Aykırı Çiçek 58.Bölüm
58.BÖLÜM
- 31 Aralık 2001, İstanbul
“Amcasının
güzeli, o yemek değil. Ne yapıyorsun?”
Barış panikle
yeğenine uzanırken elindeki yıldız şekilli yılbaşı süsünü ondan ayırmaya
uğraşıyordu. Ama Deniz, sıkıca kapadığı parmakları ve çoktan ağzına
yapıştırdığı süs ile pek de ona izin verecek halde değildi.
“Kuyabiye bu
amca!” dedi çığlık çığlığa. “Annem yaptı, yıldıj şekliylen.”
Barış gülse mi
ağlasa mı bilememişti. Masadaki yıldızlı kurabiyelerden haberdardı, Pınar sık
sık o kurabiyelerden yapardı ve bu akşam yine yapmıştı. Deniz’in bu yıldızı
annesinin kurabiyelerine benzetmesi normaldi bu yüzden.
“Tamam,” dedi
sakince. “Isır bakayım tadı nasılmış.” Elinden çekiştirerek sonuca
ulaşamayacağını anlayınca böyle bir yol izlemeye karar vermişti aniden.
Deniz
heyecanla yıldızı henüz tamamlanmayan dişleriyle kavrayıp sertçe ısırdı.
Plastik süsün sertliği ve boyasından kaynaklanan acılığı ağzını yakınca öylece
kalakalmıştı.
“Yıldıj…” diye
mırıldanırken elindeki süsü yavaşça kenara bıraktı. Yeşilleri dolmaya, burnunun
ucu kızarmaya başlamıştı.
“Bak kurabiye
değilmiş, söyledim sana.” Barış ona açıklama yapıyorken aslında yeğeninin biraz
sonra kıyameti kopartacağını bilseydi muhtemelen susar ve masadaki kurabiyeleri
bebeğin önüne yığardı.
Deniz iç çeke
çeke ağlamaya başladığında eli ayağı birbirine dolanmıştı. “Deniz? Yok ki bir
şey amcasının güzeli, ne oldu?” Yerde oturan minik bedeni apar topar kucaklayıp
kendine yasladı. “Yanlışlık oldu birtanem, kurabiyelerden yiyeceğiz birazdan.
Neden ağlıyorsun?”
Mutfaktaki
Pınar-Aylin ikilisinin duymasına engel olmak için salonun kapıdan uzak köşesine
doğru yürüdü. Sırtını sıvazlayıp pışpışlayarak susturabileceğini düşünmüştü ama
belli ki yanılıyordu.
Yaklaştığı
camdan Deniz’e de dışarıyı gösterdi. “Bak dışarıya, ne olmuş yerlere güzelim?
Beyaz beyaz olmuş gördün mü?”
Üç gündür
yağan karın kapladığı bahçeyi ilgisini çeksin diye Deniz’e gösterirken bu
hamlenin de yanlış olduğunu birkaç saniye sonra kavramıştı.
Deniz bütün
haftayı hastalıkla geçirdiğinden ve henüz yeni yeni toparlandığından, onu
aralarına eklemeden diğer çocuklar karla oyalanmak üzere annelerinden izin
kopartmışlardı. Rüzgar ve Toprak, biraz da Ufuk henüz kendi başlarına bunu
başaracak güçte olmadıklarından eşlik etme görevi de Savaş’ındı.
Barış, bahçede
canavara dönüşen erkeklerle boğuşmak yerine sakince Deniz’i oyalayabileceğini
düşünmüştü. Abisine pasladığı diğer görev konusunda gayet de keyifliydi. Fakat
şimdi kucağında içli içli ağlayan bedenle seçimlerinden pişmanlık duyma
yolundaydı.
Deniz’i cama
yaklaştırdığında onun dışarıdaki kalabalığı görebileceğini hesaba katmamıştı.
Selim ve Yaman’ın kartopu attığı babasını gördüğünde Deniz de ipler tamamen
kopmuştu.
Amcasının
kucağında inmek için çırpınırken bir yandan da tiz bir sesle mızmızlanıyordu.
“Bayba… Yıldıj…” diyerek gündemdeki dertlerini sıraladığında Barış dayanamayıp
güldü. Saçlarının üzerini öptükten sonra onunla birlikte kapıya ilerledi.
Deniz dışarı
çıkacaklarını düşünerek heyecanlanırken Barış’ın planı bunu kapsamıyordu. Böyle
bir şeye girişip Deniz’i yeniden hasta ederse abisinden önce yengesi boğazlardı
kendisini zaten.
“Aylin!” diye
seslendi mutfağa doğru. “Bir gelir misin yavrum?”
“Geldim!”
diyerek uzata uzata yanıtlarken ikiliye ulaşmıştı Aylin. Deniz’in kırmızı
burnunu ve çipil çipil olmuş gözlerini gördüğünde kaşlarını çattı. “Ne oldu?
Niye ağlattın çocuğu Barış, ısırdın mı yine yanağını?”
Aylin yavaşça
bebeğin yanağını okşadı. Diş izi görmemesinden memnundu.
“Gel yengecim,
niye ağlattı bu deli amcan seni? Hım?”
Deniz ilgi
dolu sesle birlikte derin derin nefeslenerek kollarını Aylin’e uzattı. Minik
kollarını onun boynuna sararak sırnaştığında Barış ayıplarcasına homurdanmıştı.
“Kocana biraz güvensen ne olurdu? Ben bir şey yapmadım, asıl deli olan bu koca
yanak. Ağacın yıldızını Pınar’ın kurabiyelerinden sandı, yemeye çalışırken de
ağzı acıdı galiba.”
Aylin duyduğu
durumun absürtlüğüne kıkırdarken Deniz’i öptü. “Aşkım kurabiye mi istiyorsun
sen? Gel biz masadan alalım kurabiyeleri.”
“Kuyabiye…”
diye tekrarlayan Deniz yaşananları hatırlayıp ağzının acısını da anımsayınca
bir haftadır olduğu gibi nazı sınırları zorlamaya başlamıştı. Vücudu yeni yeni
toparlanıyor olduğundan çok kırılgandı.
“Sen
kurabiyesini ver, ben de abimi çağırayım. Çocukları ben oyalarım, biraz o içeri
gelsin. Deniz onu istiyor.”
Aylin eşini
onayladıktan sonra Deniz ile birlikte kurabiyelerin bulunduğu masaya ilerledi.
Bir tane kurabiyeyi alıp Deniz’in eline uzattı. “Al bakalım.”
Deniz
kurabiyeye tutunacağı son dalmış gibi sıkı sıkı tutunup iç çekerken, kurabiyeyi
ağzına götürmek yerine ona duygusal destek alıyormuş gibi yapışmıştı.
“Kuyabiyem,” diye iç çektiğinde Aylin kucağındaki bebek tatlılık sınırlarını
zorlayınca dayanamayıp bastıra bastıra yanağını öpmüştü.
Deniz
huysuzlanarak geri çekilmeye çalışırken kucağında debelendi. Düşmesin diye daha
sıkı tutması gerekmişti.
Aylin onu
kontrol etmeye çalışırken arkadan gelen kişiyi gördüğünde rahat bir nefes aldı.
“Deniz! Bak kim geldi aşkım, arkaya dön.”
Mızıldanmaları
arasında merakına yenik düşerek kafasını çevirdiğinde birkaç adım ileride duran
bedeni görünce Deniz’in tüm heyheyleri sönmeye başladı. “Bayba,” diye
seslenerek kurabiyesini kavramadığı diğer eliyle aç kapa yaparak onu
çağırmıştı.
“Efendim
meleğim?” Savaş işkence çekiyor gibi görünen Aylin’i kurtarıp kızını kucakladı.
“Ne olmuş benim kızıma, niye ağlamış babasının prensesi?”
İlgi almayı en
sevdiği kişiden, bolca ilgi bulduğunda Deniz’in keyfine diyecek yoktu. “Bayba,”
diye nefeslendikten sonra derdini kendi dilinde anlatmaya girişmişti.
Bolca ‘yıldıj’
ve ‘kuyabiyem’ içeren anlatısı sonlandığında Savaş onunla birlikte yerleştiği
koltukta uyuyakalmak üzereydi.
Kızının henüz
konuşmayı tam sökemeden bu denli uzun konuşabiliyor olması onu gelecek yıllar
konusunda biraz endişelendiriyordu. Gelecek yıllar hakkında endişelenmesi
gereken son konunun bu olduğunu anlaması bir yıl kadar sonra gerçekleşecekti.
~
“Gülmekten katılacak, nefesi kesildi. Oğlum bir şey
yapsana.”
Annemin beni durdurması için Yekta abimi dürttüğünü göz
ucuyla görmüştüm.
“Anne ameliyata mı alayım gülüyor diye, doktor olduk diye
beni gözünüzde bu kadar yükseltmeyin ya.”
Bu diyalog gülüşümü kesmek yerine daha da körüklerken
artık gerçekten kırmızı bir domatesten farksız olduğumdan emindim.
Son bir saati, salonun köşesine kurduğumuz büyük yılbaşı
çamını süslemek için harcıyorduk. Herkes bir tarafından tutunca alt kısımlar
hızlıca bitmişti. Ağaç büyük derken abartmıyordum, abartan ağacın siparişini
veren Ufuk Göktürk’tü. Tavana uzanan -ki evin tavanı ortalama evlere göre yüksekti-
ağacın orta ve üst kısımlarını süslemek için ardiyeden uzun bir merdiven
bulmuştuk.
Ben çıkmak için öneri sunsam da tehlikeli diyerek beni
kenara iteklemişlerdi. Aslında düşme anında en kolay yakalayabilecekleri
bendim. Fakat sesimi çıkartmamıştım.
Merdivenin en tepesine Ufuk, ona süsleri uzatmak için de
alttan birkaç basamağa Rüzgar çıkmıştı. Toprak da aşağıdan onlara talimat
veriyordu.
Sonlara yaklaşmışken ağacın tepesine takılacak olan
yıldızı Toprak yamuk durdu diye düzelttirmeye çalışınca ise olan olmuştu. Ufuk
dengesini kaybedip sarsılınca Rüzgar paniklemiş, Rüzgar panikleyince de Toprak
yanlarına koşup merdiveni tutmak istemişti.
Salonda benden başka kimse onları izlemiyordu. Herkes
odalara, mutfağa dağılmıştı ve bu ikonik sahneyi boşu boşuna kaçırmışlardı.
Merdiven devrildiğinde altta Toprak üstte Rüzgar ve en
tepede mum gibi dikilen Ufuk yere yapışmışlardı. Unutmaya çalıştıkça gözümün
önüne gelen ve katıla katıla güldüğüm sahnenin etkisinden çıkamıyordum.
“Anne-“ dedim kesik kesik. “Yerden de kalkamadılar
debelenirken…” dedikten sonra başımı yanımdaki Yaman abime yaslayıp
nefeslenmeye çalıştım.
Benim anlatışıma -daha doğrusu anlatamayışıma- olayın
kurbanları dışında herkes gülüyordu.
Yaman abim yüzüme yapışan saçlarımı geriye doğru çekerken
beni sırtımdan sararak daha da kendisine çekmişti.
“Fırsatçı herif,” diye seslenen Yekta abimdi.
“Lan senin konuşmaya hakkın yok, almışsın karını kolunun
altına. Sus da otur.”
“Niye hakkım olmasın, bir kolumun altında karım diğerinde
de kız kardeşim olamaz mı? Mis gibi de olur.”
“Yanında sos da olsun mu abi?” Toprak dalga geçerek
sorarken güldüm.
“Sosa ne gerek var, Pamir’i de var bu herifin. Keyfe bak
anasını satayım.” Yaman abim kendi kendine kardeşine bilenmeye devam ederken
annem boğazını temizler gibi öksürdü.
“Lafın gelişi annecim, bakma öyle kâbusum olacakmışsın gibi.”
Ettiği küfrün anneme ulaşmasıyla Pınar Göktürk’ün asabiyet oklarını üzerine
toplamıştı abim. Pişman gibiydi.
“Ne kadar çok konuşuyorsunuz siz, yıl boyunca bugünü mü
beklediniz?” Babam bulunduğu tekli koltuktan sonunda müdahale etmeye karar
vererek konuşunca hepimiz ona baktık.
“Tamam baba kusura bakma, şimdi biz biraz susalım Deniz
konuşsun. Kulakların resetlensin.” dedikten sonra beni öne doğru ittirip sarstı
Yaman abim. “Konuş denizkızım.”
“Ya abi!” diyerek bedenimi savurmasına mızmızlandığımda
aniden eğilip omuzumu öptü. “Söyle abisinin gülü.”
Küskün küskün bakıp ayaklandım o beni tutamadan. Az önce
kahkahalarla düşüşlerine güldüğüm için bana küs olsalar da sığınak olarak
üçüzlerimi seçmiştim. Aralarındaki küçücük boşluğa kalçamla onları ittirip zar
zor sığdım. “Ben geldim,” dedim görmüyorlarmış gibi.
İkisi de kafalarını benim olmadığım tarafa tavırlı bir
biçimde çevirince kıkırdadım. “Tamam o zaman ben Ufuk’u teselli edeyim, o da
düşmüştü.” diyerek yem attıktan sonra kalkacakmış gibi hareketlendim. Aynı anda
ellerimi tutarak buna engel olduklarında sırıtmıştım.
“Madem ısrar ettiniz gitmeyeyim o zaman. Nereniz acıyor?”
Karşı koltukta oturan Ufuk koştur koştur gelip koltukta yer varmış gibi
yanımıza yerleşmeye çalışınca küçük bir arbedenin ortasında kalmıştım.
“Oğlum bi’ yürü git, abin sarsın senin yaralarını.”
Rüzgar onu itmeye çalışırken Ufuk’un çok umurunda gibi değildi. “Rahat
dursaydınız, ne saracağım eşek kadar herifin yarasını.” Selim memnuniyetsizce
söylenirken ona döndüm.
“Öyle demesene, üzülebilir.”
“Üzülmezse hatırım kalır.” demesini beklemiyordum. Ufuk’a
baktığımda ise hiç etkilenmişe benzemiyordu.
“Üzülmedin mi?” diye sordum neredeyse kucağıma çıkmış
olan kuzenime.
“Yo,” diyerek gevşekçe cevapladığında salonda kahkahalar
yükselmişti.
“Kendi narinliğiyle karşılaştırdığı tipe bakar mısın?
Abim kendinle karıştırma Ufuk’u istersen.” Yekta abimin cevabıyla omuzlarımı
düşürdüm. “Siz bana öyle deseniz üzülürdüm, Selim de Ufuk’un abisi ya ondan
dedim.”
“Sence bu iki örnek aynı mı amcam? Abilerin sana güzelim,
canım da diyor. Bunu da karşılaştırıyor musun benim oğlanlarla?”
Aklımda canlanan sahneyle yine gülmeye başladığımda Selim
babasına bağırmakla meşguldü. “Baba! Hayal ettirmesene millete saçma sapan
şeyleri!”
Ortamda bolca goygoy dönmeye başladığında bulunduğum
koltukta boğulma tehlikesi geçiriyor olsam da ne üçüzlerime ne de Ufuk’a
kıyamadığımdan sesimi çıkartmıyordum. Düşüşleriyle yeterince eğlenmiştim, şimdi
de destek verme aşamasındaydım.
Amcamın anlattığı bir konu, salonun kapısında beliren
küçük bedenin varlığı ve sesiyle kesilirken tüm dikkatimiz oraya çevrilmişti.
“Annesi?” diyerek paytak paytak içeri girdikten sonra
gözleri Sinem’i bulur bulmaz oraya adımlayan Pamir uyku sersemi bir haldeydi.
Doğum gününden bu yana gelişen süreçte bazen kendi
evlerinde, bazen de burada kalmışlardı. Pamir’i, Sinem’e ‘Pamir’in annesi’ diye
seslenmekten vazgeçirme çalışmalarım da sonuç göstermeye başlamıştı bu sürede.
En azından artık sadece ‘annesi’ diyordu. Sondaki iki harfi de önümüzdeki
günlerde bırakacak diye umuyordum.
Uyanır uyanmaz babasını sormaya ve sıkça nöbette
olduğundan nerede olduğunu öğrenmeye alışkın olan Pamir, artık kesinlikle ilk
iş annesini arıyordu etrafında.
“Bebeğim? Hemen uyandın mı sen?”
Sinem yanlarına kadar gitmiş olan bebeğini kucaklayıp
dizlerine oturttuğunda Pamir yan bir biçimde ona yaslandı.
“Yuyandım.” Her yanlış telaffuzunda Pamir’i ısıra ısıra
bitirme isteğiyle doluyordum.
Salondaki herkesin dikkati onlarda olduğundan kimseden
ses çıkmıyordu. Pamir’in bakışları bu sessizlik sebebiyle olacak ki etrafta
gezinmeye başladı. O öğlen uykusuna yattığında henüz amcamlar gelmemişti, şimdi
biraz daha kalabalıktık.
En son bakışları bizim oturduğumuz tarafa çevrildi.
Aralarında kaldığım üçlüye kısaca baktıktan sonra gözlerini üzerime dikmişti.
“Hala?” diye seslendi.
“Efendim aşkım?”
Kaşları yavaş yavaş çatılırken elini kaldırıp bana aç
kapa yaparak davet yolladı. “Bizim yanımıja del.”
Pamir’in şu an içinde bulunduğumuz salondaki erkeklerle
paylaştığı ortak genlerden biri kesinlikle Göktürk erkeklerinde tavan yapmış
olan kıskançlık geniydi.
Toprak onun derdini anlayınca sırıttı. Beni sıkıca sarıp
kendisine çekti. “Olmaz, Deniz benim.”
Pamir gergince bir bana bir Toprak’a baktı. “Hala,” diye
seslendi yine. Benden medet umuyordu.
“Hala yok paşam, bizim oldu halan. Gelemiyor.” Ufuk da
Toprak’a ayak uydurduğunda Pamir’in uykudan yeni uyandığı için birazdan sinir
krizi geçirme ihtimali olduğunu unutmayarak kalkmaya çalıştım. Pek hayırlı
bakmıyordu.
“Geliyorum halacım, şaka yapıyorlar.”
“Koymik deyil.” demesiyle hepimiz güldük.
Beni gerçekten bırakmadıkları için yerimden
kalkamadığımda Pamir sanırım sabrını tüketmişti ki doğrularak babasının koluna
yapıştı. “Baba!”
“Ne oldu oğlum?”
“Halamı çağır, buyaya.”
“Duydunuz oğlumu, çekilin Deniz’in etrafından.” Yekta
abim dünden razı biçimde konuştuğunda Rüzgar ofladı. “Keşke Deniz’den iki üç
tane olsaydı. Bize kalmıyor ki hiç.”
“Üç tanesiniz ya zaten oğlum.” diyen Selim’in bakış açısını
sevmiştim, birkaç yönden doğruydu.
Onların konuşmaya dalmasından faydalanarak koltuktan
kaçtım. Yekta abimin sağ tarafındaki boşluğa yerleştiğimde Pamir dişlerini
göstererek güldü. İstediği olunca pamuğa, olmayınca ise canavara dönüşüyordu.
Abim kolunu bana sararak beni Sinem-Pamir ikilisiyle
göğsünde buluşturduğunda yerime yayıldım. Pamir’in yanaklarını parmaklarımla
dürterken huylanıp annesine yapışıyordu. Biz de Sinem’le bu haline gülüyorduk.
Abimin göğsünü parkmış gibi kullandığımız için tamamen
ortamdan soyutlanmıştım. İlgim Pamir ve Sinem’deydi. Yeni hobim bu ikilinin
peşinde dolanmak olmuştu son günlerde. Enerjileri bana iyi geliyordu.
Bir hareketlilik hissettiğimde o yöne döndüm. Yaman abim
ayaklanmıştı. Ağzının içinde bir şeyler homurdanıyor gibiydi.
“Nereye annecim?” diye seslenen anneme kısa bir an baktı.
Kapıya doğru söylene söylene ilerlerken eliyle bizi gösterdi.
“Nereye olacak anne? Evlenip çocuk yapmaya, sonra da
gelip Deniz’i geri alacağım.”
Herkes bu haline gülerken ben kaşlarımı havalandırdım.
“Kimin yanına gideceğini biliyor musun? Yoksa arama çalışmalarına mı
başlayacaksın?”
Düzgünce cevap vermek için dudaklarını araladı. Cevabının
ikinci seçenek olacağını zaten biliyordum. Amacım biraz başkaydı.
Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde asıl amacımı direkt anlamış
olacak ki kaşları çatıldı. Üzerime atlayacakmış gibi bana doğru yöneldi.
“Başlayacağım senin sevgiline de, onu bana yamamana da!
Gel buraya gel!”
Çığlık atarak koltuktan kalkıp kaçtığımda salonda dört
dönüyordum. Abim benim hantallığımın aksine fazlasıyla çevikti. Kaçmam imkânsız
görünüyordu. Ben de her aklı olanın yerimde olsa yapacağı hamleyi yaparak
kendimi güvenli limanımın kollarına bıraktım.
“Baba dövüyor oğlun beni!”
~
“Barıştık mı şimdi?” diye sorarken çenemi yasladığım
göğsünden kayarak kendimi sola doğru attım.
“Küs değildik Feris, nasıl barışalım güzelim?”
Tişörtünün uçlarıyla oynarken dudaklarımı bükülmesine
engel olamadım. “Yeni yıla birlikte giremedik ya hani…”
Acar’ın evinde, salondaki büyük koltuğun ortasındaydık. O
hafif öne doğru kaymış bir biçimde oturduğu yere yayılmışken ben de uzun bir
süre göğsünde pineklemiştim. Az önce yüzünü görebilmek için geri çekilene dek
bolca vakit geçirmiştim göğsünde.
“Bundan sonra telafi edebileceğimiz onlarca yılbaşı
olacak, ben ortada bir sorun göremiyorum.”
Yeni bir yıla başladığımız bugüne, sabah gözlerimi açıp
kendime gelir gelmez Acar’ın yanına doğru yola koyularak giriş yapmıştım.
Dünü nerede ve nasıl geçireceğim konusu biraz ikilemde
bırakmıştı beni günler öncesinden beri. İki üç gün önce Acar’ın durup dururken
yılbaşı için ailesiyle plan yaptığından bahsetmesinin de bu halimi fark
etmesinden kaynaklandığını biliyordum. Benim kıvranmama kıyamamış ve
seçeneklerimi bire indirmişti.
İç çekerek dudaklarımı sakallarının üzerine bastırdım.
“Çok seviyorum seni.”
“Öyle miymiş?” diye sorduğunda gülümsedim. “Öyleymiş.”
Dudaklarımı teninden çekmeden gözlerimi kapatarak
bekledim.
“Hem böyle böyle Savaş Göktürk’ün gözüne gireceğim ki,
yolumuza taş koymasın artık.”
Söylediklerine kıkırdadım. “Bunun bu kadar kolay
olacağına inanıyor musun gerçekten Acarcım?”
“İnanmak zorundayım, inanmak başarmanın yarısı demişler
zümrüt göz.”
“Tabii,” dedim desteklemek için. “Sen inan bolca.”
“Feris,” derken kullandığı ton gözlerimi aralamama yol
açtı. “Hım?”
“Birkaç güne evlensek mi biz?” Gözlerim irice açılırken
avuçlarımı omuzuna yaslayarak yüzüne bakakaldım.
“Ne yapsak mı?”
“Kapa yeşilleri kapa, ödün patladı. Tamam evlenmeyelim,”
Sinirlerim bozulduğunda dişlerimi göstere göstere
gülüyordum. “Acar bu tripleri benim atmam gerekmiyor mu sence de sevgilim?
Cinsiyetçilik yapmak istemiyorum ama biraz zorluyorsun sen beni…”
“Senin yüzünden!” dedi hiddetle. Bir anda yükselmesine
şaşkındım. “Bir oturup çeyiz düzmediğim kaldı kızım, ne hale düşürdün sen beni
farkında mısın?”
Başparmağımı yavaşça yanağına sürttüm. “Kılımı
kıpırdatmadım ya, ben ne yapmışım?”
“Doyamıyorum sana,” diye mırıldanırken burnunu yanağıma
yasladı. Oraya hafifçe sürtüp derince nefeslendikten sonra devam etti
konuşmaya. “Yetmiyor iki üç günde bir seninle uyuyup uyanmak, ajansta görüp
akşamları uzağında kalmaya tahammül edemiyorum artık.”
Sesindeki bıkkınlık o kadar gerçekti ki söylediklerinin
yeminini aynı anda dinliyor gibiydim. “Eve bazen kokun siniyor, eşyaların bazı
köşelerde beni bekliyor ama yok; yetmiyor. Her köşede sen ol, kokun tüm
kokuları bastırsın istiyorum zümrüt göz.”
Huzurla, güzel duygularla gözlerimin dolmasına çok
alışkın değildim. Genellikle acıyla, sızıyla dolan gözlerim şimdi yaşananı
garipsemişti bu yüzden.
“Susar mısın?” dedim kısıkça.
Başını iki yana salladı. Burunlarımızın birbirine
çarpmasına sebep olmuştu bu. “Susamam, söylediklerim gerçek olana dek
susmayacağım Feris.”
Uzun yıllarını birbiriyle geçirmiş, yıllarca sevgili
kalmış bir çift değildik. Buna rağmen birçok çiftten çok daha yoğun bir ilişki
yaşadığımız göz ardı edilemez bir gerçekti. Hayatlarımızda, özellikle benim
hayatımda olup bitenler zaman algımızın ayarlarıyla oynamıştı. Sanki yıllar
geçip gitmişti.
Yaşadığım hayatın bana verdiği en büyük ders, zamanın
bizim kontrolümüzde olmadığıydı. Ben sırf bu yüzden kocaman bir yirmi yılı
buruk geçirmiştim, eksik yaşamıştım. Elimde müdahale edebilecek hiçbir şey
yoktu.
İmkân varken zamanı boşa geçirmek bu yüzden bana çok
korkunç geliyordu artık. Her anı, her dakikayı dolu dolu ve mümkün olduğunca
mutlu yaşamak gerekiyordu.
Bana aylar öncesinde, yirmi dört yaşımın başında evlenme
fikrine bu denli yakın olacağım söylenseydi gülüp geçeceğim kesindi, bana göre
hastalıklı bir evlilikle büyümüştüm çünkü. Kötü bir örneğe bu kadar yakın
olunca insanın risk alası gelmiyordu.
Şimdi ise aslında büyümem gereken evin, yanlarında olmam
gereken çiftiyle tanışmıştım. Birbirine çok aşık çiftlerin evlenmesinin,
çocuklarına kabus olmak zorunda kalmadığını öğrenmiştim. Bu da beni bambaşka
bir noktaya sürüklemişti.
Babam acaba beni evlilik fikrine kendisinin ısındırdığını
öğrense ne düşünürdü? Annemi ikna edip yalandan bir boşanma işine bile
girişebileceği ihtimali aklıma geldiğinde kıkırdadım kendi kendime.
“Neye kıkırdıyorsun tatlı tatlı?” diye soran Acar’la
düşüncelerimden sıyrıldım. “Hiç,” dedim harfleri uzatarak.
“Beni yalvartmak hoşuna gitti, ona gülüyorsun değil mi?”
Başımı geriye atarak daha çok güldüm. “İlk defa
yalvarmıyorsun neyse ki Acarcım, alışkınım buna.”
Keyifle konuşmama bıyık altından gülse de yüzündeki
ifadeyi sabit tutmaya çalıştı. “Bir yanlışın var, daha önce yalvarmışlığım yok
hiç.”
Vurguladığı şeyi anlayarak alnımı alnına yasladım.
“Yalvartırız o zaman sizi bolca Acar Bey, unutmayacağınızdan fazlasıyla emin
olana dek…”
“Merakla bekliyor olacağım yöntemlerinizi Feris Hanım.”
Dudağıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra sırtıma
sardığı koluyla beni yine göğsüne yasladığında itiraz etmeden olduğum yere
sindim. Burada ne kadar kalırsam kalayım sıkılmayacağımdan o kadar emindim ki…
Biz bu konuşmaları yaparken henüz öğlen olmamıştı.
Öğlene, hatta biraz daha geçe kadar koltukta çoğunlukla benim anlattıklarımın
kapladığı konuşmalar ile vakit geçirmiştik.
Midem kazınmaya başladığı sırada bunu Acar’a söyleyemeden
telefonu çalmıştı.
Demet teyze arıyordu. Kısacık bir süre konuşmuşlardı.
Acar’ın bilgisayarını dün orada unuttuğunu söyleyip kapatmıştı.
“Dalgın mıydın?” diye sordum. Kolay kolay hiçbir şeyi
unutmazdı çünkü.
“Yok yavrum, geç döndüm ama bayağı. Hiç aklıma gelmemişti
bilgisayarla gittiğim.”
Anladığımı belli edercesine kafamı salladım. “Akşam evde
olmayacaklarmış, anahtarım yok benim de. Gidip alalım mı şimdi?”
Dudaklarımı büktüm. “Sen gidip gelsen olur mu? Ben
beklerim evde seni, yiyecek bir şeyler hazırlarım o arada.” Mutfakta yetenek
abidesi bir insan olmasam da atıştırabilecek bir şeyler ayarlayabileceğimi
umuyordum.
“Acıktıysan niye söylemiyorsun Feris?”
“Şimdi acıktım ki zaten,” dedim uzatmaması için.
İnanmadığını belli edecek şekilde baksa da uzatmadı. “Bir
saate gidip gelirim o zaman, buzdolabı dolu ama bir şey eksikse sipariş edersin
sen.”
“Hallederim, sen burayı düşünme. Demet teyzeye sözüm var
ama başka bir zaman tutarım sözümü olur mu? Çok selam söyle, affettireceğim ben
kendimi sonra.”
“Affettirirsin tabii,” dedi ayağa kalkmışken. “Şeytan
tüyü var sende, bakınca kızamıyor insan.”
Sırıttım şımarık şımarık. “Canım kendim,” diye
söylendiğimde o da güldü. Eğilip şakağımı öptükten sonra kapıya ilerledi. Onu
yolculadıktan sonra ellerim belimde bir süre ne yapacağımı düşündüm. Ardından
kendimi mutfağa atmıştım.
Buzdolabını açıp kara kara düşünürken ‘dışarıdan sipariş
verirsiniz’ diye üşengeç tarafımı susturmaya çabalıyordum. Abimin Acar’a, ‘aç
bırakır bu seni, evlenip ne yapacaksın’ içerikli konuşmalarını haklı çıkartmak
istemiyordum şu an. Hangi abim olduğunu
belirtme gereği bile duymadım, çoktan anladınız hepiniz değil mi?
Yemekleri Acar yapsın da diyemiyordum çünkü o benden de
beterdi. Demet teyzenin defalarca yakındığına şahit olmuştum. Melih bu konuda
başarılı olsa da Acar makarna haşlama konusunda bile faciaydı.
Sebzelikte bulduğum, Acar’ın hangi amaca hizmet etmesi
için aldığını bilmediğim değişik sebzeleri tezgaha çıkartmaya başladım.
Doğrayıp soslamak ve bunları fırına vermek günümü kurtarırdı.
Annemden çaldığım bu tarif, gayet sıradan bir şeydi
muhtemelen ama benim için özeldi. Daha önce derslerim dışında bana bir şey
öğretilmesi gerektiği ile ilgili fikre sahip olmayan Reyhan Levendoğlu ile
mutfakta yumurta bile kırmamıştım. Böyle bir hevesimin olduğunu ve bunun da
eksik kaldığını ise annemle mutfağa girene dek hiç öğrenememiştim.
Üçüzlerin doğumundan sonra elini ayağını işinden çokça
çekmiş olsa da, başarılı bir şefin mutfak yüzü görmemiş kızı olmam hoş
durmuyordu. Elimden geleni yapıyordum ben de işte.
Sebzeleri yıkamak, doğramak ve soslamak bana tahmin
ettiğimden biraz daha fazla zaman kaybettirmişti. Bir ara da sıkılıp kahve
yaparak oyalanmıştım ama bence sorun yoktu. Acelemiz mi vardı canım?
Zilin çaldığını duyduğumda gerçekten gereğinden fazla
oyalandığıma emin olmuştum. Acar gelmişti, yani yaklaşık bir saattir saçma
sapan işlerle meşgul olup asla yemek yapmamıştım.
Kendi kendime söylene söylene kapıya yürüdüm. Kapıyı
açtığımda Acar’a mızmızlanmaya başlayacaktım ki aniden ikinci bir kapı sesi
duyuldu.
Daha önce yaşanmamış olan bir durum değildi. Hatta bu eve
ilk gelmeye başladığım haftalarda neredeyse her seferinde gerçekleşen bir
olaydı bu. Karşı dairenin kapısı açılmıştı.
Oradan bir anda Şeyda çıkacakmış gibi bir hisle dolsam da
bunun mümkün olmadığını ve mümkün olmama sebebini hatırlayınca içim kararmıştı.
Acar da benim gibi düşünüyor olacak ki asık bir suratla geriye doğru dönüp
oraya baktı.
Açılan kapıdan görünen iki kişiye baktığımda, ikinci
kişinin hali üzerimdeki o negatifliğin tamamını yok etmeye yetmişti.
Esmer bir kadının hemen önünde, ona benzerliğiyle
anne-kız olduklarını haykıran küçük bir beden vardı. Kıvır kıvır saçları yüzüne
dökülmüş, yanakları kırmızı kırmızıydı. Buraya kadar her şey olağanken, küçük
bedenin kendisinden bayağı büyük bir mutfak önlüğü ile kaplı oluşu tatlılık
sınırlarını zorluyordu.
Kucağında sıkıca tuttuğu kâseyle birlikte nefes nefese
bize bakıyordu şu anda. “Anne bak yakaladım onları!”
Bizi yakalamak gibi bir gayesi olduğunu şu an
öğrenmiştim, şaşırmıştım da.
“Gördüm Rüya, gördüm annecim. Ama kapıya koşup ben yokken
açmayacağını konuşmamış mıydık?”
Adı gibi görünen küçük kız dudaklarını bükerek annesine
kısa bir an baktı. “Komşularımızla tanışıyorum ama anne, sen yanlarına gidince
bulamamıştın onları dün.”
Biz yokmuşuz gibi kendi hallerinde sohbet eden ikiliyi
sessizce izliyorduk. Kadın da bizim halimizi fark etmiş olacak ki telaşla bize
baktı. “Çok pardon, Rüya’yla uğraşmaktan nevrim döndü. Merhabalar,”
Omuzumu kapıya doğru yaslarken yanıtladım. “Merhaba, hoş
geldiniz.”
Geçen hafta birilerinin karşı daireye taşınıyor olduğunu
Acar bana söylemişti. Bu yüzden şaşırmamıştım onları gördüğüme.
“Teşekkür ederiz, biraz fazla sosyaliz de…” derken
başıyla önündeki bedeni işaret etti sabır diler gibi. Rüya’nın insan sevgisi
biraz yüksekti belli ki.
Rüya muhtemelen ilkokula yeni başlamıştı. Ya da en fazla
ikinci yılı falandı. Yaşı öyle görünüyordu. Annesinin söylediklerini tam olarak
anladı mı bilmiyorum ama sinirli sinirli omuz düşürdü. “İlk ben tanışacağım
anne, sen bekleyebilir misin?”
Acar’ın başını eğerek güldüğünü işittim.
Kadın da dayanamayıp gülmüştü. Bense elimden gelenin
fazlasını yaparak gülmemeyi başarmıştım. Rüya’dan bu tavrımla aferin almış
olacağım ki bana güzelce gülümsedi.
“Merhaba, benim adım Rüya.” Karşılık vererek dudaklarımı
kıvırdım. “Memnun oldum Rüyacım, Feris ben de.”
Ayaklarındaki peluş terlikleri umursamadan koridorda bana
doğru adımladı. Kucağındaki kâseyi de sıkı sıkı tutuyordu hâlâ. “Bunları size
vermek için yaptım, annem yanımda durdu ama ben yaptım hepsini tamam mı?”
Üst üste dizilmiş kurabiyelere kısaca baktıktan sonra
kâseyi elinden alıp dizlerimin üzerine doğru çöktüm. Rüya ile boylarımızı
eşitlemiştim böylece. “Eminim çok güzel olmuşlardır, kokuları da görüntüleri de
mis gibi.”
Yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı. Hem utanıyor hem de
bolca konuşmak istiyor gibiydi. “Ben yaptım ya, ondan.” demesiyle bu kez üçümüz
de güldük.
“Ellerine sağlık o zaman güzelim,” dedim kolunu
sıvazlarken.
Gözleri irileşti. “Bana güzelim dememelisin,” dediğinde
şaşırarak kısa bir an annesine baktım. O halen gülüyordu. Hatta gülüşü
büyümüştü.
“Neden ki?”
“Dayım kızıyor başkaları güzelim deyince, onun güzeliyim
çünkü ben.”
Durumu kavradığımda annesiyle göz göze geldim. İkimiz de
birbirimize bakarak güldük. Babası yerine dayısından bahsetmesi sadece benim
takıldığım bir ayrıntı mıydı bilmiyordum ama üzerinde durmadım.
“Dayının adı Savaş olabilir mi Rüya?” diye soran Acar ise
bütünüyle sinirlerimi bozmuş ve kahkahayı patlatmıştım.
“Yo,” dedi Rüya, Acar’a ters ters bakarak.
Bu sahnenin ardından Rüya’nın annesiyle de düzgünce
tanıştık. Adının Hayal olduğunu öğrendiğimde ‘yaaa’ diyerek isim uyumlarına bir
süre hayran kalmıştım. Bayılıyordum böyle tatlı şeylere, elimde değildi.
Ayaküstü konuşmamız uzadığında Rüya’nın hoşuna
gidebileceğini düşünerek kurabiyeden bir tane ağzıma atıp yemiştim.
Yanılmıyordum, bana heyecanla bakmıştı. Kurabiyenin güzelliğinden bayılıyormuş
gibi yaptığımda da kıkır kıkır gülmüştü.
“Ara verdim bu sıralar biraz ama mimarım,” diyerek
Acar’ın sorusunu yanıtlayan Hayal’e baktım. Ara verdim derken iç çektiğini
duyunca, bundan hiç memnun olmadığını anlayabilmiştim.
Onları dinlerken ikinci kurabiyeyi de ağzıma atmıştım.
Tadı gerçekten güzeldi, daha önce yemediğim bir kurabiye çeşidiydi sanırım pek
tanıdık gelmiyordu. Tarifini Rüya’dan alabilirdim. Anneme yaptırmak için…
Birkaç dakika sonra boğazımda hissettiğim kaşıntıyla
hafifçe öksürdüm. Apartmandaki tozdan kaynaklandığını düşündüğüm bu his,
gittikçe artarken dilimin uyuşmaya başlamasıyla gözlerim irice açıldı. Avucumu
sertçe Acar’ın koluna yapıştırdım.
Neden şiddetle ona tutunduğumu anlayamayarak bana döndüğünde
kaşları çatıktı. Yüzümü gördüğünde ise kaşları daha da çatıldı. “Ne oluyor?
Feris!”
“Fındık…” diyebildim
dilim sanki büyümeye başlamış ve konuşmamı engellemek için damağıma
yapışmışken.
~
Gözleri dolu dolu bana bakan Rüya’ya dudaklarımı büktüm.
“Ama ne konuştuk Rüya, iyiyim ben ablacım bak.”
“Kurabiyeler hasta etti seni, yapamamışım galiba Feris
abla. Özür dilerim.” Birkaç kez daha olduğu gibi yine aynı şeyi söyleyen
Rüya’nın çekingen haline üzülerek yerimde doğrulmak için hareketlendim.
“Sakın!” diye seslenen Acar’dı. “Uzanıyorsun,
kalkmıyorsun Feris. Serum bitene kadar kılın kıpırdamasın.”
Evden çıkıp buraya gelişimiz ve ardından bana uygulanan
tedavi boyunca en gergin isim tabii ki Acar Merih Bayazıt’tı. Boğazıma bıçak
saplanmış gibi sinirli ve gergindi. Serum değil ciddi bir ameliyatla tedavi
edilmişim gibi de diken üstündeydi.
Rüya onun bu tepkisiyle iyice yerinde küçülünce sinirle
ona baktım. “Kalkmıyorum tamam! Rüya, sen gel yanıma hadi. Bakma sen bu abiye,
deli o tamam mı?”
Rüya burnunu çekti tatlı tatlı. “Deli mi?”
“Hı hım,” dedim. “Kafayı kırmış.”
“Kafası mı kırılmış?” diye hayretle soran Rüya,
Hacivat-Karagöz sahnesi yaşamamıza sebep olurken kıkırdadım. “Kafası gerçekten kırılmamış
canım, bir deyim bu sadece.”
Teyit etmek ister gibi karşımızda ayakta dikilen annesine
baktı. Ondan onay alınca da küçük adımlarla bana doğru geldi. Uzandığım yatağın
kenarına yaklaşınca Acar’ın homurdanacak olmasını umursamadan geriye doğru
kayıp ona yer açtım. “Otur buraya, gel.”
Cılız bedeniyle, açtığım boşluğa kolayca sığdığında elini
koluma yaslayıp okşadı. “Geçmiş olsun, hemen iyileş de eve gidelim olur mu?
Burası garip bir yermiş.”
Kıkırdadım. “Tamam, birazdan iyileşeceğim. Ama siz şimdi
de gidebilirsiniz eve. Beni beklemenize gerek yok.” derken cümlenin sonunda
Hayal’e dönmüştüm. Burada beklemelerine gerçekten gerek yoktu. Hatta bana
kalırsa gelmeleri bile gerekmezdi ama Acar ben ölüyormuşum gibi panikleyince
onların da eli ayağına dolaşmıştı.
“Gideriz birazdan, Rüya seni bırakacak gibi değil.” diye
cevaplasa da kendisi de hiç gitmeye niyetli gibi değildi.
Rüya ile sohbet etmeye başladığımızda dakikalar
geçiyordu. Serumum bitmeye yaklaşmışken bulunduğumuz odada başka kimse olmadığı
için rahattım. Cam kenarındaki koltukta Hayal vardı, Acar da bıraksa kaçacakmışım
gibi hemen yanıbaşıma sandalye çekmişti.
Arada saçlarımın uçlarıyla oynuyordu. Gittikçe daha
kendine geliyordu, buna sevinmiştim.
Acar’ın telefon sesiyle irkildiğimizde cebinden
çıkarttığı telefonu hemen cevapladı. “Alo?” dediğinde açmadan önce ekrana hiç
bakmadığını yüzündeki ifadenin değişiminden anlamıştım. Açmaması gereken
birinin aramasını mı açmıştı?
“Öyle mi yapmış?” diyerek saçma bir şeyler söylerken ben
de telefondakinin kim olduğunu anlamaya çabalıyordum. “Duymamıştır telefonunu,
niye açmasın yoksa.”
Bana bakarak konuştuğuna göre bahsi geçen kişi bendim.
Yüzümü buruşturdum sıkıntıyla. “Babam mı?” Onu telaşlandırmayı hiç istemiyordum
şu anda.
“Bir alt modeli,” dedi Acar. İstemsizce gülmüştüm. Elimi
uzattım telefonu vermesi için. Ekrana bakmaya gerek duymadan telefonu kulağıma
yasladım. “Efendim abicim?”
Rahatlamışçasına verdiği nefesi duymuştum hemen abimin.
“Neden açmıyorsun telefonunu denizkızım? On kere aradım son bir saat içinde.
Yanındaki herif de yeni açabildi, onu da aradım kaç kez.”
“Duymamışızdır abi. Ne için aradın ki?”
“Sizin oralarda bir işim vardı, dönüşte uğrarım diye
düşündüm. Acar’a bir şeyler soracağım işle ilgili. Evdesiniz değil mi?”
Yutkundum. “Evde miyiz?” diye soruyu tekrarladım
amaçsızca. Acar da sıkıntıyla nefeslenip bana bakmıştı.
“Yok evde değiliz.” diye heyecanla sorumu yanıtlayan
Rüya’nın sesinin abime ulaşmasına ne yazık ki engel olamamıştım. Güleyim mi
ağlayayım mı bilemeden abimin sorularına ara vermesini bekledim araya
girebilmek için.
“Değil misiniz? Bir dakika kimdi o konuşan, çocuk sesi
miydi? Neredesiniz Deniz?”
“Doğurdum ben abi, hastanedeyiz.”
Acar tükürüğüyle boğulurken elimi alnıma bastırdım. Abim
sanırım bayılmıştı çünkü karşı taraftan hiçbir ses duyamıyordum.
“Abi?” dedim birkaç kez.
“Karnın hiç şişmemişti…” diye hayretle konuştuğunda krize
girmek üzereydim. Buna her seferinde neden inanıyorlardı? Daha önce de Koray ve
Melih karnımla konuşacak kadar büyük bir inançla dolmuşlardı, hatırlıyordum.
“Abi Allah aşkına neyine inandın bunun? Doğurmadım sakin
ol, ama şey… İkinci kısım doğruydu.”
Söylediklerimi sindirip, anlaması için biraz zaman
tanıdım. Birkaç saniye içinde sesini duymuştum. “İkinci kısım… Hastane! Ne
oluyor Deniz? İyi misin abim, bir şey mi oldu?”
“Hiçbir şey olmadı, bak gayet canlı canlı konuşuyorum
seninle. Küçücük, minnacık bir şekilde fındık yemiş olabilirim ama…”
“Ver telefonu Acar’a,” diye dümdüz bir sesle konuştuğunda
alt dudağımı sarkıttım. Kızmıştı sanırım, birazcık.
Acar telefonu alıp dışarı çıktığında Hayal ve Rüya’ya
minik bir açıklama olması için dudaklarımı araladım. “Abim gelecek sanırım,
biraz evhamlılar da.”
“Anne bak Feris’in de abisi var, senin gibi.”
Rüya’nın daha önce de bahsettiği dayısından bahsediyor
olduğunu anlamıştım. “Evet kızım duydum, abiye sahip olmak çok imkânsız bir şey
değil.”
“O zaman benim neden yok abim…” Üzgün üzgün sorduğunda
ben de istemsizce üzülmüştüm.
“Herkesin abisi olmuyor çünkü birtanem, senden büyük bir
erkek kardeşin olmalı abin olması için.”
“Abi alalım mı bana?” Oyuncak ister gibi sorduğu soruya kıkırdadım.
“Para biriktir sen biraz, düşünürüz annecim olur mu?” Hayal kızıyla dalga
geçince ayıplar gibi baktım. “Sen bakma annene Rüyacım, bende fazladan abi var.
Bir tanesini seninle paylaşabilirim, olur mu?”
Rüya hevesle bana döndü. Karnıma avuçlarını yasladı.
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten,” dedim başımı sallayarak.
Acar odaya geri döndüğünde pek tadı tuzu kalmamış
haldeydi. Abimle dalaştıklarını anlamıştım ama şimdilik sesimi çıkartmadım.
İkisi bir aradayken çözerdim.
Rüya, dakikalarca bana abimle ilgili sorular sorarken
sabırla hepsini yanıtladım. Hayal onu durdurmaya çalışsa da ben araya girmiş ve
engel olmuştum. Gayet keyifliydim. Yaman Göktürk’ü, en sevdiği görevi biraz da
Rüya’ya yapması için ikna edebileceğimden de emin olunca Rüya’yı heveslendirmekte
sakınca görmemiştim. Abim, bir kız kardeşe daha abilik yapmaya dünden razıydı
zaten.
Odanın kapısının aralanması yarım saat bile geçmeden
gerçekleşmişti. Kapı aceleyle en geriye kadar açıldığında abimi görür görmez
şirince sırıttım. Böylece paylanmaktan kurtulmayı umuyordum.
“Deniz?” diyerek odada başka hiçbir yere gözünü
değdirmeden pür dikkat bana bakarak yanıma adımladı. Avucunu yanağıma yaslayıp
okşadığında yüzümü eline doğru bastırdım. “Hoş geldin,” dedim sanki misafirliğe
gelmiş gibi.
Gülecek gibi oldu ama henüz gerginliğini tamamen
atabilmişe benzemiyordu. “Öldüreceksin bir gün beni,”
Yüzümü buruşturdum. “Boş boş konuşmaz mısın abi? Ölüm
mölüm demeyi bırak.”
Her neyse der gibi başını salladı iki yana. İyi
olduğumdan emin olduğunda algısı benim dışımdakilere de açılmış olacak ki ilk
gözünün takıldığı nokta yatağımda oturan Rüya oldu. Abim Rüya’ya, Rüya da
merakla dakikalardır dinlediği abime dikkatle bakıyorken bakışmalarını
bölmedim. İlk hangisi konuşmak istiyorsa konuşabilirdi.
“Merhaba,” diye mırıldanan beni şaşırtmayarak Rüya oldu.
Abimin konuşmayacağını anlayınca işe el atmıştı.
“Merhaba küçük hanım, kız kardeşimin doktoru musunuz
yoksa?”
Rüya kıkırdadı. Eliyle kendisini gösterdi. “Doktorlar
küçücük olmaz ki akıllım, bak ben küçüğüm.”
Abime saf muamelesi yapmasına en çok Acar sevinmiş
gibiydi. Ben de gülerek bakışlarımı ondan çekip, Hayal’e baktım. Ne tepki
verdiğini görmek için yaptığım bu hareketimin bana büyük bir şok yaşatacağından
o an için habersizdim.
Hayal’in şimdiye dek hiç bozmadığı gülümser tavrı ve
sakin halinin bambaşka bir şekle evrildiğini; tek bir noktaya kilitlenen gözlerinin
yorgunlukla dolduğunu, belki biz burada olmasaydık ağlayacağını haykıran
şekilde titreyen dudaklarının kıvrımını gördüğümde gözlerim kısılmıştı.
Çünkü gözlerinin odağında tek bir isim vardı.
Abim…
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder