Düşten Farksız 53.Bölüm

 53.BÖLÜM



Elimi hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca tutan babam ve elimi bir daha hiç tutamayacağını kabullenmem gereken annemin arasında oluşum benim için ilkti.

Her ikisiyle geçirdiğim ayrı ayrı zamanlar, iyi ya da kötü anlar vardı ama bu anlardan hiçbiri ikisini birden kapsamıyordu. Şu ana dek…

Hava çoktan karardığı için bir mezarlıkta bulunmak ürpertici hissettirmeliydi belki ama annemin adının kazılı olduğu taş parçasına yaklaştığımızdan beri tek hissettiğim tamamlanmışlıktı.

Susmaya, daha doğrusu ilk konuşan olmamaya yemin etmiş gibi ne ben ne babam konuşmuştuk dakikalardır. Elimi tutan elinin soğuduğunu, gözlerini ayırmadan baktığı yerdeki mezarın kime ait olduğuyla yüzleştikçe bedeninin kasıldığını hissediyordum.

Babama yaslanabilirdim, eline daha sıkı tutunabilirdim ama dizlerim beni taşımıyormuş gibi hissettiğimde ilk bulduğum çözüm yere doğru çökmek oldu. Dizlerim yere değecek şekilde bacaklarım altımda kalmış halde yere oturduğumda babam bunu garipsemeden benimle birlikte eğildi. Elimi hiç bırakmadı. Bırakmasına izin de vermezdim zaten.

“O…” diye mırıldandığını duydum babamın dakikalar sonra. Dudaklarından çıkacak olanlar bana değil, anneme yönelir sanmıştım ilk olarak ama beni yanıltmıştı. “Çok mu acı çekerek öldü?”

Boğazımı saran yanmayı umursamadan ve gözlerimi annemin adından ayırmadan araladım dudaklarımı. “Ağrıları vardı,” dedim sesimi sabit tutmaya çalışarak. Kanserli hücreler bütün bedenini hızla sarmışken, onlarla savaşamayacak kadar yorgunken elbette canı acımıştı. Bana ne kadarını yansıtabildiğini bilmiyordum ama o kadarı bile kimsenin çekmesini istemeyeceğim kadar çoktu. “Hastalığını öğrendiğimizden beri vardı ağrıları ama hep artarak devam etti.”

Gülümsemeye çalıştım. “Canı fazla tatlıydı hep,” dedim dedemin öğrettiği deyimi doğru kullandığımdan emin bir şekilde.

“Biraz bile bir yeri ağrısa huysuzlanıp, sızlanırdı. Susmazdı.” Benim yerime babam devam ettiğinde bu bilginin onda annemden kalan küçük bir parça olduğu belliydi. Doğruydu da.

“Kanser teşhisinden sonra başka bir kadına dönüştü ama,” dedim annemi savunmak ister gibi. Onun yanında, ondan bahsediyorduk. Bu yakınlığa rağmen bizi duyup duymadığını bilmiyor olmak bağıra çağıra ağlama isteğimi körüklüyordu ama yanağımın içini sertçe ısırarak kendimi kastım ve durdum. “Ağrısının olduğunu ondan hiç duymadım, yüzünden okumam gerekti hep. Böyle yaparak bana güçlü göründüğünü düşünüyordu sanırım.”

“İkiniz miydiniz? Hep…”

Babam hem onu hem beni acıtacak şeyler duymakta ısrarcıydı. Susup onu bilinmezliklerde kendimi de unutmaya çalıştığım gerçeklerden uzakta bırakabilirdim ama bu gece her şey konuşulsa daha iyiydi çünkü bunlar için doğru bir an yoktu. Her an hem çok yanlış hem de bir o kadar doğruydu.

“Görünürde değildik,” dedim omuzlarım umursamazca kıpırdarken. “O da vardı evin içinde, hastanede… Ama aslında yalnızdık, annem için bu yalnızlığımızın farkındalığı da hastalığıyla birlikte geldi zaten.”

Kendisine gerçekten aşık olduğunu ve değer verdiğini sandığı adamın asıl yüzüyle bu süreçte tanışmak zorunda kalmıştı. Tanıştığını bile belli etmemişti bana, içine atmıştı biliyordum ama yaşadığı hayal kırıklığını hissetmemem mümkün değildi.

Nikolos’un bana olan hastalıklı tavrını hiç öğrenmeden kapatmıştı gözlerini fakat onu iyi biri olarak bilirken ölmüş de sayılmazdı. Ölümünü hissetmeye başlar başlamaz bana ‘baban yaşıyor, onunla tanışmanı istiyorum’ demesinin bir sebebi vicdanıysa diğer sebebi Nikolos yerine babamın yanında olmamı tercih edecek olmasıydı.

“Aşık olduğu ikinci adamın da çürük çıkması kalbini çok kırmıştır,” dediğini zar zor duyabildim. Kendisini o canavarla aynı kefeye koyması acımasızcaydı, benim gözümde tek bir ortak noktaları yoktu ama annem için… Bilmiyordum.

Düşündüm.

Annem Nikolos’a gerçekten aşık mıydı, bu aşk mıydı? Artık kendim de aşkın kollarındaydım ve bu duyguyu kalbimin en derininde hissedebiliyordum. Benim için önceden yabancı bir karmaşadan ibaret olan ‘aşk’ yine bir karmaşaydı elbette ama artık daha tanıdıktı.

Annem sadece sevilmek istedi,” diye fısıldadım. Babası sevmedi, annesi ona kol kanat geremeyecek kadar korkaktı, ilk aşkı bir hiç uğruna ondan vazgeçti… Son bir kez denedi, sevilmek istedi; bir kenara itilmemek ve birinin önceliği olabilmek…

Olamamıştı ama. Bu kez de eli hastalıklı bir canavara çarpmıştı. Onun önceliği de evin içindeki küçük bir çocuk olmuştu. Varsa yoksa o çocuğa yakın olmak, o çocuğa cehennemi yaşatmakla uğraşmıştı.

Annem sevilmek istemiş, her seferinde sadece sevildiğine dair kendini kandırmakla yetinebilmişti.

Dudaklarımdan dökülen son cümle havaya karıştıktan sonra bin katı ağırlığa bürünüp ikimizin de omuzlarına düştüğünde uzun sürecek bir sessizlikle çevrelendik.

Babamın elinde kaybolmayan, boşta duran elimi uzatıp hemen önümde duran taşa değdirmek istemiştim ama buzdan farksız bir mermere değecek olma fikrine alışamıyordum. Bakışlarımı isminde tutup sadece oraya odaklanmak daha kolaydı.

Anneme sesli olarak anlatmak istediğim bir şeyler yoktu. Buraya babamla geldiğimi, elimi hiç bırakmadığını gördüyse bu onun için bin ayrı cümleden daha güzeldi, hissediyordum.

Ben karnında yaşama tutunuyorken, varlığımı babama haber bile vermemesine rağmen aklından kaç kez böyle hayaller geçip gitmişti, kaç kez babamın benim elimi kavradığını düşlemişti acaba?

İstanbul’a dönmeden önce burada geçirdiğimiz günlerde buraya yine uğrayacaktım, gidene kadar annemin yanına gelecektim fakat babamın her seferinde benimle gelmesini istemeyecektim. Burada bulunmanın onu benden daha beter bir hale bürüdüğünü görmüşken böyle bir acıyla kıvranmasını izlemek istemiyordum.

Abimle ya da Pars’la gelirdim, tek gelirdim hatta ama babamı kendi teklif etmediği sürece buraya çağırmayacaktım.

“Ben arabada bekleyeceğim,” diye mırıldandım dizlerimi yere daha sert bastırıp kalkmak için hareketlenirken. Bu ‘siz baş başa kalabilirsiniz’ demekti, başka bir anlamı yoktu. Babamın da başka bir anlam aramayacağını biliyordum.

Burada saatlerce kalabilirdim ama kalmanın hiçbirimiz için bir faydası olmadığını bile bile bunu yapmayacaktım.

Yerimden kalkmadan önce babam bana doğru dönerek beklemediğim bir hızda omuzuma doğru bastırdı yüzünü.

O an, Ahu’su değildim; yirmi yıl önce karşısında duran Yunan kızıydım. Annemin gençliğine tıpatıp benziyor olmam ilk kez babam için bu kadar ağırdı belki de.

Tutmadığı elimi kaldırıp başının arkasına doğru dokundum. Belli belirsiz bir baskıyla saçlarını sevdim. Konuşmadım, kalkmak için acele etmedim.

“Özür dilerim,” dedi peş peşe birkaç kez. Kendinde değil gibiydi. Özürlerinin bir yarısı anneme bir yarısı banaydı sanıyorum ki, üzerinde çok fazla düşünmeden hepsini kalbinde ağırlayan ben oldum.

Dakikalar sonra babam biraz olsun kendine gelip omuzumdan çekildiğinde zar zor etrafı aydınlatan cılız ışıklara rağmen elalarındaki parlaklığı kaçırmamıştım. Bu parlaklık nemdendi, gözleri doluydu. Hatta taşmıştı da, gözaltları ıslaktı.

Parmak uçlarımla gözlerinin altındaki ıslaklığa dokundum. Elimle ıslaklığı dağıtırken bakışları yüzümde gezindi ama gözlerime çarpmaktan özenle kaçındı.

“Baba,” diye mırıldandım içimden kopan tüm her şeyi bu sözcüğe sığdırmışım gibi. Ne demesi gerektiğini biliyordu, duymam lazımdı.

Yanağında asılı kalan avucumun içine dudaklarını bastırdı. Avuç içim öpücüğüyle ısınırken dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. Başarısızdım.

“Babasının bebeği,” dedi benim gibi kısık sesle. Az önce zorladığım dudaklarım bu kez hiçbir zorlamaya gerek olmadan iki yana kıvrıldı.

Öne doğru atılıp kollarımı omuzlarına sararken dudaklarımdaki ince gülümseme yerli yerindeydi, oradan hiç kopmadı.

Bu mezarlığa son uğrayışımın ardından elimde bir valizle kendimi bilmediğim bir ülkeye koşarken bulmuştum. Umutlu olduğum kadar umutsuz, cesur olduğum kadar korkaktım ama bir şekilde kendimi aylar sonra bu noktada ‘tanışmaya’ gittiğim babamın göğsüne sinmiş halde görebileceğimi tahmin edebilmem imkânsızdı.

 

 

~

 

 

Özgün, henüz uykuya dalmadığı halde odanın çalınan kapısını açtığında rüya görüyor olmayı dilemişti.

“Yatağı açsana Özgün,” diyen kısık ses eşliğinde kendisine gelirken olabildiğince çabuk ve sessiz şekilde denileni yaptı.

Timur kucağındaki bedeni yatağın kenarına doğru bırakıp başını yastıkla buluşturduğunda üstünü örtmeden önce dizlerine kadar fermuarlara sahip çizmelerine uzandı.

Çizmeler bacaklarından ayrıldığında üstündeki elbiseyle uyumasının çok sorun olmayacağına kanaat getirerek kızı daha fazla sarsmadan yatağın örtüsünü üstüne doğru çekmişti.

“Ağlayıp mı daldı yine böyle derin uykuya?”

Özgün, tanıdığından beri maalesef ki bolca ağlayışlarına da tanık olduğu kızın böyle anlardan sonra bilincini otomatik olarak kapatıp derince uyuduğunu biliyordu. Gittikleri yeri düşününce yine böyle bir an yaşandığına ihtimal vermişti.

“Ağlamadı hiç,” dedi Timur düz bir sesle. Ağlayan kızı değildi, kendisiydi. Despina mezarlıkta hiç gözyaşı dökmeden, buruk gülümsemeler eşliğinde vakit geçirmişti.

Özgün çok üsteleyemedi. Karşısındaki adamın değil soru cevaplayacak, nefes alacak hali bile yokmuş gibi duruyordu.

Timur, Despina’nın üstünün örtülü olduğundan ve rahatça uyuduğundan emin olduktan sonra otel odasına ait küçük balkona doğru ilerledi. Attığı adımlar yavaştı. Gücü tükenmiş gibiydi.

Normal şartlarda üç kişinin bir şekilde sığabileceği alanda Timur’un üstüne Özgün de balkona çıkınca alan daralmıştı. Timur kalçasını balkonun demirlerine doğru yaslayıp yüzünü odayı gizleyen cama doğru döndü. Ardından elini Özgün’e doğru uzattı.

Özgün kendisine uzanan elin isteğini biliyordu. Oyalanmadan cebine uzanıp sigara paketini çıkarttı. Çakmakla birlikte direkt paketi vermişti adama. Tek bir dalla yetinecek gibi durmuyordu.

Timur’un Despina kızıyor diye artık kendisine paket almadığını, günlük içtiği sigaraları da tek tük sayılara indirdiğini biliyordu. Ufak bedeniyle tutup onları pataklayacak hali yoktu ama öyle bir bakıyor, öyle bir küsüyordu ki hepsini mum ediyordu.

Sigara azaltanlardan biri karşısındaydı, diğeri de çaprazlarındaki odada kalıyordu hatta. Özgün bu sayede hatırladığı detayla birlikte bakışlarını Timur’dan çekip telefonuna uzandı.

Çıkarttığı telefonundan birkaç yere dokunup aklındaki mesajları yollamıştı hemen.

“Haber verdim ben Özgür’e,” demişti Timur onun ne yaptığını göz ucuyla görünce. “Ahu burada kalacak, Mayıs’ın yanına geç demiştim. O da tek başına kalmasın diye.”

“Biliyorum, konuştuk.” dedi Özgün. Timur arabada kendisini beklerken uyuyakalan kızını gördükten sonra uzun bir süre yanındaki koltuktan onu izlemişti. Saatler birbirini izledikçe de bir şekilde haber yollaması gerektiğini bildiğinden tercihini Özgür’den yana kullanmıştı.

Mesaj geldiğinde hepsi zaten Mayıs ve Despina’nın odasında olduğundan, haber de yayılmıştı.

“Pars’a yazdım, geldiğinizde haber vereceğimi söylemiştim. Ben onun odaya geçerim zaten birazdan.”

Özgür, Mayıs ile uyuyacak ve Timur da kızını alacaksa kendisine sevgili damatları kalıyordu.

“Sen geçmeden o gelir,” dedi Timur bakışlarını cama yeniden çevirip. Sigarasının apar topar sonunu getirmişti. Ciğerleri yanıyordu fakat bu yanışın içine çektiği dumanla uzaktan yakından bir ilintisi yoktu.

“Gelmez, haber verd-…” diyerek konuşacak olan Özgün elindeki telefon titremeye başladığında susmuştu. Ekrana düşen bildirimi gördüğünde konuşmasının anlamsız olduğunu çözmüştü hemen.

“Gelirmiş,” dedi kendi kendine. Odanın kapısını açmak üzere balkondan çıkarken Timur arkasından baktı bir süre. Birkaç dakika içinde Özgün’le yeterince daralan balkonda yer varmış gibi artık Pars da bulunuyordu.

Pars, Timur gibi demirlere yaslanmış ve Özgün de cam kısma dayanmak zorunda kalmıştı.

Timur elindeki paketi onlara doğru attı. Özgün paketi yakalayıp içinden bir sigara aldıktan sonra Pars’a uzatmıştı.

Pars omuz silkti. “Yasak bana,” dedi düz bir sesle. Balkondayken odanın içi net görünmüyor olsa bile bakışları camdaydı. Camın ardındaki bedeni görebilse daha iyi olurdu tabii. Odaya girdikten sonra bir dakika kadar izlemek kendisine yetmemişti. Timur Akdoğan baskını yememek için balkona adımlamıştı Özgün ile birlikte.

“İspiyonlamayız, tırsma.” dedi Özgün alayla. Keyifli bir alay değildi ama ortamın biraz daha az karanlık olmasına yaramıştı.

“Kokusunu alıyor, burnu sensörlü.”

“Sensin lan sensörlü, kardeşimle düzgün konuş.”

Timur, kızı hakkında dalaşan ikiliye doğru dönmedi. Yine de dudağının kenarında küçük bir tebessüm asılı kaldı.

“Senin kardeşin, benim uzaktan akrabam mı bu kız? Kimden kimi koruyorsun?”

“Akraban olsaydı keşke,” dedi Özgün iç çekerek. “Akraba evliliğidir olmaz, derdik. İlişkinizi nah yaşardınız. Böyle elimiz kolumuz bağlı kaldı.”

“Sizin olmaz demenizle ben de vazgeçerdim zaten, aynen kardeşim. Aynen ondan.”

Pars’ın Özgün’le uğraşmak için dalga geçerek kurduğu cümlesi Timur’u bir yüzleşmeye itmişti. Kendisiyle olan bir yüzleşmeydi bu.

Gerek yaşlarından, gerek başka başka şeylerden dolayı bazen Despina ve Pars’a bakarken kendi ilk -ve son- aşkının izlerini görüyordu onlarda.

Kızı annesinin bir kopyasıydı. Görüntüsünün dışında, kişiliği de Helen’in gençliğiyle örtüşüyordu. Timur’un tanıdığı, toy bir kadın olan o kişi Ahu’suyla benzerdi. Pars ise kendisi gibi bir adamdı. Yüzde yüz benziyor denmezdi ama ortak çok şey vardı.

Az önce Pars, benzemeyeni bulmuş ve dillendirmişti farkında olmadan.

‘Sizin olmaz demenizle ben de vazgeçerdim zaten’ demişti alayla çünkü vazgeçmezdi. Timur biliyordu ki Pars’ın kalbini de sökse, kızının en fazla bir adım ilerisinde duracaktı. En uzak oraya gidecekti. Bu kısım onların aşkını, kendi aşklarından ayırıyordu.

Timur annesinden ‘olmaz’ lafı duymamıştı belki ama onun olmaz demek yerine yaptıklarına kanarak aşkını hiçe saymıştı.

Pars’ın bunu yapmayacağından her nedense emindi. Önlerinde bir baba olarak hangi engel olup belirirse belirsin Pars’ı geri itemezdi.

“Abi?” diyerek kendisine seslenen Özgün’ün sesiyle daldığı yerden sıyrıldığında ‘ne var’ der gibi başını oynattı.

“Bir şey soruyor Pars, duymadın. İyi misin?”

İyi olmadığı belliydi aslında ama tamamen suskun ve dalgın olmasındansa biraz konuşması daha iyi bir fikir gibi gelmişti Özgün’e.

“Ne soruyor?” dedi Timur sakince Pars’a dönüp. Pars konuştu hemen. “Gözlerinde hiç kızarıklık yok ama derin derin uyuyor, nasıl daldı bu kadar?”

Özgün’ün tahminine benzerdi sorusu. Ağlamadığı halde neden mışıl mışıl uyuduğunu soruyordu o da.

Timur sessiz kaldı. Bilmiyordu aslında. Ama kızı uykuyu bir kaçış yolu bellemişti. Belki yine kaçmak için dalmıştı uykuya.

Balkonda sessizlik sürerken odaya ses gitmesin diye kapattıkları sürgülü cam kapı zar zor çekiştirildiğinde üçü aynı anda oraya döndüler.

Özgün cama doğru yaslı olduğu için hemen müdahale etmiş ve muhtemelen uykulu olduğu için gücü iyice tükenmiş olan kardeşine yardımcı olarak kapıyı açmıştı.

“Günaydın abisinin güzeli,” diyerek yarı açık gözlerle önünde dikilen Despina’ya seslendi. En yakın konumda kendisi vardı.

Gün aymış değildi, etraf karanlıktı. Despina bunu gördüğü için çok uzun bir uyku uyumadığını tahmin edebiliyordu.

“Günaydın olmamış,” dedi pürüzlü kısık bir sesle.

Uykudan uyandığı ilk dakikalarda uyuşuk ve algısız oluyordu. Bu haline balkondaki üç adam da aşinaydı.

Özgün dayanamayarak uzanıp kızın yanağından sesli bir öpücük çaldı. “Yiyeceğim seni, ne bu tipin?”

Despina kendisiyle konuşan tek isim abisi olduğundan balkonun kalanına göz gezdirmekte biraz gecikmişti. Bakışları ileriye doğru çarptığında ve yan yana duran iki bedeni gördüğünde ise kalbi hızlandı hemen.

Birinden birini görse bile çırpınacak olan kalbi için aynı anda ikisini görmek fazlaydı.

“Neden uyandın bebeğim?” diye soran babasına baktı usulca. “Bilmiyorum,” demişti ki gerçekten bilmiyordu. Uykusunu bölen ne bir ses ne de başka herhangi elle tutulur bir sebepti. Öylece gözleri aralanmıştı.

“Gel,” diye seslenerek kollarını araladı Timur. Despina hiç oyalanmadan balkondaki küçük boşluğu kullanıp onun kollarına doğru adımladı. Sığsa sığsa o sığardı kalan alana zaten, üç koca adam balkonu kaplamışlardı.

Yüzünü göğsüne kapatıp mentolle karışık ferah kokuyu almak için nefesleneceği sırada gelen korkunç kokuyla birlikte duraksadı Despina. Ellerini sarılmak üzere babasının beline doğru bırakmıştı ama göğsüne yaslanmadan önce hareketleri durmuştu.

Yüzünü buruşturdu. “Ne yaptın?” diye sordu suçunu kendi itiraf etsin diye.

Timur mavi gözlerinin içine içine baktı af dilenir gibi. Sigarasını içerken kızının uyanacağını bilse, dili büzülse de o dalı ağzına değdirmezdi. Sarılma hakkından olmuştu.

“Bir şey yapmadım.”

“Yalancı,” dedi Despina küskün küskün. Ardından bildiği en iyi cezayı uygulamak üzere arkasını döndü. Babasına sarılmayacaktı, abisine sarılıp uykudan orada arınacaktı.

Ancak yaklaştığı ikinci göğüsten de ağır bir sigara kokusu gelince kaşları çatıldı. “Sen de içmişsin,” dedi Özgün’e insanlık dışı suç işlemiş gibi bakarken.

Özgün acıyla başını salladı. Buradan kurtarması mümkün değildi.

Despina kollarını göğsünde kavuşturdu. Elbisesinin kumaşı buruş buruş olmuş, saçları dağılmıştı. Tipi, Özgün’ün dediği gibi yenilesiydi şu an.

“Sen de içtin mi?” diyerek son çaresine, aslında başka şartlar altında ilk çaresiydi, döndü.

Pars keyifle başını iki yana salladı. Ardından nispet yapar gibi bakışlarını sırayla Özgün’de ve Timur’da gezdirdi. En son yeniden sevgilisine doğru döndü. “İçmedim minik tanrıça, kendin kontrol et istersen.”

Despina ona doğru adımladı. Göğsüne kadar yapıştı ama burnuna Pars’ın kendi kokusundan başka bir şey çarpmadı. Dudakları kıvrıldı. Kollarını kaldırıp ona doladı hemen.

Pars, göğsüne doğru yaslanan bedeni sırtından iki koluyla birden sarıp sıkıca tutarken çenesini de başının üstüne yaslamıştı.

Despina ayılmak için yer arıyor gibi görünse de derdi yeniden uykuya dalacağı güvenli bir sıcaklık aramaktı, bunu balkonda bilmeyen tek kişi kendisiydi. Nikotin bağımlılıkları ellerinden fırsat kaçırmalarına sebep olan ikili tatları kaçmış ifadeleriyle balkonun havasını sömürürken Pars içten içe güldü.

“Üşüyecek burada,” diye söylenen Timur’la birlikte Pars kollarındaki kıza doğru eğdi yüzünü. “İçeriye girelim mi?”

“Yok,” demişti Despina mayıştığı sesinden belliyken. Timur sabır dilenir gibi görünse de bakışları bırakmayacakmış gibi kızını saran Pars’ın kollarındaydı. ‘Bırakma’ demişti içinden. ‘Benim yaptığım aptallığı yapma, bırakma.’ dedi Pars duyamayacak olsa da. Pars’ın bunu duymaya ihtiyacı da yoktu zaten, bırak denilse bile bırakmazdı.

Timur başıyla içeriyi işaret etti Özgün’e. “Battaniye gibi bir şey vardı yatağın ucunda. Onu getir.”

Battaniye geldi. Despina dürüm gibi sarıldı. Pars’ın göğsündeki sıcaklık ve battaniyenin sıcaklığı birleştiğinde gözleri çok geçmeden kapanmaya yüz tuttu.

Pars onun uykuya yenik düşeceğini fark eder etmez belinden ve dizlerinin altından tutarak kucaklamıştı. Yatağa geri götürmek üzere odaya geçerken Özgün de yardım edip yatağı açmak için ilerledi.

Pars da Özgün de odalarına gitmek yerine odadaki diğer yatakta oturup beklediler. Fısıltılı seslerle konuşup durdular. İkisi de bu gece ağır bir yüzleşme yaşayan bu ikiliyi yalnız bırakmama konusunda kararlılardı.

Timur ise o geceyi balkonda sabah etti.

Geçmişi ve bugünü düşündü; Ahu’sunu ve Yunan kızını düşündü. Her şey birbiriyle örtüştü, herkes bir köşede kalakaldı ama yaşanamayan ihtimallerin ağırlığı Timur’u ölene dek rahat bırakmayacaktı.

Düşünse dertti, düşünmese de derman olmuyordu.

Cezasını kim belirlemişse, güzel belirlemişti. Ne bitiyor ne bitmedi diye ah ettiriyordu.

 

 

~

 

 

“Beğendin mi peki?”

Saatlerdir peşimde sürüklediğim, baş başa kaldığımız andan beri elimi elinden ayırmadan sokak sokak dolaştırdığım Pars’a doğru yine elini bırakmadan döndüğümde aramızda bir adımdan az mesafe vardı.

“Bayıldım,” dedi sakince. Koyu mavilerini benim mavilerime dikmişken, beni her an kaybolacak bir manzaraymış gibi dikkatle süzerken cevaplamıştı.

Dişlerimi göstere göstere güldüm. “Kendim için sormadım,” dedim gülüşüm sönmeden. “Atina’yı beğendin mi diyorum sevgilim; doğduğum şehri, sana gelene kadar yaşadığım şehri beğendin mi?”

“Etrafı mı izlemem gerekiyordu?” diye sorduğunda gülümsemeyi durduramasam da sinirliymiş gibi bakmaya çalıştım. “Sana özel olarak rehberlik yapıyorum saatlerdir,” dedim sitemle. “Etrafı izlemeyip ne yaptın?”

“Seni izledim,” dedi doğal bir şekilde. “Pars,” diyebildim sadece içli içli.

“Efendim güzelim?”

“Utandım,” dedim ağzım yırtılacakmış gibi sırıtırken.

“Tanımasak inanacağız utandığına, evet. Ne bu?” diyerek çeneme yasladığı parmaklarıyla yüzümü salladı hafifçe. “Tamam,” dedim hemen itiraf ederek. “Utanmadım, daha çok güzel güzel şeyler söyle hemen.”

Başını geriye doğru atarak sesli bir şekilde güldü. Ondan utanmıyordum, bana neyle gelirse gelsin utanç duymuyordum. Bu alışmaktan mıydı, aşktan mıydı yoksa kaynağı hiç aklıma bile gelmeyen başka bir şey miydi bilmiyordum.

“Senden başka güzel bir şey bilmiyorum ben,” dedi yüzünü yüzüme doğru eğip. Nefesi yüzümü okşamaya başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp ondan sakladım.

“Yiyorsa bil!” dedim yarı çatık kaşlarla. Pars acıklı bir bakış attı bana. “Özgür’le aynı çatı altında kalmak yaramıyor sana, bazen içinden o çıkıyor Afrodit. Bak dikkat edersen Afrodit diyorum… Yiyorsa miyorsa demene rağmen çizgimi bozmuyorum.”

Kıkırdadım. “Kıyamıyorsun çünkü bana,” dedim şımarık bir ifadeyle. “Ne yapsam da ne desem de Afrodit’im senin için.”

“Atina havası yaradı sana, doğru doğru şeyler söylüyorsun.”

“Ben İstanbul’da da doğru şeyler söylüyordum,” dedim itiraz ederek. Pars pek inanmış görünmese de sesli olarak üstelemedi.

“Artık bir yere oturalım mı? Akşam oldu, yürüye yürüye şehri baştan uca dolaştık güzelim.”

Buradaki üçüncü günümüzdü.

İlk gün -ki tam bir gün sayılamazdı, akşam gelmiştik zaten- yemekle ve ardından annemin yanına gitmemizle oldukça yoğun geçmiş, dün de o günün yoğunluğu biraz olsun dinsin diye herkes bir aradayken vakit geçirmiştik.

Dün geceyi yine annemin yanında sonlandırmıştım. Bu kez yanımda babam değil, abim beklemişti. Babam ısrar edememişti bana gelmek için, kalbinin üçümüzün yan yana gelemeyişiyle yüzleşip durmayı kaldıramadığı belliydi. Canı çok yanıyordu.

Dün küçük bir kafile halinde gezdiğimiz için bugün, yani aslında Atina’daki son günümüz, dağınık gruplar halinde geçiyordu.

Özgür ve Mayıs, Mayıs’ın benden aldığı tarifler doğrultusunda kahvaltı bile yapmadan çıkmışlardı. Şehri kaybolarak gezmek bilerek gezmekten daha keyifliydi, haklılardı.

Babam otelde kalacağını söylemişti. İçimden bir ses onun otelde kalmayacağını, anneme gideceğini fısıldamıştı ama bunu uzun uzun düşünmeden bir kenara bırakmıştım.

Abimin bizimle geleceğini düşünmüştüm fakat o da beni şaşırtarak bizi yalnız bırakmıştı. Günü nasıl planladığını bilmiyordum, zaten Özgün Kılıç ve kimsenin bilemediği gizemli planları meşhurdu.

Sonuç olarak oteldeki kahvaltıda dört kişiydik, devamında ise ben ve Pars yanlarından ayrılmış ve akşamı dışarıda etmiştik.

“Oturalım, azıcık daha yürürsek oturabileceğimiz kafelerin olduğu caddeye çıkacağız.”

“Araba şehrin diğer ucunda kaldı, geri dönerken sızlanacaksın değil mi?”

Başımı iki yana salladım. “Hayır, yorulursam sevgilim beni taşır.”

“Sevgilin eşek mi yavrum?” diye sorduğunda baştan ayağa süzdüm onu. Düşünme süremi özellikle uzun tuttuğumda ters ters baktı bana. “Değil galiba.”

“Sağ ol,” dedi yalandan kırılmış bakışlar atarak.

“Beni kucağına almak seni çok yoruyormuş gibi ne söyleniyorsun?” dedim elini tutarak yürümeye başlarken.

“Seni kucağımda çuval gibi taşımak yerine, kucağımda olduğun daha farklı senaryolarda bulunmak istiyorum.”

Boğazımı temizler gibi öksürdüm. Bahsettiği senaryoların bende de canlanmaya başlaması uzun sürmemişti.

“Sen beni mi istiyorsun?” diye sordum kısıkça. Bakışlarım onda değildi ama yürürken onun bana bakıyor olduğunu hissediyordum.

“Daima,” dedi beklemeden. “Ahu ben seni gördüğüm ilk andan beri istiyorum. Bu istemeyi içine gömülmek istememle sınırlandırıyor olamazsın.”

“Beni gördüğün ilk anda ayı gibi şeyler söylemeseydin o zaman,” dedim yan yan ona bakıp. Özgür’ün beni içine sürüklediği durumdan habersizken onun karşısına çıktığımda bana salak saçma ithamlarda bulunduğu anı hatırlamıştım şu an. O zamanlar söylediklerini doğru düzgün anlayamamıştım bile ama daha sonra farkındalık kazanmıştım tabii.

“Gözlerimin gördüğü en güzel mavi senin gözlerindeydi, seninse kalbinde Özgür var sanmıştım. İkinci kez bakmama sebep olacak ilk güzeldin, bakmam yasak zannederek kafayı yedim günlerce.”

“Yasak olduğumu zannetsen bile her karşılaşmamızda gözlerin üstümdeydi, Pars.” dedim gülerek. “Hiç etik bir davranış değildi.”

“Sikerim etiğini,” dedi sinirle. Birden bana döndü. “Özgür’ün Mayıs’tan başka birini sevemeyeceğini biliyordum, sen seviyor olsan da bir şekilde aklına girer seni yine benim yapardım. Bana özel olan olarak kalırdın.”

Konuştuktan sonra söylediklerini varsayım olarak bile dile getirmeyi sevememiş gibi yüzünü buruşturdu. Adımlarımız durmuştu. Elimdeki elini çekmeden diğer elini havalandırdı, boynumla yanağım arasında köprü kuran eliyle yüzümü tuttu. Yüzünü eğip burnumu burnuyla ittiğinde gözlerim kısılmıştı.

“Her senaryoda, her varsayımda, her evrende benimsin; sen banasın minik tanrıça.”

Dudaklarımın üstüne dudaklarını kapattı. Ona zaten itiraz etmeyecektim ama edecek olsam buna engel olacaktı dudaklarının baskısıyla belli ki.

Öpmedi. Dudakları dudaklarımı esir almışken öylece durdu.

Yüzümdeki eliyle başımı kendisine doğru kaldırmış olsa da bana rahat uzanabilmek için kendi yüzünü de eğmişti. Bir elim uzanıp ensesini buldu. Parmak uçlarımla tenini, saçlarının başladığı sınırı okşadım.

Dudaklarının dudaklarımda hareketsizce kalması sinirlerime dokunan bir hal almaya başladığında dudaklarımı hafifçe aralamaya çalıştım. Onun dudaklarına dudaklarımı sürtmeme neden olan hareketimin iplerini kopartacağını, iradesini parçalayacağını biliyordum.

Öyle de oldu.

Alt dudağımı hırsla kavrayıp emdi. Gözlerim istemsizce kapandı.

Beni etrafta insanlar varken öpmekten hoşlanmıyordu. Herhangi birinin kendisini onun yerine koyup beni öpüyor olma hayali kuracağı stresiyle yaşıyordu çünkü. Fakat bu kez kendi kuralını kendi yıkmıştı.

Olduğumuz sokağın pek insan uğramayan ara bir yer olmasına ve bulunduğumuz kaldırımda duvara doğru ittiği bedenimi kendi bedeniyle tamamen örtüp gizlemesine güveniyor olabilirdi.

Başımı omuzuma doğru biraz eğerek onun dudaklarımı kavramasını ve tüketmesini kolaylaştırdığımda dudaklarımın üstüne hırıltılı bir nefes verdi. Ağzımın içinde kaybolan sesini yutmuş, onun içimde yankılanmasına neden olmuştum.

On saniyeyle on dakika ayrımını yapamayacak hale geldiğimde dudaklarını yavaşça dudaklarımdan çekti. Kaç saniyedir, kaç dakikadır öpüyordu beni; bilmiyordum.

Bana karıştığı anlarda tüm odağım o oluveriyor, geriye kalan hiçbir algım çalışmıyor, dünyam Pars’tan ibaret kalıyordu.

Bir insan tek bir dokunuşla bu denli aptallaşmaya ne kadar gönüllü olabilirse, o kadar gönüllüydüm. Aklımı başımdan alan tek şeyin hep Pars olması, ondan başka hiçbir şeyin aklımı meşgul etmemesi için ömrümden ömür koparıp verebilirdim.

 

 

~

 

 

- 3 hafta sonra

 

“Ama yamuk oldu!” diye sızlandım Özgür’ün en tepeye yerleştirdiği parıldayan yıldıza bakarken. “Sağa doğru düzelt.”

Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Bu homurdanışın yaklaşık bir saattir benim köleliğimi yapıyor olmasıyla bir ilgisi var mıydı? Belki…

“Gel buraya,” diyerek bana yaklaştığında kovalanacağımı düşündüğüm için panikle geri adımladım. Korkulu suratıma pis bir keyifle baktı. “Koşturmayacağım kızım tırsmadan gel, kendin tak şu yıldızı.”

“Zaten korkmamıştım,” dedim yanağımı kaşırken. Özgür ‘aynen’ der gibi bakıp yanıma adımladı. “Çık koltuğa, omuzuma alayım seni.”

Dediği şekilde koltuğa çıktım. Biraz eğildiğinde bacaklarım göğsüne doğru sarkacak şekilde omuzlarında oturuyordum artık.

Boyumun bir anda iki metreyi aşmasıyla etrafı gökdelenin tepesinden izler gibi bir hal almıştım. Salonu kuşbakışı izlerken Özgür ileri doğru adımladı. Düşmeyeceğimi içten içe bilsem de avuçlarım refleksle saçlarına yapıştı.

“Despina!” dedi Özgür acıklı bir sesle. “Kafam koptu abicim, yavaş.”

“Ay, yanlışlıkla yaptım.” diyerek hemen saçlarını sevdim. “Geçti, geçti. Ağlama.”

Özgür yine duyamadığım bir şeyler homurdanıp benimle birlikte salonun camının önünde duran, boyu onların boyuna neredeyse denk olan ağacımıza doğru ilerledi.

Yılın bitmesine sadece on gün kalmıştı. Dün akşam babam kocaman bir kutuyla eve gelince içinden çıkmasını beklediğim şey kocaman bir yılbaşı ağacı değildi fakat gördükten sonra çocuklar gibi heyecandan resmen yerimde duramamıştım.

Babam ve abim tarafından kurulan, tüm parçaları birbirine takıldığında salonda kocaman bir yer kaplayan ağaç uzaktan bakıldığında canlı sanılacak kadar güzeldi.

Babam ağacı almış ancak süsleyebileceğim hiçbir şey almamıştı. Bu yüzden ağaç kurulur kurulmaz süsleyememiş ve sabahı zor etmiştim. Sabah erkenden bir dolu süs aldığımızda ise artık hiçbir engelim yoktu.

Babam ve abim evden çıkınca bana bu işte yardım etmek üzere tek kalan Özgür’dü. Ağacın boyumun yettiği kısımlarını kendi kendime, ona hiç bulaşmadan süslemiştim. Artık parmak ucumda yükselemediğim yerlere geldiğimde ise sandalyeye çıkmaya çalışsam da Özgür izin vermemiş ve benim direktiflerimle bana yardım etmeye başlamıştı.

Ağaç neredeyse tamamen hazır olduğunda geriye kalan tek iş, en tepeye yerleştirilecek yıldızdı. Özgür bir türlü istediğim gibi yerine koyamayınca çileden çıkmış ve az önceki an yaşanmış, omuzlarına çıkmıştım.

“Biraz geri çekil de bakayım, olmuş mu anlamadım ki.”

Yıldızı elimden geldiğince düzelttikten sonra konuştuğumda beni dinleyerek geriye doğru adımladı. Ağacı süzüp yıldızın güzel bir konumda olduğundan emin olduğumda ellerimi çırptım. “Olmuş!”

“Çok şükür,” diyerek söylenen Özgür’ün kafasını ittim azıcık. “Öyle denmez.”

“Nasıl denir?”

“Canım kardeşim seninle iş yapmak harikaydı, denir.”

Özgür güldü. Bedeni sarsıldığı için ben de tepesinde biraz sallanmıştım.

“Canım kardeşim kısmı zorunlu mu?” diye sorduğunda öne doğru eğildim tepesinden. Yüzünü görebilir hale geldiğimde bakışlarımla karşı karşıyaydı. “Canın kardeşin değil miyim?”

Sessiz kaldı.

“Canının en içi değil miyim?”

Yine sessiz kaldı.

İç çektim. “İyi denk gelmiş,” dedim rahatlamış gibi. “Benim canım abim de Özgün zaten.”

“Atarım seni iki metre yükseklikten aşağı şimdi.”

“At,” dedim ‘bana ne’ der gibi. “Babama söylerim ki.”

“Yok ya,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Var ya,” dedim hemen onu taklit ederek. “Sen beni iki metreden at, babam seni elli iki metreden atsın.”

Bir şey hesaplıyormuş gibi duraksadı. Sanırım bunun ne ölçüde adil olduğunu düşünüyordu. Ardından yeterince düşünmüş olacak ki beni bacaklarımdan tutarak koltuğa yakın bir yerde indirdi yavaşça.

“Ne sinsi bir şey oldun sen be!” diyerek beni ayıpladığında dil çıkarttım.

Sehpadaki telefonumu alıp ağacın fotoğrafını çekmek için hareketleneceğim sırada hızlı davrandığım için birden başım dönmüştü.

Koltuğa doğru yalpalamama sebep olan baş dönmem, arkası bana dönük duran Özgür tarafından fark edilmediğinde sakince nefeslenmeye çalıştım.

Omuzuna çıkıp indiğim ve oradayken kafamı aşağı eğdiğim için beynim yerinden oynamıştı belli ki.

Gözlerimi bir iki saniyeliğine yumup kendime gelmeyi beklerken sanırım Özgür de arkasını dönüp bana bakmıştı. Çünkü ben gözlerimi açamadan yanımda bitmiş ve sırtımdan beni kavramıştı hemen.

“Despina?” dedi tereddütle. “Ne oldu abim? Şaka yapıyorsan gülmeyeceğim, böyle şakalar sevmediğimi biliyorsun.”

Özgür’e her çeşit şakayı yapabilir, her konuda dalga geçebilirdim ama kendimin veya bir başkasının canının yanıyor olduğuyla ilgili ufak da olsa şaka yapma denemelerimde tepkisi tahmin edilemeyecek kadar fazlaydı.

“Şaka yapmadım,” diye mırıldandım kızmasın diye. “Bir şey olmadı, başım döndü azıcık.”

Gözlerimi kısık da olsa açtım. Kapatmadan önceki halimden çok daha iyiydim. Anlık bir şeydi, geçmişti.

“Otur şuraya, omuzuma aldım bıraktım ya ondan olmuştur.”

“Evet, ben de öyle düşündüm.”

Koltuğa oturdum. Zaten iyiydim ama Özgür bir süre benim kalkmama izin vermedi. Bakışları yüzümde gezinip gerçekten başımın dönmediğinden emin olana kadar oyalandı.

“İyiyim Özgür,” dedim artık oturmaktan ve onun gözleminden daralarak.

“İyisin tabii çığırtkan,” derken alnımdan sertçe öptü.

Özgür kalkmama nihayet izin verdiğinde kendime bulduğum yeni iş -daha doğrusu zorunlu işim- ağacı süslerken birbirine karışan ortalığı toplamak oldu. Süslerin şeffaf paketlerini, ağaçtan dökülen yeşil küçük parçaları toplamakla oyalandığım süre boyunca Özgür sırf temizliğe yardım etmemek için ‘kahve yapacağım’ diye mutfağa kaçmıştı. Bir kahve ne kadar uzun sürede yapılırsa o kadar süre harcayarak resmen ben temizliği halledene kadar da geri gelmemişti.

Normal haline dönen salonda, bakışlarımı ağacın etrafına doladığımız renkli ışıklarda gezdirdiğim sırada Özgür’ün büyük emekle(!) yaptığı -filtre kahve makinesinin eseri olan- kahvemi yudumluyordum.

Telefonunda mesaj yazmakla meşgul olan Özgür’ü rahatsız etmeden kendi kendime vakit geçiriyordum. Ağacı izlemek, benim için biraz da ‘yeni yıla nasıl gireceğimi hayal etmek’ demekti.

Yanımda olacak kişileri, olamayacak kişileri, dileyebileceklerimi ve de dilemeye bile yeltenmemin mantıksız olacağı her şeyi düşünürken dalgınlaşmıştım.

“Ben bakarım tabii kapıya da,” diyerek ayaklanan Özgür’ü duyduğumda kapının çaldığını yeni anlamıştım aslında. “Duymadım ki,” diyerek ona da bunu açıkladığımda bana göz kırptı uzaktan. “Şaka yapıyorum deli, açarım ben.”

Özgür kapıya giderken ben de yerimde kalmak yerine kalkmıştım tabii ki. Bu evde kapı açılacaksa ben de hemen koşturup bir kenardan bakmalıydım çünkü. Üstüme düşen önemli bir görevdi bu.

Elimde bitirmediğim, buz kesen kahvemi tutuyordum. Ayaklanınca onu bir kenara bırakıp serbestçe adımlamıştım hemen salondan dışarı.

Özgür kapıyı açmakta aceleci davranmış olacak ki, hole çıktığımda yetişebildiğim tek şey fırtına gibi içeri adımlayan ve odasına doğru hızla giden abim oldu.

Şaşkınca arkasından bakarken kapıda kalan ikiliye döndüm biraz sonra. Babam ayakkabısını çıkartıyordu, Özgür ise benim gibi şaşkındı.

“Ne oldu tam olarak?” diye konuşan Özgür’e katılıyordum. Ne olmuştu?

“Bir şey olduğu yok.”

Babam da içeri girince Özgür kapıyı kapattı. Evin sıcaklığı kapı bir süre açık kaldığı için hemen değişmişti. Yeniden ısınmayı beklemeden babama doğru gittim.

“Kavga mı ettiniz abimle?” diye sordum fakat bakışlarından böyle bir şey okunmuyordu. Kavga etseler babamda da o kavganın izlerini görürdüm, yüzü gergin olurdu; değildi.

“Etmedik bebeğim,” dedi saçlarımın başlangıç çizgisine, alnımın üstüne doğru dudaklarını bastırıp. “Telaşlı telaşlı açma mavilerini, kötü bir şey yok.”

Omuz silktim. “Tamam, abime bakayım o zaman. Neden koştu ki hemen? Ağacı süsledik, size de gösterecektim.”

Koridora doğru yöneleceğim sırada babam kolumdan nazikçe tuttu. “Şimdilik bana göster ağacı, abin sonra bakar Ahu’m. Yanına gitme şu an.”

Kaşlarım çatıldı. “Niye gitmeyecekmişim?” dedim sorguyla. Madem kötü bir şey yoktu, neden gidemiyordum?

“Ahu,” dedi babam ‘ısrar etme’ der gibi ama umursamadım. Kolumu babamın elinden çektim.

Abimin odasına doğru giderken arkamdan tekrar seslenmedi, beni durdurmaya da çalışmadı. Ama derin bir nefes aldığını biraz uzaklaşmama rağmen duyabilmiştim.

Özgür ile aralarında bir şeyler konuşmaya başladıklarında onlara hiç kulak vermeden odanın kapısına kadar adımladım.

Kapıya bir kez vurup içeriden gelebileceğime dair bir ses duymayı bekledim. Hiçbir ses gelmediğinde ise sanki ‘gel’ denmiş gibi kapıyı açıp kendimi içeri atmıştım. Nezaketten de anlamıyorlardı.

Abimi odanın neresinde bulacağımı bilemediğim için kapıyı kapattıktan sonra bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Odanın diğer ucunda kalan yatakta, sırtı bana dönük kalacak şekilde oturduğunu gördüğümde dudaklarım istemsizce büküldü.

Üzgün müydü?

Küçük adımlarla yatağa doğru yaklaşacağım sırada sesini duydum. “Despina çık,” dedi bir anda. “Şu an yalnız kalmak istiyorum.”

Adımlarımı onu duyduğum anda kestim. Rahatsız olmasını istememiştim.

“Sessizce bekleyecektim,” dedim kendimi anlatmak isteyerek. “Soru sormadan duracaktım.”

“Çık,” dedi tekrar.

Bir şey söylemedim. Kovulmak keyifli değildi tabii ama yalnız kalmak istiyor olması normaldi, üstüme alınmadım.

Kapıya doğru döneceğim sırada birden ayağa kalktı. Bana doğru hızlı adımlar attığında ne olacağını anlamadığım için olduğum yerde durmuştum öylece.

“Çık dememden ne anlıyorsun?” dedi yüzüme bakarken. Yüzüme bakan kişinin bir an için kim olduğunu ayırt edememiştim.

Onunla ilk karşılaştığım sabah açılan kapının ardında, henüz kim olduğunu öğrenmeden önce yüzünde gördüğüm hissiz bakışlar yeniden yüzünde misafirdi. Belki de misafir olan, sıcacık bakan haliydi; ev sahibi geri dönmüştü. Seçemiyordum.

Delice acele etmeseydi ona direnmeyecek ve çıkacaktım zaten. İçeride bir dakika daha kalmama bile tahammülü yokmuş gibi neden üstüme yürüyordu?

Kapıya doğru gitti. Kapıyı sertçe açtı. Ardından bileğimden tuttu beni. Tutuşu sıkı ya da can yakıcı değildi ama devamında beni canımı acıtmadan da olsa çekiştirmesi ve kapının dışına doğru itmiş olması dudaklarımın şaşkınca aralı kalmasına neden olmuştu.

“Abi,” diyebildim sesimi bulabildiğimde. Yüzüme bile bakmadı, kapıyı kapattı ve kilit sesini duydum.

“Geri gelmeyecektim ki,” dedim kapanan kapıya doğru mırıldanarak. “Çıkacaktım kendim.”

Kendi kendime konuşurken bakışlarım kapıda takılı kalmıştı.

Omuzlarım düşerken, tıpkı Özgür’ün omuzundan indiğimde olduğu gibi başım dönmeye başladı. Bu kez o andan daha yoğun, daha fazla bir histi.

Düşecekmiş gibi hissettiğim için bir yere tutunmaya çalıştım. İçeriye doğru seslensem, babama ya da Özgür’e sesimi duyursam yeterdi ama sesim çıkmıyordu bir türlü.

Tutunduğum yer önünde durduğum kapının kolu olunca sanki kilitli kapıyı zorluyormuş gibi bir duruma sokmuştum kendimi.

Abimin yeri döven adımlarını duydum, beni odadan çıkartırken olduğundan daha sert bir tepkiyle karşımda duracaktı sanırım.

Kendime gelebilmek için yutkundum. Gözlerimi birkaç kez açıp kapadım.

Tutunduğum kapı kolu elimden kaydığında bunun sebebi kapıyı açan abimdi.

“Git denildiğinde git Despina!” diye gürledi. Onun neye bu kadar sinirlendiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ancak bu öylesine sinirdi ki gözü siniriyle kapanmış, başka hiçbir şey göremez olmuştu.

“Tamam,” dedim fısıltıyla. “Özür dilerim.”

Amacım zaten kilitlediği kapıyı açıp odaya girmek değildi ama şu an kendimi savunacak kadar kuvvetim yoktu.

Bana öfke kusarken sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki benim seslenip çağıramadığım ikiliyi aynı anda koridorun başında hissetmiştim.

“Ne oluyor?” diyerek yarı kızgın yarı meraklı bir sesle konuşan babamdı. Ona doğru dönmeye çalıştım. Dibimde duran abime tutunabilirdim ama beni tekrar itme ihtimali öylece ortadayken bunu yapmak istememiştim. Babama gitmek istiyordum.

“Bir şey olduğu yok,” dedi abim sertçe.

“Kendine gel artık Özgün, sabrımı sınama benim.” Babam abime yükselmekle meşgul olduğu için benim ayakta duramadığımı kaçıran ikinci isim oldu. Abimi bana olan, babamı ise abime olan siniri kör etmişti.

Gözlerimin önünde garip bulanık şekiller belirip kaybolmaya başladığında, kulaklarımı bir uğultu sardı. O uğultunun arasında seçebildiğim tek ses Özgür’e aitti.

“Despina!” diye bağırmıştı duvarlara çarpan ve yankı bulan sesiyle.

En sonunda birinin gözüne görünebilmiş olmanın, düşersem beni tutacak birini bulmanın güvencesiyle kendimi sıkmayı bıraktım.

Bedenim tüm kontrolünü elimden alarak düşerken bana sarılan kolların Özgür’e ait olduğunu biliyordum.

Bir abim beni öfkeyle def etmiş olsa da, diğerinin kolları arasındaydım. Güvendeydim. Bunu hisseden bilincim, karanlıkta kaybolmakta hiç gecikmedi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm