Günler Kısa Geceler Sonsuz 23.Bölüm

 23.BÖLÜM



Mert-Simge Özel Bölüm


İyi okumalar!

 

~~~

 

- 5 yıl önce, 30 Aralık

- Mert

 

“Ben… Kâbus mu görüyorum?”

Nil’in kapıya düşecekmiş gibi yaslanarak bize bakarken söylediklerinden sonra herkes aynı anda ona döndü. “Aa karım!” diyerek anlamsız çabasıyla ayaklanan Uras’ın biraz sonra yiyeceği azarı beklerken heyecanlıydım.

“Salonum… Eşyalar…” Nil konuşmayı unutmuş gibi sadece kelimeleri tek tek söyleyebiliyordu.

Arkasından kucağında Anıl ile birlikte Oktay abim girdiğinde bizi gördüğü anda yüzünü buruşturdu. “Askeriyeye çevirmişsiniz salonu, ne oluyor?”

Bugün 30 Aralık’tı. Yılbaşı yarın olsa da, yarın herkesin ayrı bir planı olduğundan Nil’in ısrarıyla bugün hep birlikte toplanmayı kararlaştırmıştık. Saat söylememesi de kendi suçuydu sonuçta, ne yapabilirdik?

“Biraz erken gelmiş bizimkiler Peri’m.”

Masum görünmeye çalışarak sırıtan Birkan ve Baran ikilisi orta sehpadaki çöpümsü şeyleri yere ittirip görüş açısından çıkartmaya çalışırlarken aslında bütün pisliği halıya döküyor olduklarının farkında değillerdi. Nil küçük bir çığlık atarak eliyle yüzünü kapattığında gözlerimi kısarak gelecek olan daha yüksek sesli çığlığı bekledim.

Ama o çığlık gelmedi. Nil, her şeye rağmen kendisini kontrol etmeye çalışıyormuş gibi bir süre eli yüzünde bekledi. Ardından derin bir nefes alarak hepimize tek tek baktı. “Yarım saat içinde salonum eski haline gelmezse…”

“Gelir gelir, Nilcim Pericim. Uras toplar şimdi.” Birkan konuştuğunda Nil gülümsedi, ama mutluluktan gülümsüyormuş gibi değildi. “Tek toplamak istiyorum mu dedin Birkan, duyamadım hiç?”

Birkan birkaç yastığı kucaklayıp koltuklara dizmeye çalışırken sesini çıkartmamıştı. Nil söylenerek salondan çıkarken Oktay abim omuzunda uyukluyor olan oğlunu da alıp tekli koltuğa yerleşerek keyifle bizi izlemeye başladı.

“Bi’ el atsaydın abi.” Baran’ın tepkisini duymazlıktan gelip Anıl’la birlikte bizim sağa sola koşturmamızı izlemeye devam etti.

Salonu en baştaki haline geri getirdiğimizde ev de yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Az önce Kadir amcalar, hemen sonrasında da Demir abim gelmişlerdi. Yenecek olan yemek için mutfakta yoğun bir çalışma vardı, salondaki sıkıcı muhabbetten kaçarak mutfağa ilerledim bu yüzden.

Yoğurtla bir şeyleri karıştırıyor olan yengemin yanağından makas aldım. “Görümcelik mi yapıyor bu sana? Kendisi oturuyor sen çalışıyorsun.”

“Eh işte, sen ya da Demir abi bir gelin getirirseniz iş yüküm azalır diye düşünüyorum.” Nil, lafın bana ve abime dönmesine sırıtarak elindeki kaşığı bana doğru salladı. “Duydun mu abicim?”

“Duymadım güzelim, sesiniz gelmedi.” Omuz silkip elindeki yeşillikleri lavaboya bıraktı. Onları yıkamaya başlamadan önce aklına bir şey gelmiş gibi bana dönmüştü ki zil sesi duyuldu. Salondaki uğultudan dolayı muhtemelen duymayacaklardı içeridekiler.

“Ben bakarım, ne söyleyeceksen aklında tut unutma.”

Kapıya yönelirken salonda değil, odasında olduğu için zili duyup gelen Tuna’yı kolumun altına aldım. “Odaya çekilmeler falan, hayırdır yeni ergen? Bizle görüşmüyor musun?”

“Ergen değilim ben abi, 13 yaşındayım.” Bilmiş bilmiş konuştuğunda ‘kesin öyledir’ dercesine elimi salladım. Bu ayın başında 13 olmuştu, her dakika bunu hatırlatıyordu. Zaten bana kalırsa Nil 19, Tuna ise 4 yaşındalardı. En son o yılda kalmış gibiydim.

Kapıya ulaşacakken Tuna bana görevi iteleyip salona kaçmıştı. Kapıyı açtığımda karşımda ilk algılayabildiğim yüz Simge’ye aitti.

Nil’in üniversite yıllarından beri hayatımızda olan, artık ailedenmiş gibi hissedilen isimlerden biriydi. Genellikle sessiz ve ılımlı tavırları vardı, ama bize alıştıkça baştaki daha çekingen halinden -bana kalırsa- sıyrılmıştı.

Selamlamak üzereyken gözlerim hemen arkasında duran bedene takıldı. Aralanan dudaklarımdan bir şeyler dökülmedi. Şaşkındım, şaşkınlığım konuşmama o an engel olmuştu.

“Barışmışsınız sanırım,” diyebildim bu andan hemen sıyrılabilmek için. “Çok sevindim.

Simge’nin arkasında duran ise Doruk’tu. Ne kadar olduğunu bilmesem de uzun zamandır birliktelerdi, geçen ay ise Nil’den duyabildiğim kadarıyla büyük bir kavgadan sonra yollarını ayırmışlardı. Bu yüzden karşımda onları birlikte görmeyi beklediğim söylenemezdi.

“Eyvallah Mert, sağ ol.” derken geçiştirir gibi konuşan Doruk’a çok fazla bakmadım. İçeri geçmeleri için kapıdan çekildiğimde ilk önce Doruk girdi, ardından Simge üzerindeki monttan kurtulurken biraz daha oyalandı portmantonun önünde.

“Mert?” diyerek sorar gibi adımı seslendiğinde tepki vermemeye çalışarak kapıyı kapatırken göz ucuyla ona baktım. Birkan bana abi demeyerek, Simge’yi de buna sürüklediğinde farkında olmasa da benim için bir iyilik yapmış sayılırdı. Aramızdaki 4 yaş abi gerektirecek kadar fazla değildi ki zaten bende de abi olmak için gerekli çoğu özellik bulunmuyordu.

Demir ve Oktay Özkan’la karşılaştırılamayacak kadar alaycı ve anı yaşayan biriydim. Nil’le de abi kardeşten çok ikiz gibi bir ilişkimizin olmasını buna bağlıyordum hatta.

“Efendim?” dedim tamamen ona dönmüşken.

“İçeridekiler de çok mu şaşırır barışmış olmamıza? Kimse beklemiyor muydu bunu hiç?” Bunun gerçekten aklını kurcalıyor olan bir soru olduğunu yüzündeki ifadeden kolayca okuyabiliyordum. Kafası karışmış gibi bakıyordu.

“Bu önemli mi?” dedim duraksamadan. “Barışmak istemişsin ve barışmışsın. Kim ne düşünürse düşünsün boş ver.”

Söylediklerimin onu rahatlatmasını umuyordum, çünkü tek amacım buydu. Eğer bunu umursamıyor olsaydım dilimden bambaşka bir şeylerin döküleceğinden emindim.

“Teşekkür ederim.” derken sesi kısıktı. Önemli değil der gibi omuzlarımı hareket ettirdim. Bana değil ama ona muhtemelen garip hissettirecek kadar uzun bir sessizliğin ardından elindeki montu asar asmaz adımlarını içeriye yöneltti.

“İçeri geçelim o zaman.”

O yokken hep var olan, diline asla kilit vurmayan Mert buna ‘geçmeyelim’ cevabını vermek isterdi; ama şu anda tek yapabildiğim başımı onaylar şekilde hareket ettirmek olmuştu.

Dakikalar birbirlerini kovalarken ev kalabalıktan dolayı oldukça hareketliydi, Nil’in sık sık hepimizi buraya tıkıyor oluşundan dolayı kimse bu durumdan ne şikâyetçi ne de yabancılamış görünmüyordu. Herkes küçük gruplar halinde dağılmış, salonun her yerini doldurmuştuk.

Yanımda oturan Uras’ın anlattığı konuya yarı dinler yarı dinlemez biçimde odaklanmıştım. Omuzlarımda hissettiğim eller ve ardından başıma yaslanan ağırlık dikkatimi dağıttığında başımı geriye eğerek oraya bakmayı denedim.

Nil’i tatlı bir ifadeyle bana sırnaşmış halde bulmuştum. Gülerek elini tutup dudaklarımı bastırdım. “Bu akşamın seçilmiş kişisi ben miyim?”

“Evet,” dedi uzata uzata. Aynı çemberin içinde Demir ve Uras ikilisi varken bu konuda ilk tercih olmam şaşırtmıştı.

Uras yalancı bir tavırla güldü. “Göz doktoruna gidelim diyorum, istemiyor. Yavrum ben buradayım, Mert o. Gel bana sarıl.”

Koltuğun arkasından bana doğru eğilerek sarılıyordu, Uras konuştuğunda kollarını daha da sıkı sardı. “Küsüm ben sana.”

“Ne güzel ne güzel, akşam bende kalabilirsin Peri’m.” Pası gole çeviren Demir abime bakma gereği duymadım. Bizi duyabilen herkes gülüyordu bu diyaloğa şu an.

“Eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmasak…”

“Eşek mi?” Nil küskün bir sesle kocasına nazlanırken benimle birlikte sağa sola sallandı.

“Gözlerin çok güzel diye, hani eşek gözlü derler falan.” Toparlamaya çalışsa da çoktan batırmıştı artık.

Uras, Birkan ve Baran’a alay konusu olmaya başladığında Nil’in kulağıma fısıldadıklarından sonra merakla kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. “Biraz içeri gelebilir misin benimle?”

Başımı ona doğru çevirdim. “Bir sorun mu var?”

“Gel işte abi, hadi.”

Üstelemeden ayağa kalktım. Herkes kendi halinde olduğundan kimse yadırgamamıştı buradan çıkmamızı.

Elimi sıkı sıkı tutarak üst kata çıkmamızı sağladı. Terasa yöneldiğinde durdurdum. “Üşürsün, nereye gidiyoruz?”

Muhtemelen Uras’ın her seferinde donma pahasına terasa çıkmaması için kapının yanına koydurttuğu askılıktan kalın bir polar alıp üzerine geçirdi. Ben zaten kalın bir sweatshirt ileydim. “Oldu mu?”

“Oldu güzelim.” dedim sinirli sinirli konuşmasına aldırmadan. Terasa çıktığımızda keskin bir soğuk hızla etrafımızı sarmıştı.

Koltuklara doğru ilerledik. Oturup yanındaki boşluğa pat pat vurdu. Bekletmeden ben de yanına yerleştim. “Dökülün bakalım Nil Hanım.”

“Aslında planımız bu değil.” dediğinde anlamadığımı belli eden bakışlarla ona baktım. “Siz döküleceksiniz Mert Bey. Hatta ben çoktan yere döktüklerini sana soracağım şimdi, sen de anlatacaksın.”

Yüzünden de, bakışlarından da pek bir şey anlayamıyordum ve bu şu an için beni germekten başka bir şeye yaramıyordu.

“Neyden bahsediyorsun?” dedim aptala yatmayı deneyerek. Belki de bölüm seçiminde ona müdahale edip psikoloji yazmasını engellemeliydim, içimi görebiliyormuş gibi bakması ürkünçtü.

“Diyorum ki, ne zamandır benim en yakın arkadaşım senin kalbinde misafir?”

Saçmalamamasını söylemek için araladığım dudaklarıma avucunu bastırdı. Kendi içimde dahi hatırlamamaya çalıştığım bir konuyu, Nil’e anlatıp onu da bu yükün altına itmek gibi bir niyetim yoktu.

“Elimi çektiğimde bana istediğim cevapları vermeyeceksen, gerçekten kırılacağım sana. Bunu saklamış olmana kırılmama şükret zaten.”

Gözlerinde çoğu zaman olduğu gibi anlayışlı bir ifade vardı. Eğer onu tanımıyor olsaydım da bu ifadenin verdiği güvene yenik düşeceğime emindim. Nil’in özel biri olduğuna inanıyordum, bu yıllardır ben de dahil olmak üzere hepimizin sıkça dile getirdiği bir şeydi. O bizimle olduğu için şanslıydık.

 

 

~

 

 

- 4 yıl önce, 25 Ocak

 

“Ablanın haberi olursa evden kaçtığını söyleyeceksin, anlaştık değil mi? Beni Nil’in sinirine yem edersen keserim seni.”

Tuna gözlerini devirerek sırtındaki çantayı düzeltti. “Alt tarafı arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum abi, abartmasan mı?”

“Buradan sana bir abartırım küçük Özkan, feleğin şaşar. Madem abartıyorum, ben varken değil ablan varken izin kopartsaydın.”

Söylediklerim doğru olduğu için bilmiş bilmiş cevap verecek bir şey bulamayıp bana el salladıktan sonra hızla gözden kayboldu. “Aradığımda açılsın o telefon Tuna.”

“Tamam.” diyerek apartman boşluğundan bağırarak yanıtlamıştı. Dış kapının sesini duyduğumda ben de evin kapısını kapattım.

Nil ve Uras’ın birkaç gün kalmalık bir Ankara planı yapması, beni Tuna’yı yalnız bırakmamak için onlarda kalma göreviyle buluşturmuştu. Normalde Demir abime gidecekken, evde kalmayı ve benimle olmayı istemişti Tuna. Bunu beni ikna edip dışarlarda sürtmek için yaptığını biraz geç fark etmiştim ama yapacak bir şey yoktu.

Saat akşam dokuza geliyordu. Salona geçip kendimi oyalayacak bir şeyler bulmadan önce kahve almak için mutfağa geçtim. Kahve hazır olduğunda onu alıp salona ilerledim, daha bardağımı sehpaya bırakamamışken zil sesi duyunca güldüm. Tuna ekilmiş olabilir miydi?

Bardağı bırakıp kapıya ilerledikten sonra yüzümde kalan gülümsemeyle kapıyı açtım. Gülümsememin donması ise saniyeler sürmüştü.

Islak yanakları, beyaz kısımları kırmızıya dönmüş kısık gözleriyle zar zor ayakta durabiliyor olan Simge’yi karşımda bulduğumda vücudum vermem gereken tepkileri birbirine karıştırarak hiçbirini yapamamama sebep olmuştu.

“Simge?” diyerek adını kısık bir mırıltıyla şaşkınlığımı belli edercesine söylediğimde o da tüm bu haline rağmen karşısında beni bulmuş olmaktan kaynaklı olduğu belli bir ifadeyle bana bakıyordu. “Nilperi yok mu?”

Gayet normal bir soru olsa da, yüzü öyle bir haldeydi ki birazdan neyi olduğunu sorduğumda alacağım cevap ihtimalleri beni korkutmuştu.

“Ankara’dalar Uras’la birlikte. Haberin yok muydu?”

Bir elini yumruk yaparak gözüne bastırdı, dudakları aşağıya doğru sarkmıştı bu sırada. “Unutmuşum, özür dilerim.” Gözlerinden arada yaşlar inmeye tek tük de olsa devam ediyordu.

Nil yok dediğim için gideceğini belli eden bir hamle yaptığında, o an üzerime yığılan cesaretin nereden çıktığını bilmesem de elimi uzatarak dirseğini nazik bir hareketle kavradım. “Biraz oturalım, kendini daha iyi hissettiğinde gidersin. Böyle gitmene izin vermek istemiyorum.”

Hızla açıklama yaparak onu tutmama şaşırmış olmasını sonlandırmaya çalıştım.

Neden ağladığını, içli içli etrafa atıyor olduğu bakışların sebebini sormak istesem de dilime onun karşısına her geçtiğimde olduğu gibi kilit vurdum. Susmalıydım, susmazsam bu anı bile arıyor hale gelecektim; biliyordum.

Daha fazla tereddüt etmesine izin vermeden kolundaki elimi sırtına doğru kaydırarak içeriye doğru ilerlemesi için hafif bir baskı uyguladım. Küçük bir bebek gibi burnunu çekerek uyum sağladı, içeri girdiğinde üzerinde yalnızca ince bir kazak olduğunu yeni fark edebilmiştim. Bu havada montsuz gezerken ne düşünüyordu?

Salona doğru ilerlediğimizde elimi ondan çekmek işkence gibi gelse de abartmaktan korkarak koltuğa yerleşmeden önce onu bıraktım. Üçlü koltuğun orta kısmına oturdu, ben de aynı koltuğun köşesine yerleşmiştim. Yan yana olsak da aramızda koltuğun büyüklüğünden dolayı mesafe vardı.

Onun önünde duran kahve bardağını işaret ettim. “Hiç içmemiştim, sen iç istersen. İçin ısınsın biraz.”

“Teşekkür ederim,” diyerek itirazsızca kabul etmesine bakılırsa kesinlikle üşüyordu. Derin bir nefes alarak çaprazımdaki koltukta duran polar örtüye uzandım. Örtüyü açıp omuzlarına doğru bıraktığımda iri kahverengi gözleri üzerime çevrilmişti. “Teşek-…”

“Etme, etmene gerek yok.” Her hareketimde teşekkür ettiğinde, aramızda aslında ne kadar büyük duvarlar var olduğunu hatırlıyordum. En ufak davranışım ona naziklik gibi gelse de ben içimden gelenleri yapıyordum sadece.

Gözlerini kırpıştırarak bir süre yüzüme baktı, ardından önüne dönerek kahveden birkaç yudum içti. Omuzlarına zar zor değen dalgalı ve gözleriyle aynı rengi paylaşan saçlara sahipti. Saçlarının kıvrımlarını ilgimi çeken bir film sahnesiymiş gibi dikkatle izlerken onun karşıya bakıyor olması işime geliyordu.

Bir süre boyunca aynı halde kaldık. Ne ben bir şey sordum ne de o konuştu. Tek değişim yanaklarındaki soğuktan kaynaklandığı belli olan kızarıklıkların yavaş yavaş kaybolmuş olmasıydı. Örtüyü başta iyice kendisine sarmışken, şimdi omuzlarından sarkmış olsa da düzeltme gereği duymuyordu.

Bitmiş kahve bardağını masaya koyduktan sonra parmaklarını birbirine dolayıp onlarla oynamaya başlamıştı. Tırnağındaki koyu renk ojeleri sert hareketlerle soyuyordu, ama bunu yaptığının farkında değilmişçesine dalgındı.

Bu haline daha fazla kayıtsız kalamayacağım an geldiğinde boğazımı temizler gibi küçük bir öksürükle dikkatini çekmeye çalıştım. Ellerine daldığından bu bana dönmesine yetmedi. “Simge?” diyerek soru sorar gibi adını söylediğimde başı minik bir hareketle bana çevrildi.

“İyi değilsin.” dedim açık bir tavırla. İyi misin diye sormak anlamsızdı şu anda, iyi olmadığını çocuk görse anlayabilirdi. “Ama neden?”

Haddimi aşmamamı söyleyip çekip gidebilirdi, beni cevapsız bırakabilir görmezlikten gelebilirdi ve bunlar beni kesinlikle yıkıp geçecek seçeneklerdi. Dudaklarını buruk bir gülümsemeyle kıvırması ve gözlerini gözlerime dikmesi, bu seçeneklerden daha imkânsızdı gözümde. Ancak beni şaşırtarak imkânsız sandığımı gerçeğe çevirmişti.

Arka cebine uzanıp telefonunu çıkarttıktan sonra ekranda sadece bir yere dokunup telefonu bana uzattı. Kaşlarım durumu anlamaya çalışırken çatılmıştı. Ellerinin arasındaki telefonu almak için uzandım, ama ekranı gördüğümde telefonu elime almama gerek kalmamıştı.

Ekranda iki kişi vardı. Birbirlerini öpen iki kişi vardı ve bu kesinlikle öylesine bir öpücüğe benzemiyordu. Bu iki kişiden birini tanımış olmam kalan senaryoyu tamamlamama büyük ölçüde yetmişken sadece dudaklarım kıpırdayacak şekilde ağır bir küfür savurdum.

“Ben çektim bu fotoğrafı biliyor musun?” Yorgun bir tavırla bunu söyledikten sonra omuzları düştü, yüzündeki buruk gülümseme halen oradaydı. “İyi ki ben çektim, çünkü o kadar aptalım ki başka biri bunu bana getirse hemen inanmazdım. Yine onun beni etkileyip, manipüle etmesine izin verirdim.”

Kendisiyle alay eder gibi konuşuyordu. “Simge,” diyerek susması ve kendine yüklenmemesi için araya girmek istedim ama elini kaldırıp beni durdurdu. Gözlerinden yeniden yaşlar hızla boşalmaya başlamıştı. Ağlayışını hiçbir şey yapamadan izliyordum, bunun canımı ne kadar yakabileceğini ise şu anda anlamıştım. Bir kere daha yaşamak istemiyordum.

“Ona annemin beni yıllarca nasıl manipüle ettiğini, nasıl bastırdığını beni tanıması için anlatmıştım. Beni bilsin, beni bilerek benimle olsun diye yapmıştım bunu ama o… O, ailemden kurtulmuşken aynı şeyi yaparak beni aynı yere götürmek için kullandı hepsini. Zayıf noktamı ona açık etmekte sakınca görmemiştim, çok aptalım değil mi?”

Yüzündeki o acı dolu gülüş yerini sinir dolu bir ifadeye bırakmışken, karşımda bir duygu boşalması yaşadığının farkındaydım. Fakat nasıl müdahale etmem gerektiğini bilmiyordum. Kızdığı kişi yalnızca Doruk olsaydı belki de daha kolay eşlik edebilirdim ama asıl kızgınlığı kendisineydi.

“Değilsin.” dedim hiç duraksamadan. “Aptal falan değilsin, kızman, suçlaman gereken tek biri varken bunu kendine yapma.”

Küçük bir hıçkırık dudaklarından sıyrıldığında, bu ağlayışının sesli bir hale bürünüp bedenini sarsacak kadar yükseldiği eşikti.

Yılbaşından önceki gece, bir ay önce ona söylediklerimi anımsadım. Barışmak istedin ve barıştın, kimse sana karışamaz demiştim. Bunun ona iyi geleceğini sanmıştım, ama bir şansım olsaydı onu engelleyip yeniden o herife dönmemesi için her şeyimi verebilirdim.

Hıçkırıkları artmaya başladığında başımı birkaç saniyeliğine geriye doğru atarak sakin kalmaya çalıştım. İçi sökülür gibi ağlamaya devam ettikçe benim de içimi acıttığını bilseydi ne yapardı, düşündüm. Bu, beni kollarımı aralayarak ona seçenek sunmam için iten şey oldu.

Kendini geriye çekip, beni öylece bırakabilme ihtimalini umursamadan kollarımı açarak onu bekledim. Omuzlarında emanet bir biçimde duran örtünün koltuğa yığılmasına sebep olacak kadar ani bir şekilde bedenini bana çarptığında kollarımı bir süre kapatamadım. Bu anın bir rüya olup olmadığını sorgulayan zihnim kendine gelene dek, tek yapabildiğim bir duvar gibi beklemekti.

Omuzum ve boynumun birleştiği noktada yankılanan hıçkırıkları kulağıma çok daha yakından doluyordu artık. Kendisini parçalıyormuş gibi ağlamaya devam ederken onu sıkıca tutmak ve buna engel olmak için duyduğum yoğun ihtiyaçla kollarımı yavaşça bedenine kapattım. Sırtına sardığım kollarımla irkilmek yerine bana daha çok sindiğinde gözlerimi kısarak bekledim. Sanki bir anda bana çok kızacak ve gidecek gibi diken üzerindeydim. Aylarca ondan her anlamda kaçmış olmamın etkisiydi bu belki de.

Üzerimdeki tişörte bir avucuyla tutunduğunu fark ettiğimde beni tutabilecek hiçbir engel kalmamıştı, en azından olan engelleri de görmezlikten gelmem kolaylaşmıştı.

Saçlarının bana doğru dökülüp açık bıraktığı ensesine elimi yavaşça uzatıp saç diplerini parmaklarımla takip ettiğimde ateşe dokunmuş gibiydim. Ama ateşe o kadar büyük bir istek ve özlemle dokunuyordum ki, parmak uçlarım kül olsa da sesim çıkmayacaktı.

Dakikalarca omuzumda gözyaşı döktü. Başka bir adam, yıllardır onunla olan bir adam için benim omuzumda ağlaması; eğer yıllar önce bunu yapar mıydım diye sorulsaydı net bir şekilde ‘hayır’ diyeceğim basit bir soruydu. Şimdi ise bu aklımın ucundan dahi geçmeyen anlamsız bir sorundu. Hatta sorun bile değildi.

“Canım çok yanıyor.” diyerek ağlamaktan kısılan sesiyle tenimde sönen bir şeyler mırıldandığında yutkundum. Benim de demek yerine sırtındaki elimle orayı sıvazladım. “Geçecek.” dedim söz verir gibi.

“Yalan söyleme.” Çocuk gibi güvensizce mızmızlandığında güler gibi oldum. “Yalan söylemiyorum, geçmezse o zaman gel ve hatırlat bunu bana. Anlaştık mı?”

Kendimden emin konuşuyor olmam tamamen onu ikna etmek içindi. Uzun bir ilişkinin ihanetle sonuçlanması ne kadar zamanda geçerdi ya da gerçekten geçer miydi bilmiyordum ama söz vermekte bir sakınca görmemiştim.

“Anlaştık.” Fısıldar gibi onayladığında bunun bana elle tutulur bir güven duyduğu ilk an olduğunu biraz sonra fark edecektim. Son olmaması için çabalamam ise kaçınılmazdı.

 

 

~

 

 

- 4 yıl önce, 7 Mayıs

 

“İyiyim, sadece başım döndü biraz aniden kalkınca.” Nil, etrafında bir panik çemberi oluşturduğumuz için bizi rahatlamaya çalışırken kimse ikna olmuş gibi değildi.

Hamileliğini öğrenme şeklimiz, bir trafik kazasıyla başlayınca ve özellikle ilk aylarda düşük tehlikesi var denildiğinde gerekmedikçe ayağa bile kalkmaması için seferberlik ilan etmiştik. Yalnız kalmasına asla izin vermeden, sürekli diken üzerinde geçen aylar sonucunda 4. aya dek gelmiştik.

“Kalkma o zaman Peri, kaç kere konuştuk bir şey isteyince ayaklanmak yerine bize söyle diye.” Uras, şüphesiz en evhamlı olanımızdı. Bazen dozunu kaçırıp, koruma içgüdüsüyle karısını ve özellikle onun tavan yapmış hormonlarını gerebiliyordu. Şu anda da o anlardan birindeydik.

Nil, kırgın bakışlarla Uras’a göz ucuyla baktıktan sonra en yakınında duran Oktay abime tutundu. “Uzanmak istiyorum, odaya götürür müsün beni?”

“Tutun bakalım bana, tansiyonuna da bakarız bi’ odada.” Abim Nil ile birlikte salondan çıktığında Uras kendine yeni gelmiş olacak ki peşlerinden ilerlemişti hemen.

Pazar günü olduğundan istisnasız hepimiz evdeydik. Abimler ve ben çoğu vaktimizi burada geçiriyorduk zaten.

Salonda kalanlar -yani Demir abim, ben ve Tuna- olarak sessizce kendi işimize döndüğümüzde bir süre sonra içeriden adımı duymamla ayaklandım.

“Mert!” diye seslenen Uras’tı. Sesinde herhangi bir telaş kalıntısı olmadığına göre bir problem yoktu. Ayaklanıp odaya doğru ilerledim.

Kapıda dikiliyordu. “Peri seni çağırıyormuş.”

Ona bir şey demeden odaya girdim. Nil sırtı yatak başlığına dayalı halde su içiyordu. Abim de yatağın uç kısmında oturuyordu. “Efendim abicim?” diyerek Nil’e baktım.

“Senden bir şey isteyebilir miyim?” Tatlı tatlı sorduğunda hamileliğinin etkisiyle dolgunlaşan yanakları gerilmişti. Bu haline güldüm. “İsteyebilirsin tabi ki yeğenimin anası.”

“Yeğeninin anası mı? Tek vasfım bu mu, öyle olmasaydım isteyemez miydim yani?” Peş peşe nefes nefese konuştuğunda ağzım açık ona bakıyordum. Arkadan Uras’ın güldüğünü duydum.

“Sen ne gülüyorsun be?” diyerek bu kez kocasına patladıktan sonra abime baktı. “Abi bunlar gitsin buradan, sen kal bir tek.”

Oktay abim Nil’in elini tutup okşadı. “Biraz gerginsin sen bugün genelde ağrın varken yapıyorsun bunu, ağrın var da saklıyorsan bozuşuruz anne Peri.”

Nil ondan da umduğunu bulamayınca tekrar bana döndü. “Sana bir elbise versem onu dediğim yere götürebilir misin?” Konu tekrar benden isteyeceği şeye gelmişti.

“Terziye falan mı götüreceğim?” dedim aklıma gelen en mantıklı seçeneği sunarak.

Kaşlarını olumsuz anlamda havalandırdı. “Yok, bir arkadaşım giyecek de o elbiseyi. Ona götüreceksin.” Sesindeki yaramaz çocuk tınısını tanıdığım anda geriye adımladım. “Nil, lütfen.”

“Of tamam, tamam anladım. Artık Simge’ye ne olursa olsun adım atmayacaksın, sen elinden geleni yaptın gerisi ona kalmış falan filan. Anlıyorum tabii ki abicim.”

Yine bu evde, yaklaşık 3 ay önce yaşanan o günden sonra ben ister istemez Simge’ye karşı eskiye oranla daha umutluydum. Bunu, zaten benim hislerimi bile Nil de fark etmişti hatta bu süreci geçen aya kadar hep adım atarak, Simge’ye kendimi göstermeye çalışarak geçirmiştim. Ama artık yorulmuştum, hislerim yerli yerinde olsa da biraz o da düşünsün istiyordum.

Kararının olumsuz olması beni deli gibi korkutsa da elimden gelen bir şey kalmamıştı. O günkü haline oranla geçen günlerde ruh hali iyiye dönmüş, artık eskisi gibi davranır hale gelmişti. Yani benim tek engel sandığım Doruk meselesi ve ihaneti kapanıp gitmişti ama bizim açımızdan bir gelişme yoktu. Onun açısından bakınca belki aceleciydim ama ben geçen ay onu sevmeye başlamamıştım ki…

“Anlıyorsan üsteleme Nil, birbirimizi kırmayalım abim. Demir abim götürsün ya da Uras halletsin tamam mı?”

“Tamam değil abi!” Bir anda yüksek sesle cırlayınca irkilerek yerimde sallandım. Uras’ın da aynı şekilde titrediğini görmüştüm.

“Ben burada hamile halimle size yardım etmek istiyorum, sizin umurunuzda değil. Gerçekten anlamıyorsunuz beni hiç.” Konuyu kendi derdine nasıl getirmişti hiçbir fikrim yoktu ama ben bu filmin sonunu biliyordum.

Nil’in günlerce bana küsmesi riskini almak yerine Simge’nin eline elbiseyi tutuşturup konuşmadan geri dönebilirdim sanırım.

“Tamam, tamam nerede elbise. Bi’ sakin ol hamile ve öfkeli, bi’ dur.”

Derince nefeslendi. Ardından dolabı gösterdi. “Aç orayı Uras.”

Uras elbiseyi bulup bir poşete koyduktan sonra bana uzattı. “Ev adresini ben şimdi sana atıyorum, sen oyalanma çık hemen.”

Elbisenin bayağı abartı bir şey olması, Simge’nin bunu giyip nereye gideceğiyle ilgili aklımda soru işaretleri oluştururken çenemi tutarak sustum. Eğer bunu Nil’e sorarsam kırk yıl dilinden kurtulamazdım.

Arabaya ulaştığımda elbiseyi yan koltuğa bırakıp Nil’in attığı adresi navigasyona girdim. Tahmini varış süremi yarım saatten fazla gösteriyordu ekran ama bir şekilde ulaşmayı başarmıştım. Apartmanın adını da yazdığı için bulmakta zorlanmamıştım.

Binanın kapısına ilerleyip isimliklere bakarak bulduğum zili çaldım. Kapıda bekliyor olabileceğini düşündürtecek kadar hızlı bir şekilde açılmıştı. 1 numaralı dairenin yedinci katta olma olasılığı bulunmadığından asansör yerine merdivenleri kullanarak yukarı çıktım.

Merdivenlerin son bir iki basamağındayken yarı aralı duran tam karşımdaki kapıdan uzanan tanıdık yüzü görebilmiştim.

Özellikle son haftalarda ondan bir nevi kaçıyor sayılabilirdim. En karşılaşabileceğimiz yer olan Nillerde dahi o gelecekse bulunmamaya çalışmıştım bugünlerde. Çünkü görmeye devam edersem geri çekilme kararımı hemen bırakacaktım, biliyordum.

Merdivenlerin sonuna ulaştığımda Simge kapıyı tamamen aralamıştı. Bir şey söylemeden bu anı olabildiğince kısa kesmeye çalışarak elimdeki poşeti uzattım. Bakışları yavaşça elime kaydı, ama çok daha hızlı bir şekilde yüzüme döndü.

Kahverengilerinin garip parıltılarla bezeli olmasını henüz anlamlandıramamıştım. Hem gergin hem heyecanlı duruyordu. Bunun elbiseyi giyip gideceği yer ile ilgili olduğuna kendimi inandırmayı denedim.

“Almayacak mısın elbiseyi?” dedim dayanamayarak. Elim havadaydı ama uzanıp poşeti almak gibi bir hamle yapmıyordu.

Beni cevaplamak yerine soruma soruyla yanıt verdi. “İçeri gelmeyecek misin?”

Sinirim bozularak güldüm. Başımı sola çevirerek gülüşümün bitmesini bekledikten sonra ona döndüm yeniden. “Gelmem için bir sebep var mı?” dedim düz bir sesle.

Bu, öne doğru bir adım atmasına yol açtığında ne yapmaya çalıştığını anlamlandıramadan aramızdaki mesafeyi kapattı. Omuzlarıma kadar uzanan boyunu, parmak uçlarında yükselerek arttırırken önce avuçlarını göğsümde, ardından dudaklarını dudaklarımda hissettim.

Sinirlerim bozulduğu için bu sahneyi kendi kendime hayal ediyor olduğumu zannederken kaskatı kesilen bedenimle hareketsizce bekledim. Kokusu en son ona sarıldığımda bu kadar yakınımdaydı, tenini en son o zaman tenimde hissedebilmiştim.

Dudaklarını kıpırdatmadan dudaklarımın üzerine dokundurur halde durmayı sürdürdü. Burnundan alıp verdiği kesik nefesler yüzüme çarparken gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Bunu yapmamı bekliyormuş gibi belli belirsiz hissedebildiğim küçük bir öpücüğün hemen ardından dudaklarını geri çekti. Bu, sanki tamamen kaybolacakmış gibi beni telaşlandırdığında bir kolum aniden beline sıkıca dolandı.

“Gitme.” diye mırıldandı. “Bir daha hiç gitme.”

Kulaklarım, ellerim, gözlerim… Hepsi aynı anda beni yanıltıyor olamazlardı. Bu kadar gerçekçi hissettiremezlerdi. Kendimi bu şekilde inandırarak rüya ya da hayal görmediğimi kabullenmeye çalışırken kapattığım gözlerimi araladım.

Yüzü az önceki kadar olmasa da beni delirtebilecek kadar yakınımdaydı. Belini sıkıca tuttuğum için parmak uçlarında yükselmeyi sürdürüyordu halen. “Simge…” diyerek çoğu zaman olduğu gibi adına sığındım. Ona bir şeyler söylemek isteyip dilime kilit vurmam gerektiğinde sadece ismini seslenip, devamında saçmalardım.

“Hım?” gibi bir mırıltıyla gözlerini gözlerime dikti.

“Gerçeksin.” dedim beni inandırması için yalvarırcasına.

Göğsüme yasladığı elleri yanaklarıma çıkıp sakallarıma sürtünürken hissettiklerime yenik düşüp yine gözlerimi yummamak için çabalamam gerekmişti.

“Gerçeğim, buradayım.” dedikten sonra yüzünün acıyla kasıldığını gördüğümde panikledim. Ben konuşamadan önce o devam etti. “Özür dilerim, kendime gelmem ve seni görüp sana gelebilmem uzun sürdüğü için özür dilerim.”

Cümlesinin bitmesini zar zor bekledikten sonra, az önce onun yaptığından çok daha hoyrat bir tavırla dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Ona bir şey söylerken bile kırk kez düşünen Mert için, düşünmeden onu öpebilmek imkânsızlar kategorisinde bile değildi. Hiç var olmamıştı.

Geri çekildiğimde yeniden ayaklarının üzerine basarak aramızdaki boy farkını ortaya çıkarttı. Başını geriye atarak bana baktığında gülümsememe engel olamayarak eğilip alnımı alnına bastırdım. Karşımda bir ayna varmış gibi aynı gülümsemeyle bana baktı.

“Eğleniyor gibisiniz hanımefendi.” dedim muzip bir tavırla. Benimle özdeşleşen ruh halim buydu zaten, sadece yoruldukça bundan uzaklaşmaya başlamıştım.

Simge’nin de bunu fark ederek daha çok gülümsediğini gördüğümde alnımı alnına daha sert bastırdım.

Çokça düşüp kalkacaktık belki, işler istediğimiz gibi gitmeyecekti bazen ama bir kez bile onu seçtiği için ne aklıma ne de kalbime kızmamıştım. Geçireceğimiz yıllarda da bu aklımın ucundan dahi geçmeyecekti.

Sanırım başında ya da sonunda acısını çekmeyince aşk, aşk olmayı başaramıyordu.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm