Aykırı Çiçek 24.Bölüm

24.BÖLÜM



“Kahvaltıdan önce gelmek zorunda mıydı? İşi gücü bıraktı herhalde bu adam.” Koray’ın, geçtiğimiz yirmi dakikadır olduğu gibi, söylenmeleri devam ederken ben sakince suyumu içmeye çalışıyordum.

Dün atölyeye geldiğim gündü. Koray’la bir ay sonra karşılaştığım, konuştuğum gün… Koltukta, ona sarılı halde bir ay boyunca ağladığımdan daha fazla gözyaşı dökmüş, içimdekileri kusmuştum.

Dakikalar boyunca Acar bir köşede, Koray yanımda beni dinlemişlerdi. Ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir anda Acar yanımıza gelip beni Koray’ın kollarından çekip ‘daha fazla ağlarsam beni götüreceğine’ dair bir konuşma yapmıştı. Oldukça emin durması sanırım Koray’ı da etkilemiş olmalıydı ki birbirimize sarılıp ağladığımız o moddan sıyrılmıştık.

Bir aydır dokunmadığım boyalarımla uğraşmak istediğimi söylediğimde ise ben tuvalin başın geçerken Koray bir haftadır dağıttığı salonu toplamış, Acar da annesini merakla izleyen küçük bir çocuk gibi benim yanımda sessizce beni izlemişti.

Acar izlerken ne kadar aklımı toparlayabildiysem o kadarını kullanarak bir şeyler karalarken kısa bir süre sonra Acar’ın beni götürmek istemesi evin içinde küçük çaplı bir savaş yaratmıştı. En son bıraktığımda birbirlerine bu kadar tahammülsüz olduklarını hatırlamıyordum, ikisi de birbirine yüklenerek konuşurken yorgunlukla araya girip bu gece atölyede kalmak istediğimden bahsetmiştim.

Koray’ın zafer kazanmış tavrı ise, Acar bu sabah güneş doğduktan en fazla bir saat sonra arayıp beni almaya geldiğini söylediğinde sarsılmıştı. Uzun süredir söyleniyordu bu yüzden.

“Yarını bekle dedin adama dün dalga geçer gibi, evden neredeyse kovdun Koray. Gerçekten gelmek için akşam olmasını bekleyeceğini mi düşünmüştün?”

“Manyağın birine âşık olduğunuzu unutmuşum İzgi Hanım, kusura bakmayın.”

“Ben bakmam, ama Acar’a bir sor istersen bunu.” dedim kaşlarımı ‘hadi’ der gibi kaldırırken.

“Bir ara sorarım.” dese de asla bunu dile getirmeyeceğini düşünüyordum. Koray’ın, Acar’ın yüzüne böyle şeyler söylemek için ya sarhoş ya da daha fazla sarhoş olması gerekiyordu. Zihnimde kurduğum cümle bana bambaşka bir aydınlanma olarak döndüğünde bardağımı kenara bırakıp Koray’a baktım.

“Sizin aranızda bir şeyler oldu değil mi? Ben yokken…” Atölyenin salonundaki boş şişeleri ve dünkü birbirlerine horozlanmalarını bağdaştırdığımda bu sonuca varmıştım.

Koray beni duyduğu halde sessiz kaldı. Bunu bir onay olarak kabul ettim fakat üstelemedim. Daha sonra bir şekilde ikisinden birinden öğrenirdim.

Saat sabah 8 civarıydı, Acar’ın aramasından sonra neredeyse yarım saat geçmişti. Birazdan burada olacaktı muhtemelen.

Tahmin ettiğim gibi on dakika kadar sonra telefonum yeniden çaldı. Acar’dı.

“Efendim?” diyerek açtığımda gayet canlı çıkan sesiyle cevapladı. “Geldim ben, aşağıdayım.”

Onun aksine halen hafif uykulu sesimle onayladıktan sonra telefonu kapattım. “Gelmiş.” dedim Koray’a.

“Tamam, inme sen. Beklesin orada öyle.”

Koray’ın çok mantıklı(!) fikrine yanıt vermeden siyah bir kolej ceketini üzerime geçirip kapıya yöneldim. Eylül ayının ortalarındaydık, havanın ne yapacağı pek belli olmuyordu.

Elimin pek gitmediği koyulukta giyinmiş olmamı çok sorgulamamıştım. Renkli, cıvıl cıvıl bir şeyler giyesim yoktu.

Koray zorla yanağımı öptükten sonra evden çıktım. Omuzumdan düşüp duran çantamı düzelte düzelte apartmandan ayrıldığımda Acar’ın arabasını arayan gözlerim birkaç araba ilerde aradığını buldu.

Arabaya ulaştığımda Acar sanırım benim geldiğimi görmemiş olacak ki bir hareketlilik yoktu. Ön yolcu koltuğunun kapısını açmadan önce camdan baktığımda telefonuyla uğraşıyor olduğunu gördüm. Kapıyı açar açmaz bakışlarının odağı artık bendim.

Kendimi koltuğa atıp kapıyı kapattım. “Günaydın.”

“Günaydın güzelim.” derken bana doğru uzanıp dudağımın kenarına bıraktığı öpücük benim için biraz beklenmedikti. Gözlerimi kırpıştırarak ona baktığımda dudakları küçük bir tebessümle kıvrıldı. Ardından bu kez dudaklarımın tam üzerine kısa bir öpücük kondurdu.

“Öptüğümde böyle şaşkın şaşkın bakarsan, hep öperim. Kısır döngüde kalırız.” dediğinde içimde bir yerlerde saklanan, bu sıralar kendine öne çıkacak fırsat bulamayan arsız Feris sesli olarak mırıldandı. “Hep öyle bakayım o zaman.”

Acar da bu Feris’i duyabildiği için rahatlamış görünüyordu. “Hep bak o zaman.” Yanağımı makas alır gibi sertçe parmaklarıyla sıkıştırdığında sızlandım. “Koparttın Acarcı-… Yani Merihcim.”

“Bir ay beni habersiz bıraktığın için Merih deme hakkın düşmedi mi senin?”

Arabanın içindeki sıcak havadan darlanarak üzerimdeki ceketi çıkartırken başımı iki yana salladım. “Yo, düşmedi.”

“Bak sen!” Kaşlarını kaldırıp bana bakarken omuz silktim. Ceketten kurtulup arka koltuğa bıraktım. Emniyet kemerimle kısa bir boğuşma yaşadıktan sonra Acar da arabayı park yerinden çıkartmıştı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum merakla. Acar göz ucuyla bana baktıktan sonra yeniden yola döndü. “Kahvaltı yapacağız.”

Bu saatte yapılabilecek tek aktiviteydi zaten galiba. “Ajansa gitmen gerekmeyecek mi?”

“İşlerimi Caner’e yıktım. Genelde tam tersi oluyordu, biraz çalışsın uyuşuk herif.” dediğinde güldüm. “O da Melih’e yıkarsa peki?”

“Çağla tepesine çöker, sorun yok.” Çağla’dan bunu yapacağına dair bir enerjiyi sadece iki kez karşılaşmış olsak da almıştım. Bu yüzden tepki vermedim.

Açıkta kalan karnım ve belime değen emniyet kemeri tenimi rahatsız ettiğinde elimle kemeri çekiştirdim. Yerimde fazla kıpırdanmam Acar’ın dikkatini çekmiş, bakışlarını bir yola bir bana çevirip birkaç kez bakmıştı. “Ne oldu?”

“Kemer rahatsız etti, bir şey yok.”

“Ceketi beline sar tekrar, sıcaklarsan klimayı açarım. Tenini çizmesin.” Söylediğini yaptığımda o da klimayı çok soğuk olmayacak şekilde ayarladı. “Daha iki gün önce ateşlendin, yeniden üşütmeye çalışıyorsan çok doğru kıyafet tercihi olmuş.” İğneleyerek konuşmasını dinlerken yanağımı koltuğa yaslayıp ona döndüm biraz.

“Üşütmem.”

“Umarım öyle olur zümrüt göz.” dediğinde son zamanlarda sık sık duyduğum hitap yine fazlasıyla hoşuma gitmişti. “Zümrüt göz deme sıklığın gittikçe artıyor.”

“Azalsın istersen azalır.”

“İstemem, seviyorum.” dedim ikinci kelimeye bastırarak. “Öyle seslenmeni yani.”

Acar’ı seviyor olduğum, hatta ona âşık olduğum herkes tarafından biliniyor olsa da sesli olarak Acar’a bunu dile getirmemiştim hiç. Bunun önemli bir sebebi de yoktu aslında. Sadece gündem hep başka şeylerle yoğun olduğundan zaman oluşmamıştı.

“Seni de seviyorum tabii.” dedim aniden. Arabanın şeritte hafifçe kaydığını fark ettiğimde çaktırmadan gülümsedim. Bunu biliyor olsa da duymak farklı gelmişti sanırım. “İyi misin?” diye sordum küçük bir alayla.

“İyiyim, iyiyim evet.” derken hafif sıkışan trafikle birlikte araba neredeyse durduğu için bana baktı. Kahverengi irislerinin capcanlı duruyor olması hoşuma gittiğinde dikkatle onlara bakmaya başladım. Gözlerimiz birbirine tutunurken arabayı kaplayan sessizlik yoğunlaştı. Kucağımda duran sol elimi kavrayıp parmaklarımızı birbirine doladığında istemsizce bakışlarım oraya çevrildi.

Sıkıca avucuna tutunduğumda onun da tutuşu sıkılaştı. Önümüzdeki araçlar ilerlemeye başladığında elimi bırakmadan arabayı kullanmaya devam etti. Sağ elimi, birleşik olan ellerimize uzatıp elinin üzerindeki çıkıntılı damarları işaret parmağımla ezberlemek ister gibi takip etmeye başladım.

Dizimde duran ellerimizle, yeni bir oyuncak edinmiş küçük bir çocuk hevesi ve merakıyla oyalanırken kısa sayılamayacak bir süre geçip gitti. “Feris?”

“Hım?” dedim sesini duyduğumda.

“İkinci kez sesleniyorum, neye daldın bu kadar?” Kaşlarım çatıldı. İlkini kesinlikle duymamıştım. Ellerimize bakarken kendi kendime düşüncelere boğulmuştum. “Hiç,” dedim. “Duymamışım seslendiğini.”

“Çok acıktın mı? Trafiğin bu saatte yoğun olacağı belliydi ama yola çıkmışken başka bir yere gitmeyelim diye devam ettim.”

“Acıkmadım, sorun yok.” Başını sallayıp onayladı. Ardından yaklaşık yirmi dakika daha yoldaydık. Boğaza yakın bir yere geldiğimizi az çok anlamıştım, ama bu saatlerde buralarda bulunmak işkenceydi trafik yüzünden.

Araba sahil şeridinde bir mekânın önünde yavaşladı. Acar park ederken elimi bıraktı diye oturup mızmızlanmayı düşünmedim diyemezdim ama korkup kaçabilirdi. Gerek yoktu.

Belimde sarılı duran ceketi almamayı düşünerek arkaya atacakken Acar konuştu. “Yanına al onu, deniz kenarında rüzgâr mı yemek istiyorsun?”

İç çekerek itiraz etmeden ceketimi omuzlarıma attım. Çantamı da alıp arabadan indiğimde Acar da yanıma geldi. Önünde durduğumuz restorana girer girmez bizi karşılayan bir garson ile birlikte dış tarafın hafta içi aşırı kalabalık olmamasından faydalanarak denizi net bir şekilde izleyebileceğimiz bir masaya geçtik.

Dört kişilik masanın denize neredeyse sıfır duran tarafına karşılıklı olarak oturduğumuzda garson menü bırakıp yanımızdan ayrıldı.

Menüye dokunmadan önce yüzümü denize dönerek kısılan gözlerimle masmavi görünen suyu izlemeye başladım. Uzun zamandır denizi görmemiştim, özlediğimi ise şu an fark ediyordum.

“Deniz havasının iyi gelebileceğini düşündüm, içim ne kadar kararırsa kararsın küçük bir rüzgâr hepsini savurabiliyor. Sen de öyle olmasına izin ver.”

Yüzümü denizden biraz çevirip Acar’a baktım. Gözleri bende olduğu için göz göze gelmiştik. “İzin vermesem de öyle olur, ben de çok severim denizin yakınlarında olmayı.”

“Ama önce ne yiyeceğine karar ver, deniz kaçmıyor. Doyuralım sizi Feris Hanım.” Önümdeki menüye uzanıp sayfaları karıştırmaya başladım. Canımın istediği bir şey olmadığında yanaklarımı şişirerek Acar’a baktım. “Sen seçsen olmaz mı? Canım hiçbir şey çekmedi şu an.”

“Çilek söyleyeyim istersen.” dedi dalga geçerek. Ama benim için dalgalık bir tarafı yoktu.

“Olur, var mıdır ki?” dedim hevesle. Kahvaltıda meyve yemediğimi mi sanıyordu? Yalnız yaşıyordum ve çoğu zaman düzgün kahvaltı yapmaya zaman harcamazdım.

“Heyecanlanıyor bir de, tipe bakar mısın? Yokmuş çilek, doğru düzgün kahvaltı yapacağız.” Arkama yaslanıp denize döndüm.

Acar da bu sırada garsonu çağırıp serpme kahvaltı istediğimizi söylemişti. Yanına eklettiği ve muhtemelen bitmeyecek olan tava işi şeylere ‘dur artık’ demek istesem de beni dinlemeyeceğini düşünerek araya girmedim.

“İçecek olarak çay mı tercih edersiniz?” Garsonun sorusuyla onlara baktım. Acar cevabımı öğrenmek için bana bakıyordu. “Evet, çay alabilirim.” dedim.

Acar da onayladığında garson yanımızdan ayrıldı. “O kadar şeyi kim yiyecek?”

“Sen.”

“Komikmiş.” diye homurdandım.

“Ben de bir iki lokma yerim, tamam ağlama.”

“Ne ağlayacağım be?” dediğimde gülerek masaya yaslanıp bana yaklaştı. “Sinirlenme hemen Feriscim, sohbet ediyoruz şurada.”

“Sinirlenmedim ya!” Üstelemesi daha çok sinirlendiriyordu. Sinirimi bozmuştu. Gülüşü artıp kısık bir kahkahaya dönüşürken özellikle yaptığını yeni anlamıştım.

“Gıcıksın.” dedim kollarımı göğsümde bitiştirerek. “Hem de çok.” Omuzumda duran ceket düşecek gibi olunca onu düzeltirken Acar gülümsemesi gözlerine ulaşmış halde beni seyrediyordu.

“Güzelsin.” dedi gülümsemesini söndürmeden. “Çok hem de.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek öylece ona bakakaldığımda göz kırptı. “Ne? Düşündüklerimizi söylemiyor muyduk, sana uydum işte.”

Acar’la geçirdiğim her gün onun farklı bir yönünü keşfetme işini oldukça sevmiştim. Araya giren bir ayı saymazsak, henüz yeni tanışıyorduk. Ben biraz onu ailesinden dinlemiş olsam da bu, onu bire bir tanımakla aynı şey değildi. Artık bunu anlamıştım.

Melih’e ya da ailesine olan davranış şeklinin bana olduğundan farklı olması yüzünden de kaynaklanıyor olabilirdi bu. Kaynağı önemli değildi zaten, ben fazlasıyla mutluydum Acar’ı kendim keşfetmekten.

“Ama ben sana iyi bir şey söylemedim ki.” dedim ona gıcık dememi kastederek. “Sen aniden iltifat ettin, adil olmadı gibi.”

“Eh, odundan değilsen sen de bir iltifat edersin o zaman bir ara.” Bu ilişkinin odunu ne ara ben olmuştum? Zaman biraz hızlı geçiyordu. Gülerek başımı salladım. “Düşüneceğim bunu, aklıma iyi bir şey gelirse söylerim.” dedim sanki sayabileceğim, âşık olduğum onlarca özelliği yokmuşçasına.

“Vaktimiz bol güzelim, düşün tabii.”

Kahvaltımız gelene kadar sessizleştik. İkimiz de denizi izlerken ben ikide bir dönüp Acar’a bakma ihtiyacı duyuyordum, bunu her fark ettiğinde bana sırıtıp duruyordu. Soğuk nevaleyken bu kadar sinir bozucu değildi bu adam gerçekten.

Kahvaltı sonlanana kadar tamamen havadan sudan şeylerden bahsetmiştik. Acar, söylediği çoğu yiyeceğin dibini bulurken beni de zorla kendisinden farkım kalmayacak şekilde doyurmuştu. Karnımdaki şişkinliği avuçlayıp geriye yaslandım. Çayım dışında başka bir şey boğazımdan insin istemiyordum artık.

Acar’ın bakışları karnıma yaslanan avucumu bulduğunda bir süre orada oyalandı. Gözlerinin daldığını anladığımda seslendim. “Acar?”

Biraz gecikmeli olsa tepki verip aynı şekilde adımı söyledi. Bakışları yavaşça karnımdan çekildiğinde artık yüzüme bakıyordu. Çayından büyük bir yudum aldı. “Daldın gibi geldi de, o yüzden seslendim.”

“Hep sen mi dalacaksın?” Arabada eliyle oyuncak gibi oynamamı kastediyordu sanırım. Cevap vermedim. Onu taklit ederek çayımdan içtim. Hafif soğumuş olan bardağı masaya bırakmadan avuçlarımı etrafına sardım.

“Doydun mu?”

“Yaklaşık yarım saat önce doymuştum zaten, kalanlar fazlalıktı.”

“İlk tanıştığımızda da zayıftın zaten, ama bu bir ayda tamamen incelmişsin Feris. Sağlıklı bir şey olmadığının farkındasın değil mi?”

Farkındaydım. Bursa’ya gitmeden önce ideal kilomdan birkaç kilo fazlam varken, şimdi ideal kilomun da altında olduğum kesindi. Kemiklerimin çıkıntılı görüntüsü aynada gözüme takılıyordu. “Biliyorum, yavaş yavaş eski halime dönerim.”

İnatlaşıp kilomun normal olduğunu savunmamama afallamış gibiydi. Gülümsedim. O da beni tanımıyordu sonuçta, birbirimiz hakkında garip ön yargılara sahip olmamız kadar doğal bir şey yoktu.

Kısa bir süre içinde Acar da yemek yemeyi bırakınca masadaki tabaklar ve yiyecekler toparlandı. Garson son parçaları alırken Acar bana baktı. “Türk kahvesi içelim mi kalkmadan?”

“İçelim.” dedikten sonra, “Sade içerim.” diye ekledim. Arada sırada az şekerli içiyor olsam da şu an yediklerim o kadar boğazımdaydı ki şekerli bir şeyi midem kabul etmeyecekti.

O da sade istediğinde hafif artan esintiden ürpererek ceketimi düzgünce giydim. “Çok üşüdüysen içeriye geçelim.”

“Hayır, denizin yanında kalalım. Ceket yeterli.”

“Seni denize getirmenin doğru karar olduğunu bu kadar net tahmin etmiyordum.”

“Ben deniz havasına bu kadar ihtiyacım olduğunu bilmiyordum.” dedim dürüstçe.

“Havası olmasa da kendisini bol bol görürsün bu akşam.” Anlamayarak baktığımda devam etti. “Pencerelere hiç yaklaşmadın mı benim evdeyken?”

Başımı iki yana salladım. “12.kattan aşağı bakacak kadar delirmedim, sağ ol Merihcim.”

“Yükseklik korkun mu var senin?” Yalanlamaya gerek duymadım. Kendimi bile çok korkmuyorum diye kandırıyordum fakat gerçekten yüksekte olmaktan hiç haz etmiyordum. Başımı sallayıp onayladım. “Evet.”

“Terastan denizi izleyebilirsin diye söylemiştim ama yapacak bir şey yok o zaman.” Teklif çok cazip duruyor olsa da korkumu bir kenara bırakamadım. Acar ‘yapacak bir şey yok’ demiş olsa da sanki başka bir şey düşünüyor gibiydi ancak üstelemedim.

Kahvelerimiz geldikten sonra neredeyse yirmi dakika kadar daha oturduk. Hesabı ödeyip arabaya dönerken yemeğin ağırlığıyla ve sabah erken kalkmanın verdiği yorgunlukla biraz mayışmıştım.

Koltuğa oturup cama doğru sindiğimde Acar da sürücü koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. “Uykun mu geldi?”

“Çok az.” derken parmaklarımla bu azın ne kadar olduğunu göstermiştim.

“Trafik yoktur şu an, yarım saati bulmaz eve gitmemiz. Yine de uyumak istersen uyu.”

Beni evine götürmek istemesiyle ilgili bir sorunum yoktu. Yanında olmayı seviyordum, iyi hissediyordum. Bunun nerede gerçekleştiği çok da önemli değildi. “Giderken çilek alalım mı?”

Sorduğum soru sanırım Acar’a çilekten başka bir şeyler de hatırlatmış olacak ki direksiyondaki elleri parmakları beyazlamaya başlayacak şekilde sıkılaştı. Amacım bu olmasa da onu zorlamak hoşuma gitti. Kendimi tutamayıp kıkırdadım.

“Feris!”

“Hı?”

“Yarım saat sonra araba kullanıyor olmayacağım, unutma olur mu?”

“Olur Merihcim.” dedikten sonra kapıya doğru yapışıp gözlerimi kapattım. Acar ağzının içinde bir şeyler homurdansa da anlayamamıştım.

Daldığım derin olmayan uykudan araba durduğunda sıyrıldım. “Geldik mi?”

“Henüz değil, sen uyu. Çileğini alıp geleyim. Başka bir şey istiyor musun?”

Eylül ayındaydık, artık düzgün çilek bulamayacağımızı biliyordum ama hormonlu da olsa ben yıl boyu çilek yemeye devam ediyordum. “İstemiyorum.” dediğimde arabadan inip önünde durduğumuz manava ilerledi.

Bir süre sonra elinde birkaç poşetle çıktığında hepsi çilek mi acaba diye düşünerek yerimde doğruldum. Arka koltuğu açıp poşetleri bıraktıktan sonra yerine geçti. “Kaç kilo aldın, çok değil mi?”

“Çilekler biraz garip görünüyordu, onları az alıp diğer meyvelerden de aldım.” Dudaklarımı büksem de bir şey demedim.

On dakika sonra ise binanın garajındaydık. Acar poşetleri, ben de ceketimi ve çantamı taşırken asansöre ilerleyip yukarı çıktık. Acar elindeki poşetleri tek eline geçirip anahtarla kapıyı açtığında içeri geçtim. Ayakkabılarımdan kurtulup ceketimi askılığa bıraktım.

Acar elindekileri mutfağa bırakırken ben de peşinden gittim. “Çileklerimi yıkayalım.”

“Hani patlıyordunuz çok yemekten Feris Hanım?”

“Patlıyorum zaten ama çilekler için her şeyi göze alabilirim. Çok seviyorum.” dediğimde ada tezgâha bıraktığı poşetlerden kurtulup bana döndü. İki adımda aramızdaki mesafeyi sıfırladığında yüzlerimizi de yakınlaştırdı. “Gözün kara yani, sevdiğin şeyler söz konusuysa.”

“Öyle.” Parmak uçlarımda yükselip burnumu çenesine sürttüm. “O yüzden çekilirsen çileklerimi yıkayacağım Merihcim.”

“İster çileklerini yıka istersen evi yak zümrüt göz, ama önceliğin ben olmak zorundayım şu an.” Belimi sıkıca kavrayıp beni havalandırdığında panikle omuzlarına tutundum. “Ay n’oluyor?”

Bacaklarımı beline sarmama yardım ettikten sonra belimi okşayarak yürümeye başladı. Ben de hipnoz olmuş gibi hafif yukarıdan izlediğim yüzüne bakıyor, omuzlarında buruşturduğum tişörtünü elimin içinde tutuyordum. “Terasa çıkıyoruz.”

“Acar! Hayır, sakın!” Beni duymuyormuş gibi sıkı sıkı tutarak salona yöneldi. Önceki gelişimde dikkat etmediğim balkon kapısı gibi duran cam kapıyı bu kez fark edebilmiştim. Kalbim tatlı bir tabirle kıçımda atıyor olsa da yemek masasında duran vazoya ve turuncu güllere baktım.

Benim yolladıklarım değillerdi sanırım, onların bu kadar zaman bu denli canlı kalabilmesi imkânsızdı. “Başkaları da sana turuncu güller mi yolluyor, resmen fikrim çalınmış. Keşke telif alsaydım.” Dertlenerek çenemi saçlarına yasladığımda Acar güldü.

“Korkma güzelim, bana çiçek alan tek deli sensin. Onları kimse getirmedi. Ben aldım.”

“Sen mi aldın?”

“Senin aldıkların çürümeden sudan çıkartıp kuruması için kenara koymuştum. Onlar kuruduğunda vazoya koyacağım tekrar ama o zamana kadar boş kalsın istemedim.”

“Acar…” derken sesim eriyormuşum gibi çıkmıştı. Aslında yanlış değildi, çünkü gerçekten erimiştim. “Efendim?” dediğinde cevap vermeden saçlarının üzerini peş peşe öptüm. Bir nevi teşekkürdü, ama Acar’ın terasa adımlayışını aksatıp masanın yanında durmamıza sebep oldu.

“Eğsene bi’ yüzünü bana.” Sorgulamadan dediğini yaptığımda yüzüm görüş açısına girer girmez dudaklarımı sertçe kavradı. Alt dudağım dudaklarının arasında hapsolurken şaşkınca inledim. Bu ilk öpüşmemiz değildi. Fakat beni öpüşündeki yoğunluğu ilk kez bu kadar fazla hissedebiliyordum.

Karşılık verecek kadar kendime geldiğimde üst dudağını yavaşça çekiştirdim. Dudaklarımızı ayırmak için ona karşılık vermemi bekliyormuş gibi yüzünü biraz benden uzaklaştırdı. Burunlarımız birbirine değecek kadar yakındık fakat artık dudaklarımız temas etmiyordu.

“Başım döndü.” dedim gülerek. Aniden bu kadar yoğun öpülmeyi beklemeyen bedenim kısa devre yapmıştı.

“Baş döndürücü birisiyim demek ki.” Burnumu kırıştırıp yalancı bir küçümsemeyle gözlerine baktım. “Eh işte.”

“Eh mi işte?” Ağır bir küfür duymuş gibi mükemmel(!) oyunculuğuyla şaşırırken başımı salladım. “Hı hım, eh işte. Giderin var biraz.”

“Ben bununla ilgili bir anket yapıp, sonuçları sana bildireyim yakın bir zamanda.” dediğinde elimin tersiyle dudaklarına sert olmayacak şekilde vurdum. “Başlatma anketine şimdi, ne anketi ya? Kime soracaksın?”

“Bulmakta zorlanmam diye düşünüyorum.”

“Beni müsait bir yerde indirsene sen bi’.” Kucağında debelendiğimde yükselen gülüşüyle belimi daha sıkı tuttu. Diğer eliyle bacaklarımı kendisinden ayırmamı engellediğinde inemediğim için sinirlenerek dişlerimi yanağına geçirdim.

“Lan!” Bu atağıma hazırlıksız yakalandığı için acıyla inlediğinde dişlerim yanağındayken göz göze geldik. Isırdığım yeri küçücük öptüm.

“Dişlerin en alttaki dokuya kadar indi, kızım ne çene kuvveti var sende?”

“Öptüm sonra geçsin diye.” Diş izlerimin görünür hale geldiği yanağına kaçamak bir bakış attım. Birazcık sert ısırmıştım galiba. “Bir tane daha öp, demin acıdan hissedemedim.”

Kıkırdayarak aynı yeri peş peşe iki kez öptüm. “Oldu mu?”

“Eh işte.” Az önce onu sinir etmek için verdiğim cevapla beni vurduğunda omuzuna vurdum. “Bıraksaydın o zaman, inecektim bırakmadın. Yoksa ısırmayacaktım.”

“Bırakmam.” derken gözlerimin içine büyük bir dikkatle bakıyordu. Bunu, sanki kucağında olmamdan bahsederek değil de beni hiçbir anlamda bırakmayacakmış gibi yoğun söylemişti. “Bırakma.”

Gözlerimi gözlerinden ayırmak istemesem de başımı omuzuna doğru yasladım. Burnumu tenine yapıştırıp, belirgin şah damarının tam üstüne sürttüm.

Ben olduğum yere sinmişken Acar beni sıkıca tutmaya devam ederek hareket etmeye başladı. Güller, öpücükler derken konu biraz dağılmış olsa da terasın kapısına ilerliyorduk şu an.

Evin içindeyken 12.katta olduğumuz gerçeğini aklıma getirmediğim sürece sorun yoktu fakat açık alanda buna ne kadar dayanabileceğimi kestiremiyordum. Acar kapıyı açıp dışarı adımladığında tek gözümü kapatıp etrafı incelemeye çalıştım. Hem korkuyor hem de merak ediyordum.

“Ben yanındayım, uç kısımlara yaklaşmayacağız tamam mı? Denizi nasıl hayran gözlerle izlediğini gördüm, şu koltuklarda oturup sadece denizin tadını çıkartmanı istiyorum. Kucağımda kalırsın, istersen.”

Bir balkondan çok daha geniş alan kaplayan, koskocaman bir balkon gibi görünen alanda gezdirdiğim gözlerimi önce etraftaki mobilyalarda dolaştırdım. Açık renk oturma takımları ve bodur bitki saksılarıyla tatlı bir düzeni vardı. Ferah görünüyordu. Acar’ın evi de kopkoyu döşeli değildi, kahverengi ve krem tonluydu fakat yine de sanki buraya başka birinin eli değmiş gibi hissetmiştim.

“Burayı sen mi düzenledin?” diye sorduğumda olumsuz bir ses çıkarttı. “Annem halletti, bana kalsa tek bir koltuk atar geçerdim.” dediğinde güldüm. “Ama çok güzel olmuş.”

“Anneme de söyle bunu, çok sevinir.”

“Söylerim.” Acar beni bırakmadan tekli koltuğumsu açık renkli mobilyaya doğru ilerleyip oturdu. Halen terasın dışa bakan manzarasına gözümü değdirmemiştim. Koşarak kaçacak olmamdan şüpheliydim.

Acar koltuğa oturduğunda yüzüm evin içine bakan cama dönük olduğu için sakince duruyor olsam da bu sakinliğim o beni kucağında sırtım göğsüne gelecek şekilde tutana kadar sürebildi. Araladığı bacaklarının arasına sıkıştırdığı bedenimi kollarıyla sarmaya devam ederken kendisi görüş açımdan çıkmış oldu.

“Sakince karşıya bak şimdi, gördüğün binaları umursama sadece denize odaklan. Hadi zümrüt göz.”

Yanağını yanağıma yaslayıp bana cesaret vermek ister gibi baktığında karşımdaki koltuğa sapladığım bakışlarımı çekinerek ileriye diktim. Acar’ı dinlemeye çalışıp gözlerimi ilk olarak denizi izlemeye zorladım.

(böyle bir şeyler düşünebilirsiniz terasın konumu için, tabii şu an gündüz vaktindeler grvhefbwcşk)

Öğlen saatlerindeydik, güneş tepedeydi ve deniz parıldıyor gibi görünüyordu. Manzaranın güzelliği geriye kalan tüm ayrıntıları silecek kadar fazlaydı. O an yüksekte oluşumuzu ya da binaların çatılarından başka bir şey görünmemesini aklıma takmadan denizi izlemeye başladım. “Çok güzel.” diye mırıldandım.

“Çok.” İç çeker gibi mırıldanan Acar yanağını yanağıma sürttüğünde sakallarının tenimi hafifçe çizdiğini hissettim.

Terasın ucuna yaklaşıp daha yakından bakmak isteyen bir yanım vardı fakat bu bile benim için devrimken şansımı zorlamak istemiyordum.

Acar’ın belime dokunan parmaklarını tutup onlarla oynarken gözlerimi hayranlığımı gizlemeden denize dikmiştim.

İstanbul’da doğup büyümüştüm. Deniz hasreti çektiğim bir dönem hiç olmamıştı. Fakat denize ayrı bir beğeni ve hayranlığım vardı. Yıllardır gördüğüm bu manzara hep aynı etkiyi yaratıp bu masmavi sonsuzluğa her seferinde yeniden âşık olmama sebep oluyordu.

Kendim dışarıya çıkamayacak kadar küçük olduğum yaşlarımda annemlere denize gitmek için yalvardığım anlar zihnimde tazeydi. İşleri ya da birbirleriyle baş başa geçirdikleri zamanlar çoğu kez benim olumsuz cevap almama sebep olsa da bazen şansım yaver gider ve ikisiyle birlikte sahile gitmeye hak kazanırdım.

Etrafta koşuşturan çocuklar, sahildeki parklar ilgimi çekmezdi. Eve dönmemiz gerektiği söylenene dek denizi izlerdim. Aklımda kalan çocukluğuma dair birkaç güzel anıdan biriydi. Büyüdükçe kendim gitmeye başlamış, bazen Koray’ı da peşimde sürüklemiştim.

Koray bana ‘Bir çilekleri bir de denizi neden bu kadar sevdiğini anlayamıyorum hiç.’ derdi bazen. Ben de anlayamıyordum ama bu iki şeyi hayatımda geriye kalan çoğu kişi ve varlıktan daha çok önemseyip sevdiğimden emindim.

“Beni böyle unutup denize âşıkmış gibi bakmaya devam edeceksen, taşınmayı düşünebilirim her an.” Acar’ın kulağıma fısıldadıklarıyla gülümsedim. Elimi uzatıp sırtım ona yaslıyken yanağını kavradım. “Taşınırsan bir daha görüşmeyelim.” dedim alaylı bir tavırla.

Elmacık kemiğini hafif hafif okşarken yüzünü kıpırdatıp avuç içimi öptü. “Ankara’ya taşınsam da benimle görüşmeye devam edeceğini ikimiz de bilmiyoruz sanki.” Bir şey söylemeden yanağını sevmeye devam ettim. İki bacağının arasındaki boşluğa sığmadığım için daraldığımda bir bacağımı kaldırıp dizinin üzerinden geçirdim.

“Oh, yayıl anasını satayım. Koltuk muyum kızım ben?”

“Evet, benim koltuğumsun şu an. Bayağı rahat hatta.” Pişkin pişkin iyice yayıldığımda güldüğü için nefesi tenimi sıyırıp geçti.

Saniyeler dakikaları peşi sıra kovalarken, uzunca bir süre pozisyonumuz hiç değişmeden terasta oturmaya devam ettik. Onun belimdeki elleri, benim de yanağında gezinen elim yorulmadan yerlerinde kaldılar. Gözlerim denizin maviliğinde, bedenim onun bedenine yaslıyken çok uzun zamandır hissedemediğim huzurun kollarına düşmüştüm. Bunun sarhoşluğuyla gevşeyen bedenim içindeki zehri kusuyor, sanki kötü olan her ne varsa beni terk edip uzaklaşıyor gibi hissediyordum.

“Bu anı saçma sapan bir şekilde bölmek, seni üzmek istemiyorum ama şimdi konuşmayıp sonra sen her şeyi gömmüşken konuyu yeniden gün yüzüne çıkartmak daha mantıksız olacak gibi Feris.” Dakikalar sonra Acar’dan duyduğum ilk cümle bu olduğunda sessiz kaldım. Konunun ne olduğu belliydi fakat aklındaki soruların ne olduğunu tahmin edemiyordum.

“Dinliyorum.” dedim sakince.

“Annen… Onu görmek istemiyor musun güzelim? Bunu yapmak zorunda olduğundan, ya da öyle olması gerektiğini düşündüğümden sormuyorum. Sadece merak ettim.”

Annem… Bir hafta kadar önce tamamen iyileşmiş olduğunu ve hastaneden çıkmış olduğunu öğrenmiştim. O yoğun bakımdayken hissettiğim korku o zaman kalbimdeyken şimdi de aklımdaydı. Hatırlıyordum. Babamın öldüğünü öğrendikten sonra annem için çok daha fazla korktuğumu, onun da gitmesinden çekindiğimi hatırlıyordum.

Gerçekleri öğrendiğimde ise tüm duygularım birbirine karışmıştı. Onlara ait olma çabam anlamsızlaşmış, denesem de bunu başaramayacağımı 23 yılın sonunda bu haberle kabullenmiştim.

“Ben onu görmek istesem de onun gözü beni görmez.” diye mırıldandım. “Onun, kocasına nasıl âşık olduğunu biliyor olsaydın belki senin için daha anlamlı olurdu. Ama eşinin ölümü onda açılabilecek en büyük yara, Acar.”

Acar kısa bir süre sessiz kaldı. Sonrasında dudaklarından yeni bir soru döküldü. “Sen de kızısın, biyolojik zımbırtıları siktir et, yıllardır onların kızısın Feris. Eşinin ölümünün açtığı boşluğu doldurabilecek tek varlık sensin.”

Kıkırdadım. Gülüşüm Acar’ın kaskatı kesilmesine sebep oldu çünkü mutlu bir gülüş değildi dudaklarımdan dökülen. Söylediklerinin asla gerçekleşmeyecek olmasına gülmüştüm, canım acıyarak gülmüştüm. “Ben onun hayatında değil babamın, kaybettiği bir eşyanın dahi boşluğunu dolduramam. Bunu dram yaratmak ya da kendi içinde bulunduğum durumu abartmak için söylemiyorum sana.” dedim boş bakışlarım denize dönükken. “Belki babam için olabilirdim o boşluğun bir parçası, ama annem için ben hiçbir şeyim Acar. Onun istediği gibi olmayı başaramayan ucuz bir oyuncak bebeğim sadece.”

Acar bir şey söylemediğinde konuşmayı sürdürdüm. Ailemi hiç tanımayan biriyle ilk kez hissettiklerimi paylaşıyordum. Garipti ama bir yandan da sakin hissediyordum. “Hatta baksana halime, gerçekten bir oyuncak bebekmişim ben. Raftayken beğenilip eve götürülmüş, birkaç kez oynandıktan sonra sıkılıp bir köşeye atılmış bir bebek…” dedim beni evlat edinip, sonrasında umursamamaya başlamalarını kastederek.

“Sus, sus kendi yaranla acı çekmek ister gibi oynama.” Hissettiklerimi duymak Acar’ı diken üstüne atmış gibi telaşla beni durdurduğunda bir şey söylemedim. “O kadının davranışları, senin ‘aşk’ adı altına sıkıştırdığın, ama aşkla bir ilgisi olmayan duyguları bir çocuğun çocukluğunu yakmasının sebepleri olamaz. Anne olmak her kadının sırtlanabileceği bir yük değil, özür dilerim bunu taşımaya çalışmaya bile cesaret edemeyen bir anne ile büyüdüğün için. Ben onun yerine özür dilerim, baban yerine de dilerim. İşe yarasın ya da yaramasın, ikisinin yapması gerekip de yapamadığı her şey için özür dilerim.”

Gözlerim hızla dolduğunda ağlamak istemediğim için ellerimi yüzüme atıp sertçe gözlerimi ovuşturdum. Gözlerimi bastıra bastıra ovduğum yumruklarım Acar’ın ellerinin arasında hapsolduğunda ellerimizi ayırmadan aşağıya indirdi.

“Şimdi son bir şey söyleyeceğim sana bu konuyla ilgili. Eğer hayır dersen, yemin ederim ne ben konuşurum ne de başka hiç kimseyi bu konuda bir daha konuşturtmam. Benim aklımda çok yoktu ama babam sormamı istedi sana.” dediğinde dolu gözlerle ona doğru dönmeye çalıştım. Tuğrul amca ne sordurmuş olabilirdi ki?

Sırtımdan destekleyerek ona dönmeme yardım etti. Tek dizinde oturur halde yüzüne bakıyordum. “Ne soracakmışsın?”

“Babamın savcı olduğunu biliyorsun değil mi? Eli kolu uzundur, tahmin etmediğin kişilere, kurumlara uzanır o bağlantıları.” dedi önce. Onaylar anlamda başımı salladım. Nereye bağlayacaktı bu konuyu?

“Gerçek… Yani biyolojik aileni araştırmasını ister miydin güzelim? Onlar hakkında bir şeyler bilmek ister misin?”

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm