Aykırı Çiçek 30.Bölüm
30.BÖLÜM
Kapı zili peş peşe o kadar çok çalmıştı ki az önceki anın
içinden tamamen sıyrılarak, beni kapana kıstırmış gibi tutan Acar’ı üzerimden
çekmeye çalıştım. Bunun, Acar istemediği sürece boşuna bir çaba olduğunu
biliyordum ama şansımı denemiştim en azından.
“Birazdan gider, evde olmayabilirdim sonuçta değil mi?”
Acar kendi kendini sakinleştirmek istiyor gibi konuşarak yüzünü boynuma bırakıp
hareketsizce beklediğinde saçlarını çekiştirdim. “Ama evdesin, bu kadar ısrarlı
zil çaldığına göre acil bir şeydir belki. Kalk da bakalım.”
“Acil ya da önemli bir şey değilse kapıdakini terastan
sallandırmazsam ben de Acar değilim.” Sinirle konuşup ani bir hareketle
üzerimden çekilip yataktan kalktı. Kasık çizgisine kadar inmiş olan şortunu
bile düzeltmeden odadan çıkacağını anladığımda hızla doğruldum. “Acar!” diyerek
son anda dikkatini çekebilmiştim.
“Ne oldu?”
“Şortu da çıkart bence, kapıyı öyle aç.” Dalga geçerek
konuştuğum sırada üzerindekileri fark edip ağzının içinde bir şeyler
homurdandı. Muhtemelen kulakları şenlendirecek(!) bir küfürdü.
Kapıya gitmezsem meraktan öleceğim için ben de yataktan
kalkıp az önce pantolonumun üzerinde olduğunu fark ettiğim berjere ilerledim.
“Sen nereye Feris?”
“Ben de kapıya bakacağım, burada sıkılırım.”
“Ben geldiğimde eğlendireceğim seni, rahat durur musun?
Bu halde kapıya falan çıkamazsın.” Kıyafetlerimi kastettiğini düşünerek başımı
salladım. “Biliyorum, o yüzden pantolonumu giyeceğim işte.”
“Feris dalga mı geçiyorsun? Dudakların, boynun… Aynaya
bir bak sonra otur ve bekle beni. Geliyorum iki dakikaya kapıdaki her kimse
postalayıp.” Acar üzerine tişörtünü geçirirken ben de dudaklarımı büküp dolabın
aynasının karşısına geçtim. Dudaklarım normal hallerinden birkaç kat daha
şişmiş haldeyken boynumda henüz kızarıklık gibi görünen birkaç iz yer etmişti.
“Boşuna ayı demiyorum sana, bu ne Acar ya?”
Acar sırıtıp bana göz kırptıktan sonra odadan çıkınca tek
kalmış oldum. Zil artık çalmıyordu ama kapıdaki her kimse, bu kadar ısrarcı
olduğuna göre henüz gitmemiş olabilirdi sanırım.
Acar’ın kapıda biriyle konuşuyor olduğunu uğultulardan
anlamış olsam da konuşulanlar tam olarak bana ulaşmıyordu. Yatağa geçmek yerine
odada sağa sola gidip etrafı incelerken kendimi odanın bir köşesinde asılı olan
tablonun önünde bulmuştum. Daha önce de bahsi geçen, benim zihnimden renklere
ve çizgilere dökülen, Demet teyzenin isteğiyle var olan tablo Acar’ın söylediği
gibi odasındaydı.
İstemsizce dudaklarımda yer bulan geniş gülümsememle
tablonun ayrıntılarını incelerken dalmış olduğumu Acar’ın adım sesleriyle fark
edebildim. Dikkatimi toplayıp arkamı döndüğümde kapıdan yeni girmiş olan
Acar’la karşı karşıya kalmıştım.
Yüzünde sıkça görmeye alıştığım nötr ifadesiyle bana
bakıyorken ona doğru adımladım. “Kim gelmiş?”
“Fatih.” dediğinde bu ismi zihnimin sayfalarında kısa bir
arayışın ardından kim olduğuyla eşleştirebildim. Yine de doğrulamak için
sordum. “Şeyda’nın abisi?”
Başını sallayarak onayladı. “Ne olmuş bu saatte? Bir sorun
mu var?” dediğim sırada Acar yatağa doğru ilerleyip oturdu. Hemen önünde ayakta
durduğum için ona yukarıdan bakma fırsatım olmuştu.
Birbirine dolaşan saç tutamlarıyla oynarken sorumun
cevabını beklemeyi sürdürüyordum. “Melih ile ilgili bir şeyler mi oldu diye
sordu.” Kaşlarım istemsizce çatılırken Acar belime sardığı avuçlarıyla bedenimi
sıkıca kavradı. “Şeyda kötüymüş, sabah gayet iyiydi falan dedi, bir anda
kötüleşmesini Melih’e bağlamış Fatih de.”
“Kötüymüş derken?”
“Bahsetmiştim ya güzelim, Şeyda duygularını uçlarda
yaşıyor. Üzüntüsünü de mutluluğunu da, Fatih de diken üzerinde bu yüzden.”
Aklımda uçuşan düşünceleri saklama gereği duymadım. “Melih ile ilgili bir şey
olmadı ama değil mi?”
“Bildiğim kadarıyla, hayır. Kendi düşüncelerinde boğulmuş
da olabilir.”
Melih ile
ilgili bir şey olmadı, ama Merih ile ilgili bir şeyler oldu diye
fısıldayan iç sesim eve girerken yaşadığımız kısa diyaloğu bana hatırlatırken
sessiz kalarak Acar’ın saçlarıyla oynamayı sürdürdüm.
Acar’ın bana Şeyda konusunda yalan söylemiyor olduğundan
emindim, şüphem yoktu fakat Şeyda’nın Acar’a ve hatta abisine yalan söylüyor
olma ihtimali beni rahatsız etmeye başlamıştı.
Şeyda’nın
hastalıklı derecede takıntılı olduğu kişi Melih değil de Acar olamaz mıydı? Bu
ihtimali şu an Acar ile paylaşmak için erken olduğunu düşündüğümden ağzımı
açmadım. Eğer hislerim beni yanıltmıyorsa, çok daha elle tutulur detaylar önüme
ben istemesem de çıkacaktı. Aklımdakileri Acar’a o zaman anlatabilirdim.
“Üşüyor musun sen? Tenin buz kesmiş.” Acar, az önce
tişörtümün içinden belime dokunduktan sonra fark ettiklerini dile getirirken
başımı iki yana salladım. “Üşümedim.”
“Bana öyle gelmedi zümrüt göz, çok kısa bir süre önce
yanan tenin aniden nasıl buza dönmüş olabilir üşümüyorsan?” Bahsettiği
dakikalarda tenimdeki ateşin sebebi kendi değilmiş gibi konuşuyordu. “Ben çok
acıktım.” diyerek konuyu tamamen başka bir yere çektiğimde yalan söylüyor
sayılmazdım. Gerçekten acıkmıştım.
“Evde yiyecek bir şeyler yok, sipariş veririz şimdi.”
“Meyve de mi yok?” Hayal kırıklıklarıyla dolu sesim
Acar’ın burnundan sert bir nefes vererek gülmesine sebep oldu. “Var meyve, ama
açken meyve yemene izin vereceğimi mi sanıyorsun Feris?”
Acar’ın belimdeki ellerinden hızlıca kurtulup ayaklarımı
yerlere sertçe vura vura mutfağa koşarken bağırdım. “İzin istediğimi kim
söyledi Merihcim?”
Mutfağın ışıklarını yakıp etrafı aydınlattığımda
buzdolabının kapısını açtığım anda Acar da içeri girmişti. “Sakın yaklaşma
bana, yumurtalarını kafanda görmek istemezsin.”
Dolabın kapağına dizili yumurtaları işaret ederek şirin
görünen ama tehdit dolu bir gülümsemeyle ona baktığımda korkmuş gibi
görünmemesine sinirlenerek işime döndüm. Dolabın alt tarafındaki çekmecemsi
yerlerde bulduğum yeşil üzümleri poşetiyle birlikte çıkartıp dolabı kapattım.
Yıkamak için tezgaha yöneldim.
“Üzümle mi doyacaksın?”
“Doymayacağım ama mutlu olacağım için gayet yeterli
bunlar bana, bu saatte yemek yiyemem.” Birkaç dolabı açıp kapatarak bulduğum
tabakta üzümlerimi yıkarken Acar arkamda duran ada tezgaha yaslanmış halde
dikkatle beni izlemekten vazgeçmemişti. Kaçamak bakışlar attığım her an onun
bakışlarıyla karşı karşıya kalmıştım.
Üzümlerimi yıkamayı bitirip tabakla birlikte arkamı
döndüğümde bu sahne daha önceki çilek
maceramızdan biraz tanıdık geldiği için oyalanmamaya çalışarak salona doğru
yola koyuldum. “Terasa çıkalım mı? Ama yine yanımda otur tamam mı?”
Teras manzarasını gündüz gözüyle görmüştüm, gece nasıl
olacağını da merak ediyordum. Ancak yükseklik korkum bundan pek memnun
sayılmazdı.
“Üzerini değiştirmeyi kabul edersen ben de bunu kabul
edeceğim, önce odaya yürü. Üzümler masada beklesin.”
Ağzıma birkaç üzüm tıktıktan sonra itiraz etmeden odaya
geçtim. Acar’ın verdiği daha kalın bir tişörtü ve belini bağlayabileceğim bir
eşofmanı üzerimde bir şekilde tutmayı başarıp salona onun yanına döndüğümde
beni görür görmez sırıttı. “Ne? Çok mu yakışmış?” dedim şımarıkça etrafımda
dönerek. Acar’ın sırıtması sesli bir hal aldı. “Çok… Bir daha hiç çıkartma
bence.”
“Olur olur, hadi çıkalım artık üzümlerimi yiyeyim.”
Terasa çıktığımızda Acar’ı dinleyip üzerimi değiştirdiğim
için pişman değildim. Gerçekten serindi, az önceki halimle donardım muhtemelen.
İkili koltuğumsu yere geçip oturduğumda Acar da
beklemeden yanıma yerleşti. Kucağımdaki üzüm tabağını dengede tutarak bağdaş
kurarken heyecanla karşımdaki manzarayı seyrediyordum. Gündüz güneşin
hakimiyetinde parıl parlayan mavi sonsuzluk, kapkara bir hale bürünmüştü.
Şehrin ışıkları capcanlı dursa da denizin karaltısı bundan etkilenmiyor
gibiydi.
“Denizi çok seviyor olmam acaba içten içe Deniz olduğumu
bilmemden miydi?” Sesli olarak dudaklarımdan dökülen soru aslında kendimeydi.
“Belki de, ailenden ayrı kalmayı sindirebilmek için 4
yaşındaki zihninden gerideki tüm anılar silinmiş gibi. Ama denizden
vazgeçememişsin.”
“Baban da bahsetmişti, beni evlat edindikleri andan
itibaren uzun bir süre terapi almışım, kullandığım ilaçlar varmış. Hafızam
isteyerek değil de ben engel olamadığımdan istemsizce kaybolmuştur belki.” Acar
bir şey söylemedi, üzümlerimi birer ikişer yerken arada onun ağzına da uzatarak
ben de başka hiçbir şey söylemeden denizi izlemeye devam ettim.
Tabakta hiç üzüm kalmadığında boş tabağı çaprazımdaki
koltuğa bırakıp arkama yaslandım. Bugün yaşadığım duygu karmaşasının
yoğunluğundan Acar’a bahsetmemiştim, bir şeyler sezmişti evet ama nefes
alamıyor hale gelip kriz geçiriyor gibi algımı yitirdiğimden haberdar değildi.
Haberdar olmasını da istemiyordum, ne onun ne de Koray’ın. Beni o halde görmüş
olsalardı bir daha şansımı denemem için kolay kolay fırsatım olmayacaktı. Anlatmak
da görmenin yarısıydı. Bunu kendime de Göktürklere de yapmak istemiyordum.
Acıyla kıvrandığım, aile sıcaklığı aradığım yıllarım
boşlukta asılı kalmasın, tam vazgeçmişken aradığımı bulmuş olmanın tadını
çıkartayım istiyordum.
~
- 8 gün sonra
“Ablacım geldik, inmeyecek misin?” İçinde bulunduğum
aracın durmuş olduğunu fark edemeyecek kadar dalgındım. Taksicinin hafif
sitemli sesiyle oyalanmadan ücreti ödeyip taksiden indim. Burnumu daha önce
nefes almamış gibi çekerken çoktan tıkanmış olduğu için pek işe yaramamıştı.
Uykumdan uyanır uyanmaz içinde bulunduğum hisler beni
önce uzun bir süre ağlatmış, ardından düşünmeye bile gerek duymadan yola
çıkmama sebep olmuştu. Gördüklerimin hayal dünyamda kurguladığım senaryolardan
çok daha fazlası olduğunu fısıldayan kalbim mantığımı ele geçirmiş ve kendimi
şu andaki yerimde bulmuştum.
Birkaç gecedir uykularıma misafir olan görüntüler
rüyalardan fazlasıydı, anılarım saklandıkları yerlerden sıyrılıp bana geri
dönmeye çalışıyormuş gibi gözlerimi kapatıp bilincimi serbest bıraktığım anda
ortaya çıkıyorlardı. Rüyaların karakterleri değişiyor, etrafımdaki kişiler
çeşitleniyordu ama hissettiklerim değişmiyordu.
Henüz çıkmaya başlamadığım merdivenlerin en alt kısmında,
binaya girip çıkan insanların yarattığı hareketliliği izlerken Eylül ayının son
birkaç gününde İstanbul’a uğrayan yağış yüzünden ıslanıyor olmam umurumda
değildi. O an aklıma takacağım son ayrıntı buydu belki de.
Üzerimdeki kot ceket ve giydiğim kalın kumaşlı pantolon
sayesinde tenime yağmur işlemiyor olsa da saçlarımda kendisini göstermeye
başlayan ıslaklığı hissedebiliyordum. Cebime sıkıştırdığım telefonum ve elime
geçen biraz nakit para dışında yanımda hiçbir şey yoktu. Atölyeden öyle bir
çıkmıştım ki telefonu ya da parayı almış olmayı hatırlamam bile mucizeydi.
Önümde duran beş altı geniş basamağı olabildiğince yavaş
adımlarla çıkıp dönen cam kapıya ulaştım. Kapıdan geçip içeriye girdiğimde
ileride duran turnikeleri görmüştüm ancak o turnikeden geçebileceğim bir karta
sahip değildim. Saçlarımı kulaklarımın arkasına iterken bedenimde gezinen
duyguları çözümlemekte zorlanıyordum. Uzun ve yüksek bir masanın arkasında
oturuyor olan dört kişinin ikisi telefonla konuşurken bir diğeri bilgisayara
odaklanmış haldeydi. Masaya yaklaştığımı gören dördüncü kişi oldu. Orta yaşlı
bir kadın ölçülü bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
Henüz çalışanların dahi tam olarak gelmediği bir saatte,
kızardığına emin olduğum gözlerim ve ıslak saçlarımla burada ne yapıyor
olduğumu merak ettiği açıktı. “Günaydın hanımefendi, nasıl yardımcı
olabilirim?”
Gözlerim dördünün arkasında duran logoya ve isme
kaydığında birkaç saniye duraksadım. Bulunduğum şirketin isminin Mare olduğunu gelmeden önce kavramıştım.
Fakat bunun anlamı ya da nedeni üzerinde düşünecek kadar kendimde değildim.
Göz alıcı bir tasarımla logonun üzerine işlenen bu isim,
logonun içinde büyük dalgalarla bütünleşmiş haldeydi. Bulunduğum şirketin bir
mimarlık şirketi olduğunu biliyordum, ama ismini ve logosunu çözümleyebilmem az
önce gerçekleşebilmişti.
Aklımda nereden kaldığını bilmediğim küçük bir bilgi,
Mare’nin Latince’de deniz anlamına geldiğini haykırırken hırçın görünecek
şekilde resmedilmiş dalgaların da isimden farksız halde denizden yola çıkılarak
tasarlandığı açıktı.
“İyi misiniz? Yardımcı olabilirim bir sorun varsa.”
Karşımdaki kadının konuşmasıyla gözlerimi zorlukla ona çevirdim. “İyiyim,” diye
mırıldandım. “Ben şeyle görüşecektim…” İsmini bir an için söyleyemeden
duraksadığımda kadın merakla bana bakıyordu. “Kiminle?”
“Savaş Göktürk’le.” Hızla dudaklarımdan ismini döktüğüm
adam babamdı. Birkaç gündür zihnime
sızan o anıların çoğunun başkahramanıydı. Uzaktan izlediğim ama kendimin
yaklaşık yirmi yıl önceki hali olduğunu anladığım çocuğun güvenle yaslandığı,
göğsünde uyuduğu, masallar dinlediği adam Savaş Göktürk’tü.
“Anladım, fakat sizi öylece Savaş Bey ile görüştürebilmem
mümkün değil. Daha önceden planlanmış bir görüşmeyse asistanına haber yollayabilirim.”
Başımı iki yana salladım. “İşle ilgili bir konu için gelmedim, daha özel bir
durum var. Yine de haber veremez misiniz?”
Kadın bir süre yüzümü inceledi. Halimden bir şeylerin
yolunda olmadığını anlamıştı fakat beni öylece buradaki en yetkili kişilerden
birinin yanına yollamak istemiyor olmasına bir şey diyemiyordum.
“Maalesef ben-…” Kadının sözünü bölen yanındaki telefonla
konuşan adamın parmağıyla arkamı işaret ederek konuşması oldu. “Barış Bey’i
beklemiyor muydun, gelmiş bak.”
Duyduğum isimle birlikte arkamı telaşla döndüm.
Bahsedilen Barış’ın şirkette çalışan başka biri olup olmadığını görmek için
aceleciydim. Birkaç adım ötemde kapıdan yeni girmiş olan kişi bir başkası
değildi, amcamdı.
Turnikelere ilerleyeceğini fark ettiğimde ayağımı
burkmanın eşiğine sürükleneceğim kadar ani bir hareketle ona doğru koştum.
Güvenlik tarafından okutulan kartla açılan turnikeden geçmek üzereyken
koşuşumun mermer zeminde yarattığı sesler dikkatini çekmiş olacak ki bana doğru
dönmüştü. Beni izleyen gözler yalnızca onunkiler değildi, sabahın erken
saatlerinde işe geliyor olan birkaç kişinin daha neden koşuyor olduğumu
sorgulayan bakışlarla bana baktığını hissedebiliyordum.
Beni gördüğünde yüzünde önce sanki her gün gördüğü birine
rastlamış gibi herhangi bir değişiklik olmadı. Arkasını tekrar dönecekmiş gibi
başını çevirdi fakat saniyeler içinde yüzündeki büyük şaşkınlık ve telaşla
birlikte benim atamadığım son birkaç adımı atıp yanıma geldi. “Den-… İzgi?”
Yarıda kestiği ismi kullanmamayı o günkü halimden
kendisine ders çıkartmış gibi düzeltip İzgi demesine gözlerim dolarken titreyen
kollarımı boynuna sarıp yüzümü omuzuna sakladım. “Korkutma beni amcasının
güzeli, ne oldu?” Sırtımı sıvazlarken kulağıma fısıldadıklarını dinleyip
kollarımı daha sıkılaştırdım.
“Size gelmek istedim.” derken sesim pürüzlü çıkmıştı.
Şirketin girişinde oturup ağlamaya başlamamak için kendimi sıkıyordum. “Hoş
geldin amcacım, hoş geldin fıstığım. Ama neyin var söyle bana, niye böyle üzgün
geldin bize? Bir sorun mu var?”
“Babama
gideceğim.” Amcamın bedeninin kaskatı kesildiğini ona sıkıca sarılıyor
olduğumdan kolaylıkla hissedebildim. En son kendi içimden dahi ‘baba’
diyemediğim halde bırakmışlardı beni, şimdi ise kendi ayaklarımla yanlarına
gelmiş ve babama gideceğimi söylemiştim. Şaşırmasından daha doğal bir şey
yoktu.
“Babana gideceksin?” Kekeler gibi kesik bir sesle sorup
tekrarladığında onaylar bir mırıltı çıkarttım. “Evet, babama gideceğim.”
Yağmur sularıyla nemlenen saçlarımın üzerinde amcamın
dudaklarını hissettim. Dudaklarını bastırdığı yerden bir süre geri çekilmedi.
Bir yandan nefeslenip bir yandan peş peşe birkaç kez aynı yeri öptükten sonra
omuzumu nazikçe okşayarak beni kendisinden biraz ayırdı. “Gidelim babana
fıstığım, götüreyim seni babana. Gel.” Küçük bir çocuk heyecanıyla elimi sıkıca
tutarak ikimizi turnikelere yönlendirdiğinde aynı heyecanın belki de birkaç
katını kalbimde taşırken onu takip ettim.
Güvenliğin bize geçiş yapacağımız yeri açarkenki merak
dolu bakışlarının arkamızda duran herkeste de var olduğunu biliyordum. Ancak bütün
bir şehir de arkamızda merakla bize baksa aklımda biraz sonra yaşanacak olanlar
dışında hiçbir şey canlanmıyordu.
Yan yana üç asansör vardı. Amcam bu katta olan asansörün
tuşuna basarken elimi halen sıkıca tutuyordu. Kapı hemen iki yana açıldığında kimsenin
bulunmadığı asansöre bindik. Tuşların fazlalığı binanın yüksekliğini sanki
dışarıdayken görmemişim gibi kalbimi biraz hızlandırırken içimden üçüncü kata
çıkıyor olmamızı dilemiştim.
Amcamın 18 yazan tuşa dokunması dileğimi suya düşürürken
elini fark etmeden sıkmış olmalıyım ki bakışları bana çevrildi asansörün
kapıları kapanırken. “İyi misin?”
“Yükseklik korkum var.” dedim açık açık. “Bir binanın
18.katına çıkıyor olmamız bunu tetikledi.”
“Küçükken de hoşlanmazdın, omuzumuza alıp kaldırdığımızda
bile çok korkup ağlıyordun. Değişmemiş demek ki.” dediğinde kıkırdadım
istemsizce. Omuzundan düşme korkum ve şu anki yükseklik korkum biraz farklı
gibiydi ama bir şey demedim.
“Burada bir tek siz mi varsınız? Yani sadece babam ve
sen…” Kastettiğimin çocuklar olduğunu anlamıştı. “Yaman ve Toprak da burada.
Ufuk var bir de, benim küçük oğlum. Selim, Yekta ve Rüzgar’ı halledemedik.”
Memnuniyetsiz bir tavırla konuşuyor gibi yapsa da bunu hiç sıkıntı etmediği
belliydi. Meslek konusunda yıllarca baskı ile büyüyen biri olarak tavırlarını
çözümleyebiliyordum.
Yaman abinin mimar olduğunu söylediğini anımsıyordum.
Toprak, henüz yüzünü dahi görmemiş olduğum üçüzüm- ise hangi ad altında
buradaydı bilmiyordum.
Ailenle
büyüyebilseydin bu baskının hissettirdiklerinden haberin olmayacaktı diyen
hüzünlü tarafımı susturmaya çalıştığım sırada asansör durdu. Amcam asansörden
çıkarken ben de fazla arkasında kalmamaya çalışarak adımladım.
“Önce benim odamda ağırlayabilirim seni, ama abim
tarafından katledilmek için henüz gencim. Burada olduğunu öğrendiğinde geç
kaldığımız birkaç saniyeyi bile benim hesabıma yazar.” Yürürken amcamın
söylediklerine hafifçe güldüm.
Birkaç adım daha attıktan sonra gördüğümüz masanın
arkasında duran kadın bizi gördüğünde ayaklandı. “Günaydın Barış Bey.”
“Günaydın Elif, abim odasında mı?” Kadının kaçamak
bakışları kim olduğumu anlamak ister gibi bana uğrasa da tamamen gözlerini
üzerime dikmeyi göze alamamış olacak ki amcama bakmayı sürdürdü. “Odasında
efendim, öğlene kadar misafir kabul etmeyeceğini söyledi.”
Misafirden kastı bendim belli ki, kim olduğumu
bilmiyordu. “Biz ev sahibiyiz zaten.” diye mırıldanan amcama kıkırdadım. “Seni
de almıyor mu bazen yanına?”
“Bazen mi? Odasına girdiğimizde eli ayağı titriyor
sinirden adamın, o yüzden sen önden girip biraz yumuşat bence Savaş Göktürk’ü.
Bu saatten sonra en büyük kozumuz sensin.” Beni içeriye tek yollamak için
abartıyor olduğunu bilsem de itiraz etmedim. “Beni de istemezs-…”
“Bunun iki dünyada da oluru yok fıstığım, babanın seni
yanında istemeyeceği bir an yok. Güven bana, gir hadi.” Başımı yavaşça sallayıp
onayladıktan sonra küçük adımlarla biraz gerisinde durduğum kapıya yaklaştım.
Kapının sol üst köşesinde asılı olan isimlikte yazan Savaş Göktürk yazısına göz ucuyla bakabilmiştim. Kapıyı bir kez
tıklatıp bekledim.
“Girin.” Sesini duyduğumda son bir kez cesaret almak
ister gibi arkamı dönüp amcama baktım. Göz kırpıp kapıyı işaret ettiğinde
gülümsemeye çalışarak kapı koluna tutunup kapıyı yavaşça araladım. İçeriye
bakmadan kendimi odanın içine atıp kapıyı kapattım.
“Söyle Elif-…” Konuşmaya başlarken önündeki dosyadan
başını kaldırmadığı için içeriye girenin kapıdaki kadın olduğunu zannedişi çok
kısa sürdü. Odanın orta kısmındaki masasında oturuyordu, başını kaldırıp kapıya
baktığı anda göz göze gelmiştik. Oldukça sert ve tok çıkan sesi beni gördüğü
anda hızla kesilip kaybolurken neredeyse sandalyesinin yere düşmesine sebep
olacak bir hızla ayağa kalktı. “Deniz,” mırıldanışını duymamıştım ama
dudaklarının kıpırdayışını anbean takip ediyordum.
Masanın etrafını dolaşıp birkaç adımda aramızdaki
mesafeyi sıfırladığında bir adım önümde duruyordu.
Son bir adımı neden atmadığını biliyordum, beni sarmak
ister gibi baktığı halde yumruklarını sıkıp hareketsizce duruşunun nedenini
biliyordum. Bu nedenleri bir hafta kadar önce ona ben vermiştim.
Kollarımı sıkıca sırtına sarıp göğsüne yaslanırken tüm bu
nedenleri ortadan kaldıran ise yine ben olmuştum.
Göğsünden çıkmaya gücü yetecekmiş gibi hızlanan kalbinin
atışlarını çok yakından hissediyorken kendi kalbim de çoktan ona eşlik etmeye
başlamıştı. “Baba…” Tüm
hissettiklerimi tek bir kelimeye sığdırmaya çalışıp bir daha hiç
konuşamayacakmışım gibi mırıldandım. Sırtına sardığım kollarımı gevşetmeden
yüzümü omuzunun biraz altına, denk gelebildiğim en yüksek yere sürterken
kokusunu hafızama kazımaya çabalıyordum.
“Söyle meleğim, baban ölür sana can suyum. Rüyaysa bu an,
uyanmak istemiyorum. Yirmi sene sonra duydum ya bunu, başka hiçbir şeyde gözüm
yok.” Kollarından birini sırtıma sarıp diğer elini saçlarıma uzattı. Saç
tutamlarım parmaklarının arasındayken gözlerimi yumdum.
Masasının karşısındaki duvarın dibine yerleştirilmiş
geniş koltuğa beni hiç bırakmadan yürüdü. Aynı anda oturduğumuzda yüzüm halen
göğsündeydi. Gömleğinin kumaşı yanağıma sürtünürken sırtından geçirdiğim bir
kolumu da geri çekmemiştim.
Onu göremiyordum, onun da tek gördüğü saç diplerimdi.
Sırtımı bir bebeği rahatlatır gibi yavaşça sıvazlamaya başlarken gömleğinin
düğmelerinden biriyle oynuyordum. Buraya gelişimin sebebini anlatmak,
rüyalarımın bana gerçekten çocukluk anılarımı mı geri veriyor olduğunu anlamak
için sorular sormak istiyordum. Gördüklerimin gerçekleri yansıtıp
yansıtmadığını öğrenmek istiyordum ama ağzımı açıp bir şeyler söylersem bu an
toz olup uçacak, kaybolacak gibi hissediyordum.
Sessiz kalışıma ortak olup o da sustu. Bazen sırtımı
okşadı bazen saçlarımı sevdi. Bedenime yayılan sıcaklığın özünün baba sıcaklığı
olmasına alışkın değildim. Ama afallamış ya da bu hisse yabancıymış gibi
hissetmiyordum. Sanki bu sıcaklıktan daha önce hiç ayrılmamışım gibiydi.
“Rüyalarımdan hiç gitmediniz.” diyerek yakındım.
“Günlerdir rüyalarımda hep benimleydiniz.” Sırtımdaki elinin bir an
duraksadığını ama hızla işine devam ettiğini fark ettim. Beni bölmemek için
konuşmamıştı, bu daha iyiydi. “Ama gördüklerim rüya gibi değildi.”
İç çekerek başımı göğsünde kıpırdattım. Yukarı doğru
baktığımda o da bana dönmüş, göz göze gelmemize sebep olmuştu. “Aklım bana oyun
mu oynuyor bilmiyorum, sanki çocukluğumun sizinle olan kısmını rüyalarımda bana
geri veriyor, unuttuklarımı hatırlatıyor.”
“Daha sonra ayrıntılı konuşuruz ama bu mümkünmüş zaten
meleğim, Selim ailenden ayrılmış olmanın yarattığı travmanın anılarını silmene
sebep olabileceğini söyledi. Düşündükçe o anıları geri kazanman imkânsız
değil.”
“Annemin kahverengi dümdüz saçları var değil mi?” Babamın
irkildiğini hissettim. “Evet, evet babam öyle.”
Pınar Göktürk’ü hiç görmemiştim, ne araştırıp resmini
bulmaya çalışmıştım ne de birinden herhangi bir özelliğini duymuştum. Ancak
zihnim bana tüm ayrıntılarıyla onu çizmiş, rüyalarımda bulunabilmesine sebep
olmuştu.
“Sadece üçüzlerin ve senin gözlerin yeşil, kalanlar
neredeyse siyaha çalan kahverengi gözlere sahip.” dedim annemi ve abilerimi
kastederek. Bu ayrıntıları ezberlemiş gibiydim, çünkü uyandıkça aklımda kalan
hatları kâğıtlara dökmüştüm. Atölyede etrafa saçılan kâğıtlarda hepsinin
siluetleri vardı.
Yeşil gözlerinin
dolmaya başladığını gördüğümde telaşla yanaklarını kavradım. “Yanlış mı söyledim?
Ben mi uyduruyormuşum? Ağlama sakın, tamam susacağım ama ağl-…”
Beni taklit ederek yanaklarımı ona yaptığım gibi kavradı.
Alnımı yumuşakça öptü. “Tek bir yanlış bile yok, hepsi doğru. Gördüklerin rüya
değildi, anılarındı.”
“Ama ağlıyorsun.” dedim gözlerinden inen birkaç damlayı
hüzünle boynuna kadar takip ederken. “Niye ağlıyorsun?”
“Mutluluktan meleğim, yirmi yıl sonra bu kez mutluluktan
ağlıyorum. Bundan sonra hepimiz bir tek bu sebepten ağlayacağız, aksine izin
vermeyeceğim.” Beni omuzuna doğru yatırıp sıkıca sardığında kollarındaki
sıcaklıkta mayışarak gözlerimi kıstım. “Ben bazen üzülüp yine ağlarım, ama
ağlarken bana sarılacağına söz verirsen güzel olabilir.”
Resmi bir anlaşma maddesi okur gibi bahsettiğim şey
babamın göğsünün gülüşüyle yükselmesine sebep olunca memnuniyetle gülümsedim.
“Anlaştık mı Savaş Göktürk?”
“Anlaştık,” dediğinde duraksadı. İsmimi nasıl devam
ettireceğini bilemediğinden duraksadığını anladığım için araya girdim. “Üç isim
yasal olarak mümkün oluyor mu? Ben Feris İzgi olmayı da seviyorum, Deniz olmayı
da hatırlamak istiyorum.”
Şakağımı sertçe öptü. “Sen istersen on üç isim bile
mümkün olur, istediklerini ben bileyim yeter.”
“Şımarıp her şeyi istersem peki?”
“İstediğin her şeyi ellerinde bulursun, bir sınırı yok.”
Hevesle gözlerimi kocaman açıp ona baktığımda bu halime küçük bir kahkaha attı.
“Babana istediğin kadar şımarabilirsin, hatta bir tek bana şımar. Kalanların
yüzüne bile bakma boş ver.”
“Biraz düşüneceğim bu fikri.” dedim evrensel ölçütte bir
kararmış gibi. Babamın göğsüne yeniden sokulup sarıldım. “Düşün meleğim, düşün
can suyum.” dedikten sonra devam etti. “Saçların neden nemli senin?”
“Yağmur yağıyor çünkü.”
“Koşarak gelmedin buraya herhalde değil mi? Nasıl bu
kadar ıslanmış saçların?”
“Taksiyle geldim, kapıdan girene kadar oldu işte.”
Aslında kapıdan girmeden önce deli gibi bekleyip binanın girişinde durduğum
için olmuştu ama ayrıntılarda boğulmaya gerek yoktu.
“İnanayım bu seferlik.” Konunun uzamamasına sevinerek
yerimde yayıldım. “Diğerlerine söylediniz mi beni?” Merak ettiğim en büyük şey
buydu. Bir haftadan fazla zaman geçmişti. Benim yaşıyor olduğumu kimler
öğrenmişti.
“O kısım biraz karıştı.”
Kaşlarımı çattım. “Nasıl yani?”
“Deniz’in yaşadığına dair bir şeyler öğrendiğimizi herkes
biliyor, kıyamet koptu biraz evde. Şu anda seni aradığımızı sanıyorlar, seni
henüz görmeyen kısım yani.”
“Beni mi aradığınızı sanıyorlar?”
“Evet babacım, seni zaten bulmuş olduğumuzu bilse annen
hepimizin canına okur senin yanına gelmeden durmazdı. Senin isteklerine uyum
sağlayıp, zaman tanıyabilmek için böyle bir yalan söylemek zorundaydık.”
Açıklaması gayet mantıklı olduğundan bir şey söylemeden başımı salladım.
“Sen ne zaman görmek istersen eve gideriz, bir süre sonra
da gerçekleri anlatırız. Zaten seni gördükten sonra onlar için de diğer
ayrıntıların bir önemi kalmayacak.”
“Baba,” diye seslendim. Biraz garip hissettirmeye devam
etse de alışmam çok da zor olacağa benzemiyordu bu hitabı ona kullanmaya.
“Söyle babam.”
“Diğer konularla ilgili… Yani neden sizden bu kadar zaman
ayrı olduğum hakkında bir şeyler öğrendin mi?” Bu soruya cevap almaktan
korkuyordum. Altından nasıl bir hikaye çıkacağını tahmin edemiyordum, bu
bilinmezlik beni ürkütüyordu.
“Şimdi bunları konuşmak için hazır değilsin,
görebiliyorum. Kendini zorlamana gerek yok, ben her şeyi halledeceğim, hazır
olduğuna emin olduğumda da seninle paylaşacağım. Şu an tek işimiz senin bize
alışman, ailene geri dönmen. Kalan hiçbir şey zerre önemli değil. Anlaştık mı
meleğim?” Babam yanağını saçlarıma doğru yaslayıp konuşurken onu sakince
dinleyip onayladım.
“Anlaştık baba.”
“Hiçbir şey söylemeden sürekli baba desen günlerce
dinlerim biliyor musun? O kadar güzel geliyor ki kulağıma.” Biraz utandığımı
hissederek yerimde kıpırdandığımda babam güldü. “Tamam, demedim bir şey.
Kaçma.”
“Kaçmadım.” diye mızmızlandığım sırada odanın kapısı
arkaya doğru çarpacakmış gibi hızla açıldığında korkuyla babamın gömleğine
yapıştım. “Yavaş!” Babamın kapıya doğru kükrediğini duyduğumda ben daha kapıya
dönemeden odanın içine doluşan adım sesleriyle birilerinin içeriye doluştuğunu
anlamıştım.
Kapı tekrar kapandı. Ben de başımı çevirerek oraya
döndüm.
“Asıl sana yavaş Savaş Göktürk, kardeşim şirkete geliyor
ve benim haberim olmuyor. Tutsak etmişsin kızı!” diyerek bir yandan yanıma
doğru adımlayan kişi Yaman abiydi. Yaman
abimdi.
“Sana hesap mı vereceğim lan ben? Tutsak etmişimmiş,
yiyorsa gel al kollarımdan.”
Yaman abimin arkasında duran amcam bana el salladığında
bu rahatlığına istemsizce kıkırdadım. Gülüşüm babam ve abim arasındaki gerilimi
bir anda yok edip ikisinin de bana dönmesine sebep olunca rahatlamıştım.
“Denizkızım?” Koltukta kalan boşluğa oturan abim beni
babamdan ayırmak yerine başını sırtıma doğru yaslayıp arkamdan sarıldığında öne
uzattığı elini tuttum. “Efendim abi?” diyerek cevapladığımda avucumun içindeki
eli kasıldı. “Kurban olsun abin sana, iyi misin güzelim?”
“İyiyim,” derken sesim de bunu tasdikler gibi canlıydı.
“Çok iyiyim.”
“Hep iyi ol abim, hep çok iyi ol.” Gülümsemiştim ama
gülümsememi hiçbiri göremiyordu, babamın göğsünde kaybolan bir gülümsemeydi bu.
“Yer de bırakmadınız koltukta, ne yapayım ben gidip
Selim’e mi sarılayım, Ufuk’a mı? Benden büyük duruyorlar Allah’ın ayıları.”
Amcam dertli dertli konuşarak babamın masasının önünde duran tekli koltuğa
yerleştiğinde ona üzülerek uzaktan minik bir öpücük attım. Abim beni daha sıkı
sararken babam yüzümü çevirip boynuna gömmüştü. “Ulan bir öpücük aldık diye
kızı sarıp sarmaladınız boğdunuz, gerçi babası ne ki oğlu ne olsun?”
“Odamı terk et Barış.”
“Aşk olsun abi, bak oğlun kardeşine güzelim diyor
sarılıyor sen beni odandan kovalıyorsun. Biraz örnek al gözünü seveyim.”
“Güzelim mi diyeyim sana Barış?” Babamın sorusu beni deli
gibi güldürmeye başlarken abimin de gülmemek için yüzünü sırtıma daha sert
bastırdığını hissettim.
“Yakışıklımda anlaşalım.”
“Sen yeğenine şükret başka bir şeyler söylemiyorum şu
an.”
“Duydun mu amcasının güzeli? Bak ben sana odaya girmeden
ne dedim? Savaş Göktürk’ü pamuğa çevirebilecek güç ve cesaret bir sende
olabilir, bir de deli ananda var biraz. Ama o bizim tarafımızı tutmuyor pek,
seni bizim cepheye çekeceğim.”
Başımı babamın boynundan kaldırıp amcama baktım. “Biraz
babamla kalsam sonra cepheye gelsem olmaz mı?” demem abimi ‘baba’ kelimesiyle
kaskatı kesmeme, babamın gururla sırıtmasına ve amcamın ‘bunu da erken kaybettik’
dercesine hüzünle dolmasına sebep olurken bulunduğum noktadan daha önce hiç
olmadığım kadar memnundum.
“Pardon fıstığım, senin doğabilecek en babacı bebek
olduğunu unutmuşum. Affet bu hatamı.”
Doğabilecek en
babacı bebek… Yirmi yıl babasından, ailesinden ayrı kalmayı hak edecek
ne yapmıştı bilmiyordum. Fakat kaybolan yılları telafi edebilmek için
çabalamaya başlamaya geç kalmak istemiyordum.
Bugün ilk adımımdı. Düşüp kalkarak da olsa adım atmaya
devam edip, yılmamayı deneyecektim.
Hem Feris İzgi’ye hem de Deniz’e bunu borçluydum.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder