, Feris ben de.”

Ayaklarındaki peluş terlikleri umursamadan koridorda bana doğru adımladı. Kucağındaki kâseyi de sıkı sıkı tutuyordu hâlâ. “Bunları size vermek için yaptım, annem yanımda durdu ama ben yaptım hepsini tamam mı?”

Üst üste dizilmiş kurabiyelere kısaca baktıktan sonra kâseyi elinden alıp dizlerimin üzerine doğru çöktüm. Rüya ile boylarımızı eşitlemiştim böylece. “Eminim çok güzel olmuşlardır, kokuları da görüntüleri de mis gibi.”

Yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı. Hem utanıyor hem de bolca konuşmak istiyor gibiydi. “Ben yaptım ya, ondan.” demesiyle bu kez üçümüz de güldük.

“Ellerine sağlık o zaman güzelim,” dedim kolunu sıvazlarken.

Gözleri irileşti. “Bana güzelim dememelisin,” dediğinde şaşırarak kısa bir an annesine baktım. O halen gülüyordu. Hatta gülüşü büyümüştü.

“Neden ki?”

“Dayım kızıyor başkaları güzelim deyince, onun güzeliyim çünkü ben.”

Durumu kavradığımda annesiyle göz göze geldim. İkimiz de birbirimize bakarak güldük. Babası yerine dayısından bahsetmesi sadece benim takıldığım bir ayrıntı mıydı bilmiyordum ama üzerinde durmadım.

“Dayının adı Savaş olabilir mi Rüya?” diye soran Acar ise bütünüyle sinirlerimi bozmuş ve kahkahayı patlatmıştım.

“Yo,” dedi Rüya, Acar’a ters ters bakarak.

Bu sahnenin ardından Rüya’nın annesiyle de düzgünce tanıştık. Adının Hayal olduğunu öğrendiğimde ‘yaaa’ diyerek isim uyumlarına bir süre hayran kalmıştım. Bayılıyordum böyle tatlı şeylere, elimde değildi.

Ayaküstü konuşmamız uzadığında Rüya’nın hoşuna gidebileceğini düşünerek kurabiyeden bir tane ağzıma atıp yemiştim. Yanılmıyordum, bana heyecanla bakmıştı. Kurabiyenin güzelliğinden bayılıyormuş gibi yaptığımda da kıkır kıkır gülmüştü.

“Ara verdim bu sıralar biraz ama mimarım,” diyerek Acar’ın sorusunu yanıtlayan Hayal’e baktım. Ara verdim derken iç çektiğini duyunca, bundan hiç memnun olmadığını anlayabilmiştim.

Onları dinlerken ikinci kurabiyeyi de ağzıma atmıştım. Tadı gerçekten güzeldi, daha önce yemediğim bir kurabiye çeşidiydi sanırım pek tanıdık gelmiyordu. Tarifini Rüya’dan alabilirdim. Anneme yaptırmak için…

Birkaç dakika sonra boğazımda hissettiğim kaşıntıyla hafifçe öksürdüm. Apartmandaki tozdan kaynaklandığını düşündüğüm bu his, gittikçe artarken dilimin uyuşmaya başlamasıyla gözlerim irice açıldı. Avucumu sertçe Acar’ın koluna yapıştırdım.

Neden şiddetle ona tutunduğumu anlayamayarak bana döndüğünde kaşları çatıktı. Yüzümü gördüğünde ise kaşları daha da çatıldı. “Ne oluyor? Feris!”

“Fındık…” diyebildim dilim sanki büyümeye başlamış ve konuşmamı engellemek için damağıma yapışmışken.

 

~

 

Gözleri dolu dolu bana bakan Rüya’ya dudaklarımı büktüm. “Ama ne konuştuk Rüya, iyiyim ben ablacım bak.”

“Kurabiyeler hasta etti seni, yapamamışım galiba Feris abla. Özür dilerim.” Birkaç kez daha olduğu gibi yine aynı şeyi söyleyen Rüya’nın çekingen haline üzülerek yerimde doğrulmak için hareketlendim.

“Sakın!” diye seslenen Acar’dı. “Uzanıyorsun, kalkmıyorsun Feris. Serum bitene kadar kılın kıpırdamasın.”

Evden çıkıp buraya gelişimiz ve ardından bana uygulanan tedavi boyunca en gergin isim tabii ki Acar Merih Bayazıt’tı. Boğazıma bıçak saplanmış gibi sinirli ve gergindi. Serum değil ciddi bir ameliyatla tedavi edilmişim gibi de diken üstündeydi.

Rüya onun bu tepkisiyle iyice yerinde küçülünce sinirle ona baktım. “Kalkmıyorum tamam! Rüya, sen gel yanıma hadi. Bakma sen bu abiye, deli o tamam mı?”

Rüya burnunu çekti tatlı tatlı. “Deli mi?”

“Hı hım,” dedim. “Kafayı kırmış.”

“Kafası mı kırılmış?” diye hayretle soran Rüya, Hacivat-Karagöz sahnesi yaşamamıza sebep olurken kıkırdadım. “Kafası gerçekten kırılmamış canım, bir deyim bu sadece.”

Teyit etmek ister gibi karşımızda ayakta dikilen annesine baktı. Ondan onay alınca da küçük adımlarla bana doğru geldi. Uzandığım yatağın kenarına yaklaşınca Acar’ın homurdanacak olmasını umursamadan geriye doğru kayıp ona yer açtım. “Otur buraya, gel.”

Cılız bedeniyle, açtığım boşluğa kolayca sığdığında elini koluma yaslayıp okşadı. “Geçmiş olsun, hemen iyileş de eve gidelim olur mu? Burası garip bir yermiş.”

Kıkırdadım. “Tamam, birazdan iyileşeceğim. Ama siz şimdi de gidebilirsiniz eve. Beni beklemenize gerek yok.” derken cümlenin sonunda Hayal’e dönmüştüm. Burada beklemelerine gerçekten gerek yoktu. Hatta bana kalırsa gelmeleri bile gerekmezdi ama Acar ben ölüyormuşum gibi panikleyince onların da eli ayağına dolaşmıştı.

“Gideriz birazdan, Rüya seni bırakacak gibi değil.” diye cevaplasa da kendisi de hiç gitmeye niyetli gibi değildi.

Rüya ile sohbet etmeye başladığımızda dakikalar geçiyordu. Serumum bitmeye yaklaşmışken bulunduğumuz odada başka kimse olmadığı için rahattım. Cam kenarındaki koltukta Hayal vardı, Acar da bıraksa kaçacakmışım gibi hemen yanıbaşıma sandalye çekmişti.

Arada saçlarımın uçlarıyla oynuyordu. Gittikçe daha kendine geliyordu, buna sevinmiştim.

Acar’ın telefon sesiyle irkildiğimizde cebinden çıkarttığı telefonu hemen cevapladı. “Alo?” dediğinde açmadan önce ekrana hiç bakmadığını yüzündeki ifadenin değişiminden anlamıştım. Açmaması gereken birinin aramasını mı açmıştı?

“Öyle mi yapmış?” diyerek saçma bir şeyler söylerken ben de telefondakinin kim olduğunu anlamaya çabalıyordum. “Duymamıştır telefonunu, niye açmasın yoksa.”

Bana bakarak konuştuğuna göre bahsi geçen kişi bendim. Yüzümü buruşturdum sıkıntıyla. “Babam mı?” Onu telaşlandırmayı hiç istemiyordum şu anda.

“Bir alt modeli,” dedi Acar. İstemsizce gülmüştüm. Elimi uzattım telefonu vermesi için. Ekrana bakmaya gerek duymadan telefonu kulağıma yasladım. “Efendim abicim?”

Rahatlamışçasına verdiği nefesi duymuştum hemen abimin. “Neden açmıyorsun telefonunu denizkızım? On kere aradım son bir saat içinde. Yanındaki herif de yeni açabildi, onu da aradım kaç kez.”

“Duymamışızdır abi. Ne için aradın ki?”

“Sizin oralarda bir işim vardı, dönüşte uğrarım diye düşündüm. Acar’a bir şeyler soracağım işle ilgili. Evdesiniz değil mi?”

Yutkundum. “Evde miyiz?” diye soruyu tekrarladım amaçsızca. Acar da sıkıntıyla nefeslenip bana bakmıştı.

“Yok evde değiliz.” diye heyecanla sorumu yanıtlayan Rüya’nın sesinin abime ulaşmasına ne yazık ki engel olamamıştım. Güleyim mi ağlayayım mı bilemeden abimin sorularına ara vermesini bekledim araya girebilmek için.

“Değil misiniz? Bir dakika kimdi o konuşan, çocuk sesi miydi? Neredesiniz Deniz?”

“Doğurdum ben abi, hastanedeyiz.”

Acar tükürüğüyle boğulurken elimi alnıma bastırdım. Abim sanırım bayılmıştı çünkü karşı taraftan hiçbir ses duyamıyordum.

“Abi?” dedim birkaç kez.

“Karnın hiç şişmemişti…” diye hayretle konuştuğunda krize girmek üzereydim. Buna her seferinde neden inanıyorlardı? Daha önce de Koray ve Melih karnımla konuşacak kadar büyük bir inançla dolmuşlardı, hatırlıyordum.

“Abi Allah aşkına neyine inandın bunun? Doğurmadım sakin ol, ama şey… İkinci kısım doğruydu.”

Söylediklerimi sindirip, anlaması için biraz zaman tanıdım. Birkaç saniye içinde sesini duymuştum. “İkinci kısım… Hastane! Ne oluyor Deniz? İyi misin abim, bir şey mi oldu?”

“Hiçbir şey olmadı, bak gayet canlı canlı konuşuyorum seninle. Küçücük, minnacık bir şekilde fındık yemiş olabilirim ama…”

“Ver telefonu Acar’a,” diye dümdüz bir sesle konuştuğunda alt dudağımı sarkıttım. Kızmıştı sanırım, birazcık.

Acar telefonu alıp dışarı çıktığında Hayal ve Rüya’ya minik bir açıklama olması için dudaklarımı araladım. “Abim gelecek sanırım, biraz evhamlılar da.”

“Anne bak Feris’in de abisi var, senin gibi.”

Rüya’nın daha önce de bahsettiği dayısından bahsediyor olduğunu anlamıştım. “Evet kızım duydum, abiye sahip olmak çok imkânsız bir şey değil.”

“O zaman benim neden yok abim…” Üzgün üzgün sorduğunda ben de istemsizce üzülmüştüm.

“Herkesin abisi olmuyor çünkü birtanem, senden büyük bir erkek kardeşin olmalı abin olması için.”

“Abi alalım mı bana?” Oyuncak ister gibi sorduğu soruya kıkırdadım. “Para biriktir sen biraz, düşünürüz annecim olur mu?” Hayal kızıyla dalga geçince ayıplar gibi baktım. “Sen bakma annene Rüyacım, bende fazladan abi var. Bir tanesini seninle paylaşabilirim, olur mu?”

Rüya hevesle bana döndü. Karnıma avuçlarını yasladı. “Gerçekten mi?”

“Gerçekten,” dedim başımı sallayarak.

Acar odaya geri döndüğünde pek tadı tuzu kalmamış haldeydi. Abimle dalaştıklarını anlamıştım ama şimdilik sesimi çıkartmadım. İkisi bir aradayken çözerdim.

Rüya, dakikalarca bana abimle ilgili sorular sorarken sabırla hepsini yanıtladım. Hayal onu durdurmaya çalışsa da ben araya girmiş ve engel olmuştum. Gayet keyifliydim. Yaman Göktürk’ü, en sevdiği görevi biraz da Rüya’ya yapması için ikna edebileceğimden de emin olunca Rüya’yı heveslendirmekte sakınca görmemiştim. Abim, bir kız kardeşe daha abilik yapmaya dünden razıydı zaten.

Odanın kapısının aralanması yarım saat bile geçmeden gerçekleşmişti. Kapı aceleyle en geriye kadar açıldığında abimi görür görmez şirince sırıttım. Böylece paylanmaktan kurtulmayı umuyordum.

“Deniz?” diyerek odada başka hiçbir yere gözünü değdirmeden pür dikkat bana bakarak yanıma adımladı. Avucunu yanağıma yaslayıp okşadığında yüzümü eline doğru bastırdım. “Hoş geldin,” dedim sanki misafirliğe gelmiş gibi.

Gülecek gibi oldu ama henüz gerginliğini tamamen atabilmişe benzemiyordu. “Öldüreceksin bir gün beni,”

Yüzümü buruşturdum. “Boş boş konuşmaz mısın abi? Ölüm mölüm demeyi bırak.”

Her neyse der gibi başını salladı iki yana. İyi olduğumdan emin olduğunda algısı benim dışımdakilere de açılmış olacak ki ilk gözünün takıldığı nokta yatağımda oturan Rüya oldu. Abim Rüya’ya, Rüya da merakla dakikalardır dinlediği abime dikkatle bakıyorken bakışmalarını bölmedim. İlk hangisi konuşmak istiyorsa konuşabilirdi.

“Merhaba,” diye mırıldanan beni şaşırtmayarak Rüya oldu. Abimin konuşmayacağını anlayınca işe el atmıştı.

“Merhaba küçük hanım, kız kardeşimin doktoru musunuz yoksa?”

Rüya kıkırdadı. Eliyle kendisini gösterdi. “Doktorlar küçücük olmaz ki akıllım, bak ben küçüğüm.”

Abime saf muamelesi yapmasına en çok Acar sevinmiş gibiydi. Ben de gülerek bakışlarımı ondan çekip, Hayal’e baktım. Ne tepki verdiğini görmek için yaptığım bu hareketimin bana büyük bir şok yaşatacağından o an için habersizdim.

Hayal’in şimdiye dek hiç bozmadığı gülümser tavrı ve sakin halinin bambaşka bir şekle evrildiğini; tek bir noktaya kilitlenen gözlerinin yorgunlukla dolduğunu, belki biz burada olmasaydık ağlayacağını haykıran şekilde titreyen dudaklarının kıvrımını gördüğümde gözlerim kısılmıştı.

Çünkü gözlerinin odağında tek bir isim vardı.

Abim…

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm