Aykırı Çiçek 56.Bölüm
56.BÖLÜM
11 Mart 2002, İstanbul
“Bu son kaşık
annecim, bak bitti. Üzme beni hadi.” Pınar, büzülmüş dudaklarıyla duran kızını
ikna etmeye çalışırken tüm yolları denemekteydi.
O sırada
Deniz’in bakışları oturdukları koltuğun sağında kalan oyun alanındaydı. Yemek
yeme sıralarını savmış olan üçüzleri çoktan oyuncaklara gömülmüş, kendi
hallerinde bir oyun kurmuşken Yekta abisi de onların yanında arabasıyla
oynuyordu. Onların yanına gidip oynayabilmek varken, tadını pek beğenmediği
sebze karışımını yemek zorunda olmak Deniz’i darlatmıştı.
“Bişşürü sebje
vay orada anne, kandıyma beni.” Pınar, boyundan büyük konuşan kızını
yanaklarını sıka sıka sevmemek için otokontrolünü sağlamayı denedi. Tabaktaki
yemek bitmiyordu, Deniz haklıydı. Pınar sadece onu kandırmayı deniyordu. Son
kaşık diye diye tabağın yarısını yedirmişti küçük kıza.
“Toprak ve
Rüzgar hepsini yedi ama annem, onlar büyüyecek sen yanlarında küçücük mü
kalacaksın?”
Deniz bir süre
bunu düşündükten sonra ulaştığı sonucu annesiyle paylaştı. “Evet! Küçükcük
birisi olucam ben, yemicem.”
Pınar,
söylediklerinden bir gram etkilenmeyen kızına daha fazla gücünün yetmeyeceğini
kabullenerek tabağı kenara bıraktı. “Birazdan baban gelir, o yedirsin sana
yemeğini o zaman. Onu kıramıyorsun en azından.” Bunu söylerken Pınar yalancı
bir kırgınlık giymişti yüzüne ve sesine. Deniz’e ‘babanı daha çok seviyorsun’
iması yaptığı çoğu zaman küçük kızı kendisine kıyamıyor ve lafını dinliyordu.
Deniz,
annesinin kendisine küstüğünü kavradığında büyümüş de küçülmüş tavrıyla eliyle
annesinin omuzunu patpatladı. “Anne üsülme, babam gelince de yemicem tamam.”
Pınar ters
tepen planına şaşıramadan Deniz poposunu koltuktan kaydırıp kendisini koştur
koştur üçüzlerinin ve abisinin yanına atmıştı. Pınar kafasını iki yana
sallayarak çocuklarının olduğu tarafa bakmayı bıraktı. Bazen kızı 2,5 değil
12,5 yaşında gibi hissediyordu.
Yarım kalan
tabağı mutfağa bıraktıktan sonra odasında ödev yapıyor olan Yaman’a bakmak için
yürümeye başlamıştı ki zil sesi duyuldu. Kapıya koşmaya başlamadıklarına göre,
üçüzler oyuna bayağı bir dalmış olmalılardı.
Kapıyı
açtığında karşısında yalnızca kocasını bulmayı bekliyordu. Onun yanında duran
birkaç kişilik kalabalığı gördüğünde şaşırmıştı.
“Haber verelim
dedim sana Savaş, ağzı açık kaldı kadının.”
Konuşan kişi,
Savaş’ın üniversitede yakın olduğu arkadaşlarından biri olan Emin’di. Onun
yanında da yine üniversiteden aynı ekibe dahil olan, aynı zamanda da Emin’in
eşi olan Gamze vardı.
“Hoş
geldiniz!” Pınar, şehir dışında yaşadıklarından dolayı bir anda karşısında
görmeyi beklemediği ikilinin şaşkınlığını atlattığında heyecanla konuşmuştu.
Başka bir şehre taşınmaya karar vermeden önce onlarla oldukça sık
görüşüyorlardı, özellikle Gamze’yi çok özlemişti.
Pınar’ın
gözleri Savaş’ın kucağındaki bedene kaydığında kaşları havalandı. “Ayy, kocaman
olmuş ki bu, yerim ben onu.” Emin ve Gamze’nin üç yaşını yeni doldurmuş olan
kızları, Özge tanıyamadığı kadının yüksek tepkisiyle irkilerek Savaş’ın omuzuna
tutundu. Onun bu hareketiyle büyükler gülmüşlerdi.
“Kucağıma
gelmesi için zor ikna ettim, Pınar korkutmasana kızı.” Savaş, yalancı bir
sinirle konuşunca Özge kıkırdayarak yüzünü saklamıştı.
“Kapıda
kaldınız, girsenize.” Kısa bir sarılma ve hal hatır sorma seansının ardından
hepsi içeri geçtiklerinde Pınar aklına gelen detayla, en önden giden Savaş’ı
uyarmadığı için hayıflanıyordu.
Kucağında
başka bir bebekle salona girmişti. Salonda birazdan üçüncü dünya savaşı
başlayabilirdi.
Pınar salona
girdiğinde koltuklara yerleşmekte olan misafirlere kısa bir bakış atıp ardından
asıl kısma, kocasına ve çocuklarına döndü. Savaş, günün yorgunluğuyla detaylara
pek önem veremediğinden yapmakta olduğu şeyin aslında pek mantıklı olmadığını
bir dakika içinde kavramıştı.
Kucağındaki
Özge’yi, oyun alanına doğru götürüp diğerleriyle tanıştırmayı umarak attığı
adımların üçüncüsüne kalmadan; Deniz elinde tuttuğu oyuncakları apar topar
bırakarak poposunu havalandırıp gidebildiği en hızlı adımlarla salondan çıkmak
için hareketlenmişti.
Eve gelir
gelmez kendisini kucaklayıp, öpücüklere boğarak sohbet etmesine alışkın olduğu
babasının kucağında başka biri vardı. Babasının omuzlarına tutunmuş, ona
yaslanmış olan bebeğin kim olduğunu bilmiyordu; ama onu hiç sevmemişti.
Arkasından
aval aval bakan üçüzleri konuyu hiç anlamamış, abilerinin çekiştirdiği
oyuncaklarını geri almak için dalaşmaya başlamışlardı. Savaş ise kendisine
kırgınlıkla bakan yeşillerin verdiği pişmanlıkla kalakalmıştı.
“Pınar,”
diyerek çaresizce karısına baktı. “Git gönlünü al, yoksa yine evi terk edip
amcasına yerleşecek.” derken aklına gelen anıyla istemsizce gülmüştü. Geçen ay,
kendilerine küsüp amcasının evine taşınma isteğiyle birlikte bir gece de olsa
evi terk etmişti Deniz.
Savaş, gülmeye
vakit bulamadan kucağındaki Özge’yi annesine uzattı. “Ben bir Deniz’e bakayım,”
dedikten sonra salondan çıktı. Pınar, az önce bahsettiği evi terk etme
hikâyesini Gamze ve Emin’le paylaşırken; Savaş çoktan koridoru tamamlamıştı.
İlk durağı
üçüzlerin odasıydı. Deniz’in buraya kaçtığını düşünmüştü. Odada kimseyi
bulamadığında ise nereye bakması gerektiğini bilemeyip bir an duraksamıştı ki
duyduğu kesik nefes sesiyle çıkmak üzere tutunduğu kapı kolunu bıraktı.
Rüzgar ve
Toprak’ın beşiklerinin arasında kalan küçük boşluktan gelmişti ses. İlk bakışta
pek görünmeyen, kör noktada kalan boşlukta duran bedeni şimdi dikkatli bakınca
görmüştü Savaş. Ses çıkartmamaya çalışıyor olsa da, ağladığını belli eden nefes
sesleri kulağına ulaşmıştı.
Savaş
kendisine bolca söverek, dikkatsizliğine saydırarak oraya doğru ilerledi.
Kızının kalbinin kırılması tahammül edebildiği bir şey değildi, hele bir de
kendi tarafından kırıldığı için şimdi canı daha sıkkındı.
“Deniz,” diye
seslendi fazla yüksek tutmadığı sesiyle. İçeride olduğunu anlasın, korkmasın
istemişti. “Gelebilir miyim yanına babam?”
Cevap
gelmesini beklerken bir yandan da beşiklerin olduğu kısma kadar gelmişti zaten.
Dizlerinin üzerine doğru çöktüğünde, artık kızı bakış açısındaydı.
Dizlerini
kendine doğru çekmiş, iç çeke çeke ağlayan bebeğini gördüğünde oturup ağlayarak
ona eşlik edecek ölçüde üzgündü artık.
Uzanıp kızını
kucağına çekmek için hareketlendi. “Gel babaya, konuşalım biraz. Hadi meleğim.”
Deniz’in
bedenine sarılan kollarının tutuşundan kaçmak için hareket edeceğini sanmıştı.
Kendisine sinirle tepki vereceğini, sarılmak istemeyeceğini düşünmüştü. Fakat
kızı kendisini yanıltmıştı. Kucağına aldığı beden, boynuna gömülüp sıkıca
kollarını ona dolayınca Savaş şaşkınlıkla duraksadı.
“Babacım,
canımın içi ağlama lütfen.” Savaş yere oturup daha düzgün bir pozisyona
geçtikten sonra sırtını Toprak’ın beşiğine yaslamış, kızını daha sıkı tutmaya
başlamıştı. Sırtında gezdirdiği eliyle bebeğini rahatlatmayı umarken bir yandan
da sakinleştirici bir şeyler mırıldanıyordu.
“Bayba,” diye
soluyan kızının yumuşak saçlarına sayısız öpücük bırakırken onu dinliyordu.
“Söyle babasının canı.”
“Başkasının
baybası mı oldun sen?” Kesik nefesleriyle zar zor konuşan Deniz’in söyledikleri
Savaş’ı ona daha sıkı sarılmaya itmişti.
“Hayır tabii
ki güzelim, başkasının babası olmadım.”
“Niye ona
sayıldın, bana sayılmadın, benim baybamsın ama sen.” İçli içli ağlamayı
sürdürürken kendi kendine derdini anlatmaya çalışan Deniz babasını kaçacakmış
gibi sıkı sıkı tutuyordu.
“Senin babanım
tabii meleğim, o benim bir arkadaşımın kızı. Onun babasıyla arkadaşım ben, o da
burada hatta. Seni tanıştıracağım birazdan.”
Deniz
duyduklarını anlamlandırmaya çalışırken, babasının kendi yanında olmasıyla
biraz daha sakinleşmiş sayılırdı. “Başkasına sayılma bayba, ben çok üsüldüm.”
Savaş boynunda
nefeslenen bedeni yavaşça doğrulttu. Yaşlarla ıslanan tombul yanaklarını
avuçlarıyla kuruttuktan sonra yüzünün her yerine öpücükler bırakmaya başladı.
“Kurban olurum ben senin kalbine, üzülme babacım. Tamam, bir daha başkasına
sarılmak yok. Sana sarılacağım bir tek.”
“Toypak ve
Rüsgar’a da sayıl,” dedi hemen Deniz. Üçüzlerini de düşünmek zorundaydı.
Savaş onun
üçüzlerine kıyamayışına gülümsedi. Başını salladı onaylar gibi. Ama Deniz’in
aklındakiler bitmemişti henüz. “Abişimlere de sayılabiliysin.”
Savaş bu kez
dayanamayarak sesli bir biçimde güldü. “Tamam, o zaman sen kimlere sarılmama
izin verdiğini tek tek söyle bana; ben bir tek onlara sarılayım.” Alaya alarak
konuştuğu kızının bunu ciddiye alacağını, önlerindeki dakikaları tanıdığı
insanlara sarılma izni verip vermeyeceğini düşünerek geçireceğini bilseydi
kesinlikle bu cümleyi kurmaktan vazgeçerdi Savaş.
Bunu atlatıp
salona indiklerinde ise cezasının sonlandığını düşünmüştü, fakat kızının
hinlikle dolu aklından geçenlerden habersizdi.
Özge annesinin
kucağında yol yorgunluğuyla uyuyakaldığında, Deniz için gün doğmuştu. Babasının
tanıştırdığı adamın, o bebeğin babası olduğunu anlayınca normalde yeni tanıştığı
insanlarla yan yana bile oturmayan Deniz, intikam aşkıyla kendisini Emin’in
kucağına atmıştı.
Savaş
Göktürk’ün ne denli kıskanç bir adam olduğunun pek farkında olmasa da ona
verebileceği en iyi cezayı vermiş ve saatlerce babasının gözünün önünde Emin’e
sırnaşıp durmuştu.
O akşam Savaş,
kızının damarına bir daha basmama konusunda kendi kendine bolca söz vermişti.
Kendisinden daha deli olan kızının hali gözünü yeterince korkutmuştu.
~
Yüzümün sıcacık bir yere yaslı olduğunun farkında olacak
kadar ayıktım. Birkaç dakika önce uykumdan sıyrılmış fakat hareket etmek yerine
olduğum yerde kalmaya devam etmiştim.
Göz ucuyla görebildiğim kadarıyla güneş yeni yeni
doğuyordu. Dün hem kendi düşüncelerimden hem de bu düşünceleri dile getirmekten
kaçabilmek için oldukça erken uyumuştum. Acar her ne kadar beni ayık tutmaya
çalışıp konuşmak istediyse de inat etmiş ve bir şekilde bilincimi uykuya
yuvarlamıştım. Sabahın köründe uyanışım sebebi de buydu.
Gece çok rahat bir uyku uyuyamamıştım. Birkaç kez, şimdi
içeriklerini hatırlayamasam da, kâbusa benzer rüyalarla irkilerek uyanmış;
Acar’a sokulup sakinleşerek yeniden uykuya dalmıştım. İlk iki uyanışımda Acar
henüz uyumuyor olduğundan, onun bana göre çok geç yattığını biliyordum.
Önümüzdeki dakikalarda kolay kolay uyanmayacağı kesindi.
Hareket edersem uyanabileceğini düşünerek olabildiğince
sabit duruyordum. Yüzüm boynuna yaslıydı, o sırtüstü uzanırken ben soluma
dönerek ona doğru sırnaşmıştım. Avucumu bıraktığım göğsünden yükselen düzenli
kalp atışlarını sayarken vakit geçirmeyi deniyordum.
Dün başta Yaman abim olmak üzere herkesin sayısız kez
Acar’ı aradığını, telefonuna gözüm takıldığında fark etmiştim. Burada olmayı,
daha da önemlisi burada kalmayı seçmem onları üzmüş olabilirdi belki; ama buna
ihtiyacım olduğunu hissetmiştim.
Yirmi dört saat kadar önce bulunduğum şehir, o çiftlik ve
karşılaştığım manzara kesinlikle aklıma iyi gelmemişti. Abimin oraya gidene dek
ruhu alınmış gibi içine kapanmasını, babamların gerginliğini bir süre daha
unutabileceğimi sanmıyordum. Sinem’in durumun gerçekliğini kavrayamadığı
dakikaları, odadan çıkartmaması için abime yalvarışlarını zihnimde tekrar
tekrar yaşayıp duruyordum.
Tüm her şeyin merkezinde ben varmışım, benim varlığım
birbirine bağlı binlerce düğüm atmış gibi geliyordu. Dün, yaşananların ilk
sıcaklığıyla tamamen kendimi suçlamış; delirmişçesine o yangında, o çiftlikte
kül olmuş olmayı dilemiştim. Üzerinden zaman geçtikçe, biraz da olsa
sakinleşmiştim. Acar’ın söyledikleri, bensiz yirmi yıl geçiren ailemin ben
geldikten sonraki halini düşünmeme yol açmıştı.
Yine de aklımın tamamen boşaldığını, sağlıklı
düşünebildiğimi söyleyemezdim ama biraz daha iyiydim işte. Kötünün iyisiydim.
Kendi kendime düşünmekle meşgulken Acar’ın göğsüne
parmaklarımla anlamsız şekiller çizerek elimi oyalıyordum. Burnum kokusunun en
yoğun olduğu yere yaslı olduğu için bebek sever gibi içime dolan şiddetli sevme
güdüsüyle dudaklarımı sertçe boynuna bastırdım.
Az önce uyanmasından çekiniyorken ani bir kararla bundan
vazgeçmiştim. Sevesim gelmişti, uyanmalıydı.
Boynuna peş peşe bıraktığım sert öpücükler homurdanmaya
başlamasına sebep olurken dudaklarım kıvrıldı. Yüzümü o kuytudan çekip, başımı
geriye atarak ona baktım. Avuçlarımı göğsüne yaslayarak yükselişimi
kolaylaştırmıştım. Şu an karabasan gibi üzerine çöktüğüm söylenebilirdi.
Zorlukla araladığı gözlerinden belli olmaya başlayan acı
kahve irisleri direkt yüzümü bulmuştu. “Kâbus mu gördün tekrar bebeğim?”
Gece boyunca sürekli bu sebeple uyandığım için beni görür
görmez sorduğu soruyu garipsememiştim. Başımı iki yana salladım. “Uykumu aldım,
o yüzden uyandım.”
Saniyeler geçtikçe daha da kendine gelip ayıldığı için
gücünü toplamış olacak ki beni tuttuğu gibi üzerine bırakmıştı. Göğsünün
üzerinde yataktaymış gibi yüzüstü uzanır haldeydim şimdi.
Burnum çenesine denk geldiği için biraz acıyınca yüzümü
buruşturdum. Ben daha mızmızlanamadan burnumun üzerinde dudaklarını hissettim.
“Acıdı mı?”
“Çok,” dedim harfleri uzata uzata. “Kırıldı galiba
Acarcım, yardım edebilir misin?”
Dudakları kıvrıldı, gözlerine ulaşan pırıltıların benim
sırnaşık halimden kaynaklandığı belliydi. “Seve seve Feriscim, seve seve.” Önce
tekrar burnuma ardından yüzümdeki boşluklara konan öpücükleriyle sabah sabah
bolca mutluluk hormonu salgılamaya başlamıştım.
Son aylarda hayatımdaki düşüşler o kadar sık gerçekleşiyordu
ki artık üzülme ve dertlenme süremi gittikçe kısaltmak zorunda kalmıştım. Bazı
hislerimi anlık olarak yaşıyor, ertesi sabaha onlarsız başlıyordum. Bunu
yapamasaydım, beni çoktan tamamen delirmiş hale sokacak olan olaylar sonucunda şu
an yattığım yatak muhtemelen bir akıl hastanesine ait olurdu.
“Sen biraz daha uyuyacak mıydın?” diye sordum sanki onu
uyandıran bizzat ben değilmişim gibi.
“Uyanmasam yiyip bitirecektin beni, tehlikede hissedince
uyandım yoksa uyurdum biraz daha.” Dalga geçerek konuşurken yalandan yüzüme
yerleştirdiğim küskün bakışlarımla ona baktım. “Tamam, öpmem bir daha.”
‘Kesin öyle olur’ der gibi bakıyordu şu an. Ne vardı yani
temas etmeyi, öpmeyi seviyorsam? Sevgilimdi sonuçta, hatta parmağımda yüzüğünü
taşıyordum bir de.
Yüzüğü hatırladığımda sağ elimi görüş açıma kaldırıp
parıldayan taşı inceledim. Canım sıkıldıkça bunu yapmayı hobi edinmiştim.
“Ağzıma soktun yavrum yüzüğü, niye sana asılmışım da yüzüğünü görünce
gidecekmişim gibi ittiriyorsun elini bana?”
“Belki utanıp gidersin diye düşündüm ama utanmaz arlanmaz
birine benziyorsun zaten.”
“Feris!” diye yükseldiğinde kıkırdayarak yanağımı omuzuna
yasladım. “Şaka sevgilim şaka.”
“Tatlı tatlı sevgilim diyerek beni yumuşatabileceğini mi
sanıyorsun?” dediğinde başımı olduğum yerde onaylar anlamda salladım. “Evet,”
“Doğru sanıyormuşsun.” demesini beklemediğim için birkaç
saniye duraksadım. Hemen ardından küçük bir kahkaha atmıştım.
Gülüşüm yükseldiğinde Acar’ın büyük bir dikkatle yüzümü
izleyişi gözümden kaçmamıştı. Dünkü halimle bu halimi bağdaştırmaya
çalıştığından ama sonuca ulaşamadığından emindim.
İyi olmaya çabalayışım gözlerime yansıyor muydu
bilmiyordum fakat elimden geleni yapıyordum, yapmaya da devam edecektim.
Yaşamımın engebelerle dolu oluşu müdahale edebileceğim bir durum değildi, tek
tesellim ise o engebelerin sonunun her seferinde iyi sonuçlanmış olmasıydı.
Yıllar boyunca ailemden boşu boşuna ayrı kalmıştım, ama onlara kavuşmuştum. Abim neredeyse
iki yıl boyunca boşu boşuna eşinin yasını tutmuştu, ama ona kavuşmuştu.
Acar’ın beni yataktan kalkmaya ikna etmesi oldukça uzun
sürmüştü. Burada amaçsızca uzanma fikri diğer tüm fikirlerden daha cazip
geldiğinden beni omuzuna atıp havalandırana dek kılımı kıpırdatmamıştım.
Yatağa geri dönmeme izin vermediğinde de kendimi banyoya
atıp duş alacağımı söylemiştim. İçeri girip duşuma ortak olma çabalarını da
beni yataktan kaldırmasının cezası olarak reddetmiştim. Gerçi bunun kime ceza
olduğu tartışılabilirdi. Acar’ı ne zaman cezalandırmak istesem olan bana oluyor
gibiydi.
Banyoda fazlasıyla oyalandıktan sonra üzerime sardığım
havluyla koridora adımladım. Kendimi kasmaktan gerim gerim gerilen kaslarım
gevşemiş, üzerimdeki ağırlıktan bir nebze de olsa arınmıştım.
Odaya vardığımda Acar’ı kulağında telefonla yatakta
oturuyorken bulmuştum. Konuştuklarını duyduğumda telefonun ucundaki kişinin
tanımadığım biri olduğunu ve işle ilgili bir şeyler konuştuklarını
anlayabilmiştim.
Bana ufak bir bakış atıp tekrar telefona odaklandığında
aklımda yanan ikaz ışıklarıyla sırıttım. Bana bakmadığı için bunu görememişti.
Havluyla dolaba ilerleyip, burada bıraktığım
kıyafetlerime ulaşabilir ve öyle giyinmeye başlayabilirdim. Ama canım istememişti.
Havlunun göğsümde birleşen uçlarını yavaşça birbirinden
ayırdığımda kumaş parçasının üzerimde kalmasının tek güç kaynağı artık
parmaklarımdı.
Hareketlerim planlı değilmiş gibi dolaba doğru yürüdükten
sonra dolap kapağını açmak için uzandığımda, havluyu tutmayı bıraktım. Havlu
hızla yerle buluşurken bedenim örtüsüz kalmıştı.
Sırtım Acar’a dönüktü ama dolabın kapaklarındaki geniş
ayna onu görebilmeme olanak sağlıyordu. Havlunun düşerken çıkarttığı sese
refleksle dönüp bakmıştı. Bir yandan telefondaki kişiye proje konulu bir şeyler
anlatıyordu.
Bedenime çevrilen bakışları bir saniye bile üzerimden
ayrılmazken onun farkında bile değilmişim gibi dolabın sağ kapağını açtım. Alt
raflardan birkaçı benim kıyafetlerimle doluydu. İç çamaşırlarına uzanmak için
eğilmek zorunda olmamı fırsata çevirerek belimi kıvırıp eğildim.
Sanırım bu hamlem, Acar’ın sabrının son çizgisini de
geçmişti. Ne zaman ayaklandı ve ne zaman dibime kadar geldi algılayamamıştım.
Çıplak belimi parmaklarını bastırarak kavradığında elimde duran çamaşırlarla
birlikte doğrulmak zorunda kalmıştım. Doğrulduğumda sırtım onun göğsüne yapboz
parçası gibi yerleşti.
Dolabın sol kapağını açmadığımdan aynadan halen onu
görebiliyordum. Daha doğrusu bu kez ikimizi görüyordum. Bana oranla uzun ve iri
bedeni kocaman bir dağa yaslanmışım gibi duruyordu. Kulağından hâlâ çekmediği
telefonuna bakılırsa yaptığı konuşma önemliydi ve bunu fark etmek beni daha da
eğlendirmekten başka bir şeye yaramamıştı.
Belimdeki tutuşu hiç gevşememişti, parmaklarının tenimde
iz bırakacağından emindim. “Bugüne toplantı ayarlayabilmem mümkün değil.”
diyerek telefona gerginlikle bir şeyler söylerken omuzlarımı düşürerek sırtımı
göğsüne daha sert bastırdım. Bunu yaparken kontrol edemediğim(!) kalçalarım da
ona yaslanmıştı.
Çıplak oluşumun verdiği ürperti ve sırtımın yaslı olduğu
bedenden buram buram akan enerjiyle sertleşip belirginleşen göğüs uçlarım
canımı acıtmaya başlamıştı. Başımı geriye doğru atarak omuzuna yaslarken göz
göze gelebilmemiz için boynum gerilmişti.
Bakışlarımız aynanın üzerinde çarpıştığında dudaklarımı
büktüm. Telefonu önümüzdeki dakikalarda kapatamayacağını anladığımda kendi
başımın çaresine bakmam gerektiğini düşünerek bir elimi yukarıya doğru
kaldırdım. Karnımın üzerinden yavaşça yukarı tırmanan elim dolgunluklarıma
ulaştığında ilgi isteğiyle şişmiş göğüs uçlarımdan birini kavramıştım.
“Devam et,” diye konuştuğunu duyduğumda bunun kime
olduğunu anlamak için duraksadım. “Size demedim Şükrü Bey,” devamında gelen
cümleyle kahkaha atmamak için dudaklarımı sertçe ısırdım.
İstediğini vermeyip elimi kıpırdatmak yerine göğsümde
asılı bıraktığımda belimdeki parmakları tenimi delecekmiş gibi olduğu yeri
okşadı.
Acar’ın gözlerinde harlanmaya başlayan alevleri görmeye
başladığımda kendimi geri çekmek için hareket etmeye niyetlendim. Onu
kışkırttıktan sonra rahatça geri çekilebileceğimi bana düşündüren neydi
bilmiyordum ama işler beklediğim gibi ilerlememişti.
Karnımın üst kısmına doğru çıkarttığı koluyla bedenimi
kilit altına alıp sıkıca tuttuğunda kapana kısılmıştım. Diğer eli halen
telefonda olduğundan gücünü tam olarak kullanamasa da benim karşı koyma
kuvvetim yetersizdi.
“Detayları daha sonra konuşalım, şu an müsait değilim
maalesef.” Son sözcüğü bastıra bastıra söylemişti. Hissettiklerinin tam tersi
olduğu, maaleseflik bir durum bulunmadığı anlaşılıyordu. Güldüm. Kıkırtım
tahmin ettiğimden yüksek çıktığında Acar apar topar telefonu kapatmıştı. Bu,
gülüşümün daha da yükselmesine sebep oldu.
Telefonunu arkamızda kalan yatağa yavaş sayılamayacak bir
hızda attıktan sonra artık iki eli de boşta olan Acar’dan korkmaya
başlayabilirdim.
“Birileri beni özlemiş,” derken sesi boğuktu. Kastettiği
birilerinin ben olduğumu zannetsem de birkaç saniye sonra karnımdaki kolu
göğüslerimin tam altına ulaşıp onları yükselttiğinde asıl muhatabının
dolgunluklarım olduğunu anlamıştım.
Memelerimin Acar’ı duyma yetileri var mıydı emin değildim
fakat uyarılmaya devam ettiklerine göre onu az çok anlayabilmişlerdi bence.
Uçlarımın mümkünmüş gibi daha da sertleşmiş olması, aynadan pür dikkat onları
izleyen Acar’ın gözlerinden tabii ki kaçmamıştı. Dudakları keyifle kıvrıldı.
Göğüslerime sarılı olmayan kolunu kaldırıp elini boynumun
hizasına getirdiğinde ne yapacağını öngöremediğim için merakla bekliyordum.
Boğazımda belli belirsiz sürtündüğünü hissettiğim parmakları yavaşça çeneme
doğru tırmandığında yutkundum. Başımı daha da geriye atarak omuzuna daha sıkı yaslamaya
çalışmıştım bu sırada.
Alt dudağıma kadar ulaşan parmakları dudağımın
sınırlarında gezinirken başparmağıyla dudağımı aşağıya doğru çekti. “Benden
istediğin bir şey var mı?” diye sorarak oynama sırasının ona geçtiğini belli
eder biçimde ipleri ele aldığında dudaklarım hafifçe aralandı.
Kalın başparmağının ağzımın içine sızışını aynadan anbean
görebiliyorken bedenimi tamamen kuşatmış olması beynime kırmızı ikaz ışıkları
yakıyordu. Dilime sürtünen parmağını dudaklarımı kapatarak emme güdüsüyle
dolduğumda, ben bunu yapamadan önce parmağını ağzımdan çekti. İtiraz etme gibi
bir çabaya girme ikilemindeyken parmağını duraksamadan göğsüme indirerek sağ
göğüs ucuma dokunduğunda yay gibi gerilmiştim.
Ağzımın nemine bulanan parmağını şişmiş ucuma yavaşça
sürttü. “Şişkin pembeliklerinin ıslaklığına nasıl tepki verdiğini gördün mü?”
derken parmağının ucundaki yuvarlağı sağa sola yatırıp eziyordu. “Ama eminim
ağzımın ıslaklığını tercih ederlerdi.”
Kurduğu cümlenin hemen ardından gözümün önüne Acar’ın
ağzına göğsümü aldığı sahneler doluşurken kısık bir sesle inledim. İlk defa
yakınlaşmıyorduk ama ya arkamdaki bu adam büyülüydü ya da ben ona olmaması
gereken bir ölçüde bağımlıydım ki her seferinde bana ilk kez dokunuyormuş gibi
tenimi yakabiliyordu.
“Evet, öyle tercih ederlermiş.” dedim az önce memelerimle
iletişim kurmuş ve bunu onaylatmış gibi. Bu tavrım Acar’ın gülüşünü büyüttü.
Göğüs ucumu çekip bıraktığında bedenime yayılan anlık acı dudaklarımdan bir
sızlanma dökülmesine neden oldu.
“Ama şanslarına küsmeliler güzel bebeğim,” Afallamış bir
biçimde aynadan göğsümdeki ellerini izlediğim bakışlarımı yukarıya taşıdım. Göz
gözeydik şimdi. “Bana henüz ödemediğin ceza borçların için onları kırmak
zorundayım.”
Gözlerim kısıldı. Bedenimdeki ateşin, birazdan yarım
kalacağımı bildiğimden sinire dönüşmesini uzaktan izlemiştim. “Acar…” dedim
uyarır gibi.
“Söyle zümrüt göz,”
“Bir daha değil memelerimi elimi bile göstermeyeceğim
sana, çek ahtapot kollarını üzerimden!” Sinirle carladığımda Acar kocaman bir
kahkaha patlattı.
“Şşş, çok ayıp. Sen söz hakkına sahip değilsin, eminim
memelerin beni seve seve görmek isteyeceklerdir.”
Kollarının arasından sıyrılıp arkama döndüm. Böylece yüz
yüze gelmiş olduk.
“Kendi memelerin görmek istesin seni, benimkiler
istemiyor!” Yere düşürdüğüm iç çamaşırlarını alıp sinirli sinirli homurdanarak
üzerime geçirirken Acar büyük bir keyifle bu halimi seyrediyordu. Külotu ve
sütyeni üzerime geçirdiğimde diğer kıyafetlere uzanmadan önce Acar’a doğru
yaklaştım.
Beklemediği bir anda beli aşağıya doğru kaymış olan
eşofmanın lastiğinin hemen üzerine tırnaklarımı sürttüğümde çenesindeki kasın
seğirdiğini görmüştüm. “Ben, beni seve seve görmek isteyecek bazı parçalar
hatırlıyorum sende varolan; ama belli ki uzun
bir süre görüşemeyeceğiz sevgilim.”
~
Odadaki restleşmemizin ve bazı vücut parçalarımıza
getirdiğimiz kısıtlamaların ardından toparlandığımızda ben hiç aç hissetmiyor
olsam da Acar açlıktan öldüğünü söyleyip durarak dışarıda kahvaltı yapmamız
gerektiğini savunmuştu.
Bahsettiği kadar aç olmadığını biliyordum. Bana
değişiklik olsun ve biraz yemek yiyeyim diye yapıyordu bunu. Yine de sesimi
çıkartmadan uyum sağlamıştım.
Üzerimdeki uzun kollu, kazak kumaşlı elbiseyle ve
elbisenin bitiminden biraz aşağıya kadar uzanan çizmelerimle soğuktan
korunabildiğimi düşünsem de hava buz gibiydi. Bu yüzden kabanıma sarma gibi
sarınmıştım arabadan inerken.
Geldiğimiz yerin sahil şeridindeki bir restoran olduğunu
zaten yolun yarısında anlamıştım. Denizin bana iyi geleceğini benim kadar Acar
da biliyordu artık. Benim şifam, aynı
zamanda da adımdı.
Acar arabanın ön tarafından dolanıp yanıma geldiğinde
uzattığı elini tuttum. Parmaklarımız birbirlerine dolanırken yürümeye
başlamadan önce şakağıma küçük bir öpücük bıraktı. “Bu ne içindi?” dedim.
“Birazdan bana kızıp bir süre öptürmeyebilirsin belki
diye depolama yaptım.”
Yaptığı açıklamayı anlamsızca dinlerken beni yürütmeye
başlamıştı. Birkaç soru sorup ne çevirdiğini anlamaya çalışıyordum ama cevap
vermemişti. Restoranın kapısından girdiğimizde asaya eşlik etmek için yanımıza
gelen görevliye gülümsedim.
“Hoş geldiniz, bahçeye mi alayım sizi yoksa iç kısımda mı
oturmak istersiniz?”
“Masamız hazır, teşekkür ederiz.” Acar’ın verdiği cevapla
kaşlarım çatılı halde ona döndüm. “Masamız mı hazır?”
“Güzelim,” diyerek bana yaklaştı. Görevli çoktan
yanımızdan ayrılmıştı. “Ben gayet sabırlı, mantıklı ve güçlü bir adamım.”
dediğinde gözlerim kısıldı. Niye kendini övmeye başlamıştı birden?
“Eee Acarcım?”
“Ama inanır mısın aynı anda tüm Göktürk erkekleriyle baş
edebilecek güç ne bende ne de bir başkasında yok. Yürü de sakinleşsinler artık,
yoksa evlenemeden dul kalacaksın.”
Beynim duyduklarımı işleyemeden Acar tarafından bahçe
kısmına sürüklendim. Camla kaplı kısma çıktığımızda zaten pek dolu olmayan
restoran dolayısıyla kalabalık olan masaya gözüm takıldı hemen.
Acar, tüm Göktürk erkekleri derken abartıyor zannetmiş
olabilirdiniz ama masada gerçekten Yekta abim ve Pamir dışında kalan tüm
Göktürk erkekleri vardı. Babam, abim, üçüzlerim bir tarafta; amcam, Selim ve
Ufuk karşılarındaydı. En baştaki kısımda da annem ve yengem oturuyorlardı.
Ağzım açık kalırken Acar belimden destekleyerek beni
masanın yanına kadar ulaştırmayı başardı. Yanlarına tam gidemeden önce kulağıma
mırıldandıkları gözlerimi doldurmuştu.
“Dün sürekli aradıklarını biliyorsun, gece de konuştuk.
Nasıl olduğunu sorduklarında yalan söyleyemedim, o yüzden ya seni eve
götürecektim ya da böyle bir plan yapacaktım.”
Dün onlardan kaçışım, aslında kendimden kaçmak
isteyişimden kaynaklıydı. Kimsenin bana suçlar gözle bakmayacağını, bunu akıllarından
bile geçirmediklerini biliyordum. Aptal değildim, sadece ruhum yorgundu.
Gözlerim çoğu zaman olduğu gibi kalabalığın arasından
seçtiği bir çift yeşil gözde duraksadı. Hiç uyumadığına dair yemin edebileceğim
gözlerine rağmen baktığımda buram buran etrafa yayılıyor olan gücü ve güveni
görebiliyordum. Bu, belki de en çok bana görünüyor olan sihirli bir özellikti;
bilmiyordum.
“Ben dedim, bu kadar insan toplandık; gözlerini
ayıramıyor yine abimden. Surata bak ya!” Amcamın homurdanmalarını işitirken
dudaklarım kıvrıldı. Aynı anda iki adama âşık olmamda bir sakınca var olsa da
umurumda değildi, çünkü öyleydim.
“Kıskançlığından bir gün çatlayacaksın baba, ben de sana
bakarım yorma kendini.” Ufuk’un ona takılmasıyla amcamla dalaşmaya
başladıklarında her şeyin normal olduğu, son günlerde yaşanan her şeyin gelip
geçici olduğu bulutuna tutunmuştum.
Babamın ayağa kalkmasıyla, kendimi ona doğru atmam aynı
anda gerçekleşmişti.
Kollarımı sıkıca boynuna doladığımda sırtımı ve saçımı
sahiplenen ellerini hissettim. “Bir gecede nasıl bu kadar özletebilirsin
kendini? Ne yapacağım ben seninle can suyum?”
Burnum sızlamaya başlarken babama mümkünmüş gibi daha çok
sarıldım. “Bilmiyorum ki,” derken sesim çocuk gibi çıkmıştı. Babamın kısık bir
sesle güldüğünü duydum.
“Baba kurban olayım bırak ya, bu kız senin ikizin mi
bizim üçüzümüz mü ben anlamıyorum bazen. Sarıp sarmalamaktan yüzünü unutturdun
bize.” Rüzgar’ın dertli dertli yakınmasıyla kendimi dakikalar sürecek olan
sarılma silsilesinin ortasında bulmuş oldum. Tutan beni bırakmıyor, bir sonraki
kişi oyuncakmışım gibi çekiştirene dek sarılıyordu.
Belki başka birini darlatabilecek olan bu yoğunlukta ben
halimden fazlasıyla memnundum. En sona kalan kişinin annem olması işime
geldiğinde yanındaki boş sandalyeye yerleşip kollarımı ona sararak omuzuna
yaslandım. Saçlarımı öpüp okşarken Acar’ın Yaman abimin yanına oturduğunu
görmüştüm. Hemen fısır fısır konuşmaya başlamaları dikkatimi çekse de diğer
uçta oldukları için ne duyabilmiş ne de sorabilmiştim.
İkili üçlü gruplar halinde konuşmalar dönmeye başlarken
annemin kulağına doğru yaklaştım. “Anne,” diye mırıldandım.
“Söyle annem,” dedi hemen bana doğru dönerken.
“Abimler evde mi?” diye sordum. Onların neler yaşıyor
olduğunu hem merak ediyor hem de öğrenmekten çekiniyordum. Her şeyin yolunda
gidiyor olmasına ihtiyacım vardı.
“Evdeler birtanem, ama kendi evlerindeler. Yekta, Sinem’e
oranın daha iyi geleceğini düşündü. Birkaç gün üçü birlikte vakit geçirsinler
sessiz sakin istedik.”
Sinem’in gidişinden önce abimlerin ayrı bir evde yaşıyor
olduğunu daha önceden öğrenmiştim. O gidince Pamir için daha sağlıklı olsun
diye annemlerin yanına geri dönmüştü abim.
“Bir şeyler hatırlamaya başladı mı?” dedim yine
cevabından korktuğum sorulardan birini sorarak.
“Tahmin ettiğinden de fazlasını hatırlıyor annecim, yavaş
yavaş her şeyi hatırlayacak. Şimdilik önceliğimiz Pamir’di. O da halloldu
gibi.” Daha farklı ve üzücü cevaplar beklediğim için ilk duyduğumda afallayarak
ve inanamayarak başımı annemin omuzundan kaldırıp ona baktım.
“Üzülmeyeyim diye kandırmıyorsun beni değil mi?”
Annem gülümsedi. Yanaklarımı avuçları arasına alıp
okşadı. “Kandırmıyorum güzel kızım, şimdi saat erken ama daha sonra Yekta’yla
da konuşursun. O da merak ediyor seni zaten, arayıp durdu; eve dönmedi mi
diye.”
Annemin ciddi olduğundan tamamen emin olunca
rahatladığımı belli eden bir nefes dudaklarımdan havaya karıştı. Sinem’in
abimin kucağındaki o halini hatırlayınca annemin söylediklerine inanmak zor
oluyordu ama doğruyu söylediğini bakışlarından ve tavrından anlayabilmiştim.
Sağımdaki deniz manzarasına doğru dönüp orayı izleyerek
birkaç dakika geçirdiğimde sanırım ipin ucunu kaçırmış olmalıyım ki verilen
siparişler sonucunda masa birden dolmuştu.
Çeşit çeşit kahvaltılıklarla dolu masada benim gözümün
gördüğü tek bir tabak vardı. Ona uzanmak için yerimden hafifçe kalkıp kolumu
uzattığım sırada aynı anda babamın ve Acar’ın sesini duydum. Tek fark ikisinin
farklı isimlerimi seçmeleriydi.
Uzanamadığım çilek reçeli tabağına üzgünce bakarken
sinirli tutmaya çalıştığım bakışlarımı babama ve sevgilime çevirip biraz
ikisini de süzdüm.
“Dün bütün gün yemek yemedin, reçelden önce doğru düzgün
bir şeyler yer misin?” Acar, bakışlarım ondayken bunları söylediğinde ilk
birkaç kelimesi babamın kriz geçiriyormuş gibi bana dönmesine sebep oldu. “Ne
demek bütün gün bir şey yemedi?”
Acar’ın bunu özellikle dile getirdiğini anlayınca küskün
küskün baktım. İspiyonlamıştı beni resmen.
“İkna olmadı bir türlü Savaş abi, yediremedim yemek.”
Babamın ve Acar’ın yemek yemem üzerinde ortak fikirlere
sahip olması beni ürkütmedi desem yalan olurdu. Genellikle aralarında köprü
kurmaya alışkın olduğum bu ikilinin ittifak olması benim açımdan iyi
sonuçlanmayabilirdi.
Zayıf karnından en kolay vurabileceğim kişiyi hızla
seçtiğimde kırpıştırdığım gözlerimi amcama çevirdim. “Amcacım?”
“Amcasının güzeli?” diye yanıtlarken aramızda duran
Ufuk’u ittirip çenemi okşadı. “Ye sen reçelini, ben bu herifleri oyalarım.”
Sırıtarak reçel tabağına uzandım tekrar, bu kez de Yaman
abim çekiştirmişti tabağı. “Ya abi ya!”
“Başlatma abine, peynir zeytin yemeye başla hemen Deniz;
yoksa ben zorla yedireceğim. Reçel kaçmıyor abicim hadi.”
Gittikçe güçlenen ittifakın üyelerine tip tip baktıktan
sonra önümdeki salatalık dilimini ağzıma attım. Ardından sinirle ne bulduysam
ağzıma sokuşturmuştum. Yanaklarım nefes almamı engelleyebilecek kadar
şiştiğinde onları çiğneyebilmek için çayıma uzandım.
“Canımın içi ye dedik de hepsini ağzına sok bize hiç
kalmasın demedik aslında, bitti masadaki ürünler bak.” Toprak’a dil çıkartmak
istiyordum ama ağzımda yaklaşık iki aileyi doyurabilecek oranda yemek vardı.
“Küstüm hepinize,” dedim ağzımdakiler bitemeden. Daha çok
‘kostom hoponozo’ gibi bir şey olmuştu ama elimden geleni yapmıştım sonuçta.
“Boğulacaksın yengecim, çayı bırak o sıcaktır. Meyve
suyundan iç.” Yengem elimdeki çay bardağını meyve suyuyla dolu diğer bardakla
değiştirirken ona teşekkür eder gibi baktım. Bana öpücük atmıştı.
“Bana da geldi birazı sanki o öpücüğün.” Amcam hevesle
konuştuğunda yengem yüzünü buruşturdu. “Ne öpeceğim seni be,”
“Anne öpesin yoktuysa biz nasıl old-…” Ufuk kafasına
babasından ağır bir darbe yerken masadan kahkahalar yükselmişti.
“Seni bi’ öperim babacım, unutamazsın bir daha o
öpücüğü.” Amcam Ufuk’u seviyormuş gibi göğsüne bastırsa da sanırım boğuyordu.
“Ufuk boğuluyor galiba,” dedim ağzımdakilerle hâlâ
cebelleşirken. Tam anlaşılır değildi ama biraz önceki denememden daha
başarılıydım.
Ulan dönüp biriniz yardım etmediniz, bu kız yanakları
kopacak halde beni düşünüyor. Kuzen işte, anne baba dediğin nedir ki kuzenin
yanında?” Ufuk’un oyunculuğunu abartmaya başlarken beni tebrik etme amaçlı
omuzuma dokunmayı, pardon, omuzuma tüm gücüyle vurmayı seçmişti.
Olduğum yerde sallanırken dengemi koruyacağım diye
ağzımdakileri unutmuş ve Ufuk yerine boğulan ben olmuştum. Öksürerek kendime
gelmeye çalışırken ağzıma uzatılan suyu yudumladım. Annem sırtımı sıvazlarken
bir yandan da suyu içmeme yardım etmişti.
“Yemeğine dönsün herkes!” diye sinirle soluduğunda az
önce dayılanan herkesin önündeki tabağa gömüldüğünü görünce kıkırdadım. Sınır
tanımayan ittifakın da Pınar Göktürk’e karşı pek şansı olmamıştı.
“Anne,” dedim son harfi sevimli olacak şekilde uzatarak.
“Hım?” diye cevap verirken işaret ve başparmağım arasında
küçük bir boşluk yaratarak gösterdim. “Bu kadarcık reçel yesem, hı? N’olur?”
Annem önce bana ardından antireçelcilere baktı. Tekrar
bana döndü. Onun izin vermeyeceğinden emin gibi bakan babam, abim ve Acar
üçlüsüne göz ucuyla bakmıştım.
“Tamam, ye.” dediğinde dudaklarımı yanaklarına yapıştırıp
sulu sulu öptüm. “Annem ya,” diye içli içli mırıldanırken annem ciddi tavrını
bozmamaya çalışsa da gülüyordu.
“Pınar!” diye seslenen babama sırıttım.
“Babam misafir odasında yatmak istiyormuş anne, duydun
mu?” dedikten sonra babamın surat ifadesine dayanamayarak kahkaha atmaya
başlamıştım. Masanın kalanı da bana eşlik ederken babam dışında herkes
eğleniyordu.
Saniyeler geçmeden, babam da bana bakarak kocaman
gülümsedi. Bunun söylediklerimin onu eğlendirmesiyle bir ilgisi olmadığını
biliyordum.
Benim
kahkahalarım onun gülümsemesi için yeterliydi. Onun varlığı da benim kahkaha
atacak kadar mutlu olmama yeterdi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder