Aykırı Çiçek 16.Bölüm
16.BÖLÜM
Atölyeden çıkıp yola koyulmam ve kendimi şu an durduğum
noktada bulmam çok hızlı gelişmişti.
Bunu yaparken hiçbir çekincem olmamış, aksine büyük bir
cesaretle ve sinirle harekete geçmiştim. Az önce indiğim taksi çoktan uzaklaşıp
gitmiş olsa da ben durduğum yerde bekleyip kendi kendime düşünmekle meşguldüm.
Ağustosun boğucu sıcağı bu bekleyişimi zorlaştırıyordu.
Daha fazla öğlen güneşinde beklemeye devam edersem muhtemelen başıma geçen
güneş yüzünden olduğum yere bayılacaktım.
Eğer işler planladığım gibi giderse Acar’la karşılaşmadan
yalnızca Melih’i görüp ajanstan sıvışıp gidebilirdim. Daha fazla vakit
kaybetmeden önünde durduğum merdivenleri bir solukta çıkıp cam kapıdan geçtim.
Tam karşımdaki duvara paralel, uzunca bir danışma masası
görünce mecburen oraya ilerlemiştim. Oturan iki kişiden gözüme kestirdiğim orta
yaşlı kadına seslenmek üzereyken göğüs hizamdaki masaya iki avucuyla sertçe
vuran kişi nedeniyle irkilerek sustum.
Oturan kadınların da benden farkı yoktu. Panikle
ayaklandıklarında ben de bakışlarımı sağıma çevirdim.
“Kırılmadı.” dedim sakince.
Konuştuğumda o da bana döndüğü için kendisini daha
ayrıntılı görme fırsatım olmuştu. En fazla 35 diyebileceğim yaşlarda, uzun
sarıya çalan saçlarını ensesinde toplamış gayet düzgün görünümlü bir adamdı.
“Bana mı dediniz?” Çatılan kaşlarına kısa bir an
bakışlarım kaysa da fazla oyalanmadım. Başımı onaylar anlamda salladım. “Evet,
belki daha sert şekilde tekrar denemek istersiniz diye düşündüm.”
Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Ben söylediklerini
algılayamamışken halen ayakta bize bakan ikiliye döndü. “Buranın en yetkilisi
kim? Onunla görüşeceğim.”
Görüşebileceği dört isim vardı. Ajansın dört kurucu
ortağı: Acar, Melih, Çağla ya da Caner.
Tavırlarına bakılırsa layık olduğu isim en az kendisi
kadar hödük olan Acar gibiydi.
“Beyefendi öncelikle isminizi almam ve görüşmek
istediğinizi iletmem gerekiyor. Bir sorun varsa daha farklı bir çözü-…”
Kadınlardan biri açıklama yapmaya çalışırken elini kaldırarak susmasını
sağlayan adama yüzümü buruşturdum.
“Farklı bir çözüm istemiyorum, buranın en yetkilisi kimse
onunla görüşeceğim. Hemen.”
Kadınlar çaresizce birbirine bakarken arkamdan duyduğum
adım sesleriyle oraya baktım. Az önce yanından geçtiğim, kapıda dikilen
güvenlik buraya gelmişti. “Aslı Hanım bir sorun mu var?”
Aslı Hanım dediği kişi az önce konuşan kadındı.
Yakasındaki isimlikten şimdi görebilmiştim.
“Beyefendi yetkili biriyle görüşmek istiyor, ancak
yukarıya haber vermeden onu yollayamayacağımızı açıklamaya çalışıyordum.”
“Başlayacağım şimdi haberinize, ara lan o zaman. Ne
uzattınız.”
Aslı, yanındaki kadına dönüp onay almak ister gibi
bakınca diğeri başını salladı. “Kimi arayayım?” sorusu çok kısık olsa da
duymuştum. Kollarımı masaya yaslayarak onlara doğru eğildim. “Ben olsam Acar’ı
arardım, diğerleri tatlı insanlar, boşuna vakitlerini almaya gerek yok.”
Aslı beni duyduğunda güler gibi oldu. Ardından ne
yaptığını fark etmiş gibi elini ağzına örttü. Patronuna laf attığımı ve
kendisinin de eğlendiğini biraz geç fark etmişti. Benden sır çıkmazdı ama
şimdilik güvenemezdi tabii.
Bu haline ben de sırıttım. Yanındaki kadın bana tanımak
istermiş gibi bakıyordu, ama tanıma ihtimali yoktu. Bu yüzden bir şey demedim.
Ama hödük sessiz kalamamıştı.
“Sen tanıyorsun bu Acar’ı belli ki, beni yanına götür o
zaman.”
“Olmaz.”
“Ne demek olmaz?”
“Ben küsüm Acar’a. Git kendin bul bana ne.” dedim omuz
silkerek.
Beyaz teninin kızarmaya başladığını görebiliyordum.
Birazcık sinirlenmişti herhalde. Olurdu öyle şeyler arada.
“Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?”
Göz ucuyla Aslı’nın telefonu kulağına götürdüğünü
görmüştüm. “Sana öyle gelmiş.”
İstediğimde fazlasıyla sinir bozucu birine dönüşebilmeyi
seviyordum. Bunu sözlerimden çok bakışlarımla ve mimiklerimle halletmeye de
bayılırdım. Şu anda da gayet işe yarıyormuş gibiydi.
Adam üzerime gelecek gibi olunca güvenlik aramıza girip
onu iterek buna engel oldu. Bu durum onu daha çok sinirlendirmiş gibiydi. Acar’ı
ya da diğerlerini görmek için bu kadar ısrarcı oluşuna anlam verememiştim.
İnsan gibi davransa bir şekilde görüşme ayarlarlardı zaten.
“Açmıyor ki telefo-…” Aslı’nın sözleri bu kez yanındaki
kadın tarafından bölündü. “Geliyorlar zaten, kapat.”
Hödük de dahil olmak üzere hepimizin bakışları kadının
işaret ettiği yere, asansörlere çevrildi. Asansörden inen üçlüye baktığımda
hödüğün şanslı gününde olduğuna karar verdim.
Değil bir tane, üç tane yetkili bize doğru ilerliyordu.
İşte kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz…
Acar’ı ve Melih’i iki yanına almış halde yürüyen Çağla
buradaki kalabalığı ilk fark eden isim oldu. Beni tanıdığını, önce çatılan
kaşları ve ardından tebessüme dönen ifadesinden anlamıştım.
“İzgi?” Aramızda biraz mesafe kala seslendiğinde Acar’ın
boynunu kopartacak hızda bana dönmesine normalde bayağı gülerdim, ama şu herif
bütün enerjimi sömürmüştü.
“Ne oluyor burada?” Melih güvenliğe bakarak konuşurken
arada bana bakınca kırk yıldır görmüyormuş gibi el salladım. Bu halim
ciddiyetini biraz kaybetmesine sebep olurken bana göz kırpmıştı.
“Bu beyefendi Acar’ı arıyormuş, onlar sohbet etsin biz de
gidelim.” Çağla’yı tuttuğum gibi koluna girip götürecekken belime mengene gibi
sarılan kolla omuzlarım düştü.
Yakalanmıştım.
“Kolunu bi’ çeksene, bir şey deneyeceğim.” dedim Acar’a
alttan alttan bakarken. “Neyi deneyeceksin? Kaçmayı mı?” Kolunu çekmek yerine
daha sıkı sardığında Çağla’ya baktım yardım ister gibi. Doğum günü gecesi de
erkenden ayrıldığı için olaylardan en az haberdar olan kişi sanırım Çağla’ydı.
Melih ötmüş olabilir diye düşünmüştüm ama belli ki öyle
olmamıştı. Çünkü şaşkınca Acar’ın beni tutan koluna bakıyordu. Bunun negatif
bir şaşkınlık olmadığı ortadaydı, bu yüzden sorun etmeyerek Çağla’ya bakmaya
devam ettim.
“Beni buradan kurtarırsan her şeyi on dakikada özetlerim,
bunlar sana hiçbir dedikoduyu anlatmamış. Çok ayıp.” dedim dilimi damağıma
vurup cıklarken.
Çağla bana cevap vermek üzereyken yırtık dondan çıkar
gibi yine araya atlayan hödük planımı bir kez daha bozdu. “Hanginiz
patronsunuz?”
Sıçayım
patronuna, bi sus demek istesem de oflamakla yetindim.
“Çilek mi bunlar?” Acar’ın boş kalan eliyle elbisemin
karın kısmına dokunarak sorduğu soruya bakılırsa herkes ayrı kafadaydı. Ben de
birazdan çığlık atarak burayı terk edecektim.
“Üçümüz de öyleyiz, yeterli gelmezse bir kişi daha var.
Nedir problem?” Çağla’nın adamı dövecek gibi çıkışmasını beklemediğim için
şaşkınca ona baktım. Hödüğün cevabını beklerken Acar karnımdaki çileklere
dokunacağım diye tikimle oynadığı için fazlasıyla sesli bir şekilde güldüm.
Aslı’yı taklit ederek elimi ağzıma kapatacakken benden
önce Acar’ın eli ağzıma kapandı. “Civciv gitsin, öyle gül.”
“Civciv kim ya?” diyecekken neyi kastettiğini anladım.
“Civci-, aman hödü-, yani bu adamı tanıyor musunuz siz?”
“Tanıyoruz, tanımasak ajansa gelip bizi soranlara Çağla
ağız burun dalmıyor korkma lütfen.” Melih yanağımı sıkıp konuşunca hak vermeden
edemedim.
“Kim ki?”
“İki yüzlünün teki, önemli bir şey değil boş ver. Yemeğe
çıkıyorduk biz de, sen de geliyorsun o zaman. Hadi.”
“Bu da gelecek mi?” Memnuniyetsiz tutmaya çalıştığım
sesimle Acar’ı gösterdim. Melih ellerini iki yana açtı. “Maalesef.”
“Gelmeyeyim mi?” Ne ara bu kadar dibime girdiğini
anlamadığım, kulağıma doğru eğilerek konuşan Acar’dan hızla uzaklaştım. O
sırada güvenlik eşliğinde debelenerek de olsa dışarıya çıkarılan hödüğü
görmüştüm.
Çağla da onu gönderdikten sonra odağı bize dönmüş olacak
ki beni az önce ona yaptığım şekilde tutup kendine çekti. Koluma girip yürümeye
başlarken bir yandan da konuşuyordu. “Gidelim de anlat artık.”
~
“Aptalsın kızım sen, aptalsın.” Aynanın tam karşısında
kendi kendime söylenirken solumdaki lavaboda elini yıkayan kadın aniden bana
döndü. “Pardon? Bana mı söylediniz?”
“Size niye söyleyeyim ablacım, manyak mıyım ben? Kendime
söyledim.” Bir anda kadına tüm sinirimi aktarınca irkildi. Böyle de biraz
çelişkili olmuştu, ama her neyse artık.
Tövbe fısıltıları eşliğinde kopardığı bir tomar peçeteyi
de alıp tuvaletten çıktı. İçeride tek kaldığımda derin bir nefes verdim.
Acar sıkılıp gidene kadar burada kalabilirdim. Gelip beni zorla çıkaracak hali yoktu
sonuçta değil mi?
Ajanstan Çağla eşliğinde çıkmış olsam da daha üç beş adım
atamadan telefonu çalmış, nerede olduğunu benim de merak ettiğim Caner
aramıştı. Yanına acilen Çağla’yı çağırınca ben ikizlerle kalakalmıştım. Melih’e
güvenmediğim için sıvışmaya çalışıp gitmeyi denesem de kendimi bu restoranda
bulmuştum. Melih şüphelerimi boşa çıkartmayıp ne yapıp etmiş ve bizi yalnız
bırakmıştı.
İtalya gibi savaş ortasında taraf değiştirip artık
ikizinin tarafına geçmiş olması çok tatsızdı. Kan çekmişti herhalde.
Melih gider gitmez ben de kendimi tuvalete atmıştım. Az
sonra da masaya geçip telefon gelmiş gibi davranıp kaçmayı planlıyordum.
Acar’dan neden bu kadar kaçmaya çalıştığımı aslında ben
de bilmiyordum. Tek bildiğim, yakınımdayken ona ters ve olumsuz davranmanın çok
zor olduğuydu. Mesajlaşırken en azından görüldüyü basıp gidebiliyordum ama
karşımda dururken tek düşündüğüm üzerine atlamak ve bir şekilde ona dokunuyor
hale gelmek oluyordu.
Aynadaki aksime daha dikkatli baktım. Sıcakta enseme
yapıştığı için tepede dağınık şekilde topladığım saçlarım iyice kendinden
geçmişti.
Daha fazla oyalanmadan telefon planını uygulamak üzere
tuvaletten çıkmak için hareketlendim. Kapıyı açar açmaz önüme atlayan beden
yüzünden yerimde zıplamıştım.
Ağzımdan korku dolu bir mırıltı dökülürken bu kişinin
Acar olduğunu fark edince kaşlarım çatıldı. “N’oluyor be?”
“Masaya gelmeden kaçacakmışsın gibi hissettim, işimi
sağlama almak için buradayım.”
Bu fikir de
mantıklıymış, aklıma gelse kesin yapardım demek yerine
gözlerimi devirdim. “Senden mi kaçacakmışım?”
“Yanlış anlamış olmak işime gelir, kaçmayacak olmana
sevindim.”
“Açım ben, ne yiyorsak yiyelim. Sonra işim var
gideceğim.” Arkamı dönüp Acar’ı beklemeden uzaklaşmak için bir adım attığım
anda omuzuma yasladığı çenesi yüzünden put gibi kaldım.
Bana dokunduğunda dengemin şaştığını çok iyi bildiği ve
bunu kullanmaktan çekinmediği belliydi. Zayıf noktamı umursamadan kullanıyor,
kendi lehine çeviriyordu.
Burnunu hafifçe yanağıma sürttü. Yavaşça yutkunurken
gözümün önüne atölyedeki halimizi getirmemeye çalıştım. Aksi takdirde dönüp
dudaklarına yapışma olasılığım yüksekti.
Zihnimi, ona neden sinirli ve kırgın olduğumu hatırlatan
düşüncelerle doldurmayı denedim. Çok da zorlanmamıştım.
“Yemeğimizi yiyelim artık, birazdan telefonun çalar
zaten. Benim gitmeme gerek kalmadan sen gidersin Acarcım.”
Neyi kastettiğimi anlaması birkaç saniyesini aldı.
Çenesini kastığını omuzumda net bir şekilde hissedebilmiştim. Yanağımı yüzüne
doğru yasladım. “İtiraz etmediğine göre olasılıksız bir şeyden bahsetmiyorum
değil mi?”
Belki abartıyordum, belki bu kadar söylenmeye hak bulmam
için henüz erkendi ama umurumda değildi. Acar’ın beni öpüp, hiçbir şey olmamış
gibi aceleyle ona gitmesine kırgındım, kendimi tutmayacaktım.
“Feris.” dediğinde kulağımın çokça yakınlarında duyduğum
sesi yerimde kıpırdanmama sebep oldu. Omuzumdaki başı hareketlendi, burnu
tenime daha sert sürtündü. “Ben 28 yaşındayım, biliyorsun değil mi?”
Konumuzun buraya nasıl geldiğini bilmiyordum, ama 28
yaşında olduğunu biliyordum çok şükür.
“Biliyorum evet, bayağı yaşlısın. Bence ben gideyim,
kendime senin bir küçük boyunu bulayım.” dedim alay eder gibi. Yaş konusunu
neden açmıştı şimdi? Aramızda sadece 5 yaş vardı ve bunun çok da korkunç
olmadığına inanıyordum.
“Denesene bi, gitmeyi bir dene bekliyorum.” Kolu yine
belime dolandı. Artık belimde durmasına alışmaya başlamıştım ve bu hiç iyi
değildi.
“Niye gidemeyecekmişim? Sen giderken iyiy-…” Cümlem,
aniden “Feris!” diye neredeyse bağırır halde beni kestiği için yarım kaldı.
Bu benim için de bardağı taşıran son noktaydı. Tutuşunu
da omuzumdaki kafasını da umursamadan olduğum yerde hızla arkamı döndüm.
Boynuyla bakışmaktan kaçıp başımı geriye attım ve yüzüne baktım. “Ne, Feris
deyip duruyorsun sadece, ne var?”
“Az önce yaşımı duydun değil mi? Saçma sapan gelgitlerle
uğraşıp, çocuk gibi kaçanı kovalayacak biri miyim sence?”
“Yaşın da ne olduğun da umurumda değil. Benim kırılmam
senin nasıl umurunda olmuyorsa, bu da benim umurumda değil Acar. İstersen
kovala, istersen dur durduğun yerde. Bana ne!”
Sesim kontrolsüzce yükseldiğinde bu kadar sinirlenmemi
beklemiyormuş gibi duraksadı. “O gün amacım seni kırmak değildi.”
“Ama kırdın.” dedim fısıldar gibi. “Bir an bile empati
yapmayı denedin mi? Benim yerime kendini koydun mu hiç?”
Cevap vermedi. Cevaba ihtiyacım yoktu zaten, bunu
denemediğini biliyordum.
“Senin dünyanda ben minik bir süs eşyasıyım Acar, varlığı
hoş görünen ama yokluğu eksik hissettirmeyen öylesine bir eşya. Sana ilgi
göstermem hoşuna gitti, senden etkilenmem, aylardır seni seviyor olmam seni
tatmin etti. Farkındayım, sadece görmezden gelmeyi denedim.” Gözlerini
gözlerimden ayırmadan sessizce beni dinliyordu. İfadesi dümdüzdü, ne
düşündüğünü anlayamıyordum.
“Erken olduğunu bilmeme rağmen İzgi olduğumu görmeni
sağladım, o da yetmedi bir şekilde karşıma çıkmış oldun ve iki kelimeden
sonraki ilk hamlen beni öpmekti. Buna da tamam, yemin ederim sorun yoktu. Seni
öpmeyi ben de istedim, halen istiyorum. Ama benim için kocaman bir anlamı olan
anı mahvedip, doğru dürüst kim olduğunu bile söyleyemediğin bir kadına gitmeni,
beni öylece bırakmanı atlatamıyorum.” İstemsizce iç çektim. “Ben sorunlarımdan
kaçıp sana tutunmaya çalışırken, bana, benimle ilgili olan bir şeylere sorun
gözüyle bakmanı atlatamıyorum.”
Bir şey söylemeyeceğinden emin olduğumda belimde artık
üstünkörü duran kolundan kurtulup yürümeye başladım. Restorandan çıkarken hem
rahat hem de diken üstündeydim.
Anlatmak istediklerimi açıkça anlatmıştım, kaçmamış ve
düşündüğüm her şeyi söylemiştim. Bu rahatlatıcıydı, iyiydim.
Ama şimdi ne olacaktı? Bilmiyordum.
Restoran ara bir sokaktaydı, burada bekleyip taksi bulamayacağım
kesindi. Oyalanmadan ana caddeye yürümek üzere yönümü değiştirdim. Birkaç adım
atmışken arkamdan duyduğum sesle birlikte duraksadım. “Feris!”
Dilinden adım dışında bir şey dökülecek miydi acaba?
Adımı ezberlemeye çalışıyorsa iyi ilerliyordu.
Adım atmayı kesmiş olsam da arkamı dönmedim. Kısa bir
süre sonra onun adım sesleri yakınlaştı, ardından önümde belirdi.
“Hani kaçmayacaktın?”
“Dalga mı geçiyorsun?” Kaşlarımı çatarak baktığımda
dudakları kısa bir an kıvrılır gibi oldu ama hemen toparlandı.
“Hayır, ne zaman dalga geçtiğimi gördün?”
Düşünüyormuş gibi bekledim. O sırada sırtıma avucunu
yaslayıp beni ilerletmeye başlamıştı. Ayı gücü olduğu için yerimde durmaya
çalışsam da pek başarılı olamadım. “Ne ittiriyorsun beni ya?”
“Arabaya gidiyoruz, yanlış yöndesin diye düzeltiyorum.”
“Seninle gelmiyorum.”
“Geliyorsun, Feris.”
Oradan bakılınca ne derse tamam diyecek birine mi
benziyordum? Ayrıca daha dakikalar önce ben bir saat ne anlatmıştım bu adama,
boşa mı gitmişti…
“Gelmiyorum dedim, zorla mı götüreceksin?”
“Zorlanacağımı sanmıyorum.” Burnumu havaya dikerek ‘sen
öyle san’ içerikli bir bakış attım.
“Seni omuzuma atmamı ve herkes bizi izlerken kendi
kendine debelenmeyi mi istersin yoksa sakince bana eşlik edecek misin?” Ağzım
yarı açık beni tehdit etmesini izlerken devam etti. “Bak ne kadar ince bir
adamım görüyor musun, seçenek sundum kararı sana bıraktım.”
Blöf yapıyor olma ihtimalini düşündüm. Bence beni omuzuna
falan atmayacaktı, sadece beni korkutuyordu.
“Gelmeyeceğim.” dedim kendimden emin bir şekilde.
“Öyle diyorsan…” dediği anda havalanmayı beklemiyordum,
kendimi tepe takla şekilde omuzundan salınır halde bulduğumda şaşkınca iç
çektim. “Blöf değilmiş.”
Acar yürümeye başladığında durumun ciddiyetini fark
ederek poposuna vurarak ilgisini çekmeye çalıştım. “Ben sağda müsait bir yerde
ineyim.”
Acar durmak yerine kısasa kısas olacak şekilde avucunu
kalçama vurunca homurdandım. “Fırsatçı.”
“En az senin kadar güzelim, en az senin kadar.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder