Aykırı Çiçek 41.Bölüm
41.BÖLÜM
- 1 hafta sonra
“Ama ben burada gördüm en son Acar ya, çöpe mi attın?”
Acar’ın arabasında ön yolcu koltuğunda oturuyorken
torpidoda derin bir arayış içerisindeydim. Acar ise bir yandan araba kullanıyor
bir yandan da benim dert yanmalarımı dinliyordu.
“Güzelim atmadım diyorum, yalan borcum mu var sana? Aldın
sen zaten buradan.”
Atmadığına çoktan inanmıştım ama burada kaybolmuş olması
Acar’ı suçlayıp kendimi rahatlatabilirim demekti. Şimdi ise suç üstüme
kalmıştı.
Oflayarak torpidoyu kapattım. “Onu da atölyede bırakmışım
buradan alıp, kül olanlar listeme ekleyebiliriz.” dedim sıkıntılı bir sesle
kollarımı göğsümde kavuştururken.
Yangının üzerinden geçen bir hafta, gündemde oluş
sıklığını azaltsa da her hatırladığımda bütün dünyamın kararmasına pek engel
değildi. Oraya girmeme asla müsaade etmemişlerdi, benim yerime sıkça atölyeyi
gören Koray ve onun kadar olmasa da yine atölyede birkaç kez bulunmuş olan Acar
bu rolü üstlenmişlerdi.
Kurtarılabilecek ıvır zıvır birkaç parça dışında her
şeyim gerçekten kül olmuştu. Doğru düzgün hiçbir eşyamı kurtaramamışlardı.
Resimle ilgili her şey yanmasa da ıslanarak mahvolmuştu zaten. Kıyafetlerimin
de tutuşması çok uzun sürmemişti.
Bu haftayı annemin ısrarıyla birlikte birkaç günü
alışverişe ayırarak tamamlamıştım. Peşimize her gün başka biri -Rüzgar, Toprak
hatta bir gün de babam- takılmış ve nedensizce bütün günü bizimle mağaza
gezerek geçirmişlerdi.
Resimle ilgili bir şeyler satın almaya henüz
niyetlenmemiştim. Hem hazır değildim hem de yeni atölyem için araştırma bile
yapmış sayılmazdım.
Torpidoda bıraktığıma inanmak istediğim eşyam ise harici
bellekti. İçinde bilgisayarımdan aktardığım fotoğraflar, çizdiklerimin bazı
taslakları ve birkaç dosya daha vardı, bilgisayarıma bir şey olursa diye
yedeklemiştim. İki hafta kadar önce Koray’dan bir dosya almak için bir iki gün
çantamda gezdirmiştim. Sonra arabada unutmuş ve Acar’dan torpidoya bırakmasını
istemiştim.
Bir hafta boyunca son aklıma gelen şey oydu, halen son
kontrol edişim gibi torpidoda duruyor sanıyordum. Ama yanılmıştım.
“İçindekilerin yedeği yok muydu?” diye soran Acar’a
alayla sırıttım. “Vardı, bilgisayarımdaydı. Bil bakalım bilgisayarım nerede?”
Cevap beklediğim bir soru değildi, ikimiz de bilgisayarımın
nerede olduğunu biliyorduk. Acar da sessiz kalmayı seçince yola odaklandım.
Arabaya yayılan kısık sesli müzik dışında varış noktamıza
ulaşana dek hiç konuşmadık.
Varış noktamıza yakınlaştıkça negatif ruh halim yerini
heyecana bırakmıştı. Ajansa ulaşana kadar sanki öylesine ziyarete geliyormuş
gibiydim ama ciddi anlamda burada çalışmaya başlayacak oluşum yeni dank
ediyordu.
Yangın günü aslında Acar’ın yanına babamla gelip işi
kabul ettiğimi söyleyecektim ama hayat yine bana pis pis sırıtıp ortalığı
karıştırmıştı. Acar laf arasında bunu benden öğrenir öğrenmez direkt başlamam
konusunda ısrar etmeye başlamıştı.
Garip olan ise başta tepkili duran Yaman abimden tutun da
Toprak’a kadar herkesin bu konuda Acar’la aynı düşünüyor oluşuydu. Aklımı
dağıtmam için bunu istedikleri kanaatine varmıştım biraz düşündükten sonra.
Araba ajansın otoparkına girip her zamanki park yerinde
durduğunda çantamı kavrayıp yavaşça indim. Ben inene dek Acar da yetişip benim
olduğum tarafa dolanmıştı zaten.
Belime sardığı koluyla beni asansörlerin olduğu yöne
ilerletti. Üzerimdeki bir kısmı korse gibi duran gömleğe arabaya bindiğimden
beri keyifsiz bakışlar atıyordu. “Belin sanki az inceymiş gibi iyice
sıkıştırmış bu şey, acıyor mu?”
Kıkırdayarak yanağımı koluna yasladım. “Derdin acıması mı
gerçekten?”
Ağzının içinde bir şeyler homurdanıp açılan asansör
kapısından beni içeriye soktu. Belimi sıkıca sarmayı bırakmamıştı. “Elle
tutulur tek bir tarafı yok, göğüslerinle bakışıyorum Feris. Düğmesi de yok ki
kapatalım.” Beni ilk gördüğü andan beri kıyafetime bayılmadığı belliydi ama
değiştirmemi istemek yerine sadece söylenmekle yetindiği için tatlı geliyordu
bu hali.
Göğüs dekolteme eğilip bilmiyormuş gibi baktım. Abarttığı
kadar bir açıklık yoktu. İnce topuklularımın avantajını kullanıp çenesine
yumuşak bir öpücük bıraktım.
Otoparktan çıkan asansörler yalnızca giriş kata
ulaşabiliyordu. Üst katlar için zemin kattan tekrar asansöre binmek gerekiyordu
yani. Asansör girişte durduğunda Acar’ın belimdeki elinden sıyrılıp dışarı
çıktım.
“Dağılabiliriz Acar Bey, yeni çalışanlarınıza çalışma
alanlarına kadar eşlik etmek gibi bir hobiniz olduğunu sanmıyorum. Şartlarımı
unutmayalım.”
Diğer çalışanlardan bir farkım olduğunu hissettiğim ilk
anda istifa edeceğimi çok kez tekrarlamıştım. Acar beni ‘tabii tabii’ modunda
geçiştirse de ben gayet ciddiydim.
“Acar Bey mi?” Yüzünü buruşturduğunda gülecek gibi olsam
da kendimi tuttum. Acarcım mı deseydim ajansın ortasında?
“Geç kalıyorum, patronumdan azar mı yiyeyim ilk günden?
Beni özgür bırakır mısın artık?”
“Patronun kim senin? Ben konuşurum.” Gözlerimi kısarak
memnun olmayacağı ve aslında kendisinin de bildiği gerçeği dile getirdim.
“Caner Bey, tasarım departmanı ona bağlı ya hani…”
Acar sinirini yüzünden okuyabildiğim haliyle iç çekerek
diğer asansöre yönelecek gibi oldu. “İyi çalışmalar İzgi Hanım, bir sorun
olursa Caner Bey’in haberi olsun.” Feris demeyip İzgi demesine az önce ona
olduğu gibi yüzüm biraz buruştu. Acar için Feris olmaya, hatta bir tek ona
Feris olabilmeye bayılıyordum.
Caner’den kastı kesinlikle kendisiydi, hatta Caner’e
söylesem yine de mutlaka her şeyden haberi olacaktı ama oyununu sevmiştim.
“Tabii, mutlaka öyle olacak.”
Normal giriş saatine göre biraz erken -Acar’a göre doğru
olan buydu- geldiğimiz için etrafta çok fazla çalışan yoktu. Çalışacağım katın
nerede olduğunu bildiğim için danışmaya uğramaya gerek duymadan başka bir
asansöre yöneldim.
6.kata çıktığım için biraz mutluydum, tepede bir yer
olsaydı sürekli yüksekte olduğum bilinciyle çalışabileceğimi sanmıyordum.
Asansörün kapısı kapanmadan önce biri daha bindi. Açık renk bir gömlek ve yine
açık renk bir pantolonla etraftaki takım elbiselilerden oldukça farklı bir
enerji yayan, en fazla 30 diyebileceğim bir adamdı.
Benim bastığım 6 numaralı tuşu gördüğünde başka bir şeye
dokunmadan kenara çekildi. Belli ki aynı kata çıkıyorduk.
“Günaydın.” diyerek sessizliği böldüğünde hafifçe
gülümseyerek karşılık verdim. “Günaydın size de.”
Asansör hızlı bir şekilde kata ulaştığında önden
geçebilmem için bana zaman tanıdığında başımla teşekkür eder gibi bir hareket
yaptım. Dışarıya adım attığımda bulunduğum yerden hangi yöne ilerlemem
gerektiğini kısa bir an düşünmüştüm. Gidebileceğim iki ayrı yön vardı.
Yanımdan küçük bir öksürük sesi duyulduğunda henüz
uzaklaşmamış olan adama döndüm. “Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?”
“Tasarım departmanı hangi tarafta biliyor musunuz?” diye
sorduğumda yüzündeki ifade sorgular hale büründü. “Bugün başlayacak olan kişi
siz misiniz?”
Benden haberi olduğuna göre sanırım çalışacağım ekipten
biriyle karşılaşmıştım. Başımı onaylar anlamda salladım. Büyük bir gülümsemeyle
bana baktı. “Hoş geldiniz ekibimize, Burak ben.”
Uzattığı elini, bir anda bu kadar sevinmesinin
şaşkınlığını atlatır atlatmaz sıktım. “Teşekkür ederim, İzgi ben de.” Kısaca
kendimi tanıtmakla yetindim. Özel olarak anlatmak yerine herkesle birlikte
konuşmayı tercih ederdim.
Sağımızda kalan kısmı gösterdi. “Buradan, buyurun.”
Oldukça geniş cam bir kapıdan girdik. Kapının bir tarafı
açıktı, içeride ise kocaman bir alan bizi karşılamıştı. Orta kısımda ortak bir
çalışma alanı olduğu belli olan geniş bir masa varken kenarlara ayrı ayrı
dağıtılmış birkaç ayrı çalışma masası vardı. Masalar ikişer kişilikti, oturan
iki kişi karşı karşıya bakıyor gibiydi.
Acar’ın anlattığına göre burası dışında bireysel olarak
çalışılabilecek ayrı iki oda daha vardı. Çoğunlukla herkes burada olsa da
sessizliğe ya da tek kalmaya ihtiyaç duyulduğunda o odalar da kullanılıyordu.
İçeriye girdiğimizde ortadaki masada oturuyor olan biri
kadın diğeri erkek iki kişi vardı. Benden büyük olmadığına emin olduğum,
oldukça sevimli duran sarışın kadın biz girdiğimizde yanındaki adamı dürterek
kapıya dönmesine neden oldu.
“Günaydın.” Burak Bey asansörün önündeki tavrının aksine
ciddileşmiş ve gayet soğuk bir tondan konuşmuştu. Bu hızlı değişimine şimdilik
kafa yormadım.
“Günaydın Burak Bey.” Kadın cevaplarken diğer adam gayet
tepkisizdi.
“Daha önce bahsettiğim yeni ekip üyemiz, İzgi. İzgi,
Yağmur ve Polat’la tanışırsın. Bir saate sabah toplantımız var, tekrar
uğrarım.”
Beni apar topar tanıttıktan sonra ortamı terk etmesine
şaşkınca baktım.
“Alışman kolay olmaz ama imkânsız da değil, Burak Bey’in
tarzı bu. Genelde burada bulunmaz.” Yağmur’un konuşmasıyla ona döndüm. “Ekibin
başı o muydu?”
“Maalesef.” Cevabı Polat’tan geldiğinde yüz ifadesindeki
nefrete ve bıkkınlığa ne diyeyim bilememiştim. Tasarım ekibinin son zamanlarda
kötüleşmesi bir ekip olamayışlarından
kaynaklı gibi duruyordu.
“Gelir gelmez negatif enerjini ona da bulaştırmasana
Polat.” Yağmur uyarır gibi ona dönünce Polat omuz silkti. “Aklı varsa kaçıp
gitsin, yalan mı söyleyeyim?”
Durumun asıl halini bilmesem de sandalyelerden birini
çekip otururken sordum. “Ekip başından memnun olmadığınızı daha yetkili birine
ilettiniz mi? Böyle mutsuzken verimli bir çalışma ortamı yaratmak imkânsız.”
“Sence bizi mi dinlerler? Sıyrılır işin içinden on
dakikada, olan bize olur. Bu işe ihtiyacım var.” Polat yine çok olumlu(!)
cevaplarken Yağmur da bu kez ona katılır gibiydi.
“Ömer sorunu var bir de, ekibin son üyesi. Burak Bey’in
sevdalısı, asla bizim söylediklerimizi onaylamaz eğer biri bir şey sorarsa.”
Acar’a bu sorunu direkt olarak iletebileceğim ve bana
kolayca inanacağı gerçeğini şimdilik saklı tutmak mantıklıydı. Eğer Burak Bey
bahsettikleri gibi biriyse, buradaki sorun oysa ekibin ispiyoncusu olmaktan
çekinmeyecektim.
Bundan sonra öğlene kadar on beş dakika bile sürmeyen bir
toplantıdan başka bir şey olmadı. Yağmur’un bahsettiği Ömer denilen son ekip
üyesiyle de toplantıya birkaç dakika kala geldiğinde tanışmıştım. Bana karşı
gereksiz laubali olmasına karşın Polat ile aralarında soğuk rüzgarlar estiği
açıkça belliydi.
Öğlene dek yaptığım gözlemlere göre; Yağmur ve Polat
ikilisi Burak Bey’in tüm baskısı ve tersliğine rağmen istifa etmeyen son iki
kişiydiler. Sürekli eleman değişimi yaşanan departmanda onlar dışında şimdiye
dek birçok değişim olmuştu. Ömer ise Burak Bey ile çok çok daha yakındı.
Benim gelişimle her iki taraf da kime yakın olacağımı
anlamak için temkinli gibiydiler. İşimi kaybetmekten korkan bir çalışan
olsaydım da Burak Bey’in kısacık toplantıda dahi gayet belli ettiği azarlar
yapıdaki tavrını kaldırabileceğimi sanmıyordum.
Az çok tarafımın neresi olduğunu anlamıştım ama
bekleyecektim. Acele etmeye gerek yoktu.
Saat öğlen on ikiyi gösterdiğinde karşımda oturuyor olan
Ömer ayaklandı. “İzgi?” diye seslendiğinde başımı önümdeki kâğıtlardan kaldırıp
ona baktım.
“Yemekte eşlik edebilirim sana istersen, buralara çok
hakim değilsindir.”
Zoraki bir gülümsemeyle baktım. Söyleyiş tarzı çok iç
açıcı değildi, arkamdan bir yerden Acar belirecek gibi gerilmiştim.
“Teşekkürler, başka birine sözüm var bugün.”
“Yarın da bana sözün olsun o zaman.” dedikten sonra cevap
vermemi beklemeden gözden kaybolduğunda şaşkınca arkasından baktım. Tekerlekli
sandalyemle birlikte dönmüştüm, bu halimi gören Yağmur elini ‘boş ver’ der gibi
salladı.
“Üst üste birkaç kez daha reddedersen sıkılır, her gelen kadın
çalışana aynı şeyi yapıyor.”
“Taciz ediyor yani?” dedim tek kaşımın havalanmasına
engel olamazken. Hayır denen şeye ısrar ediyor, sıkılana kadar durmuyordu;
paşamın keyfini mi bekleyecektik algılaması için?
Polat’ın geldiğimden beri ilk kez güler gibi olduğunu
gördüm. “Dışarıdan bakılınca hiç gözü kara durmuyorsun ama yanıltıcı bir
görünüş.”
“İltifat mıydı?” dedim sandalyemden kalkarken. Polat’tan
da inanılmaz bir abi enerjisi alıyordum. “Nasıl almak istersen.”
Çantamı alıp çıkışa yöneldim. “Öğleden sonra görüşürüz.”
“Söz verdiğin kişi gerçek değilse bizimle gelebilirsin,
tek kalma ilk günden.” Yağmur’a gülümseyerek başımı iki yana salladım.
“Gerçekti, Ömer’e değil ama size yarın için söz verebilirim.” dedim hafif dalga
geçerek.
Polat’ın gülüşü büyürken Yağmur da kıkırdadı. “Görüşürüz
İzgi.”
Telefonum çalmaya başladığında asansöre girmek üzereydim.
Orada çekmeyebileceğini düşünerek kenara geçip telefonumu buldum çantamdan.
“Efendim babacım?” diyerek açtığımda babamın iç çekişini
duydum. Kendi kendime gülümsedim. Halen baba dediğim her an dünyalar onun olmuş
gibi davranmayı sürdürüyordu.
“Nasılsın meleğim? Öğlen arasına kadar aramamak için zor
durdum, her şey yolunda mı?”
“İyiyim, her şey gayet yolunda. Yemeğe çıkıyorum şimdi.”
dedim peş peşe. Babam duraksamadan sordu. “Acar’la çıkacaksın değil mi?”
“Evet, evet de ne bu heyecan? Acar konusunda bir enerjik
gördüm seni.” dedim hafifçe gülerek.
“Ne enerjik olacakmışım ben o suratsıza? Tek yeme ilk
günden diye dedim, o yoksa ben gelirdim buradan yanına.”
Gerçekten geleceğini bildiğim için şaşırmaya ya da
‘abartma baba’ demeye gerek duymadım. “Evde görüşürüz o zaman can suyum, dikkat
et kendine olur mu?”
Bir haftadır onlarla kalıyordum. Annem alışveriş yaptıkça
kıyafetlerimi oradaki odama doldurmuştu. Bütün eşyalarımla Göktürklerin evine
damdan düşer gibi düşmüş ve yerleşmiştim. Ne ben ne de onlar şikayetçi
değildik.
“Erken gelir miyim bilmiyorum, Acar akşam bir işimiz var
dedi ama tam anlatmadı. Haber veririm zaten.”
“Tamam babam, haberleşiriz.” Telefonu vedalaşıp
kapattıktan sonra asansöre yöneldim. Önce giriş kata, ardından otoparka
indiğimde Acar’ı çoktan arabasının önünde dikiliyor halde bulmuştum.
Kaputa kalçasını yaslamış; kollarını göğsünde
birleştirerek gömleğinin, kolunun çevresini sımsıkı saracak kadar gerilmesine
yol açmıştı. Görüntünün ağzımı sulandırışını görmezden gelmeyi deneyerek ona
pas vermeden ön kapıyı açtım. “İlk günden patronumu ayartmış gibi hissediyorum,
biraz korkunç.” Binerken söylene söylene binmiştim.
Acar kendi tarafına geçip oturdu. Kemerimle uğraşırken
aniden çenemi kavradığında başımı onun da desteğiyle soluma çevirdi. Yüz yüze
geldiğimiz anda dudaklarımı ağzının içine yuvarlayıp beni sertçe öpmesini
beklemediğim için kısa bir an karşılıksız kaldım.
Saniyeler sonra ağzımı aralayıp aynı sertlikte karşılık
verdiğimde gözlerim kapanır gibi kısıldı. Elimi uzatıp boynunu kavradım, başımı
hafifçe yana eğip öpüşünü derinleştirdiğinde durmazsak arka koltuğa ya da eve
gitmemiz gerekeceği konusunda şüphelerim oluşmaya başlayınca zar zor
dudaklarımı ondan çektim.
Nefes nefese, aramızda santimler varken ona bakıyordum. “Gidelim.”
diye mırıldandım halen nefes nefeseyken.
“Eve mi? Gidelim, evet.” Bakışlarını dudaklarımdan
ayırmadan konuştuğu için elimi yüzüne kapatarak ittirdim. “Yemeğe Acarcım,
yemeğe.”
Hayal kırıklığıyla yüzünde duran parmaklarımın arasından
bana baktı. “Evde de var yemek, orada yeseydik.”
“Akşam yeriz.” dedim onu taklit ederek. Yanımızda biri
varmış gibi sevişme isteğimizi neden yemek ile kodlamıştık bir fikrim yoktu.
“Ajansta bugün öğleden sonra tatil ilan etmemem için bir
bahanen var mı?”
“İlk iş günümü bozarsan istifa ederim.” dedim omuz
silkerek. Acar’ı istifa etme bahanesiyle vurup durmaya bayıldığımı söylemiş
miydim?
Yüzünde duran elimi kavrayıp avuç içimi öptü. “Edersin
edersin, bak ettin şu an Feris.”
Beni ciddiye almasa da arabayı ev yerine bir restoranın
önünde durdurduğuna göre en azından ikna etmeyi başarmakla övünebilirdim.
~
“Burak Bey!” diye seslendim hafif yükselen sesimle.
Sanırım çıkıyordu, çıkmadan durdurmak istemiştim.
“Acil mi İzgi? Çıkıyordum.” Onu durdurduğuma çok memnun
olmadığı belliydi. Mesai bitimine neredeyse on beş dakika vardı, bence soru
sormak için geç kalmamıştım.
“İncelememi söylediğiniz eski işlerle ilgili bir şey
soracaktım.”
“Sorularını direkt bana getirmek yerine arkadaşlarınla
paylaş bir dahakine, bu seferlik dinliyorum.”
Sağ canım ya,
sen de olmasan…
Ters ters bakmamak için kendimi zor tuttuğum birkaç
saniyenin ardından son projeyle ilgili aklıma takılan bir ayrıntıyı sordum.
Proje iki üç kez değiştirilmişti müşteriye teslim edilmeden önce, ama ilk hali
son halinden bin kat daha iyiydi.
“Değişimlerin yapılmasını ben istedim İzgi, projeleri siz
tasarlarsınız ama son karar benim. Nasıl istersem öyle teslim edilir müşteriye,
aklında bulunsun.”
Ağzımı açık bırakan tavrına cevapsız kaldığımda başka bir
şey söylemeden asansöre ilerledi. Elimdeki dosyayı kafasına fırlatsam en fazla ne
olurdu?
Topuklularımı yere çarpa çarpa içeriye girdim. Yerime
geçip oturduğumda karşımda duran Ömer ilk kez boşboğazlık yapmak yerine bön bön
suratıma bakmakla yetinmişti. Cidden sinirli duruyor olmalıydım.
“İyi misin?” diye soran Yağmur’a başımı hafifçe
sallayarak karşılık verdim.
Yeni bir projeye bakmaya başlarsam yarım kalacağını
düşünerek aldığım notların üzerinden geçerken geriye kalan on beş dakika da
geçip gitmişti.
Yavaş yavaş herkes çıktığında en sona kaldığım için acele
etmeden etrafa saçtığım eşyaları topladım. Kapıda hissettiğim hareketlilikle
arkamı döndüğümde kapıya dizilmiş olan dörtlüyü görünce sırıttım.
Önde Acar ve Çağla, hemen arkalarında da Melih ve Caner
vardı.
“Hoş geldiniz?” dedim neden geldiklerini sorgular gibi.
Öğle yemeğinde bize üçü katılmıştı, hepsini bugün görmüştüm zaten. Buraya
inişlerine anlam veremeyişimin sebebi buydu.
“Hoş bulduk çaylak, öğleden sonraki hayatın nasıldı?
Kurtarıyor musun bizi batmaktan?” Caner abartı b,r heyecanla konuştuğunda
çantamı alıp onlara döndüm.
Çocuk gibi Burak Bey’i onlara şikayet etme isteğimi
zorlukla bastırıyordum şu anda. Ama ilk günden böyle bir şey yaparsam, Acar’a
kızdığım noktayı kendim aşmış olurdum.
“Aynıydı canım patronum, özel güçlerim olmadığı için
henüz kurtarıcı bir planım yok ama ona da bakacağız artık.”
“Canın mıyım gerçekten?” Caner gözleri dolmuş gibi eliyle
kenarlarını silerken sırıttım. Ağlayışından etkilenmişim gibi ben de burnumu
çeke çeke yanına ilerledim. Omuzlarını tutup sarstım. “Güçlü dur lütfen!”
Oyununu devam ettirdiğim için ufak bir kahkaha
patlattıktan sonra beni kolunun altına çekti.
Yani en azından birkaç saniyeliğine…
Acar beni tek eliyle kendi göğsüne yapıştırana kadar…
“Ay n’oluyo?” Afallayarak göğsüne sindiğimde Çağla bu
halime kıkırdadığı için ona ‘çok ayıp’ anlamında bakışlar attım. Gözüm Melih’e
takıldığında öğlenki enerjisinin aksine durgun görünmesi şaşırmama sebep
olmuştu. Şu an sormam mantıklı olmayacağı için biraz beklemeye karar verdim.
“Acarcım beni bi’ salar mısın? Yapışık ikiz gibi olduk,
ikizin ben değilim şu beyefendi bak.” Melih’i gösterdim elimle. “Ona sarıl
biraz.”
Caner zar zor duran kahkahasına devam ettiğinde Acar
sinirle kafasına bir tane geçirdi. “Ne gülüyorsun lan?”
“Sevgilinin esprilerine gülüyorum Acarcım, sıkıntı mı var? Yoksa sence hiç komik değil mi? Hı?”
Cevap vermesi için ben de yüzümü Acar’a çevirdim ve
tekrarladım. “Hı? Değil miyim komik?”
Alnımı öptükten sonra gözlerini gözlerime dikti. “Şu
herife uyacak mısın gerçekten?”
“Patronum o benim, ne derse o.” Caner’e baktığımda bana
başparmağını kaldırarak onay işareti verdi. “Kesinlikle, böyle devam edersen
ayın çalışanı sensin zaten.” Ciddi olmadığını bildiğim için gülmekle yetindim.
“Çıkalım mı artık? Kaldık böyle.”
Çağla’ya genel olarak hak verdiğimizde herkes asansöre
yönelirken ben çaktırmadan Melih’in kolunu tutup dikkatini çektim. “Melih?”
“Efendim?” dediğinde önden ilerleyen Caner ve Çağla’nın
duyamayacağı ama yanımdaki Acar’ın duymasını engelleyemeyeceğim sesimle
konuştum. “İyi misin sen? Öğleden sonra bir şey mi oldu?”
“İyiyim, başım ağrıyor biraz.” dese de inandırıcı
durmuyordu. Kaşlarımı hafifçe çatarak adım atmayı bırakıp ona baktım. Kolunu
tuttuğum için o da durmuştu. “Kandırmasana beni, çok ayıp.”
“İzgi…” dediğinde adımı yalvarır gibi söylediği için
şaşkınlıkla duraksadım. Kötü bir şey vardı işte.
Kollarımı sırtına dolayıp sarıldım. Omuzuna yaslanırken o
da yavaşça kolunu bedenime sarmıştı. “Konuşmak ister misin? Yemek yiyelim mi
birlikte?”
“Acar da beni boğazlasın değil mi?” dedi alaya almaya
çalışır şekilde. Sırtını sıvazladım. “Ben onu hallederim, ayıp ediyorsun.”
Bu kez gerçekten güldü. “İnanıyorum, yaparsın. Ama gerek
yok, konuşulacak bir şey değil zaten. Yarına geçer.” Söyleyiş şekli tam aksini
haykırdığı için iki arada bir derede kalmıştım. Hem onu zorlamak istemiyordum
hem de merak ediyor ve belki yardımcı olabileceğim bir şeydir diye
düşünüyordum.
Sessiz kalışımdan ikilemde olduğumu anlamıştı sanırım.
“İzgi gerçekten iyiyim, al sevgilini de takılın siz. Eve geçip dinleneceğim ben
de.”
“Burada niye vedalaşıyorsunuz? Hayırdır?” Caner’in birkaç
adım ilerimizden seslenmesiyle oraya döndüm. Yanındaki Çağla ile birlikte asansörün
önünden bize bakıyorlardı.
Melih’in kötü hissettiği her halinden belliyken Çağla’nın
neden normalden de enerjik durduğunu algılamayı denedim. Acar’ın canı sıkılsa
bile benim modum da düşüyor ya da onu da yükseltmek için çırpınıyordum. Çağla
neden Melih normalmiş gibi duruyordu?
Sorunun ikisi arasındaki bir şeyden kaynaklanabileceğini
fısıldayan iç sesim şaşkınca Çağla’ya bakakalmama sebep oldu. Çağla ile göz
göze geldiğimizde gülümsedi. Dudaklarını kıpırdattı, okuyabildiğim bir iki
kelime yere düşecek gibi dizlerimin boşalmasına yol açmıştı.
“Her şeyi
anlattım.” demişti Çağla.
~
Çağla ile de Melih ile de ayrı ayrı konuşmak istesem de
ikisi de şu an bu konuşmaya uygun değillerdi. Biri paniğini gizlemek için mutlu
rolü yapıyor, diğeri ise duyduklarının yorgunluğuyla ayakta bile duramıyor
gibiydi.
Yarın Çağla’yı sıkıştırmayı aklıma not ederek Acar’ın
arabasının ön koltuğuna kurulduğumda yeni merakım Acar’ın sabah bahsettiği ‘iş’
ile ilgiliydi. Akşam işimiz var deyip durmuştu ve asla ne olduğu hakkında ipucu
bile vermemişti.
“Ya Acar!” diyerek neredeyse bağırır halde sitemle
konuştuğumda araba sarsılır gibi olunca kıkırdadım. Korkutmuştum.
“Biraz daha ani bağır yavrum, ilk virajdan dümdüz
girelim.”
“Nereye gittiğimizi söyle o zaman, çok merak ettim.”
“Sürpriz zümrüt göz, sürpriz. Dayan, az kaldı.” Oflayarak
önüme döndüm. Kedinin önüne bir yumak ip koyar gibi oyalanmam için avucunu
dizime bıraktığında eliyle oynamaya başladım.
Parmaklarını sağa sola eğip bükerek, avuç içine masaj
yaparak geçen zamanın ardından araba yavaşladığında başımı kaldırır kaldırmaz
gördüğüm yer yüzünden Acar’a ters ters baktım.
“Evine geldik Acar, söyleyebilirdin buraya geldiğimizi.”
Sırıtıp eline yapışık olan elimi okşadı. Garaja girip
park ettikten sonra çantamı alıp indim. O da indikten sonra elimi tutup
parmaklarımızı birbirine geçirdi. Tam karşımızda olan asansöre ilerlemek yerine
sola saptığında anlamsızca ona baktım. “Nereye gidiyorsun? O asansör diğer blok
için değil mi?”
Sinek vızıldamış gibi beni takmadan üzerinde diğer blokun
adı yazmasına rağmen o asansöre ilerlemeyi sürdürdü. Asansörü çağırıp gelmesini
beklerken Acar’ı dürttüm. “Konuşsana ya, ne yapıyoruz şu an?”
Asansöre bindiğimizde kendi evine çıkıyormuşuz gibi 12
numaralı tuşa bastı.
Kafam iyice karışırken asansörün aynasından kendimi
inceledim biraz. Birkaç dakika sonra asansör durduğunda Acar elimi bırakmadan
beni de peşinde sürükleyerek asansörden indi.
Acar’ın dair numarası 23’tü, ama şu an 24 numaralı
dairenin kapısında dikiliyorduk. Ki zaten burası onun binası da değildi,
emindim.
Cebinden bir anahtar çıkarttı. Anahtarlığın ucundaki
çilek şeklinde yumuşak süsü gördüğümde afallayarak eline bakakaldım. Anahtarı
bana uzattı. Bir süre hareketsizce durduğumda elimi havaya kaldırıp anahtarı
avucumun içine bıraktı. “Aç bakalım kapıyı.”
Algılamaya başladığım durumla ellerim titremeye başlarken
anahtarı kavradım. “Acar…” dedim fısıltıyla.
“Şşş, aç hadi.”
Anahtarı kapıya geçirip kilidi iki kez çevirdiğimde
kapının açıldığını belli edercesine hafifçe geriye gitti.
Anahtarı çıkartıp avucuma sakladım, ardından kapıyı biraz
daha ittim. Koridorda eşya yoktu, ama yeni temizlik yapıldığı burnuma dolan
kokulardan belliydi.
Ayakkabılarımdan kurtulup kenara bıraktıktan sonra
Acar’ın evinden aşina olduğum plan sayesinde ilk uğradığım yer salon oldu.
Etraftaki eşyaları gördüğüm anda gözyaşlarım hızla yanaklarıma inmeye başladı.
Anahtarın yere düşmesini umursamadan arkamı dönüp hızla Acar’a doğru atıldım.
Belimi sıkıca sararak kucağına çıkmama destek olduğunda
kollarım ve bacaklarım sıkıca ona sarılı haldeydim. “Teşekkür ederim.” diye
fısıldadım kulağına doğru.
Boynumu öptü birkaç kez. “Senin için yapmadım, kendim
için yaptım.” dediğinde muzipleşerek modumu değiştirmek istediği belliydi.
“Savaş Göktürk seni o eve bir kere yerleştikten sonra asla bırakmazdı, ben de
atölyeni kendi oturduğum siteye taşıdım. Resim çizeceğim diyerek bana
kaçabilirsin.”
Kıkırdayarak alnımı alnına yasladım. Kucağında olduğum
için ona biraz yukarıdan bakıyordum. Gözlerimi ovuşturup kuruttuktan sonra hem
kalan yaşlarla hem heyecanla parladıklarına emindim. “Terasım da var mı?”
“Benim daireyle aynı tamamen.” dediğinde sakalları avuç
içlerimi çizecek şekilde yanaklarını sevdim. “Terasa her çıkmak istediğimde
seni aramam gerekecek o zaman.”
Yapmacık bir hüzünle yüzünü astı. “O kadar üzüldüm ki
buna… Anlatamam.”
“Teselli etmemi ister misin?” dedim alnımı alnına iyice
bastırarak.
“Düşündüğün bir yöntem va-…” Cümlesini bitirmesine izin
vermeden dudaklarına yapıştığımda belimi toz edecekmiş gibi avucunun içinde
sıkıştırdı.
Salonda şövale, tuval ve ıvır zıvır resim eşyalarından
başka bir şey yoktu. Oturabileceğimiz bir yer olmaması Acar’ın umurundaymış
gibi durmuyordu. “Odalarda eşya var mı?” diye sordum tamamen kendimden
geçmeden.
“Sen seçersin diye düşünmüştüm, yok.” dediğinde hafifçe
güldüm. Atölyede Acar’ın bana ‘lütfen burada yatak olduğunu söyle’ dediği anı
hatırlamıştım. Bu kez gerçekten yatak yoktu.
“Gülme.” demesine rağmen kendisi de gülecekmiş gibi
duruyordu. Aynı şeyi hatırladığımıza yemin edebilirdim.
Gülüşüm iyice büyüdüğünde yüzümü boynuna gömüp orada
kaldım. “Birlikte yaptığımız resim de yandı, en çok ona üzüldüm biliyor musun?”
dedim modum aniden değişirken. Atölyeye son gelişinde, benim yarım bıraktığım
ve onun da birçok dokunuşu bulunan tablodan bahsediyordum.
Saçlarımın üzerini öptü. “Yenisini, hatta yenilerini
yaparız güzelim. Daha kötüsü olmasın, geri alınamayacak bir sorun olmasın yeter
ki.” Yüzümü hızla boyun girintisinden çıkarttım. “Daha kötü ne olabilirdi Acar?
Resmen her şeyim yanıp kül oldu.”
Bakışlarındaki anlamlandıramadığım korkuyu şaşkınca
izledim. Ardından telaşla yanaklarını kavrayıp okşadım. “Acar… Babam, abimler,
üçüzlerim, amcamlar hatta Koray’la Soner abi bile sürekli etrafımda dönüp
duruyorsunuz bir haftadır. Hiç yalnız kalmadım, yangın hepinizi çok mu
korkuttu? Ben iyiyim sevgilim.”
“İyisin.” diye fısıldadı dudağımın kenarını yumuşak bir
şekilde öpüp geri çekilirken. Halen kucağındaydım ama ona ne kadar yakın
olursam o kadar iyi hissediyordum bu yüzden inmeye çabalamak gibi bir hata yapmadım.
Yanaklarını küçük bir çocuk sever gibi usulca okşamayı
sürdürüyordum. Belimdeki eli o kadar sıkıydı ki birileri beni ondan koparmaya
çalışsa da başarabileceklerini sanmıyordum. “Sen iyi misin peki?” diye sordum
sakince. “Her şey yolunda, neden bu kadar gerginsin Merih?”
“Gergin değilim güzelim, iyiyim.” İnanmadığımı belli
edercesine başımı iki yana salladım. Bu sıralar bana herkes ‘iyiyim’ diye yalan
söylemeyi hobi edinmişti.
“Hissedebiliyorum ki, hepiniz aynısınız. Benden bir şey
saklıyorsunuz anlıyorum ben, anlıyorum ama zaman tanımak istedim hem size hem
kendime.” Bakışlarım fiziksel olmayan bir yorgunlukla kısıldı. “Yangınla ilgili
bir şeyler saklıyorsunuz, söylemiyorsunuz. Duymaya hazır değildim en başında
evet ama artık daha iyiyim. Neden anlatmıyorsunuz ki bana?”
Sessiz kalışı içimi sıkarken bu kez az önceki tavrıma
rağmen kucağından inmek için kıpırdandım. Beni sıkıca tutarak engel olduğunda
gerçekten inmek istediğimi belli ederek yeniden hareketlendim. “Bırakır mısın
beni?”
“Bırakmam.” dedi hiç duraksamadan. Bu, sadece kucağından
inişimi değil bambaşka şeyleri de kapsıyormuş gibi yoğundu söyleme şekli.
“Bırakmam Feris, ne olursa olsun bırakmam seni.”
Biraz sessiz kalıp bekledim. Bir haftadır taktığı
maskeyi, ben bir şeyler anladım dediğim andan itibaren direkt olarak
kaldırmıştı. Yorgun ve gergin duruyordu şu anda.
“Sen anlatmazsan Koray’a ya da babamlara anlattıracağım
bir şekilde Acar, biliyorsun değil mi?”
Benden saklanan gerçekler daha önce yeterince zaman
kaybına ve hayatımın sarpa sarışına sebep olmuştu. Bir kez daha aynı hataya
düşmek istemiyordum. Duyacaklarım korkunç da olsa, üzücü de olsa duymak
istiyordum.
Tek tahminimi sesli olarak dile getirdim. “Yangının çıkış
sebebi elektrik kaçağı falan değildi, değil mi? Öylesine uydurdunuz.”
Cevap vermediğinde bunun onay olduğunu bildiğim için
histerik bir şekilde güldüm. “Biri bile isteye her şeyimi yaktı yani.”
Bana daha sıkı sarıldığını hissettim. Bedenlerimiz
arasında hiç boşluk yoktu, yüzündeki avuçlarım artık önceki kadar sıkı değildi,
düştü düşecek halde tutunuyorlardı yanaklarına.
“Kim?” diyebildim kısık çıkan sesimle. “Kim yaptı?”
“Araştırıyorlar halen.” Acar’ın sesini ilk kez bu kadar
kısık duyuyordum. Suçlu gibi bir tavır takınmasının sebebi bana bir hafta
boyunca yalan söylemiş olması mıydı?
“Beni babamlara götürür müsün?” dediğimde devamını
dinlemeden bedeni kaskatı kesildi. “Kırıldığın için mi gitmek istiyorsun? Bana
mı kızdın?”
Derin bir nefes alıp ensesindeki saçları yavaşça okşadım.
“Hep birlikte konuşmak için söyledim, hepinize aynı oranda kızgınım Acar.”
Bu onu rahatlatmadı, ama en azından kasılan bedeni
gevşemişti. Yanağında duran avuçlarımdan birini öptü, dudaklarını bir süre
oradan hiç çekmedi.
Buradan ayrılıp yeniden arabaya bindiğimizde eve gidene
kadar konuşmamak için telefonumdan öylesine bir şarkı listesi açıp arabada
duyulmasını sağlamıştım. Acar arabayı bahçeye girmeden önce bir yerde durdurduğunda
kararmış olan hava etrafı oldukça kasvetli gösteriyordu.
“Annen de bilmiyor.” diyerek evin sınırlarına girmeden
önce konuştuğunda çok şaşırmış sayılmazdım. Eve doğru ilerlerken aramızda çok
mesafe yoktu. Anahtarım olmasına rağmen zili çalmayı seçtim.
Kapı kısa bir süre sonra Toprak tarafından açıldı. Beni
gördüğünde yüzünün gözle görülür bir biçimde aydınlanıp gülümsemesine karşılık
vermeyi denedim ama birazdan duyacaklarım beni yeterince germişti. “Hoş
geldin-iz.” dedi Acar’ı da son anda fark ederek.
“Herkes evde mi?” diye sordum. Benim cıvıl cıvıl olan
girişlerime alışık olduğundan afallamıştı. Ona sarılmamı, salona koşturup ‘ben
geldim’ diye herkesi yerinden oynatmamı bekliyordu bir haftadır olduğu gibi.
“Evde, amcamlarda burada hatta. Yemek yiyecektik
birazdan.” dediğinde başımı sallayıp salona ilerledim. Kapıdan girdiğimde
herkesin bakışları bana çevrilmişti adım seslerimi duydukları için.
“Abim, hoş geldin. Yemeğe yetiştin, babam geç kalabilir
demişti.” Yaman abimin beni gördüğüne sevinen ifadesi benim boş bakışlarımı
gördüğünde sarsıldı. “Deniz? Bir şey mi oldu bebeğim, iyi misin?”
Telaşla ayaklanıp yanıma geldi. Arkasındaki kalabalıkta
da aynı telaş vardı. Abim omuzlarımı tutup kısaca beni küçük bir hasar
kontrolüne soktuktan sonra yüzüme odaklandı. Tekrar konuşamadan önce arkamdan
gelen Acar’ı gördüğünde dikkati dağılmıştı.
“Öğrendi yangını.” diyerek konuşan Acar’ın ardından derin
bir sessizlik oldu. Annemin ve yengemin dışında kalan tüm bakışlar aynıydı,
yaramazlık yaparken yakalanan çocuklar gibi görünüyorlardı.
“Söyledin mi?” diyen babamın Acar’a sinirlenecek oluşunu
kesmek için araya girdim. “Bir haftadır delirmiş gibi davranıyorsunuz, kimse
bir şey söylemedi baba. Aptal değilim, çocuk da değilim. Ben anladım.”
“Neyi anladın annecim? Ne oluyor?” Annem korktuğu belli
olan bakışlarıyla yerinden kalkıyor gibi hareketlenince ona izin vermeden ben
yanına gidip bıraktığı boşluğa oturdum. Onun dışındaki herkesin beni kandırmış
oluşunu sevmemiştim.
“Yangının aslında kundaklama olduğunu,” dedim
duraksamadan. “Ve gördüğün herkesin bunu benden bir haftadır saklıyor oluşunu
anladım anne.”
Adım aynı anda birden çok kişinin sesinden duyulsa da
annemin göğsüne doğru yatıp hiçbirine tepki vermedim. Selim’in bana doğru
yaklaştığını gördüğümde elimi kaldırarak hızla durdurdum. “Sakın. En çok da
sana kızgınım, her şeyi bilmene rağmen neden benim bu kadar kafamın karışmasına
izin verdin. Şimdi her şey daha mı iyi oldu?”
Beni en çok anladığını düşündüğüm isimlerden biri
şüphesiz oydu. Bunu mesleğine ya da belki de ilk tanıştığımız anda beni en iyi
anlayan kişi olmasına bağlayabilirdik ama kırılmıştım işte. Bu bir hafta
boyunca benimle çok kez baş başa sohbet etmiş, iyi hissettirmeye çalışmıştı.
“Seninle yalnız konuşalım mı biraz ayka?” Yekta abime de
bakmadım. “Herkes her şeyi biliyor, neden yalnız konuşalım ki?”
“Kalk bakalım.” Ne zaman yerinden kalkıp yanımıza kadar
geldiğini anlayamadığım babam kucağımda duran elimi kavramış havaya
kaldırmıştı. “Benden çıktı seni olaydan uzak tutma fikri, hesabını da benden
sorabilirsin.”
Alttan alttan bakışlarla onu süzdüm. Kendini ortaya mı
atmaya çalışıyordu yoksa cidden fikir onun muydu anlayamamıştım. “Lütfen
babacım, hadi.”
Dayanamayarak elinden destek alıp ayağa kalktım. Babamla
birlikte yürümeye başladığımızda varış noktamız kış bahçesiydi yine. Daha önce
burada ailemden neden ayrı kaldığımı öğrenişimin ardından babamı
sakinleştirmeye çalışmıştım.
Şimdi ise tam tersi olacak gibiydi.
Koltuğa yerleştikten sonra ben de yanına oturdum. Göğsüne
gömülmek istesem de konuşana dek bunu yapmayıp beklemeye karar vermiştim.
“Neden sakladınız baba? Her türlü öğrenmeyecek miydim sonunda, sonsuza kadar mı
saklayacaktınız?”
Ona bakmak yerine ilerideki saksıları inceliyordum.
Annemin etrafa bolca doldurduğu ev bitkileri ilgimi çekiyor gibi onlara
odaklıydım.
“Korkuyla yaşama diye Deniz, her an bunu düşünüp aklını
yorma diye yaptık can suyum.”
“Kim olduğunu öğrenince anlatacak mıydınız?”
“Bilmiyorum, hangi sonuca ulaştığımızla ilgili bu. Senin
ayağına taş değmesin diye ben gerekirse bana kızmanı da göze alırım ve aldım
da. Tek önemli şey var, o da senin iyi oluşun. Gerisi umurumda değil.”
Geri adım atmak yerine yaptıklarını bir hakkı olsa bir
daha yaparmış gibi konuşması bakışlarımı ona çevirmeme sebep oldu.
“O yapmış olabilir mi?” diye sordum çekingen tavrımla.
Daha önce bir yangına adı karışan tanıdığım tek insan vardı. Henüz hiç
görmediğim, ne halde olduğunu bilmediğim hayatımı karartan kişiydi bu. Dedemdi.
“Araştırıyoruz, herkes elinden gelenin fazlasını yapıyor
eminim kısa bir süre içerisinde kim olduğunu buluruz. Seçenekleri, şüphelileri
düşünüp sürekli bunu düşünmeni istemiyorum, korktuğum şey buydu işte. Neden
sakladığımızı anlıyor musun şimdi?”
Bir şey söylemedim. Sürekli bir şeylere anlayış
göstermekten sıkılmıştım. Tek istediğim benden hiçbir şey saklamamalarıydı, çok
mu zordu?
Arkama yaslanıp başımı geriye doğru attım. Gözlerimi
kapatırken kollarımı da kendime sarmıştım.
“Çok yoruldum.” diye mırıldandım yalnızca dudaklarımı
kıpırdatacak bir yükseklikte. “Artık çok yoruldum.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder