Gözyaşı Kadehleri 7.Bölüm

 7.BÖLÜM



Avcıoğlu ailesinden samimi ve sıcak bir akşam yemeği beklentim yoktu.

Kalbim gerçekten şu anda belimi sarıyor olan adam için çarpıyor ve ona büyük bir aşk besliyor olsaydım belki bu aileden beklentilerim değişebilirdi ancak şimdilik tek dileğim bu yemeğin bir faciaya dönüşmeden sonlanmasıydı.

Cevahir’in beni yönelttiği, odadaki yaşça en büyük kişi oluşuyla dedesi olduğunu kavradığım adamın bana doğru uzanan elini hafifçe sıktım.

“Fahri Avcıoğlu,” demişti durağan bir sesle. “Cevahir’in dedesiyim.”

Başımı onaylar anlamda küçük bir hareketle kıpırdattım. “Memnun oldum,” dedikten sonra kendimi tanıtmak üzereyken araya karışan üçüncü ses beni bundan alıkoymuştu.

“Bu faslı uzatmaya gerek var mı? Hepimiz ister istemez hanımefendiyi tanımış olduk, basının dilinden düşmüyorlar.”

Bu sesi tanıyordum. Cevahir dışında bu evde tanıdığım tek kişiye aitti.

Az önce Fahri Bey’in elini bıraktığım için rahatça omuzumun üzerinden arkama doğru bakabildim. Belimdeki elin kasılışına ve benim dönüşüme sebep olan Levent Avcıoğlu’ydu.

“Nerede ne konuşacağını bil, Levent.”

Kendimi çapraz ateşte kalmış gibi hissederek gerildim. Duyduğum bir diğer sesle birlikte sesin kaynağına döndüğümde karşımda yirmi yıl kadar sonraki Cevahir’i gördüğüme yemin edebilirdim. Babası olduğuna dair en ufak bir şüphem yoktu.

Az önce soğuk bir tonla yeğenini uyaran bir başkasıymış gibi oldukça normal bir ifadeyle elini bana uzattığında duraksamadım. “Cavit Avcıoğlu,” demekle yetindi.

Herkesi ayakta bekletiyormuşum hissine kapıldığım için bir an önce hepsiyle el sıkışmak ve bir köşeye sinmek istiyordum. Tamamen sessiz kalmayı seçen Cevahir’e ise buradan çıktığımızda söyleneceğim konuları aklımda bir köşeye yazmaya başlamıştım.

Birkaç dakika içinde Ecevit ve Zerrin Avcıoğlu ile de tanışmıştım. Dede ve baba karakterlerine göre amca-yenge ikilisinin daha sakin göründüğünü söylemem mümkündü. Yaşça büyük olan kısımla tanışmam sonlandığında salona girdiğimizde bizi ilk fark eden, ilk ayaklanan isim olan Beril şu ana dek bana gülümseyen ilk kişiydi.

“Beril ben,” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Hoş geldin Seray.”

“Hoş buldum,” derken onun aileden olmama ihtimalini tartıyordum. Bu tatlı tavrı bu evde edinmiş olamazdı.

Yanında bekleyen uzun boylu adam da eşiydi. “Doğan,” diyerek kendini tanıtmıştı. Karı koca gülümseyerek sanırım benim diğer üyelerle tanıştıktan sonra doğduğu belli olan kaçma ihtimalimi düşürmeyi deniyorlardı.

“Ayakta kaldınız, otursanıza artık.”

Fahri Bey’in oturduğu tekli koltuğun çaprazında kalan boş koltuğa yan yana yerleştiğimizde kendimi işlemediğim bir suçun sorgusunda gibi hissediyordum.

Beril ve Doğan gülümsüyor, Levent dışında kalanlar da ölçülü ifadelerini koruyorlardı. Levent’in pek iç açıcı baktığını söyleyemeyecektim.

“Gitmemek için direndiğin Vita’da başına neler gelmiş Cevahir, kadere bakar mısın?”

Zerrin Hanım’ın, kısa süren sessizliği bıçak gibi kesen konuşmasıyla birlikte göz ucuyla yanımda oturan bedene doğru baktım.

“Bahsettiğiniz ‘kader’ gerçekse, ben nerede olursam olayım bir şekilde yolum Seray’la çakışırdı Zerrin Hanım, bu durumdan başka paylar çıkarmaya gerek yok.”

Yengesiyle bu denli resmi konuşmasını beklemediğim için şaşırsam da bunu dışarı yansıtmadım. Verdiği cevaptan o kadar emin görünüyordu ki itiraz edebilecek bir kuvvetin varlığını sorgulardım.

Fahri Bey küçük bir öksürükle konuşmayı böldü. Bu öksürük sanırım ‘ben buradayım’ anlamına geliyordu. Zaten hemen sonrasında kendisi konuşmayı devralmıştı.

“Doktorlarımızdan biriymişsin, haberlerden sonra Levent direkt tanıdı seni.”

Bu cümlenin altında yatan bir mesaj vardı. Doğru anladığımdan emin değildim ama küçük bir kumar oynadım.

“Haberlerden önce sizinle tanışamadığım için kusura bakmayın,” dedim ne ezilip büzülerek ne de fazla burnu havada görünerek. Arada kalan bir tavır seçmiştim kendime. “Erken olduğunu düşünüyordum sadece.”

Cevahir’in aldığı nefesin rahatladığına işaret oluşunu dibinde durduğum için algılayabildim. Muhtemelen ağzımı açtığımda onu rezil edebilecek güce sahip olmamdan az da olsa çekiniyordu. Tam tersini yapıp oyununu inandırıcı kılmam rahatlamasına sebep olmuştu.

Fahri Bey’in ifadesinde bir değişim yaşanmadı ama gözlerindeki soğuğa kaçan bakışın kırıldığına şahit olmuştum. Alttan almamı ve açıklama yapmamı sevmiş gibiydi.

“Çocuk değilsiniz ki erken olsun, yanındaki adamın yaşının farkındasın değil mi?”

Levent Avcıoğlu her şeye atlamaya devam ederse ben de birazdan onun üstüne atlayacaktım. Yeterince gergindim, üstüne tuz biber oluyordu.

“Her şeyin farkındayım Levent Bey,” dedim ona doğru yavaşça dönüp. “Sevgilinin her şeyini biliyorsun yani…” dedi sonra aniden.

Anlamsızca yüzüm buruşur gibi oldu. Cevahir’in kasıldığını hissettiğimde duraksadım. Levent’in karın ağrısını biliyor gibiydi.

“Anlayamadım,” dedim nazik olmaya çalışarak. Babasının boğaz temizleyerek uyarmasına aldırmadan devam etti Levent.

“Cevahir altı üstü dört beş haftadır Vita’da, bu kadar kısa sürede siz nasıl yüzük takacağın kadar ilişkinizi ilerlettiniz diyorum,” Kaşlarını kaldırdı. “Bir tek ben merak etmiyorum, aile üyelerim biraz daha sessiz kalıp gözlemci olmayı seçti sadece. Kusura bakmıyorsundur umarım.”

Yüzük parmağımdaki halkayı aylardır elimdeymiş gibi eve girdikten sonra unutmuştum. Hepsiyle el sıkışmıştım ve yüzüğü görmemeleri mümkün değildi. Bunun bir sorun olduğunu düşünmüyordum, Cevahir bile isteye o yüzüğü bana vermişti.

“Levent,” diyerek dişlerinin arasından gülümser gibi konuşan Beril oldu. “Sen biraz sussan mı ablacım?”

Levent’in tek tepkisi alaycı bir şekilde gülmek oldu. “Olur,” dedi. “Siz misafirperverlik oyununuzu oynayın, onlar da başka bir oyun oynasın. Ben izlerim.”

Cevahir’in öne doğru atılacağını ilk hamlesinde hisseder hissetmez yana doğru dönüp avucumu refleksle göğsüne bastırdım. Kahverengi irisleri yüzüme çevrildi ama bu anlık bir duruştu, kalkmak için direnecek gibi görünüyordu.

“Sakin olur musun?” dedim kısık bir sesle. “Levent’in böyle bir tavır takınacağını sen söylemiştin bana,” dedim bu eve gelmeden önce uzun uzun konuşmuşuz gibi. Kısık sesle konuşsam da şu an herkes beni duyuyordu. “Akıllarında sorular varsa, sorularını cevaplarız. Sinirleneceğin bir şey yok.”

Cevahir ve Levent’in arasındaki gerginliği bilmiyor gibi yapamazdım, hatta bildiğim kadarının fazlasını göstermek zorundaydım. Aramızda bir şeyler olduğunu düşüneceklerse buna ihtiyaç vardı.

Göğsünde duran parmaklarımı belli belirsiz kıpırdattım. Cevahir’in bakışları önce göğsündeki parmaklarıma, ardından yüzüme çevrildi. Sessiz kaldı ama yerinden de kıpırdamadı.

“Dört beş haftada bu hale geldiyse, bir bu kadar zaman daha geçince Cevahir mum olur bence.” Kocasına fısıldadığını düşünerek Doğan’ın omuzuna doğru yatan Beril’i tüm salon duymuştu.

Oğlunun çıkışıyla ortamı germesi kimseden destek bulamadığında Zerrin Hanım konuştu. “Yemeğe geçelim mi? Herkes biraz sakinleşsin, misafirimize de ayıp oluyor.”

“Misafir değil,” demekte bir an bile gecikmedi Cevahir. “Bu eve en az sizin kadar ait olmak üzere Zerrin Hanım, çok yakın bir zamanda.”

Cevahir’in en saldırgan olduğu ismin Levent olması beklenilebilirdi ancak buna yengesinin de ekli olmasına nasıl tepki vermem gerektiğini bilemiyordum.

Zerrin Hanım afallamış görünse de bir şey söylemeden başını öylece salladı. Bu sırada eşine doğru bakmıştı. Ecevit Bey ayaklanıp yemeğe geçiyor oluşumuzu resmileştirdiğinde önden ilerleyen grubun ardında ben ve asla yanından ayrılmadığım Cevahir kalmıştık. Bize eşlik eden üçüncü isim Fahri Bey’di.

“Cevahir sen geç, biz de geleceğiz.”

Biz kimdik?

Fahri Bey’in bana bakıyor olması biraz ipucu veriyordu gerçi.

“Dede-…” diyerek konuşmaya çalışacak olan Cevahir’i bakışlarıyla durdurdu. Bu an, dedesinin Cevahir’in üstünde bir yaptırım gücü olduğunu fark ettiğim ilk andı.

Cevahir bana baktı. Çoktan ayağa kalktığımız için bunu yaparken hafifçe başını eğmişti. Gözlerimi kapatıp açtım sorun yok der gibi.

Uzunca bir nefes üflese de direnmeden tok adım sesleriyle birlikte salondan ayrıldı.

“Lütfen otur,” diyen Fahri Bey’e uyum sağlayarak az önce kalktığım yere geri oturdum. Kendisi de tekli koltuğuna yerleşmişti yeniden.

“Seni neden bu kadar gergin karşıladığımızı merak ediyorsundur,” diyerek kesin yargıda bulunmasına tepki vermedim. Etmiyordum aslında ama bunu dile getirecek değildim.

Yaşının yetmişten fazla olduğunu söylemek mümkündü. Ancak öyle yaşına tamamen yenik düşmüş ve çökmüş gibi görünmüyordu.

“Sormak istedikleriniz var, anlayabiliyorum.” dedim düzgünce. Bakışları yüzümde dikkatle konakladığı için ağzımdan çıkan her şey yanlış olacakmış gibi bir dürtüyle savaşıyordum.

“Sormak istediklerim yok,” dedi. “Görmek istediklerim vardı, gördüm hatta.”

Kaşlarımın hafifçe çatılmasına engel olamadım. Anlaşılır değildi söyledikleri benim için.

Anlamamış olduğumu dışarıya yansıtmaktan kaçınamadığım için yüzü gevşer gibi oldu. “Aranızdaki ilişki hangi ölçüde, hangi seviyede duruyor bilemem. Bilmek de istemem zaten ama torunumu az da olsa tanıyorsam bu eve parmağında yüzükle sokacağı kadın konusunda en az kırk kez düşündüğünden eminim.”

Duraksadım. Bir şey söylemek için dudaklarımı araladım ama o an sözcüklere ulaşamamıştım.

“Cevahir’e bir aile kurması için yıllarca nasihat edip durdum, eğer basit bir oyun kuracak ve beni susturacak olsaydı bunu gerçekleştirmek için bunca yılı heba etmezdi. Levent’in çenebazlığına bakma, ben de bakmıyorum. Torunuma iyi geleceksen, bu evin kapıları sonuna kadar açık. Onun da dediği gibi burada misafir değilsin.”

Gözlerinin dolacak gibi parlaması kendimi iç çekmekten zorlukla alıkoymama yol açtı. Ona gerçekleri anlatmamak için dilimi ısırdım sertçe. Bana öyle bir beklentiyle bakıyordu ki…

“Teşekkür ederim,” diye fısıldayabildim sadece.

Fahri Bey’le olan konuşmam, daha doğrusu onu dinleyişim böylece son buldu. Ayaklanıp bana yemek yiyeceğimiz odaya kadar eşlik ederken dışarıdan normal görünüyor olmaya gayret ediyordum ama aklım allak bullaktı.

Girdiğimiz bir başka oda, salona benzer dizayna sahipti ancak koca bir masa ve etrafına dizili sandalyeler dışında yoğun bir mobilya yüklemesi yoktu etrafta.

Biri Cavit Bey’le dolmuşken diğeri boş duran başköşenin Fahri Bey’e ait olduğu açıkken bana ayrılan yerin Cevahir’in yanı olduğunu görünce oraya adımladım. Bakışları hızla beni buldu. Yerime yerleşene dek yüzümü süzdü. Konuşulanları yüzümden okuyabilecekmiş gibi derin bakıyordu.

“Servise başlayabilirsiniz,” Fahri Bey’in ileride duran kadınlardan birine seslenmesiyle birlikte tabaklar dolmaya başlarken Cevahir yavaşça kulağıma doğru eğildi. “Ne söyledi sana?”

“Sonra,” dedim sadece. Şimdi kulağına konuştuklarımızı mı anlatmamı bekliyordu?

Tatmin olmuş görünmese de uzatmadı.

Yemeğin büyük bir kısmı sessizdi. Böyle devam etmesini umsam da önüme bırakılan ikinci tabağın hemen sonrasında Zerrin Hanım’ı duydum. “Meslektaşmışız bu arada Seraycığım, doktorum ben de.”

Ölçülü bir şekilde gülümsedim. “Ne güzel,” dedim ayrıntılı sorular sormak yerine kısa kesip. Ancak onun böyle kısa kesmek gibi bir amacı yoktu belli ki. “Uzmanlığına direkt olarak Vita’da başlamışsın, kolay kolay rastlanır bir kariyer başlangıcı değil. Nasıl oldu bu?”

Nereden vurmak istediğini anladığımda omuzlarımı doğrultup karşımdaki sandalyede oturan Beril’in hemen yanında duran kadına doğru baktım. “İki yıldır uzmanım, Zerrin Hanım.” dedim düz bir sesle. “Ben uzmanlığıma başlarken hastane yönetiminde oğlunuz vardı. Mutlaka neden orada olduğumu biliyordur.”

Beril’in dudaklarını ağzının içine yuvarladığını göz ucuyla fark ettim. Cevabım sert miydi? Farkında değildim, Cevahir’e yükseldiğim gibi çenemi tutamamıştım sanırım.

“İki ayrı profesörün referansıyla başladı,” diyerek ağzının içinde geveleyen Levent Avcıoğlu beni övmek zorunda kaldığı için birazdan masadaki bıçaklardan birini alıp kendine saplayacak gibi görünüyordu. “İlk altı ayı da başarılı olunca sözleşmesi kesinleşti.”

Zerrin Hanım’a oğlunu duyup duymadığını anlamak ister gibi dikkatle bakmaya devam ettim. Gülümsedi. Gülümseyişinin çok içten olduğunu söyleyemezdim ama bu evdeki tek oyuncuların ben ve Cevahir olmadığını kesinlikle söyleyebilirdim.

Aileye ait değilmiş gibi görünen Beril ve konumunun bir üstü olmadığı için rol yapma gereği duymayan Fahri Bey dışında samimi görünen bir Avcıoğlu üyesi yoktu bana kalırsa.

Eğer gerçekten bu eve parmağımda yüzüğünü taşıdığım ve bu yüzükle bağlı olduğum adamla gelmiş olsaydım eve döndüğümde hıçkıra hıçkıra ağlardım. Cehennem çukurunda gibi hissediyordum.

 

~

 

“Buyurun böyle, içeride ihtiyacınız olabilecek her şey var ve hepsi temiz.”

Bana banyoya kadar Cevahir’in eşlik etmesini dilerdim ancak yemekten sonraki salona geçiş karmaşasında payıma düşen eve ilk geldiğimizde kapıyı açan meraklı bakışlara sahip kadın olmuştu.

“Teşekkürler,” dedikten sonra oyalanmadan içeri girip kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya yaslayarak bir dakika kadar hareketsiz bir şekilde gözlerim örtülü halde bekledim.

Üst üste çok fazla şey yaşanıyordu ve kaldıramayacak kadar yorgundum.

Banyoda ne kadar oyalandım bilmiyorum ama dışarı çıktığımda bana eşlik eden kadından eser yoktu. Geldiğim yolu tek dönebileceğimi düşünerek beni bıraktığını düşünmüştüm. Sorgulamadan merdivenlere yönelecekken kulağıma bir ses çalındı.

“Lütfen ısrar etmeyin, ben zor durumda mı kalayım Nilgün Hanım? Hadi odanıza çıkalım birlikte, yeterince yormuşsunuz kendinizi.”

Resmi görünüyor olsa konuşan ses o kadar bıkkın ve tahammülsüz çıkıyordu ki kaşlarım havalanmıştı. Konuşan kişi beni banyoya getiren kadındı, nereye kaybolduğunu da böylece anlayabilmiştim. İnmek üzere başında beklediğim merdivenin bir üst katından geliyordu ses.

“Cevahir gelmiş ama,” diyen ses ikinci ve yabancı bir sesti. Çocuk gibi, hevesi kırılan bir bebek gibi mırıldanmıştı. Diğer sese kıyasla çok daha kısıktı ama duymuştum.

Hizmetli kadının oflayışını işittim. Sertçe ve sabırsızca oflamıştı.

Asla dahil olmamam gereken, duyduklarımı bile unutmam gereken bir ortamdaydım ama adımlarımı merdivene yönlendirmem için beni baskılayan güdüye yenik düşerek hareketlendim.

Topuklularımın sesinin duyulmaması zordu ancak çok da uzun olmayan merdivenin yarısını bitirdiğimde zaten seslerin kaynağını görebilir hale gelmiştim.

Gözüm önce merdivenin en üst basamağında ayakta bekleyen kadını buldu, gözleri irileşmiş halde bana bakakalan kadın tanıdık olandı. Buraya çıkmamı asla beklemediği yüzünden okunuyordu. Onu takmadan bakışlarımı aşağıya, merdivenin en başındaki basamağa kalçasını koyup tırabzana doğru omuzunu yaslamış olan diğer bedene çevirdim.

İlk izlenimim zayıflığıydı. İncecik bedeni, çıkık elmacık kemikleriyle birlikte beyaz tenli, orta yaşlı bir kadındı. Ben merdivenin ortasındayken onlar yukarıdalardı. Aramızda çok fazla bir mesafe yoktu. rahatça ona bakabiliyordum.

“Seslerinizi duydum,” dedim sakince. “Bir sorun mu var?”

Sorumu özellikle hizmetliye bakarak sormuştum. Nedense aşağıdayken duyduğum tavrında beni rahatsız eden bir şeyler vardı.

“Hayır,” dedi hızla. “Lütfen aşağıya inin Seray Hanım, burada olmanız doğru değil.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Öyle mi?” diye sordum. Bakışlarımı yerde oturan kadına çevirdim yine. “Burada ne olduğunu Cevahir’e sorarım o halde, sorun yok.”

Adını andığım gibi kadının gözlerinin içi parıldadı. Aşağıdayken duyduğumda da belliydi aslında ama Cevahir’in onun için önemli olduğunu artık kesinleştirmiştim.

“Aşağıda mı Cevahir?” diye sordu kadın. Yine o ilk seferdeki çocuksuluğu geri gelmişti. Bakışlarından, halinden anlamakta çok zorlanmadığım durumu dile getirmesem de içimden kabullendim. Psikolojik olarak olması gereken noktada değil, biraz yaşından ve gerekli algıdan uzak bir yerde gibiydi.

Cevahir’in arabadayken saymadığı, daha önce Ceylin’in dedikodularında bile hiç duymadığım eksik bir yapboz parçası vardı Avcıoğlu ailesinde. Cevahir’in annesi…

Cavit Bey ve Cevahir çok benziyorlardı ama karşımdaki kadının belirgin kahve irislerinin diğer eşinin kimde olduğunu da çok iyi biliyordum.

Hizmetli kadın birazdan stresten bayılacak gibiydi. “Ben Zerrin Hanım’ı çağırayım.” diyerek paldır küldür merdivenleri inmeye başladı. Benim yanımdan geçerken yüzüme hiç bakmamış, yere odaklı yürümüştü.

Neden Zerrin Hanım’ı çağırıyordu? Doktor diye olabileceğini düşündüm bir an… Düşüncelerimi dallandıramadan önce ani bir soru buldu beni.

“Sen kimsin?” diyerek şaşkınlıkla konuşan kadının merakı fazla saf görünüyordu. Ona nasıl bir cevap verebileceğimi düşünerek bekledim. Ben yanıt bulamadan önce bakışları elbisemin eteğine doğru sürttüğüm elime takıldı.

Gözlerinin nerede oyalandığını anladığımda yüzüğü nasıl yorumlayacağına karışmadım. İlk tahminini merak ediyordum.

Yüzüğe baktığında irkildi. Omuzunu yasladığı tırabzandan hızla kalkarken sarsak hareket ediyordu. Kaşlarım endişeyle çatılırken düşecekmiş gibi öne atıldım. Birkaç basamak yukarı çıkıp hızla yanına çöktüm. “İyi misiniz?” diye sordum.

Benim sorumu umursamadan yanında oturduğum için kolayca uzanabildiği sağ elimi sıkıca kavradı.

“Çıkart bunu!” dedi panikle.

Afallamıştım. Birkaç saniye sessiz kaldım. “Kim taktı bunu parmağına? Çıkart, git buradan.”

“Sakin ol,” dedim bakışlarının odaksız bir hal aldığını görür görmez. Yüzüklü elimi arkama doğru sakladım. “Sakinleş, bir şey yok.”

“Kaç buradan,” dedi kesik bir nefesle. “Tamam mı?”

Akli dengesinin gerçekten yerinde olmadığını artık kesin olarak kabul etmişken omuzlarım düştü. “Tamam,” dedim sessizce. “Ama derin bir nefes almana ihtiyacım var. Sonra gideceğim, anlaştık mı?”

Nefeslerinin düzensizliği gözüme battığı için durumu kötüleşmeden yardım etmek istemiştim.

“Alamıyorum,” dedi şaşkınca. Ona nefes al demem nefes almayı unutturmuş gibi panikledi. Onun telaşına karşı sakinliğimi korudum. Yüzüğü şu an umursamayacağını varsayarak iki elimle ellerini tutup kucağına doğru bıraktım.

“Alabiliyorsun,” dedim. “Sadece biraz daha yavaş ve dikkatli, birlikte yapalım.”

Tanısını ya da krizlerinin ağırlığını biliyor değildim ama nefes almasını düzene bindirmek demek birçok aşamayı geride bırakmak demekti.

Ona yol gösterir gibi nefes aldım. Sesli bir biçimde aldığım nefesleri izlerken dudakları aralandı. Deniyor olmasına, çabalamasına gülümsedim. “Evet,” diye mırıldandım. “Bak benden daha iyi yapıyorsun hem de.”

Ellerimi sıkıca tutuyordu. Acıtacak kadar sıkı tutuşuna aldırmadan benden destek almasına izin verdim.

Hızla merdivenleri çıkıyor olan adım sesleri duymaya başladığımda bu seslerin fazlalığı beni ürkütmemişti ancak karşımdaki kadının titreyerek bana doğru sığınmasına sebep olmuştu.

Sağ elimi elinden çekerek sırtına koydum. Bana sarılırmış gibi yaslanmasına ve ağırlığını vermesine karşı dik bir biçimde bekledim.

Başımı onun omuzu üzerinden merdivenin aşağısına doğru çevirdiğimde hizmetlinin çağıracağını söylediği Zerrin Hanım’ı gördüğüme şaşırmamıştım. Ancak onun arkasında burnundan soluyan bir Cevahir Avcıoğlu gördüğüme hiç şaşırmadım desem bu koca bir yalan olurdu.

Duygularını öyle açık açık göstermesine pek şahit olmadığım adamı öfke maskesini takmış halde görmek beni de germişti.

“Ne oluyor burada?” diyerek sertçe konuşan Zerrin Hanım’dı. “Ne işin var senin bu katta, Nilgün’ün yanında ne yapıyorsun?”

Zerrin Hanım konuştukça bedeni bana yaslı olan kadının titrediğini hissettim. Bağırdığı içindi muhtemelen. Henüz başındayken benimle birlikte sıyrılmaya çalıştığı krizi daha kaybolmadan böyle bir bağırış duymak korkmasına sebep olmuştu.

“Aşağı in,” dedi birden Cevahir.

Bunu üstüme alınmam gerektiğini, burada bulunmaması gereken kişi olduğumu düşüneceğim anda ise bakışları keskin bir biçimde yanındaki kadına çevrildi. “Peşimden gelmemeni söyledim, aşağı in.”

Zerrin Hanım ağzı açık kalmış halde birkaç saniye öylece Cevahir’e bakakaldı. O da benim gibi kovulanın ben olduğuma inanmış olacak ki hedefin kendisi olduğunu fark ettiğinde şaşkınlıkla dolmuştu.

“Tekrar etmeyeceğim.”

Zerrin Hanım başını inanamıyormuş gibi iki yana sallayıp hızla merdivenleri birer birer inmeye başladı. Bulunduğumuz merdiveni bitirdiğini, diğerini de inmeye başladığını gittikçe uzaklaşan ama bitmeyen adım seslerinden anlamak mümkündü.

Cevahir’e bakmaya devam etmekten ilk kez çekinerek bakışlarımı kaçırdım. Burada, kollarımın arasında tanımadığım bir kadını tutuyor halde olmamam gerektiğini biliyordum. Haklı çıkacak konumda değildim. Onun karşısında haklı olmaya ve ona laf atmaya alışkın olan aklım şimdi çıkmaz sokakta umutsuzca bir köşeye çökmek zorunda kalmıştı.

Çıktığı her merdiven basamağında gölgesi üstümüze düşüyormuş gibi hissettiğim Cevahir’in yanımıza kadar gelmesi çok sürmedi.

İki alt basamağa sırtı tırabzana yaslı olacak şekilde oturduğunda bulunduğu yere zorla sığmasına başka bir anda olsak belki gülebilirdim. Bizim iki kişi yerleştiğimiz yeri o koca bedeniyle fazlasıyla doldurmuştu.

Bir şeyler söylemesini bekledim. Konuşsun, bana kızsın ya da belki kollarımda halen bana yaslı duran kadına yönelsin sözcükleri diye bekledim.

Yapmadı hiçbirini.

Titrek nefesleri boynuma çarpıyor olan kadını, benim yaptığım gibi sırtının ortasından avucuyla kavradı sadece. Parmak uçlarımız birbirine dolandı, bunu umursamadı. Elini olduğu yerde hafifçe hareket ettirdi.

“Anne?” diye seslendi sakince. Az önce dudaklarından sertçe emirler dökülen adam kaybolmuş, yerini ılımlı bir adama bırakmıştı.

Kollarımdaki kadının Nilgün Avcıoğlu olduğunu, arabadayken sormaya bile gerek duymadığım ancak kendimi yanında bulduğum kişinin Cevahir’in annesi olduğunu algıladığımda sessizce iç çektim.

Bu pek iyiye işaret değildi.

Benim bu evden çıkarken, girdiğim anda olduğundan farklı ya da fazla hiçbir şey bilmemem ve hissetmemem gerekiyordu. Kendimi olabildiğince kapının dışında tutmam gerekiyordu. Aksi takdirde işler rayından çıkardı. Buna göz yumamazdım.

Ancak içimden bir ses çoktan geç kaldığımı söylüyordu.

Cevahir’in seslenişine de, sırtında dolanan eline de tepki vermeyen kadının hali endişemi körüklerken yüzünü görebilmek için kendimi geriye doğru çekecek gibi oldum. Hareketliliğim hızla kollarıma tutunmasına ve kaçacakmışım gibi buna engel olmasına sebep olmuştu.

“Anne,” dedi tekrar Cevahir. Bu kez sesi biraz daha yüksek ve kendini duyurmak ister şekilde netti. “Bana bakar mısın? Kime tutunuyorsun, tanıyor musun onu?”

Sorularının cevabını ben de en az Cevahir kadar merak ediyordum.

Elbisemden açıkta kalan omuzumda duran başını aniden kaldırıp oğluna döndüğünde Nilgün Hanım’ın fevriliği beni biraz daha endişelendirdi.

“Yüzüğü var,” dedi Cevahir’e yakınarak. Yüzüğün onun için neden bu denli anlam ifade ettiğini asla anlayamamıştım. Kendisine ait bir yüzüğe benziyor olabilir miydi? Belki ona ait bir şeyi aldığımı düşünüyordu…

“Yüzüğü var, anne.” derken Cevahir duraksamadı bile. Annesine nasıl yaklaşması gerektiğini bildiğini varsayarak müdahale etmedim.

“Kim taktı?” dedi Nilgün Hanım sertçe. Az önce kollarımın arasına bebek gibi sinen kadın gitmiş, yerine gözleri öfkeyle parıldayan bir kadın gelmişti. “Levent mi?”

Cevahir’in yüzü buruştu. Bunu o kadar doğal bir biçimde yapmıştı ki ona bunu yapanın Levent’in ismini duymak mı yoksa yüzüğün onun tarafından takıldığı ihtimalini duymak mı olduğunu bulamadım.

“Bu soruyu sen sormadın, ben de duymadım anne. Gelininle tanışmak için fazla acelecisin ama buna engel olmayacağım.”

“Gelinimle…” diye solurken Nilgün Hanım o kadar şaşkındı ki henüz tamamen teması kesilmeyen bedenlerimiz arasında o şaşkınlığı somut olarak hissedebildim. “Sen mi verdin ona yüzüğü?”

“Evet,” dedi Cevahir gözleri birkaç saniyeliğine bana çarptıktan hemen sonra annesine dönerek. “Başka bir ihtimal söz konusu değil, korkacak bir şey yok.”

Korkacak şey neydi, olmayan neydi, bahsettikleri neydi; bilmiyordum. Bilmediklerimi bir kenara itmeme sebep olabilecek kadar ağır bir diğer kısım ise Nilgün Hanım’ın karşısında rol yapacak olma zorunluluğunu şimdiden hiç sevemememdi.

Herkesi kandırabilirdik. Aşağıda tanıştığım insanların bu oyunu öğrenseler de uygulayacakları en büyük yaptırım öfkeleriyle harmanlanırdı. Ancak yanımdaki kadının böyle bir durumu sağlıkla karşılayıp duygularını dışarı taşıyamayacağını on dakikadan kısa süre içinde anlamıştım.

Cevahir’e ‘yapma’ der gibi bakmayı denedim. Annene bunu yapmayalım demeye çalıştım ancak sanki nasıl baktığımı çoktan anlamış gibi bakışlarını bana bir daha asla çevirmedi.

Yüzükle ilgili telaşı yüzüğü parmağıma takanın kendi oğlu olduğunu öğrendikten sonra kuş olup uçan Nilgün Hanım, bu kez sağ elime korkunç bir şey görmüş gibi bakmak yerine elimi iki eliyle birden kavrayıp kendi kucağına doğru çekti.

Duygu değişimlerinin bu denli hızlı gerçekleşmesi çok sağlıksızdı. Günlük yaşamda böyle rahatça yaşayabilmesi mümkün değildi. Onu durultan, duygularını rutinleştiren ilaçlar kullanıyor olması gerekirdi. Gözlerinden, cümleleri kuruşundan dahi durumuyla ilgili çok fazla şey söylenebilirdi.

Onun yüzüğe dalmış olmasıyla birlikte doğan kısa zamandan yararlanıp bakışlarımı Cevahir’e diktim. Bakışlarının odağında ben yoktum. Aslında tam anlamıyla yok olduğumu da söyleyemezdim, annesinin elleriyle birleşen elime doğru bakıyordu.

“Anne?” diye seslendiğinde Nilgün Hanım’ın onu duymadığını belli ederek hiçbir tepki vermemiş olmasına dudaklarım burukça kıvrıldı. “Nilgün Hanım,” diye seslendim özellikle. Belki benim sesimi yadırgar ve tepki verir diye denemiştim ancak ben de cevapsız kaldım.

“Kendi düşünceleriyle boğuşmaya başladığında duymuyor etrafı, dünyadaki en önemli konudan da bahsediyor olsa biri… Hiç önemi yok onun için.”

Garipsemedim. Cevahir’in dalgınca açıklama yapmasına başımı hafifçe salladım sadece.

“Cevahir,” diyerek iç çeker gibi konuştuğumda henüz ellerimizden kopmayan bakışları sonunda yüzümü bulabildi. “Üzgünüm,” dedim sessizce. “Burada olmamam gerekiyordu, haddimi aştıysam e-…”

“Seray,” dedi beni taklit eder gibi ismimle başlayıp. “İnan bana haddini aşmasını sorun etmediğim çok az insan var. Sorun ettiklerime de nasıl davranacağımı çoktan kavramışsındır. Burada olmanı istemiyor gibi görünüyor muyum?”

Duraksadım. Açık olmasını beklemiyordum evet ama duraksayışım aslında söylediklerini kısım kısım algıma yerleştirdikçe ulaştığım sonuçlardandı.

“Paldır küldür aşağıya inen hizmetliye şans eseri denk geldim, Zerrin’in yanına koşturduğunda dinlemem gerektiğini hissettim ve dinledim. Ama annemin odasından çıktığını, senin de onun yanında olduğunu öğrendiğim anda tek bir endişe kırıntısı bile hissetmedim.”

Göğsüm titrekçe şişti. Aldığım nefesi geri bırakırken gözlerimi kırpmadan yüzünde tutuyordum. “Sana dair bir şüphem yok, eğer öyle olsaydı ne bu akşam ne de geçtiğimiz bir hafta asla yaşanmazdı.”

Karşımda kendinden emin bir tavırla konuşmasına aşinaydım fakat bu konuşmanın içeriğinde bana güveniyor olduğunu duymaya asla ama asla tanıdıklık hissetmiyordum.

Söyleyecek kelimeler seçip bulamadım.

Aklım en fazla bir saat önce duyduğum, Fahri Bey’in söylediklerine kayarken yutkundum. Torunumu az da olsa tanıyorsam bu eve parmağında yüzükle sokacağı kadın konusunda en az kırk kez düşündüğünden eminim.

Dede-torun birer saat arayla farklı şekillerde aynı şeyi söylüyorlardı.

Cevahir’de bana ait bir sır vardı. Bugün beni burada tutan da buydu.

Peki, bu sırrın ona ulaşması benim bugüne dek tahmin ettiğim gibi, oyununa oyuncu olarak beni seçmesinden çok önce mi gerçekleşmişti? Yoksa ben hep hedeftim ve o açığımı arama konusunda şanslı çıkmış, sırrımı bir şekilde öğrenmiş miydi?

Bu sıralamanın her şeyi değiştirebileceğini bilmek, cevabı acilen öğrenmek için bir şeyler yapma telaşına düşmeme sebep oldu.

“Odama gideceğim ben,” diyerek aniden araya karışan sesle birlikte hızla başımı yana çevirdim. Nilgün Hanım daldığı yerden tam ayrılmış görünmese de artık konfor alanına dönmek istiyor gibiydi.

Cevahir ayaklandı. Annesine elini uzattı. Nilgün Hanım ona tutunmak yerine kaş çattı.

“Önce karını kaldır yerden,” demesiyle Cevahir’in yüzünde daha önce görmediğim kadar telaşsız büyük bir gülümseme yer buldu. Gülümsediğine şahit olmuştum tamam ama şu an içi dışına yasnıyor gibi gülüyordu.

“Anne,” dedi Cevahir yüzünü hızla toparlayıp. “Seni odana götüreyim, sonra dönüp karıma yardımcı olacağım. Tamam mı?”

Nilgün Hanım birkaç saniye teklifi tartıyor gibi göründükten sonra kabullenmiş olacak ki Cevahir’in geri çekmediği eline uzanıp tutundu. Benden daha da cılız duran bedeni Cevahir’in gücüyle birlikte hemen doğrulabilmişti.

“Bir daha odadan yanında kimse yokken çıkma olur mu güzelliğim?”

Merdivenlerin sürekli algısını kaybedip kilitlenen biri için tehlikeli olabileceği ortadaydı, üstelik merdivenlere gerek bile yoktu birçok tehlike ortaya çıkarılabilirdi. Odasının çok daha güvenli olduğundan emindim.

Cevahir’in isteğinin nedeni benim için anlaşılabilir olsa da Nilgün Hanım omuz silkti. “Ama sen gelmiştin,” dedi hevesi kırılan bir çocuk gibi. Dudaklarımda yer edinen yarım gülümseme ikisi için de görülebilir değildi. Cevahir sıkıca sardığı bedeni koridorun ilerisine doğru yürütürken ben aşağıya doğru dönüktüm. Sadece seslerini duyabilmiştim.

Yerimden kalkmadım. Sanki Nilgün Hanım’ın söylediği gibi buradan kalkmak için Cevahir’e ihtiyacım varmış gibi yerimde bekledim.

On dakikayı geçmediğini düşündüğüm süre boyunca duvarda asılı birkaç tabloyu, çok ilginçmiş gibi merdivendeki yaldızlı detayları inceleyip durmuştum.

Adım sesleri duyduğumda geriye dönmek yerine başımı arkaya doğru atıp boynumu gerdim. Yaptığım hareketle Cevahir’e oldukça alttan bakıyor haldeydim.

Oturduğum yerde o ayakta duruyor olduğu için kendimi yer cücesi gibi hissetmiştim.

Aşağıya ineceğimizi düşünerek boynumu geri çevirmek ve ayağa kalkmak için hareketlendim.

Boynumu henüz biraz düzeltebilmişken çeneme uzanıp buna engel olan kalın parmaklar şiddetle kasılmama sebep oldu. Öyle alelade dokunabileceği ihtimali, gerçekleşmeden önce asla zihnimde yer bulamamıştı.

Kameraların önünde, ailesinin önünde ya da hastanede bana yakın olmasını aklımda mantık çerçevesine elimden geldiğince yerleştirebiliyordum ancak şu an bizden başka nefes alan hiçbir canlı yoktu etrafta.

Başımın arkası belli belirsiz üst bacağına doğru değdiğinde irkilerek yüzümü öne ittim. Parmaklarına doğru kendimi itmiştim bir nevi ama bacağına saçlarımla dolanmaktan daha iyi bir seçenek gibi gelmişti bu, o an için.

“Ne oldu?” dedim yüzümü kıpırdatarak elini düşürmek için çaba harcarken.

“Bir şey olmadı,” demekte gecikmediğinde kaşlarımı kaldırdım. “O zaman parmaklarını olmaması gereken yerlerden çek, Avcıoğlu.”

“Parmaklarım ben nerede istersen orada gezinir, müstakbel Avcıoğlu.”

Ona soyadıyla seslenişime otomatik verdiği yeni tepkisi sanırım buydu. Bana ikinci kez ‘müstakbel Avcıoğlu’ olarak sesleniyordu.

Yüzümde duran elinin bileğine beklemediği anda tutunup tırnaklarımı batırarak elini geriye ittim. Bakışlarında saniyelik olarak doğan kıvılcımı takip etmiştim, henüz boynumu doğrultamadığım için ona bakmak zorundaydım.

Elini ittikten hemen sonra oturduğum yerden olabildiğince hızlı şekilde doğruldum. Merdivenin üstten üçüncü basamağındaydım. O en tepede olduğu için sinirlenerek hızla üç basamağı çıktım. Tabii ki boyum ona yetişmemişti ama en azından doğal olan boy farkımız -çividen hallice topuklularım hariç- sekteye uğramıyordu.

Yan yana durmak bana yetmediğinde kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Aşağı insene sen birkaç basamak.”

Sorgulamak yerine dediğimi yapıp birkaç basamak indi. Bedenini bana çevirdiğinde ondan belli belirsiz dahi olsa uzun hale geldiğim için keyfim az da olsa tazelenmişti.

“Böyle konuş, tepeden tepeden bakıp susmamak kolay mı oluyor?”

“Boyunun kısalığı benden gelen bir şeymiş gibi sinirini benden çıkartıyorsun, bazen seni anlamak zorlaşıyor doktor.”

Gözlerim devrilir gibi oldu. “Bazen anlamak zor oluyor derken, kalan zamanlarda beni çok iyi anlayabiliyorsun yani?”

Omuz silkti. “Bunu kanıtlamak için kendimi yormayacağım, bolca zamanımız var nasıl olsa.”

Bu adamın şu ‘bolca zamanın olacak’ konuşmalarından bana artık gına gelmişti. Bir yıl değil, bin yıl yanında olacakmışım; o süreyi de dizinin dibinde onu tanımaya harcayacakmışım gibi konuşup duruyordu. Aklımı kaçıracaktım.

“Zamanına da s-…” Günün tüm yorgunluğunu ondan çıkarmak üzere dudaklarımı aralamışken henüz bitiremeden dudaklarıma ağır bir engel vuruldu.

Hayır, eli dudaklarıma yaslanmadı.

Dudaklarıma yaslanan, çok daha yumuşak ve fazlasıyla sıcak başka bir şeydi.

Dudaklarımın üzerindeki baskının dudaklarına ait olduğunu algıladığımda afallamışlıkla koparttığım nida nefes boşluğu bulamadığı için boğuk bir ses olarak dışarıya yansımıştı.

Cevahir’in dudakları bu kez şakağımda ya da kulağımın altında değil, dudaklarımın tam üstünde hissedeceğim şekilde sıcaklığını bana bulaştırıyordu.

İki avucumu aynı anda göğsüne yaslayıp sertçe bastırdığım sırada kulağıma tıkırtılar doldu.

Duyduğum seslerin uzaklaşan adım sesleri olduğunu kavradığımda dudaklarımdaki baskının neyin nesi olduğunu da büyük ölçüde aydınlığa kavuşturabildim.

Adım seslerinin tamamen azalıp kaybolmasıyla göğsünde duran ellerimle onu sertçe geriye ittim. Başka birini, insan irisi olmayan bir varlığı merdivenden düşürebilirdim belki bu itişle ancak Cevahir’i yalnızca dudaklarımdan ayırabilmiştim.

“Bana laf sokup duruyor olan müstakbel karımı öperek susturmam, Zerrin’in yolladığına emin olduğum hizmetli için fazla romantik değil miydi?”

Dişlerimi sıka sıka, tükürür gibi konuştum. “Tek bir kez daha ‘müstakbel’ diyecek olursan…”

“Takılacağın kısım seni öpmem olur sanıyordum, doktor. Beni şaşırtma konusunda her an seviye atlıyorsun. Ama seni kırmayacağım, çok kısa bir süre sonra tüm ‘müstakbel’ sözcüklerini hayatımızdan çıkartacağım.”

Sırıttım. Arsızlığının beni bir köşeye sıkıştırabileceğini, susturup sindirebileceğini mi sanıyordu? Sansındı, uzun sürmesine izin vermeyecektim.

“Unuttum bile,” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. “Ömrümün en hissiz öpücüğünü dert edecek değilim. Temaslarına alışmam gerektiğini söylemiştin, deniyorum. İşim zor olmayacak gibi görünüyor.”

Yanaklarının içe doğru kısa bir an çöküşü ve hemen ardından eski halini almasıyla birlikte kasıldığını açık etmişti.

Skor tutmaya hiç vaktim olmamıştı ancak onun gol sandığı öpücüğün kendi kalesine yol aldığını, benim haneme fazlasıyla şaşalı bir puan olarak kazındığını söyleyebilmem mümkündü.

Adımın sonunda bulunan soyadın ne olacağı umurumda değildi aslında. Ben Seray olmakla yetinirdim; Şimşek olmak bugüne dek yüzümü güldürmemişti ve keza Avcıoğlu olursam da her günümün kahkahalarla geçmeyeceğinden fazlasıyla emindim.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm