Gözyaşı Kadehleri 30.Bölüm
30.BÖLÜM
Merhabaa
Her bölüm birbirine eş olmuyor, çünkü bölümleri yazarkenki
halim birbirinden farklı olabiliyor. Bu bölüm de biraz kurgunun gidişatından
biraz da benden kaynaklı olarak dağınık bir bölüm gibi hissettirebilir.
Başlamadan önce belirtmek istedim.
Durağan bölümleri yavaş yavaş bitiriyoruz, önümüzde daha
hareketli zamanlar var :)
İyi okumalar!
~~~
Son
zamanlarda etrafımda olup bitenler öyle hızlı ve çarpıcıydı ki durduğum yerde
dünyam dönüyor gibi hissettiğim anlar yaşıyordum.
Her
şeye yetişmek ve uyum sağlamak mümkün değildi. Otuz yıla yakındır nefes alıp
veriyordum ancak hayatımda bu denli hızlı yaşadığım haftalara daha önce hiç
sahip olmamıştım.
Nilgün
teyzenin dalgın bakışlarıyla dudaklarından döktüklerinden hemen sonra aklım yaşanmakta
olan birden fazla hareketlilikten hangisine odaklanacağını şaşırmıştı. Ona mı
destek olmalıydım, hemen yanımda duyduklarıyla birlikte kaskatı kesilen oğlunu
mu sakinleştirmeliydim yoksa dört deli Avcıoğlu’nun önündeki tek engel kalktığı
için gardımı alıp bir yere mi saklanmalıydım?
Dört
deli; yaş sıralamasına göre Fahri, Ecevit, Cevahir ve Levent Avcıoğlu’nu
kapsıyordu. Delilik oranına göre sıralama yapılması gerekirse liste bayağı bir
değişime uğrardı.
Cavit-Zerrin
ilişkisine karşı sadece üstü kapalı hareket ediyor olan dörtlünün önündeki
engel Nilgün teyzeydi. Bu iğrençlikten en ağır zararı zaten o almışken bir de
psikolojisini iyice bozacak durumlardan kaçınmışlardı. Saldırıya -bunun bir
mecaz olduğuna kendimi zor inandırmıştım- geçmek için beklemelerinin nedeni
sadece buydu.
Şimdi
taşlar yerinden oynamıştı.
Nilgün
teyze öğrenmesinden korkulan gerçeği zaten biliyordu.
Oluşan
sessizliği bölen, Cevahir’in birden yerinden kalkışı olduğunda tedirgince ona
baktım. Dışarı fırlayacaksa telefonuma yapışmam ve Teoman’ı alarma geçirmem
gerekecekti. Nilgün teyzeyi yalnız bırakıp peşine takılamazdım.
Cevahir
beni buna mecbur bırakmadı. Attığı adımların sonunda, annesinin oturduğu
koltuğun önündeydi. Dizlerinin üstüne çökmekte bir an bile tereddüt etmeden
oraya çöktü. Yüzünü Nilgün teyzenin kucağına gömdüğünde omuzlarım düştü hızla.
Onu
bir tek annesi yakınlardayken böyle anlık da olsa savunmasızmış gibi
görebiliyordum. Görmeyi hiç sevmediğimi kendime itiraf ederek zihnimde bir
karmaşa başlattığımda parmaklarımı birbirine geçirip tırnaklarımla tenimi
çizdim.
“Özür
dilerim,” diye mırıldandığını duydum. Sesi, yüzü kapalı olduğu için boğuk ve
kısıktı. “Yıllarca hiçbir şey anlayamadım, anne özür dilerim.”
Kendini
suçluyordu.
Babasına
güvenip böyle bir ihtimali hiç aklına getirmedi diye kendini suçluyordu.
Suçlamamalıydı.
“Annem,”
diyerek iç çeker gibi konuşan Nilgün teyzeye bakamadım. Bakışlarım Cevahir’in
bana dönük duran sırtında takılı kalmıştı.
Nilgün
teyze ellerini oğlunun omuzlarına doğru doladığında görebildim onu. Üstüne
doğru kapanmıştı. “Asıl ben özür dilerim,” dedi yorgunca. “Unuttum, kendimi
kaybettim ben. Annen varken annesiz
bıraktım seni.”
Derim
büzüşmüş, bedenim istemsizce titreyip bir an kaskatı kalmıştı.
Son
cümlesi duvarlara çarpıp bana geri gelmiş gibi yankılanmaya devam ederken
yutkundum.
Annesi varken annesiz kalan sadece Cevahir değildi.
~
“Dur
demeyecek misin?”
Kulaklarıma
dolan soruyla birlikte kendimi yavaşlatmadan başımı hafifçe sağa çevirdim. “Dur
dememle duracak mısın?”
“Denemeden
bilemezsin,” derken sesi dalga geçiyor gibi değildi. Sanki gerçekten benim
‘dur’ dememin ona ne yapacağını kendisi de kestiremiyor, deneyip görmek
istiyordu.
“Denemeyeceğim,”
dedim düşmemek için bakışlarımı önüme geri çevirip.
Konuşmadığımızda
kulağımda sadece iki ayrı ses vardı. Güçlü adımlarına topuk seslerim
karışıyordu. Bunu seviyordum. Seslerin birbirini bastıramayışını, birlikte
yükselerek kuvvetlenişini garip bir hazla karşılıyordum.
Yanında
ilk ya da son yürüyüşüm değildi. Onun hiddetiyle savrulmadan, arkasında ya da
önünde değil de yanında yürüyebilecek olan kişi olmaya alışmıştım.
Beni
av sandığı oyununda rolümün hiçbir zaman bu olmadığını ona zaten itiraf
etmiştim. En başından beri, birbirini avlamayı başaramamış öfkeli iki avcıdan
ibarettik. Önümüze çıkan ilk avın başı
ise fena yanacaktı.
Bulunduğumuz
birkaç basamaklık merdivenin sonu geldiğinde kapıya yakın olan bendim ancak
kapı zaten son adımı attığımız anda aralanmıştı.
“Hoş
geldiniz,” diyen tanıdık bir sesti. Vildan Hanım’ı gördüğümde üzerimdeki
gerginliğe rağmen gülümsemeye çalıştım. “Hoş bulduk,” dedim Cevahir’in yanıtsız
kalacağından emin olduğum için hiç beklemeden.
Cevahir
benim konuşmak için verdiğim arayı yürümeye devam ederek değerlendirdiğinden
ilk bir iki adımımı hızlandırmam ve ona yetişmem gerekmişti.
İlk
geldiğim günden beri bana devasalığı ve yaydığı soğuk esintilerle farklı
hissettiren evdeydik. Buraya ev demek de bazen basite kaçıyormuşum gibi
hissettiriyordu gerçi.
Ana
salonun kapısından geçtiğimiz sırada yan yanaydık tekrar, ona yetişmiştim.
Koltuklara
dağılarak oturmuş olan küçük kalabalığın bakışları direkt olarak buraya
dönmüştü.
Hep
aynı koltukta görmeye alıştığım Fahri Avcıoğlu’na, etrafındaki yerlere
yerleşmiş olan Ecevit ve Levent Avcıoğlu eşlik ediyordu. Burayı
dengeleyebilecek olan tek büyülü insan Beril’di. Ancak görünürde yoktu,
çağırılmadığını bildiğim için garipsememiştim.
“Sesinden
belliydi zaten,” diyerek ağzının içinde geveleyen Levent’e baktım. “Ne
belliydi?” dedim onunla telefonda konuşan kişi ben olduğum için üstüme alınıp.
“Kocanın
devrelerinin yandığı ve birazdan bizimkileri de yakacağı…”
Kısaca
nefeslendim. Levent’in zaman ve mekân fark etmeksizin terk etmediği yersiz
mizahı sahnedeydi. Onda oyalanmadan bakışlarımı diğer iki kişiye çevirdim.
Ecevit
Bey’i bir süredir hiç görmüyordum. Ortaya gerçekler döküldüğünde inzivaya
çekildiğini ve gözden kaybolduğunu söylemişlerdi ancak bu kayboluş onu
sakinleştirmek yerine daha da delirtmiş gibiydi.
“Oturun
artık,” dedi Fahri Bey. “Ben bu saatten sonra hiçbir habere devrilmem, kotamı
doldurdum. Söyleyin ne olduysa.”
Yakınımdaki
koltuklardan birine yavaşça yerleştiğimde Cevahir başka bir yere gitmemiş, tam
yanıma oturmuştu. Bu kez öne atılmadım, onun konuşmasını bekledim.
Hiç
uzatmadı. “Annem biliyormuş,” dedi sadece.
Evde
binbir zorlukla buraya geldiğimize ikna edebildiğimiz, Zerrin’e ya da Cavit’e
gitmiyor olduğumuza asla inanmayıp ağlayarak Cevahir’i bırakmayan Nilgün teyze
gözümde canlandığında iç çeker gibi oldum.
Teoman
yanındaydı ve ağladıkça kendini yorup yarı uyur hale gelmişti ama yine de küçük
bir çocuğu ardımda bırakmış gibi diken üstündeydim.
Cevahir’i
yollayıp evde kalmayı düşünsem de bundan hızlı vazgeçmiştim. Attığı adımları
görmezsem duyduklarımla yetinmem gerekecek ve muhtemelen birçok şeyi bilmemem
kaçınılmaz olacaktı.
Levent’i
arayarak evde olup olmadıklarını soran da ben olmuştum. Cevahir’i sağa sola
saldırmadan önce dedesi ve amcasıyla konuşmaya ikna eden de…
“Neyi?”
diye soran Ecevit Bey’di ancak sorarken çoktan cevabı da bulmuştu. Hepsi cevabı
biliyordu, belliydi hallerinden.
Cevahir
bu soruyu yanıtlamadı. Onun yerine ‘nasıl’ kısmına odaklandı. “İlaçların
etkisine güvenerek onunla konuşup durmuş yıllarca. Bab-… Cavit’in bundan haberi
var mı bilmiyorum.”
Levent’in
yüzünde aniden beliren ve hızla kaybolan kırık bakışı görmüştüm. Annesinin daha
ne kadar korkunç birine dönüşebileceğini, her geçen gün yeni bir iğrençliğin
ortaya çıkmasıyla nasıl savaşacağını düşünüyor olmalıydı.
Fahri
Bey’in yüzünde ise az önce söylediği gibi ‘en kötüsünü zaten öğrendim’ temalı
bir ifade yer bulmuştu. Üçüncü kişiden, Ecevit Avcıoğlu’ndan kaçtım.
Bakışlarımı ona değdirmeden önüme döndüm. Kendi kucağıma bakarken içim
daralmıştı.
“Annemi
öne sürüp beni durdurabileceğin kısım geride kaldı, dede. Ben bir köşede
bekleyip hisseyle, parayla oyalanmam artık.”
Cevahir’in
sesi çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi çıksa da öfkesini hisseden tek
kişi olmadığımdan emindim. Salonun genişliğine rağmen öfkesi öyle baskındı ki
kendimi duvarlara kadar itilip sıkışmış hissediyordum.
“Ne
yapacaksın?” diye sordu Fahri Bey. “Öfkeyle kalkıp zararla oturma diye
söylüyorum her ne söylüyorsam. Onları mı gözetiyorum sanıyorsun sen?”
“Onları
gözetmiyorsun ama sıçtığımın soyadını da aile forsunu da öyle bir gözetiyorsun
ki!”
Cevahir’in
patlayacağını sandığım anda gelen yükseliş Ecevit Bey’dendi. Babasına doğru
dönerek göğsü hızla inip kalkarken konuşmuştu.
“Bu
çatının altında gelinin, hatta bunca yılın ardından belki artık kızın sayılan
kadın zehirlendi baba. Göz göre göre delirtmişler, yan odanda olanı görmemişsin
ama bizim ceza yolumuz bu mu? Cebine beş kuruş eksik para girmesi mi?”
Dudaklarımı
birbirine bastırdım. Koltukta biraz geriye kayarak sırtımı arkamdaki yastığa
yasladım.
“Cevahir
işe karışan doktoru konuşturmuşken, onun da itirafıyla her şey apaçık
ortadayken biz ne halt etmeye şikâyetçi bile olmadık? Ben boşandım, kıymetli
soyadını aldık Zerrin’den. Tamam mıyız artık?”
Fahri
Bey’e yüklenmek doğru mu değil mi tartışması yapamazdım ama yeni yeni kendine
geliyorken kalbini yormak akıl kârı değildi. Müdahale etme sırasına atlamadan,
Cevahir’in ya da Levent’in konuşmasını bekledim birkaç saniye.
Cevahir’in
amcasından pek farklı düşünmüyor olduğunu, ağzını açıp karışmayacağını göz
ucuyla ona baktığımda anlamıştım. Az önce Ecevit Bey yerine onun konuşacağını
sanmıştım zaten, şaşırtmamıştı.
Son
çareye, Levent’e doğru baktığımda ise onu dudakları örtülü halde boş bakışlar
atarken görmüştüm.
Aynı
düşünüyorlardı.
Fahri
Bey’in aile olmak ile ilgili
hassasiyeti hepsine aslında fazlaca dokunuyor, onları rahatsız ediyordu. Belli
ki bu ilk kez böyle açıkça konuşuluyordu. Fahri Bey’in sarsılmış ifadesinden ve
uzun süren sessizlikten çıkarımım buydu.
Bedenimi
biraz önce geriye kaydırmıştım ama asıl yapmak istediğim başkaydı. Gerginliğin
iyice hissedilebilir hale gelmesiyle kendime engel olamamış, koltukta sola
doğru kayarak Cevahir’e yaklaşmıştım.
Avucumu
bileğine yakın bir yere dokundurup bekledim. Ona yanaştığım anda başını bana
çevirmiş, yüzüme bakmıştı.
Sessizliği
dağıtan Fahri Bey’in ayaklanması oldu. Hiçbir şey söylemedi. Ne kendisini
savundu ne de oğluna alınmış göründü. Düz bir ifadeyle kapıya yöneldiğinde onun
bu halinin kabullenişinden mi yoksa bambaşka bir şeyden mi olduğunu asla
bilmiyordum.
Arkasından
gözlerimi birkaç kez kırpıp baktıktan sonra oturmaya devam eden üçlüye geri
çevirdim bakışlarımı.
Levent,
“Biz ne yaşıyoruz lan?” diyerek hayretle konuştuğunda neredeyse güler gibiydi.
Sinirlerinin yıprandığı çok belliydi. “Adım atmak yerine birbirimize giriyoruz,
bunu aylarca Cevahir’le bana yaptırdılar. Şimdi de siz mi devraldınız baba?”
Cevahir
ve Levent’i birbirine düşürmek onların planıydı ancak Ecevit Bey’in patlamasını
planladıklarını zannetmiyordum.
“Bununla
yüzleşmeye ihtiyacı vardı,” dedi Ecevit Bey sakin kalıp. “Ben babamdan özrümü
diler, normale çeviririm. Bu kısımla ilgilenmeyin.”
Birkaç
saniyelik bir sessizlik oldu. Ardından yine Ecevit Bey konuştu. “Avukat
araştırmaya başlayın. Nilgün ile ilgili olan bitenler bizim peşinde
koşturacağımız şeyler değil, deliliyle şahidiyle nasıl bir yol izleneceğini
öğrenin acilen.”
“Holdingle
bağlantılı avukatlar var,” dedi Levent ama olumsuz devam edeceği belliydi.
“Hangisinin kime yakın olduğunu bilmiyoruz, basına mı sızdırılır karşı tarafa
mı çalışırlar anlayamayız.”
“Bağımsız
çalışan birini bulun o zaman,” dedi Ecevit Bey. Kolay bir şeymiş gibi
söylüyordu ama bu ikilinin elinin altında işinin ehli avukatlar varken
başkalarıyla çalışmış olacağını sanmıyordum.
“Gökten
mi indirelim amca?” dedi Cevahir ters çıkan sesiyle. “Konuyu anlattığımız anda
bunu ya Cavit’e ya da magazine yetiştirmeyecek kimi bulalım?”
“Cevahir…”
dedim yükselen sesini bastırıp. Uzun süredir hiç konuşmadığım için varlığımı
unutmuş olabilirlerdi, Ecevit ve Levent Avcıoğlu bana ani dönmüşlerdi çünkü.
“Efendim,”
dedi sesi normale dönerken. Bakışları üstümdeydi yeniden.
“Ben
sizin soyadınızı dahi duymamış olan, magazinin m’sinden habersiz bir avukat
tanıyorum sanırım.”
“Cümlendeki
hatayı düzeltirsen seni dikkate alacağım.”
Duraksadım.
Ardından onun takık olduğu konuyu kolayca ayıkladım. Gözlerim devrilirken
dudaklarım aralandı. “Soyadımız,” dedim bastırarak. “Soyadımızı duymamış olan…”
Levent’in
az önceden tutup biriktirdiği kahkaha dışarı fırladı. Ecevit Bey hayretle
yeğenine bakıyordu.
“Konumuz
bu mu oğlum?” dedi Ecevit Bey.
“Bizim
konumuz sık sık bu oluyor, Ecevit Bey.” dedim ona dönüp yakınarak. Kaşları
oynadı. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade belirdi. “Amca diyebilirsin.”
Levent’in
gülüşü iyice yükseldi. Avuçlarımı yüzüme kapattım. Genetikti işte. Kime
yakınıyordum ki?
Yüzüm
kapalıyken Ecevit amca konuştu
tekrar. “Bahsettiği avukatı araştırın, ortada bir sorun yoksa da elimizdeki en
düşük risk bu deyip işe koyulacağız. İki günden fazla sürmesin.”
Bir
hareketlilik hissettiğimde yüzümü açtım. Ecevit amca ayaklanmıştı. “Babamın
yanına çıkıyorum, beni haberdar edin her adımınızdan.”
Salonda
yalnızca üç kişi kaldığımızda omuzlarımı düşürdüm. Levent bana bakıyordu.
“Tanıştır bakalım bizi de bu avukatla, uzayda mı yaşıyor yoksa teknolojiye
alerjisi mi var? Nasıl hiçbir şey duymuyor, bilmiyor?”
Sırıttım.
Egolarını zedelemeye bayılıyordum.
“Herkesin
sizi tanımaması çok mu yıkıcı Levent?”
“Çok,”
dedi alayla. “Tanışırız ama güzelce.”
Başımı
omuzuma doğru eğdim. Çoktan tanıştınız deme
işini Cevahir’le yalnız kaldığım bir an için erteledim.
Levent’in
bu gerçekle benim sözlerimle değil, kendi gözleriyle yüzleşmesi daha iyi
olurmuş gibi hissetmiştim.
~
“Kucağından
kaçmıyorum diye toplantıyı iptal etmiş olmana inanamıyorum,” dedim yanağım
omuzuna yaslıyken.
Gerçekten
inanamıyordum.
Evden
erkenden çıkmıştık. Bunun açıklamasını ‘toplantı var, bu hafta sadece bugün
hastanedeyim’ olarak yapmıştı. Kalan günleri Levent ile geçireceğimizi
anlamıştım böylece. Dün de öyle olmuştu, Pazartesi sabahına Cevahir ile
başlamayı Levent’e tercih ederdim ama toplantısızlığı da seviyordum açıkçası.
“İptal
etmedim,” dediğinde yüzü yüzüme fazlasıyla yakındı. Burnunu şakağıma doğru
sürttü. O, sandalyesinde oturuyorken ben yan bir şekilde dizlerinin
üstündeydim. Beni toplantıya geçmeden odasına çağırıp bir şey söyleyecekmiş
gibi yapmış, sonra da böyle esir almıştı.
Karnıma
yakın bir yerde duran elini tutup çevirdim. Bileğini yüzüme doğru kaldırdığımda
saatini görebiliyordum artık. “Söylediğin saat geçti bile,” dedim rahatça.
“O,
sana söylediğim saatti. Asıl toplantı saatine biraz daha var.”
Şaşkınca
doğrulmaya çalıştım. “Yalan mı söyledin?”
“Öyle
görünüyor,” dedi hiç ifadesini bozmadan. Kucağından kalkmama kolu müsaade
etmiyordu ama omuzundan başımı çekebilmiştim. Yüzüne hafif yukarıdan bakabilme
fırsatımı kullanarak ters ters bakındım. “Sebep..?”
“Sakinleşmeye
ihtiyacım vardı.”
“Sakinsin
zaten,” dedim yüzünü başımla işaret edip. “Mayışmışsın hatta.”
“Kokun
yapıyor,” derken buna biraz da hayret ediyor gibiydi. Boynumun kenarına doğru
yüzünü uzatıp kokumu içine hapseder gibi tenimi usulca soluduğunda ürperdim.
Geceleri
hiç ayrılmadığı kokumun yeterli gelmeyişini ve buna sabah da devam etme
arzusunu sorgulamadım. Sürekli yakınımda olması, ağzımı açmama gerek olmadan
benim de onun varlığını hissedebilmeme yardımcı oluyordu.
Bir
süredir -başlangıcını bir türlü anlayamadığım karmaşıklıkta bir süredir- en az
onun kadar yakında durma bağımlısı olmuş haldeydim. Cevahir beni, bunu
dillendirmeme gerek bırakmadan sarıp sarmaladığı için sesli olarak itiraf
etmemiştim ancak kendimden saklayamıyordum.
Kokumdan
bahsediyordu, kendi kokusunun bana aynısını yaptığından habersizdi. Bir şekilde
bana hep temas etmek istiyordu, aynı istekle sarmalandığımı bilmiyordu. Beni
göresi ve varlığımı hep duyumsayası vardı, benim de durumum hiç farklı değildi.
Başım
bir an için bana ağır geldiğinde alnımı alnına doğru yaklaştırıp ona dayandım.
Geçtiğimiz iki gün fazlasıyla yorucuydu. Bir şeylere koşturduğum yoktu ancak
zihnim yorulmuştu.
Cevahir’in
öfkesi, Nilgün teyzenin durgunluğu ve kendi bitmek bilmeyen karmaşalarımla
birlikte yıpranmıştım.
Gardımı
tamamen indirmiş görünüp alnımı onunkine yasladığım anda kolu belimi daha sıkı
sarmıştı.
“Teo,
anneni kaç gibi getirir? Benim öğleden sonram yoğun, uğrayamayabilirim.”
Nilgün
teyzenin Arif ile olan görüşmeleri artık burada devam edecekti. Bunu kendisi
istemişti. Normale dönüş, rutinlerinin evin dışına çıkması… Bunları çok
istiyordu. Basit bir başlangıç olsa da doktoruyla evde değil hastanede
görüşmesi bile bir adımdı.
“Akşam
eve birlikte dönemeyeceğimiz için çok geç gelmesine gerek yok diye düşündüm,”
dediğinde duraksadım. “Neden dönemeyecekmişiz? Ben normal saatte çık-…” Devam
edecekken birden aklıma düşen şeyle birlikte sustum.
“Günleri
karıştırdım,” dedim sessizce. “Kendi ayarladığım şeyi unutmuşum.”
Güler
gibi oldu. Dudaklarına yakın konumda duran çenemi öptü. “Ayarlamayı unutmadıysan
sorun yok.”
“Unutmadım,”
dedim bir an heyecanlanıp geri çekilirken. Belimi tuttuğu için sadece yüzümü
yüzünden ayırabilmiştim. “O da hiç sorgulamadan onayladı zaten. Akşam
konuşuruz, soracaklarını sorarsın.”
“Levent
de gelecek, restoran seç gün içerisinde. Dört kişilik bir ayarlama yaptırayım.”
Omuz
silktim. “Sanki söylediğim yeri onaylayacaksın da…”
“Ne
zaman onaylamadım?” dediğinde tek kaşım havalandı. “Gittiğin restoranlar belli
başlı yerler, hepsinin mutfağından eminsin ve masan da hazır.”
“Evet,”
dedi yalanlamadan. “Ama canın başka bir yer istiyorsa, orayı da kendime uygun
hale getiririm.”
Uyum
sağlarım demek yerine kendime uygun hale getiririm diyordu. İnanılmaz bir
adamdı.
“Sen
ayarla işte. Bana adını söylersin, saati ve yeri iletirim.”
“Madem
ısrar ediyorsun,” derken takındığı tavır bunun bir taklit olduğunu bağırıyordu.
Beni taklit ediyordu. Kendimi tutamayarak güldüm.
Yine
elini kaldırıp saatine baktım. Ceylin beni aramaya başlamadan ben yol alsam iyi
olacaktı. “Hastam var, beni azat et de gideyim artık.”
“Acil
bir hasta mı?” diye sorduğunda gözlerimi kıstım. “Acil değilse bekletelim mi?
Bu tavrını hastane yönetimine ileteceğim.”
“Selam
da söyle,” dese de beni yavaşça bırakır gibi oldu. Kucağından kalkmak için
hareketlenmeden önce dudaklarını dudağıma bastıracak gibi yaklaşmıştı. Elimi
aceleyle ağzına kapattım. “Rujumu bozma.”
“Sürmeseydin,”
deyişi elim ağzında olduğu için boğuktu. “Yanağımdan öp,” dedim orta yolu
arayarak.
İletişimimizde
sanırım küçük bir kopukluk vardı. Zira beni titretecek bir şekilde boynumu
öpmesini istediğimi hatırlamıyordum.
Gözlerimin
kapanır gibi olmasına güç bela engel olup boynumdan ayrılan dudaklarından hemen
sonra kucağından kaçtım.
Kapıya
doğru gitmeden önce üstümdeki elbisenin etek kısmını ve yakasını düzeltmekle
meşgul olmuştum.
“Toplantı
bir saat sonra,” dedi ben kapıya varmadan. Sırtım kapıya yaslı kalacak şekilde
ona döndüm. “Ben gelmeyeyim, hastanede karını kayırdığına dair dedikodular
çıksın ve herkes seni konuşsun. Gelmeyeyim n’olur.”
Omuz
silkti ‘sen bilirsin’ der gibi.
Duraksadım.
Üstelememesi ilginçti.
“Cevahir?”
dedim şaşkınca. “Gelmeyeyim mi?”
“Yeni
ve kalıcı başhekimle tanışmak istemiyorsan, gelme yavrum.”
Aslıhan
Hanım’ın, Muhsin’in ani düşüşü sonrası idare ettiği koltuğa yerleşecek kişi
belirlenmiş miydi?
“Kim?”
dedim gözlerimi kırpıştırarak. Tekrar Cevahir’e doğru gidecek gibi adımladım.
“Hastaneden
değil,” dedi ben adımlarımı tamamlayamadan. Omuzlarımı düşürdüm. O zaman adını
söylese de bir işime yaramazdı. “Beni kandırmıyorsun değil mi? Toplantıya geleyim
diye yapıyorsan…”
“Risk
almak istersen al,” dedi rahatça. “Kendisiyle son tanışan doktor sen olursun.”
Ofladım.
Merak ediyordum ve tabii ki ilk izlenimimi herkesle birlikte yaşamak
istiyordum.
“Sinir
oluyorum sana,” diye soluyarak kapıya geri döndüm. Sertçe açacakken bunun
dışarıdaki herhangi biri tarafından görülebileceğini son anda hatırlayarak
sakinleşmiştim.
“Ben
de sana!” diye birden koridora sesi dolduğunda önümden geçmekte olan bir
çalışanla göz göze gelmiştik. Cevahir’in cümlesini ‘ben de sana sinir oluyorum’ şeklinde anlamadığı
kesindi. Yüzünde sevimli ama kaçamak bir sırıtış belirmiş ve koştur koştur
uzaklaşmıştı.
Kollarımı
göğsümde kavuşturup asansöre doğru yürürken dudaklarımdaki kıvrılmanın farkında
değildim. Asansörün aynasında kendimde yüzleştiğimde ise gülüşüm kaybolmak
yerine iyice büyümüştü.
Başarmıştı.
Aklımı kaybediyordum.
~
“Hocam
kendiniz başhekim olsanız bu kadar sevinmezdiniz sanırım,” diyen Alper’e doğru
döndüm.
“Hiç
sevinmezdim öyle olsa,” dedim beklemeden. Gayet ciddiydim. Alper de cevabımın
ciddiyetini kabullenmiş olacak ki uzatmadı. “Kendisi de sizi tanıyor mu peki?”
Dudaklarımı
‘bilmiyorum’ der gibi büktüm. “Bir ihtimal hatırlıyordur belki ama sanmıyorum.
Unutmayan değil de unutulmayan biriydi genel olarak. Bizim fakülteden çıkıp
kendisini unutan kimse olduğunu düşünmüyorum.”
Böylesi
abartıp, hiç çekinmeden övebileceğim çok çok az kişi vardı. Cevahir’in cımbızla
seçmiş gibi Vita’ya başhekim olarak çağırdığı kişi de bunlardan biriydi.
Toplantıda
yerimde çocuk gibi heveslenerek onu izlemiş, etraftan da hep kendisine olumlu
bakışlar atıldığına şahit olmuştum.
Bu
denli keyiflenmemde, hem masanın diğer ucunda gizlemeye çalıştığı öfkeli
ifadesiyle oturan Muhsin Paker hem de bahsi geçen başhekimin elimle seçmişim
gibi biri çıkması etkiliydi.
Atalay Kansu.
Artık
ellilerinin ortasında olduğunu az çok tahmin etmeme rağmen yüzü kendisini son
gördüğüm haliyle aynıydı. Yaş almasına fakat hiç yaşlanmamasına ne sebep
olmuştu bilmiyordum. Fakültede kendisine açık ağızla bakan, tek bir tepkiyle
peşine kapılacak olan kalabalığa rağmen işini yapması ve bunu yapmakta
inanılmaz iyi olması kendisini efsaneleştirmişti.
“Hocam,”
diye birden tekrar konuşan Alper’e dönerken biraz irkilmiştim. Atalay hocayla
ilgili bir şeyler düşündüğüm sırada anlık dalmıştım ama tabii ki Alper’in
çenesi durmamıştı.
“Hım?”
dedim yandan ona bakarken. Operasyondan çıktıktan sonra peşimde gezinmeye
başlamıştı, son anda yalvar yakar içeriye girmeye beni ikna ettiği için
teşekkür etmeye çalışıyor diye düşünmüştüm. Bugün bulunması gereken yer benim
yanım değildi çünkü.
“Bu
sefer erkenden çıkmama izin vermeyecek misiniz?” diyerek yüzüme yavru köpeğimsi
bakışlar attı. “Sizle dolaşıp yorulduğumda beni gönderiyorsunuz ya erkenden
bazen.”
“Bazen..?”
dedim sorar gibi. “Kaç kez yaşandı bu?”
“Bir,”
dedi içine içine konuşup. “Suistimal etmeye çalıştığına göre, bu sayı bir daha
hiç değişmeyecek Alper.”
Ciddi
tuttuğum ifademe karşılık biraz beni süzdüyse de üstelemedi. Başını salladı.
“Ben acile döneyim o zaman.”
“Güle
güle,” dedim elimi kaldırıp yavaşça sallarken.
Omuzlarını
düşürüp arkasını döndü. Benim yürüdüğüm yönün aksine ağır ağır ilerlemeye
başladı. Arkasından bakarken ellerim önlüğümün ceplerindeydi.
Peşimde
koşturmasını benim yanımda bir şeyler öğreniyor olmasına ya da en azından rahat
hissetmesine yormuştum ancak belli ki küçük bir kaçış yoluydu.
Arkamı
dönüp yürümeye devam edeceğim sırada bir anda koşturarak yanıma geri geldiğinde
yerimde durdum. “Hocam,” dedi gözlerime renkli camları andıran gözlerini dikip.
“Küstünüz mü bana?”
“Yo,”
dedim ellerim cebimdeyken omuz silkip. Yalandı.
“Küsmüşsünüz
gibi ama,” dedi pes etmeden. Sessiz kaldım.
“Özür
dilerim,” dedi hiç çekinmeden. “Yanlış anlaşılmak istemedim, böyle sizi erken
çıkmak için kullanmışım gibi göründü.”
“Görünmedi,”
dedim. “Öyle yaptın, Alper.”
Benim
yanımdayken beklentisi hep erken çıkabilmek miydi mesela? Şimdi bunu
düşünecektim. Gerçi ben bu izni ona vereli çok zaman olmamıştı, öncesinde de
peşimde bolca dolanıyordu. Çelişiyordu bunlar.
“Nasıl
barışabiliriz?” diye sorarken sesi kısıktı. “Fazladan nöbet tutayım bedava; 24,
48, 72…”
“Bunun
bana yararı nedir?”
“Hastane
sizin ya hocam,” dedi kafası karışmış bir halde.
“Alper
çekil tepemden hadi,” dedim geçiştirir gibi. Ağlak ağlak yüzüme baktı. “Hocam
vallahi boş yere böyle bir şey yapmadım. Annemin doğum günü, ben bir salak
olduğum için hediyesini son dakikaya bıraktım ve çıkışta da kutlamaya geç kalma
pahasına hediye aramak istemiyorum. Aklıma böyle bir şey geldi.”
Duraksadım.
Yalan söylemediğini biliyordum. Yalan söyleyecek olsa baştan bu yalanı söyler
ve erken çıkmaya çalışırdı.
“Ne
alacaksın?” diye sormamı beklemiyordu. Bir an şaştı kaldı. İnanmamamı ya da hiç
dinlemeden gitmemi bekliyordu sanırım.
“Bilmiyorum
ki,” dedi gözlerini kırpıştırıp. Kafasına hafifçe vurdum elimle. “Kaybol
gözümün önünden, doğru düzgün bir hediye bul.”
“Şimdi
mi?” derken gözleri parlamıştı. “Şimdi,” dedim başımı sallayarak. “Bundan sonra
benden tolerans bekleme, 7/24 kölemsin. Bu sondu.”
“Dayanamıyorum!”
diye birden yükseldiğinde şaşkınca yüzüne baktım. Neye dayanamıyordu?
Cevabı
bulmam çok uzun sürmedi.
Birden
kendimi Alper tarafından sarmalanmış halde buldum. Organlarımı ağzımdan
dökeceğim kadar sıkı sarılıp beni birkaç saniye tuttu. “Böyle döve döve seven
bir abla modelisiniz, keşke ablam olsaydınız.”
İnsanların
bir şeyi olabileceğimi yeni yeni
öğreniyordum. Bunu dile getirmedim. Yine de samimi bir şekilde konuşması ve
normalde Cevahir’i öne sürüp temastan kaçınıyorken kendini tutamaması beni
gülümsetti.
Bu
ikinci beklenmedik sarılmamdı. Geçen hafta da Mira aynısını yapıp beni
boğmuştu(!).
Alper
benden bir tepki gelmeyeceğini anladığında koşturarak gözden gerçekten
kayboldu. Arkasından bakmakla boşa zaman harcamadım. Odama dönmek için diğer
koridora saptığımda ben henüz içeri girmeden telefonum çalmaya başlamıştı.
Ekranda
Cevahir’in ismini gördüğümde açıp telefonu kulağıma yasladım. “Efendim?”
“Ameliyatın
bitmiş,” derken benden daha emindi bu bitişten. Kim yumurtlamıştı yine acaba?
“Bitti,
evet. Odama geçiyorum.”
“Annem
geldi, yanımda. Haber ver demiştin toplantıdayken.”
“Tamam,”
dedim son heceyi uzatıp. Telefonu yüzüne kapattığım için odasına girdiğimde
bana atacağı bakışları göze alarak telefonumu cebime geri koydum. “Ceylin
hastam var mı?” diyerek odamın hemen yanındaki masaya dayandım.
“Şu
an görünmüyor, Seray hocam. İşiniz varsa halledin, ben ararım sizi.”
Teşekkür
ettikten sonra yanından ayrıldım. Yukarıya çıkıp Cevahir’in odasının önüne
gelmem kısa sürmüştü. Kapıya bir kez vurup içeriden gelecek sesi bekledim.
“Gir,”
diyen sert sesi yükseldiğinde kapıyı açıp kendimi içeri attım. Nilgün teyzeden
başka kimse yoktu. Bu nedenle Cevahir’e döndüm. “Dövseydin kapıdakini bi’ de. O
nasıl bir ‘gir’ demek?”
“Senin
geldiğini nereden bileyim, telefonu suratıma kapatınca hastaneyi terk ettin
olarak yorumlamıştım ben.”
“Yanlış
yorumlamışsın,” diyerek üstüne gideceğim sırada tenis maçı gibi bizi kafasını
çevire çevire izleyen Nilgün teyzeyle göz göze geldim. “… hayatım.” diyerek biraz sıcaklık ekledim aslında bitmiş olan
cümleme.
“Benden
çekinme,” dedi Nilgün teyze araya girip. “Bağırabilirsin.” Oğlunu ortaya
atışına ve asla umursamamasına gülecek gibi oldum.
Cevahir’in
bir şeyler homurdandığını duysam da kulak vermeden Nilgün teyzenin karşısındaki
koltuğa yerleştim. Cevahir kendi sandalyesindeydi, masanın önündeki koltuklarda
da biz vardık.
“Yorucu
bir gün müydü, annem? Gözlerinin altı
şişmiş biraz.”
Nilgün
teyzenin Cevahir’e sorduğu soruyu cevaplaması ve gözlerinin altına bakmak için
Cevahir’e doğru başımı çevirdiğimde onu bana bakar halde bulunca gözlerimi
kırpıştırdım.
“Şişmemiş
ya,” dedim gözlerine dikkatle bakıp. Sabahki gibiydi.
“Bana
söylemiyor,” diye mırıldandı sakince. Sırtımın tam ortasında yayılıp her yerime
dolan ürpertici hisle birkaç saniye öylece kaldım.
Başımı
Nilgün teyzeye çevirdiğimde onu da beni izlerken yakalamıştım.
İkisinin
bakışlarının hedefinde de ben vardım. Sorunun da hedefi ben miydim?
Başımı
robot gibi iki yana salladım. “Yorulmadım,” dedim fısıltıdan daha yüksek
çıkması için çabaladığım sesimle. “Çok mu şişmiş?”
Cevahir,
beni neyin sarstığını çok iyi biliyordu. Nilgün teyze ise sanıyorum ki durumu
fazla yanlış yorumlamıştı.
“Ağzımdan
kaçtı öyle,” dedi açıklar gibi aceleyle. “Çok abarttım. Kusuruma bakma benim.”
“Bakmadım,”
dedim hemen. “Bakmam. Sorun yok.”
Sorun var. Zihnim
bu konuda öyle boş ve kalbim öyle aç ki, bana böyle seslenmende birden fazla
sorun var Nilgün teyze.
“Arif’in
biraz daha işi var sanırım,” dedi Cevahir birden araya girerek. Beni de
annesini de bu garip andan çekmeye çalışmıştı. “Bir şeyler içelim, ne
içeceksiniz?”
“Kahve,”
diye mırıldandığımda sesim tarttığımdan fazlaydı çünkü aynı cevap Nilgün
teyzeden de gelmişti.
“Başka
bir şey içtiğiniz yok zaten,” diyerek masasındaki telefona uzanan Cevahir’e
dönmeden kaçamak bakışlarla karşımdaki kadını süzdüm.
Saçları
yer yer beyaza bulansa da, asıl rengi apaçık bir sarı olduğundan omuzlarından
aşağı dökülen tutamlar çok hoştu. Yüzü inceydi. Onu ilk gördüğüm zamanlardan bu
yana biraz kilo almıştı aslında ama eski hali normalin dışında zayıf olduğundan
kilo almış hali onu sağlıklı göstermeye başlamıştı.
Güzel
bir kadındı. Kalbinin yüzüne yansımasındandı belki ama benim gözümde bir nevi
melekti. Onun hayatını cehenneme çeviren herkese de iki kat fazla kızgındım bu
yüzden.
“Karın
seni bırakıp beni alacak gibi bakıyor, Cevahir.”
Nilgün
teyzenin tepkisiyle birlikte dudaklarımdan kontrolsüz bir kahkaha fırladı.
Cevahir’in de başını eğip gizlice güldüğünü görmüştüm.
Kısa
bir sürenin ardından kahvelerimiz geldi. Kahvemi yudumlamadan önce Cevahir’in
masasında stoklu duran çikolata kâsesine uzanıp birkaç tanesini elimde tuttum.
Paketini açmaya giriştiğim çikolata parçasına odaklanmışken beni
izlediklerinden habersizdim. Fark ettiğimde Nilgün teyzeye elimdeki bir
çikolatayı uzatıp verdim. O çikolatasını alıp ağzına atarken ben de aynısını
yaptım.
Ağzım
dolu halde Cevahir’in ne yaptığına bakınca dikkatle dudaklarımı izlediğini
görmüştüm. Dudağımın kenarına çikolata bulaştığını belli ettiğinde içten içe
sırıttım. Başparmağımla dudaklarımın etrafında kısa bir tur atıp çikolata
kalıntısını hissederek bulmaya çalıştım.
Düzgünce
silmek, kenardan peçete alıp ağzımı rahatça temizlemek gibi seçenekleri göz
ardı ederek Nilgün teyzenin önüne dönük olmasından faydalandım ve parmağımı
emer gibi ağzıma ittim.
Cevahir’in
gerilen çenesini, belli belirsiz titreyen gözbebeklerini görmek yeterliydi.
Keyifle arkama yaslanıp elimi uslu uslu geri indirmiştim.
Odanın
kapısı çalınca Cevahir’in yine sert bir yanıt vereceğini düşünmüştüm. Ancak
beni yanılttı ve düz bir şekilde sakince ‘gir’ diye seslendi.
Nilgün
teyzeye oğlunu işaret ettiğimde gülmüştü. “Söz de dinliyor.” O, henüz cümlesini
tamamlayamadan odanın kapısının açıldığını duydum. Kapıya bakabilmek için biraz
başımı çevirmem gerekiyordu.
İçeri
giren Atalay hocaydı.
“Müsait
değilsiniz sanırım,” diyerek Cevahir’e yönelik konuştuğunda henüz bize hiç
bakmış değildi.
“Müsaitim,”
dedi Cevahir ayaklanırken. “Yan taraftaki odada konuşalım, buyurun.”
Bizi
odadan çıkartmak yerine kendisi çıkıyordu. Rahatımı bozmadım. Atalay hocanın
üstünde tuttuğum bakışlarımı geri çektim. Önüme döndüğümde beni az önce
bıraktığım gibi bir ifadeyle duran Nilgün teyze karşılayacak sanmam bir
yanılgıdan ibaretti.
Cevahir
yanımdan geçerken onun rüzgarını hissetmiş ancak başımı çevirememiştim. Nilgün
teyzenin donuklaşan bakışları tek bir yere odaklıydı.
Dudakları
kıpırdadı. Bir şey söyleyecek sandım ancak sesini duymadım. İyi olup olmadığını
anlamak için endişeyle ayaklanacağım sırada kulağıma kapıdan ses doldu.
“Kusura
bakmayın lütfen, acil bir konu olmasa sizi bölmezdim.” diyen Atalay hocaydı.
Sesini hem nazik hem de sınırı korur şekilde ayarladığından karşısında
söylediğinin aksini düşünmek mümkün değildi.
Konuştuğu
sırada bakışları sonunda bize doğru dönmüş, önde kaldığım için önce bana
bakmıştı. Toplantıda gördüğü yüzlerden biriydim ve üstümde beyaz önlük vardı.
Bana uzunca bakması gerekmemişti.
Bakışları
benim yanına doğru ilerlediğim bedene, Nilgün teyzeye döndüğünde ise tıpkı onun
gibi bakışları durgunlaşmış ve dudakları aralanmıştı. Küçük bir fark vardı
gerçi. Nilgün teyze sesini çıkaramamıştı ancak Atalay hocanın dudaklarından
dökülen tek hece fazlasıyla netti.
“Nil?” demişti öylece.
İçinde
bulunduğumu anın garipliği büyümeye başladığında altdudağımı ağzımın içine
doğru yuvarladım. Birbirlerini tanıyorlardı.
Cevahir’i
aradım bakışlarımla. Kapıya doğru giderken yarı yolda duraklamıştı. Çatık
kaşlarıyla sıra sıra ikisine bakmış, hemen ardından hiddetle konuşacağını belli
eder şekilde yüzü değişmişti.
Onun
patlamasının şu an için en fırtınalı senaryoya evrileceğini bildiğimden göz
göze gelmeye çalıştım kendisiyle. Annesine doğru döndüreceği bakışlarının
hedefi olduğumda başımı ağır ağır iki yana salladım hemen. “Sakin ol,” derken
sadece dudaklarımı kıpırdatmıştım. Beni anlayacağını biliyordum fakat uygulamaya
ne denli dökeceği şüpheliydi.
Nilgün
teyzeden hıçkırır gibi bir ses geldiğinde telaşla ona doğru döndüm tekrar.
Başını öne doğru eğip sırtı sarsılır biçimde kıpırdamıştı.
Bir
şeyler onu tetiklediğinde genellikle tamamen hareketsizleşiyordu. Bir anda
ortamla bağı kesiliyor ve susuyordu ancak şu an tam tersi bir tepkiyle karşımdaydı.
Yere
doğru çöküp yüzünü görmeye çalıştım. Kucağında duran eline dokundum. “Nilgün
teyze,” dedim sessizce. “Duyuyorsun beni değil mi?”
Başını
iki yana sallamaya başladı. Bu, benim soruma cevabı değildi. Belli ki beni
duymamıştı ve zihnindeki bir şeye itiraz ediyor, onunla savaşıyordu.
Çöktüğüm
yerde arkam odadaki iki adama dönüktü. Onları görmüyordum. Adım sesleri
duyduğumda hangisinin buraya yaklaştığını anlamamıştım. “Yaklaşma!” diyerek
yükselen Cevahir’in sesiyle birlikte adım seslerinin kime ait olduğu belli
olmuştu.
Cevahir’in
bağırır gibi olması Nilgün teyzeyi elbette iyiye itmemişti. Odaksız bakışlarla
başını kaldırdığında ne yapacağını kestiremediğim için tetikteydim.
“Anne…”
diyerek Cevahir yanımızda benim gibi dizlerinin üstünde eğildiğinde Nilgün
teyze iç çeker gibi oldu. Ona bir şey söyleyeceğini düşündüm ya da en azından
sarılıp oğluna sığınacağını… Öyle olmadı.
Gözlerinden
bir anda tonla yaş boşalmaya başladı. Sessiz ama dolu dolu ağlıyordu. Birden
bastıran sağanak yağmur gibi, yanakları sırılsıklam olmuştu yaşlarıyla.
Cevahir’in
az önce yaklaşmaması için uyardığı Atalay hocanın bu uyarıyı umursamadan
adımladığını seslerden anlamıştım. Onu durdurmak için hızla doğruldum.
Nilgün
teyzenin hassasiyetini de Cevahir’in bir anda gözü etrafı görmeyecek kadar
önünü karartan öfkesini de bildiğini düşünmüyordum.
“Hocam,”
dedim doğrulur doğrulmaz. “Ben eşlik edeyim, çıkalım biz.”
Bakışları
bana döner gibi oldu ama saniyesinde tekrar Nilgün teyzeye bakmaya devam etti.
“Tamam,”
diyebildi bana bakmasa da. Üsteleyebilecek bir sebebi yoktu elinde.
Geriye
dönmesini bekledim. Bakışlarını olduğu yerden ayırmak çok zormuş gibi biraz
uğraştı. Gözyaşlarıyla boğuşuyor olan Nilgün teyzeye bakındı.
“Ağlamasın,
çıkıyorum.” dedi düz bir sesle. Bu, tam tersi bir etki yarattı ve Nilgün
teyzeyi bu kez sesli ağlar halde gördüm.
Ağzım
şaşkınca ve ne yapacağını bilemez halde açık kalmışken Cevahir delirmiş gibi
sinirle buraya atıldı. Ayaklanıp bu tarafa geleceğini anladığımda araya girmek
için adımlamıştım ki onu durdurmama gerek olmadı. Nilgün teyze ağlarken hep
kapalı tuttuğu algılarını bu kez dibine kadar kullanmış ve oğlunu elinden
sıkıca yakalamıştı.
“Dur,”
diye soludu. “Cevahir, dur.”
“Ne
durması?” diye söylendi Cevahir. “Anne! Yüzünün haline bak, ne durması? Kim bu?
Niye için sökülmüş gibi ağlıyorsun?”
Nilgün
teyze bana bakındı, beni buldu bakışlarıyla. “Dışarı çıkarabilir misin?” diye
sorduğunda başımı salladım hemen. Zaten bunu yapmak üzereydim. “Hocam-…”
diyecek oldum. Ancak Nilgün teyze beni engelledi. “Cevahir’i dışarı çıkarabilir
misin?” dedi yanlış anlaşılmayı düzelterek.
Odadaki
tüm eşyaları dışarı çıkarmamı istese iş yükümün daha az olacağından emindim.
Cevahir
bir eliyle yüzünü ovuşturdu. Eli saçlarına çıktığında bunun bir sonraki adımını
bildiğimden öne atıldım. Bir elimi koluna, diğerini göğsüne bıraktım. Kulağına
doğru yaklaşabildiğim kadar yaklaştım.
“Şimdi
değilse de birazdan anlatacaktır ne olduğunu. Annenin bilincini yitirmeden
bizimle oluşuna odaklan, lütfen. Tanışıyorlar belli ki, konuşsunlar biraz.”
“Seray,”
dedi şaşkınlıkla harmanlanan bir sesle. “Bu herif Nil diyor, annem nefesi kesilirmiş gibi ağlıyor. Yalnız mı
bırakayım?”
“Annen
öyle istiyor,” dedim göğsünde duran elimi belli belirsiz oynatıp. “Kapıda
duralım, ters bir şey duyarsak tutmayacağım seni. Söz veriyorum.”
Bakışlarımdaki
ısrarı hiç kesmeden ona sunarken gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Bu ana
kadar ki konuşmalarımız kısıktı. Dudaklarını yeniden araladığındaysa sesi beni
aşıp, onlara varmıştı. “Sadece beş dakika.”
Sonra
kendimi kapıda, Cevahir’le yan yana buldum.
Verdiği
beş dakika, beş dakikadan çok daha uzun bir süreyle yer değiştirdi. İçeriden ne
bir ses yükseldi ne de kapıda bir hareketlilik oldu.
Bir
elimi eline sarmış, diğerini de onu durdurmak için tek yolum belleyerek göğsüne
bastırmaktan hiç vazgeçmemiştim.
Yüzü
saçlarıma doğru yaslıydı. Kendisini sakinleştirmek için kokumu kullanmasına
izin vererek, hatta ona daha yaklaşıp bunu kolaylaştırarak bekledim.
Aklımda
içerideki ikiliyle ilgili birden fazla ihtimal yer edinmişti ama bir tanesini
diğerlerinden çok daha baskındı.
“Nil’miş…”
diye homurdandı saçlarımın üzerinde. “Kısaltıyor bir de adını. Annem nefret
eder bundan.”
Dudaklarım
yorgunca kıvrıldı. “Sen de nefret ediyorsun ama ben de senin adını kısalt-…”
diyecek olduğumda göğsü bir anda şişti. Yerinde hareketlendiğinde panikledim.
“Öyle demek istemedim,” diye atıldım. “Onların arasındaki farklıdır tabii.”
Aynen, müthiş benzetmeydi Seray.
Aranızdaki çekim yüzünden sinir ettiğin kocanın adını kısalt, sonra da bu
ikiliyi kendinize benzet.
“Biraz
daha kokla saçımı,” dedim çaresizce. “İyi geliyor mu? Parfümümü mü tazelesem?
Odamda var.”
Kendimi
saldırmak üzere atağa geçmiş bir aslanın dibinde eli kolu boş şekilde duruyor
gibi hissediyordum.
“Seray…”
dedi yakınır gibi.
“Hım?”
diyerek uzattım heceyi. “Konuşma, sinirim azalıyor saçmaladığında.”
“Saçmaladığımda
mı?” dedim hayretle. “Sensin be o.”
Sinirleri
yıpranmış gibi güldü şakağımdaki dudakları bana sürtünecek şekilde.
Titrek
bir nefes bıraktım dışarıya. Gerim gerim gerilmiştim. Bu aralar Cevahir’deki
gerilimi paratoner gibi üstüme çekip duruyordum. İsteyerek yaptığım için
kimseye sızlanmam da mümkün değildi. Bile isteye, onun sinirini dengelemekte
kendimi görevli kılmıştım.
Aklımın
yarısı Nilgün teyze ve Atalay hocada iken kalan yarısı da hem sıcaklık hem de
boyut olarak ayıyı andıran bedeniyle beni sarıyor olan kocamdaydı.
İkinci
kısma daha fazla ağırlık verdim. İlk kısmı Nilgün teyzeden öğrenecektik zaten.
~
Nilgün teyzeden bir şey öğrendiğimiz
falan yoktu.
Kendisi
beni şok edecek şekilde ketumdu bu konuda. Resmen beni oğlunu oyalamak için öne
ittirmiş ve sonra da ikisinin arasında kalmama neden olmuştu.
Arif
ile olan görüşmesi bitmiş, benim çıkış saatim gelmişti. Bu akşamın diğer yemek
için doğru akşam olmadığı kesinleştiğinden hiç sözü bile edilmemiş ve arabaya
hep birlikte binmiştik.
Ön
yolcu koltuğundaydım, arkada da Nilgün teyze vardı. Arabayı kullanmakta olan
Cevahir belli aralıklarla sabır çekiyor, söyleniyor ve beni öndeki arabaya
gelişine vuracakmışız gibi tedirgin ediyordu.
Arka
koltuğun ortasında oturmakta olan annesi ise bir başka âlemdeydi. Camdan
dışarıyı izliyordu. Dudaklarında asılı duran ufak tebessüm olmasa kendisini
kötü bir ruh haline kilitlediğini sanabilirdim ama belli ki öyle değildi.
Araba
evin bahçesine girip kapıya yakın bir yerde durana dek dokuz doğurmuştum. Kapımı
açmak için uzanacağım sırada Cevahir hızlı davranıp kendisi indi. Ardından
kendi tarafına yakın olan arka kapıyı da açtı.
“Buyurun,
Nil Hanım.” dedi bastıra bastıra.
Nilgün
teyzenin ne yapacağını görmek için yan yan onlara bakınmıştım arabadan inmeden.
“Teşekkür
ederim,” dedi her şey normalmiş gibi. Açılan kapıdan yavaşça çıktı ve arabadan
indi.
“Sağ
salim atlatalım bu akşamı, n’olur.” dedim başımı yukarı kaldırıp arabanın
tavanıyla bakışırken.
Dilek
dileme seansım biraz sürmüş olacak ki Cevahir’in dolanıp benim tarafıma
geldiğini kapım açılana kadar anlayamamıştım.
Kapımı
zaten sık sık açıyordu. Bu, bir nevi alışkanlıktı. Ancak annesine yaptığı gibi
bana da iğneleme yapacak mı diye biraz duraksamıştım.
Annen zaten bize durumu anlatır diyerek ikna ettiğim ve kapıya
çıkardığım için bir miktar pişmandım. Nilgün teyzenin ağzını bıçak açmıyordu bu
konuda.
“Ben
de buyurayım,” dedim kendi kendime. Eline tutunup arabadan indiğimde burnundan
verdiği nefesi duymuştum. “Güldürdüm,” diyerek onu yakaladığımı belli ettiğimde
avuç içimi okşadı.
“Senin
dışında bir şeye güldüğüm yok zaten,” dedi açıkça.
“Komik
bir karın var,” dedim abartılı bir göz süzüşle. “Herkese nasip olmaz.”
Ne
düşündü bilmiyorum ama yine deli deli baktı yüzüme. Oflayarak yanından kaçtım.
Bir dakika normalse beş dakika deliriyordu.
“Nilgün
teyze!” dedim eve girmeden ona yetişirken. “Bekler misin beni? Tuzak kurdun
bana, hani kötü kaynana değildin?”
O
akşamın böyle sürüp gideceğini, Nilgün teyze kaçağı oynarken bizim de başka bir
şeylerle uğraşamayacağımızı düşünmüştüm.
Cevahir,
annesi odasına kapandığında bir süre arkasından bakıp bana ‘yemeği evde
yiyelim, buraya çağıralım’ dediğinde ise düşüncelerimin doğru olmadığı belli
olmuştu.
Avukat
görüşmesi meselesi, gündem karışmış olsa da ertelenmeyecekti. Yeterince geç
kalındığı göz önüne alınırsa, mantıklıydı.
Hem
evde olmak dışarıda olmaktan daha rahat ve risksizdi.
“Çağırıyorum
o zaman, sen Levent’i arayacak mısın?”
Başını
sallayıp beni onayladı. Ardından ikimiz de iki ayrı telefon görüşmesi
gerçekleştirdik.
“Yemek
yok yalnız,” dedim omuz silkerek. “Annen de yukarıda ama sonuçta her an
inebilir. Konuşulanları duyarsa kötü olur mu?”
“Sadece
avukat değil, arkadaşın geliyor eve. Yemeği de arka bahçedeki masada yeriz. Annem
benden kaçmaya çalışırken kolay kolay inmez zaten aşağı.”
Derin
bir nefes aldım. Arabadaki düşüncelerim aynıydı. Sağ salim bu akşamı atlatmak
istiyordum.
Üstümü
değiştirmek ve kısa bir duş almak için odaya çıktığımda Cevahir’in de peşime
takılması biraz tehlikeliydi.
Gelecek
olanlar ve evin çok uzak olmayan bir köşesinde oturuyor olan annesi olmasaydı
onu tepemden çekebilmem güçtü.
Çıldırması
için soyunmama, duşa girmeme ya da herhangi bir hareket yapmama gerek yoktu.
Ben parmağımı kıpırdatsam o on hareket sonrasını hayalinde kuruyor ve hayalleri
gerçek olsun diye üstüme atılıyordu.
Beni
her an altında ezilmekten kurtaran(!) gündemdeki yoğun krizdi. O sonlandığında
ya da en azından bir nebze çözüldüğünde kaçacak delik arasam da bulamayacaktım.
Vah vah, tüh tüh şeklinde beni alaya alan
seslere kulak tıkadım. Cevahir bir azgınsa, neremden yükseldiğini bilmediğim bu
sesin sahibi iki yüz azgındı.
Yaklaşık
bir saatin sonunda duşumu almış, saçlarımı kurutup dağınık bir topuzla ensemde
biriktirmiş haldeydim. Üstümde askılı, dizlerime doğru dökülen ama bedenimi
kavrayan bordo bir elbise vardı. Askıda günlük dursa bile üstüme giydiğimde onu
hareketlendirebildiğimi düşünüyordum.
Merdivenleri
inip sağa sola bakındım. Cevahir’i salonda bulacağımı düşünmüştüm ama
mutfaktaydı.
“Ne
yapıyorsun burada?” diyerek arkasından yaklaştım. Tezgâhın önündeydi.
Bana
yaptığı gibi belini sıkıca tutmaya çalıştım iki yandan. Onun elleri beni
sarmaya yetiyordu ama benim ellerim kasla kaplı gövdesine pek etki etmiyordu.
“Dayasaydın
bir de kendini bana,” diye konuşunca kıkırdadım. “Bende ondan yok ki.”
Sırtı
sarsılacak kuvvette güldü. “Bende ikimize yetecek kadar var neyse ki,”
dediğinde gözümün önüne gelen görüntüleri tekmeleyerek dağıttım. Birkaç gündür
bu benim için bir rutine dönüşmüştü zaten.
Uğraştığı
şeye baktığımda bir iki tabak görmüştüm. “Annen mi atıştırdı?” diye sordum.
Başını
olumlu anlamda salladı.
“Biz
ne yiyeceğiz?” diyerek soruyu değiştirdim.
“Levent
bir şeyler getirecek. Bir işe yarasın diye düşündüm.”
Yüzümü
buruşturdum yalandan. “Halledebileceğinden emin miyiz?”
“Değiliz,”
dedi acı bir gerçeği dile getirir gibi.
Gülerek
sırtına yapışmaya bir son verdim. Ben çekilince direkt yarım tur dönüp bedenini
bana çevirmişti.
“Güvenliğe
isim verdin mi? İçeri kadar gelebilsin, kapıda bırakmayalım kızı.”
“Verdim,
alacaklar. Levent zaten elini kolunu sallayarak geliyor.”
Geriye
eve varmalarını beklemek kalmıştı o zaman.
Salona
geçip beklemeye başladığımızda saatten takip ettiğim dakikaların toplamı
yirmiyi bulduğunda zil yerine Cevahir’in telefonu çalmaya başladı. Nilgün
teyzenin uyuma ihtimaline karşı aldığı bir önlem olduğunu biliyordum. Güvenlik
arıyordu.
Küçük
detaylar, hesaplar insanıydı.
İlk
gelenin Levent olmama ihtimaline karşı ben de Cevahir ile birlikte ayaklanarak
kapıya ilerlemiştim. Ancak kapı açıldığında bunun boşa gittiğini anlamıştım.
Gelen Levent’ti.
“Beni
karşılamak için mi toplandınız böyle?” diyerek yalandan çocuk gibi heyecanlı
bir role büründüğünde Cevahir onu duymamış gibi elindeki karton poşetlere
uzandı.
“Aynen,”
dedim ben de bu sırada. “Kırmızı halı bulamadık ama.”
“Düşünmen
yeter tatlım,” derken göz kırpıp gevşekleştiğinde hangi ara aldığını bile
göremediğim hızda bir darbeyle bedeni büküldü.
Acıyla
inleyip doğrulurken bakışları Cevahir’e dönmüştü. “Gelen misafirleri genelde
döver misin?”
“Sadece
ağzına ve gözüne hakim olamayanları.”
Onların
dalaşması kolay kolay bitmeyecekti, bunu artık çözmeye başlamıştım. Bu nedenle
Cevahir’de kalan poşetleri bu kez ben kavradım.
İlerleyen
dakikalarda Cevahir’in söylediği gibi arka bahçedeki masayı yemek yenecek bir
hale getirmiş, bu süre boyunca da Levent’e hem iş yaptırıp hem de çenesini
kırmayı düşleyeceğim kadar çok konuşmasına maruz kalmıştım. Cevahir de bir ara
annesinin yanına çıkıp onu kontrol etmiş ve geri geldiğinde onun uyuyakaldığını
söylemişti.
Her
şey tamamen hazırken geriye sadece ikinci misafirin de gelmesi kalmıştı.
Hem
Cevahir’in hem de Levent’in aslında fazlaca stresli olduklarını anbean
hissediyordum. Birazdan konuşulacak konular ikisi için de yoğundu, bu halde
olmaları da normaldi. Direkt olarak yansıtsalar onları garipsemezdim ama bunu
tercih etmemişlerdi.
“Tekrar
içeriye girmeyelim o zaman,” dedim üçümüz masanın etrafında denk geldiğimizde.
“Gelir zaten şimdi.”
“Tek
gözlü, beş bacaklı biri mi gelecek? Neden adını bile söylemediniz bana? Ben de
araştırsaydım.”
“Hallettim
ben,” dedi Cevahir. “Senin araştırma şeklin biraz sakat. İşe alımlarda
görüyoruz.”
Levent
sandalyelerden birini geriye çekip yerleşti. Ardından kollarını rahat bir
biçimde göğsünde kavuşturdu. “Benim işe alımlarım sıkıntılı olsa sen bugün evli
olmazdın lan, biraz minnet et bana.”
Cevahir’in
bana baktığını hissettim. Birkaç saniye bile sürmeyen, kısacık bir bakıştı. Sonrasında
yine Levent’e dönmüştü. “Doğru, eyvallah o zaman,” dedi sakince.
Levent
daha çok kendisini masaya çarptırılıp sekerken bulmayı bekliyor olacak ki sakin
bir kabullenişin ardından duraksamıştı.
Cevahir’in
telefonu çaldı. Az önceki an parçalanıp kaybolurken, güvenlikle kısaca
konuştuktan sonra bana başıyla ileriyi işaret etti. “Gelmiş.”
“Ben
gidip karşılayayım,” dedikten sonra hızlı sayılabilecek adımlarla evin
etrafından dolanıp ön bahçeye vardım.
Ön
kapıya doğru yürümekte olan, elinde orta boylarda bir hediye kutusu taşıyan
bedeni gördüğümde omuzlarım gevşedi. Geliş sebebi can sıkıcı olsa da bunu bir
ev ziyareti olarak düşünmüş ve hediye getirmişti belli ki.
“Hoş
geldin,” diye mırıldandım yanına yaklaştığımda.
Kararmaya
başlayan havaya rağmen, bahçe ışıklarının etkisiyle parlak görünen gözleri
üstüme çevrildi. Gözleri bala bulanmış gibiydi, onu tanıdığımdan beri ilgimi
çekiyordu renkleri.
“Hoş
buldum,” diyerek karşılık verdiğinde kucağında kutu tutuyor olsa da ona
sarılmak istemiştim ama mümkün değildi.
“Planı
biraz değiştirmiş olduk, sorun oldu mu senin için?”
Dışarıda
yenecek ve daha erken başlayacak bir yemek gibi konuşmuştum en başında. Öyle
olmamıştı.
“Neden
sorun olsun? Yardımcı olabileceğim bir konu var ve yardımcı oluyorum işte, sen
de benim rahmimi incelemiştin.”
Kıyaslama
yaptığı durum beni güldürürken elimle ilerleyeceğimiz yönü gösterdim. “Böyle
geçeceğiz.”
“Bunu
vereyim mi sana?” dediğinde elindeki kutuyu aldım. “Teşekkür ederim,” dedim
gözlerimi kırpıştırırken. “Neden zahmet ettin?”
“Ev
hediyesi,” dedi başını omuzuna doğru eğip. Kutudan kurtulduğu için elleri boşta
kalınca üstünü başını düzeltmeye girişmişti.
Altında
yan kısmı dizinin biraz üstüne kadar yırtmaçlı salaş bir etek vardı. Üstüne
giydiği ve sadece belinin küçük bir kısmını açık bırakan tişört sadeydi ama
onun kıyafetlerle değil bedeniyle göz alıyor olduğunu çözmüştüm.
Düzenli
olarak spor yapıyor olduğuna kalıbımı basabilirdim. Kolu, bacağı, hafifçe
görünen karnı… Tamamen sıkı görünüyordu.
Az
yiyebiliyorum diye ince kalan bedenime ve genetik olarak dolgun olup beni
kurtaran birkaç parçama teşekkür edesim gelmişti. Yürüyüş bile yapmayan bir
insan oluşumla yüzleşmiştim az önce.
Masa
görünür hale geldiğinde kutu kucağımda ağırlaşmış gibi yaparak acıklı
bakışlarla Cevahir’i buldum hemen. “Alabilir misin bunu?”
İki
adımda yanımda bitip kutuyu kucakladı. Bendeyken büyük duran kutu Cevahir’in
kucağında takı kutusuna dönmüştü. Beni
kucakladığında da böyle hissediyordum.
“Hoş
geldiniz Beste Hanım,” diyerek kutuyu boş kalacak sandalyelerden birine
bıraktıktan sonra Beste’ye doğru dönmüş ve elini uzatmıştı.
Beste
elini sıkarken konuştu. “Sorun olmayacaksa Beste demeniz yeterli.”
“Evimde
resmi konuşmuyor olmayı tercih ederim ben de,” diyerek Cevahir de onu
onayladığında onlar aralarındaki beyi hanımı kaldırmıştı. Benim derdim ise
biraz farklıydı.
Gelecek
olan avukatla ilgili zerre bilgisi olmayan kişiye, Levent’e doğru baktım
hevesle. Oturduğu sandalyeden kalkmamış ancak bakışları tamamen bulunduğumuz
yere odaklanmıştı.
Gelen
avukat yedi bacaklı ya da üç gözlü falan değildi ama öyle olsa Levent’in daha az
delici bakacağını düşünmeden edememiştim.
“Yemeğe
geçebiliriz bence,” dedim kendi sandalyemi çekiştirirken. Cevahir’e yanıma
değil karşıma oturması için başımla sinyal vermeye çalışmıştım ama ya anlamamıştı
ya da anlasa da umursamamıştı.
Yanımdaki
sandalyeyi çekmeye giriştiğinde, Beste’ye Levent’in yanına ve benim karşıma
denk gelen sandalye kalmıştı.
Herkes
yerleştiğinde Cevahir’in bacağını dürttüm elimle. Başı bana çevrildi. Kulağına
doğru yaklaştım. “Niye dibime oturuyorsun? Beste böyle gelseydi.”
“Levent
ısıran cinsten değil,” dedi benim gibi fısıldayarak. “Arkadaşın yanına oturdu
diye onu yemez. Ben sana en yakın konum neresiyse, oradayım.”
Karşımızda
iki kişi daha varken çocuk gibi kulaktan kulağa konuşmayı uzatmak ayıptı.
Cevahir’e en az bir saat daha söylenebilirdim ama engelim vardı bu seferlik.
“Siz
gözlemcisiniz sanırım.” Beste’nin konuşmasıyla birlikte kime hitap ettiğini
anlamak için başımı ona çevirdim. Yanına doğru, sağına bakıyordu. Levent’e
yani…
“Anlayamadım,”
dedi Levent bakışlarına karşılık verirken.
“Hoş
buldum, iyi akşamlar.” dedi Beste bu kez biraz iğneler gibi. “Birkaç gün önce
tanıştığınız birine nezaketen tepki verebilirsiniz. Gözünüzü ayırmadan bakmak
biraz ilginç kaçıyor.”
“Gelecek
olan avukatın sen olduğundan haberim yoktu.”
Beste
mesafeli konuşsa da Levent direkt ‘sen’ diye dalmıştı. Az önce Cevahir’e bu
bileti sunan Beste’den güç almıştı muhtemelen.
“Ve..?”
dedi Beste devamını beklercesine.
“Şaşkınım,”
diyerek başını salladı Levent. “Yaşını başını almış bir avukat bekliyordum.”
Boğazımı
temizler gibi hafifçe öksürdüm. Gelir gelmez böyle bir tepki vermese daha iyi
olurdu sanki.
“Umduğunuzu
bulamadığınız için üzgünüm Levent Bey.”
“Adımı
unutmamışsın,” derken Levent hafiften keyiflenmiş gibiydi.
“Biz
ne izliyoruz lan?” diyerek homurdanan Cevahir’i duyduğumda yanaklarımı
şişirerek gülüşümü bastırdım.
Beste,
Cevahir’in tepkisiyle kendine gelmiş gibi çaktırmadan silkindi. Bize doğru
döndü. Yüzünde az önceki iğneleyici ifadeden eser kalmamıştı. Daha ciddi ve
düzdü şimdi.
Masada
o andan sonra konu bir daha hiç beni yanaklarımı gülmemek için sıkacak kadar
eğlendiremedi. Beste’ye anlatılanlar ve Beste’nin bize anlattıkları ile dolu
geçen saatlerin sonunda üstüme tır devrilmiş gibiydim.
Nilgün
teyze ile ilgili konuştukça kalbim iyice ağrımış, bir ara gözlerim neredeyse
taşacak kadar çok dolmuştu. Cevahir’in konu ne olursa olsun bana açık olan
algısı sayesinde konuşmanın kalanında omuzuna doğru yatmış ve onunla oyalanıp
kendimi kasmıştım. Beni yakınına çeken oydu, bir santim bile kıpırdamayan ise
bendim.
“…adım
adım ilerlemek zorundayız ama bu adımlar arasında çok uzun süreler olmayacak,
olmamak zorunda daha doğrusu. Bugün şikâyet ettik, yarın her şey son buldu
meselesi değil bu. Elimiz kuvvetli olmalı, gözden kaçan bir şey olursa
aleyhimize olur.”
Beste
sırayla hepimize bakarak konuşmuştu en sonunda. Yanağımı hafifçe Cevahir’den
ayırıp doğruldum. Sırtıma dolanmış duran kolunu benden çekmedi.
“Biz
adım atmaya çalışırken gelip düşürmeye çalışmayacaklar mı yani?”
Beste
başını salladı ağır ağır. “Ben de onu söylemek üzereydim. Bir insanın
zehirlenmesinden, yıllarca sistemli olarak aklıyla oynanmasından bahsediyoruz.
Bunu yapanın ya da yapanların sınırı yok demek oluyor, nereden atak
yapacaklarını bilmiyoruz.”
“Şikâyetten
sonra kaybedecek bir şeyi kalmamış gibi hissedip daha da saldırganlaşır belki,”
dedim kendi kendime konuşur gibi. Zerrin’den bahsediyordum.
“Saldırsın,”
dedi Cevahir. “Saldırsın ki daha fazla hata yapsın.”
Bunu
söylerken kendisine gelecek bir saldırıdan bahsettiğinden emindim. Hiçbir
çekincesi olmadan konuşmuştu.
Beste
dudağının kenarını ısırdı. Yeniden eski haline döndürdüğünde ilk yaptığı
Levent’e doğru bakmak oldu. “Cevahir’e değil, sana yönelecekler bana kalırsa.”
Levent’in
duraksadığını gözümle görebildim. “Niye böyle düşünüyorsun?”
“His,”
dedi Beste sadece. “Öyle hissettim.”
Bunun
altında histen fazlası vardı. Muhtemelen anlattıklarımızın arasından kendince
Cevahir-Levent karşılaştırması yapmış ve daha zayıf duran halkanın o olduğunu
düşünmüştü.
Bana
birkaç hafta önce sorulsa belki ben de aynı şeyi söyleyebilirdim ama Levent
olan biteni öğrendikten sonra yaşadığı kırgınlığı saklı bir öfkeye çevirmekte
hiç gecikmemişti. Gözümde ikisi de gelecek olan saldırılara karşı kapalı ve yeterince
dikkatliydi.
Karşı tarafta olan ben olsaydım,
saldırı hakkımı ne Cevahir’de ne de Levent’te harcardım.
~
Elimde
kalan kremi boynuma doğru yayarken aynadan kendimle bakışıyordum. Dudaklarım
hafifçe bükülmüş, gözlerim yorgunluktan kısık bakar hale gelmişti.
Olduğum
yerde fazlasıyla oyalanmama rağmen içeriden adımın seslenilmemiş olması iki
ihtimalin önünü açıyordu. Cevahir ya uyuyakalmıştı ya da dakikalardır banyo
aynasının önünde olduğumu fark edemeyecek kadar dalmıştı.
Saçımdaki
tokayı çıkartıp tutamların omuzlarıma doğru dökülmesine izin verirken askısı
düşüyor gibi olan geceliğimi de düzelttim. Aynayla bakışmaya son verip arkamı
döndüğümde odaya adımlamıştım.
Tavan
ışıkları kapalıydı. Cevahir kendi tarafındaki duvar aydınlatmasını açmıştı. Sırtı
başlığa yaslı ve gözleri açık şekilde oturuyordu. İhtimallerden ikincisinin
doğru olduğunu böylece anlamıştım.
Odaya
adımlamamın bakışlarını bana çevirmesine neden olacağını sanmıştım ama
kıpırdamadı. Yatağın bana ait kısmına doğru yaklaşıp bir dizimi yatağa
yasladım. Yatağı sarstığımda da bakışları beni bulmadı.
Niye
bakmıyordu?
Kaşlarım
yavaşça çatılırken, aklımdakinin biraz düşünsem yapmayacağım kadar saçma
oluşunu boş verdim ve iki dizimin üstünde yatakta durur hale gelir gelmez
yerimde zıplar gibi sallandım.
Başını
çevirir çevirmez gözleri gözlerimi bulunca kastığım omuzlarım gevşedi. “Sonunda,”
diye homurdandım.
“Uyuyor
muyuz?”
“Benim
planım bu yönde,” dedim başımı omuzuma doğru eğerken.
Geçiştirir
gibi başını salladı. “İyi geceler.”
Kapatmak
için lambasına uzanıyor olduğunu anladığımda öne doğru atılıp elini yakaladım.
Diğer eliyle uzanabilirdi ama dikkatini çektiğim için duraklamıştı.
“Senin
uykun yok mu?”
“Uyuyabilecek
gibi değilim,” dedi oyalanmadan, açıkça.
“Biraz
yoğun bir gün oldu,” dedim kabullenmiş şekilde. Önce yeni başhekim ve annesi
arasındaki çözülemeyen tanışıklık,
sonra da Beste’ye anlatırken her şeyi baştan hatırlamak onu tüketmişti;
normaldi. Ben bu haldeysem, o en az iki katımdı.
“Bok
gibi bir gündü diyebilirsin.”
Başımı
salladım. “Bok gibi bir gündü.”
Burnundan
kısa bir nefes verip güler gibi oldu. Dediğini tam olarak yapmış olmama
gülüyordu.
“Bitki
çayı yapayım mı? Sinirlerini biraz gevşetir, uyursun.”
“O
otları balya halinde yutsam da uyuyamam, Seray. Yat sen hadi.”
O
böyle dikilirken ben rahatça uyuyamazdım ki. En azından bu gece yapamazdım. Normal şartlarda ona pek bakmadan
gözlerimi yumup uykuya dalabiliyordum. Kötü
hissettiğini biliyorken onu görmezden gelemeyeceğimi az önce fark etmiştim.
“Ben
uyutsam..?” dedim sorar gibi. “Öyle de mi uyuyamazsın?”
Aklım
yaklaşık bir ay öncesine, Cevahir’in babasıyla ilgili gerçeği öğrendikten sonra
yaşananlara gitmişti. Onu tıpkı şu anki gibi sakinleştirmeye çabalamış ve
kendisinden ‘uyut o zaman beni’
tepkisi almıştım.
İtiraz
etmedi fakat olumlu da konuşamadı. “Bilmem,” dedi sadece.
Dizlerimin
üstünde durmayı keserek yastığıma doğru devrildim. Sırtüstü uzanıp kollarımı
bir şeyi bekler gibi açık bıraktım. Bir şey, oydu; beklediğim oydu.
Başlığa
yaslı sırtını oradan ayırdı, yatakta normalden daha aşağı kaydığında başını
boynuma ya da göğsüme yaslamayacağını anlamıştım.
Benim
hatırladığım anı, onu uyuttuğum ilk ve tek anıyı kendisi de
hatırlamıştı. Emindim.
Üst
bacağıma doğru salınan geceliği kendisine düşman sayarak çekiştirdi, kumaşı karnımın
üst sınırına kadar açmasına herhangi bir tepki vermedim. Ne yapacağını
biliyordum.
Karnım
açıkta kaldığında yanağı tam ortaya denk gelecek şekilde tenime yaslı kaldı.
Yatak büyük olmasa bacakları yere sarkabilirdi, kendisini iyice aşağıya
itmişti. Yan dönerek kendini rahat bir pozisyona soktuğunda ona hiç karışmadım.
Kıpırdadı, yanağı karnıma sürtündü, bacaklarını toparlamaya çalıştı.
Hareket
etmeyi kestiğinde her nedense bunun rahata erdiğinden değil, beni daha fazla
darlatmama çabasından kaynaklandığını hissettim. Sanki bu gece her ne olursa
olsun rahat hissedemeyeceği bana uzaklardan fısıldanmış gibiydi.
Sol
elimi kaldırıp saçlarına usulca bıraktığımda zihnimde birbirine karışmakta olan
seslerin biri hariç hepsi sustu. Susmayan o ses, benimle kısa bir süredir
beraber olan sesti. Adını tekrarlayıp
duran, varlığını unutmayayım diye çırpınan sesti.
Saçlarına
değen parmaklarım, onu uyandırmaya çalıştığım anlarda olduğu ya da arsızlaşıp
beni tüketmeye başladığında freniymiş gibi davrandığımda yaptığım şekilde hoyrat
değildi. Saçlarını çekiştirmiyordum, kaba davranmıyordum.
Saçlarını
kırılabilecek bir şeymiş gibi dikkatle okşamaya başladım. Bunu annesinden
öğrenmiştim. Kucağına öyle her an yatıyor değildi ama ne zaman orada olsa
Nilgün teyze saçlarını böyle seviyordu.
Doğru
şeyi yaptığımı, karnıma çarpıyor olan nefesleri düzenli ve sakin bir hal
aldığında kabul ettim. Dakikalar birbirini kovalarken parmaklarım hiç yorulmuş
gibi değildi, içimi tırnaklayan endişe ise yorgunluktan kırılacaklarmış gibi
hissetsem bile saçlarını okşamayı kesmeyeceğimi anladığımdandı.
Ben
yaralarımı hep biliyordum. Aklım ermeye başladığından beri bu haldeydim. Hep
artmış ve hiç azalmamıştı. Cevahir’i ise tüm yıkımı bu yaşında, aynı anda
bulmuştu. Bu yüzden sırayla birbirimizi yıkılmış görüp, güç verecek tarafa
geçiyorduk.
“Seray,”
dediğinde aradan bayağı bir zaman geçmişti. Uyuyakaldığını sanacağım kadar uzun
bir zaman…
“Uyuyamadın
mı? Uyudun sanmıştım.” diye mırıldandığımda sesim biraz çaresiz çıkmıştı.
Uyuyabilmesi için elimdeki son ve en büyük çözüm buydu çünkü.
“Uyuduğumu
mu sandın?” diye tekrarladı sessizce. Neden beni yinelediğini anlayamadığım
için gözlerimi kısarak bekledim. “Saçlarımı bırakmadın, beni üstünden
çekmedin.”
Sessiz
kaldım.
Öyle
mi yapmıştım? Evet, tam olarak öyle
yapmıştım.
Uyuduğunu
düşünsem de aklımın ucundan ne saçını bırakmak ne de yatağa düşmesine neden
olmak geçmişti.
Sessizlik
büyüdü. Sesinin de sessizliğinin de yeri geldiğinde beni yutacakmış gibi
kuvvetlendiği anlar oluyordu ama bu onlardan biri değildi.
“Nasıl
yapıyorsun anlayamıyorum ama bazen senden anne sıcağı sızıyor,” dediğinde
bedenime soluk bir ürperti yayıldı. “Bazen sözcüklerinde, bazen parmaklarının
ucunda… Biliyor muydun?”
Saçlarındaki
parmaklarım, dokunmaya başladığım andan beri ilk kez duraklar gibi oldu.
“Bilmiyorum,” dedim öylece. “Anne sıcağını ayırt edebilecek son kişiyle
konuşuyorsun.”
Uzun
ve derin bir nefes aldı. Aldığı nefes tenimden çekilip ona karışıyordu.
“Neden?”
dedi dudaklarından fırlayan soruyu tutamamış gibi. “Muhsin’in neyin pençesinde
kıvrandığını öyle ya da böyle aklım alabiliyor ama annen… Neden?”
Muhsin
Paker’in, babamın, kendince
gerekçeleri vardı. Cevahir’in ne demeye çalıştığını anlamıştım. Ailesi vardı.
Beni, annemi ya da ailesi dışında herhangi bir şeyi neden seçsindi?
“Bilmem,”
dedim çok normal bir soru sorulmuş gibi. “Hiç sormadım.”
Hiç
sormamıştım. Kendimce bir şeyler aramış, dönem dönem sebepler bulduğumu sanarak
oyalanmıştım.
“Nasıl
sormadın?” derken Cevahir gerçekten şaşkındı. Şaşkınlığının etkisiyle karnımdan
kalkacak gibi olduğunda saçındaki elimle ona engel oldum. Bana bakmıyorken kendi
kendime konuşuyormuş gibi hissettiğim için bir parça daha rahat konuşuyordum, bunu
bozarsa ‘uyumak istiyorum’ diyerek kaçmayacağımın bir garantisi yoktu.
“Ondan
ne kadar uzaksam, ruh hali o kadar iyi olurdu. Ben de hep kaçtım.”
Liseye
başlayana kadar kendimi aynı dört duvar arasındayken hayalet gibi kaybetmeyi
öğrenmiştim, sonra da çıktığım o kapıdan geri hiç girmemiştim zaten.
Ben
liseye başladıktan çok kısa bir süre sonra evlenmişti. Bu, olur da dönmeyi
düşünürsem diye aldığı bir önlem gibi gelmişti o zamanlarda. Önlemini boşa
çıkarmamıştım.
Yeni
eşi, karşı karşıya geldiğimiz birkaç seferde istersem yanlarında kalabileceğimi altını çize çize söylemişti. Annemden
tek bir kez buna katıldığını belirten bir cümle duysam, kırıklarımı toplayıp
eteğine sığınacağım kesindi.
Beni
hiç tanımıyor gibi görünen sevgili babam haklıydı
aslında. Zavallı bir çocuktum. Gözlerinin içine bakmaya cesaretim yoktu ama
mecazen hep bu haldeydim, gözlerinin içine içine bakıp beni hayatlarına
sığdırmalarını beklemiştim.
“Neyse,”
dedim iç çeker gibi. “Konu ne zaman bana geldi? Uyu hadi.”
“Konu
sana gelmedi, konu hep sensin. Sen ya da ben yok, düne kadar vardıysa da artık
yok.”
Dünden
kastı gerçek anlamda dün değildi, aştığımız duvarlardı.
Aştıklarımız
kadar aşamadıklarımız, bana kalırsa hiçbir zaman aşamayacaklarımız da vardı ama
ses çıkartmadım.
Cevahir
uyuyamayacak olan taraf gibi olsa da içimden saydığım sayılar sayesinde
hesapladığım yarım saatin sonunda olduğu yerde uyuyakaldı.
Bense
kapanmayan lambadan sızan ışığın tavana düşürdüğü gölgelerimizi izlerken oda
güneşle aydınlanana dek uyanıktım.
Gece
sabaha dönene kadar parmaklarım saçlarından, aklım da ruhumdaki boşluklardan
hiç ayrılmamıştı.
~
“Günaydın,”
diyerek tıkırtıların yaklaştıkça yükseldiği mutfağa girdim. Nilgün teyze buna
gerek olmadığını söylesem de üç sabahtır, yani geldiği günden itibaren
kahvaltıları hazırlama konusunda itiraz kabul etmiyordu.
Uyanıyor,
giyiniyor ve aşağıda onu hazırladığı kahvaltıyla birlikte buluyordum. Yardım etmeye
çalıştığımda beni mutfak eşyalarından en yakınında olan ile kovaladığı için
artık bu konuda ısrarı da bırakmıştım.
“Günaydın,
Seraycım.”
Salondaki
masanın çoktan hazır olduğundan emindim. Uyanacağımız ve aşağıya ineceğimiz
saati bildiği için her şeyi ona göre ayarlıyordu. Şu anda da ocağın başında
mantar sotelemekle meşguldü. Bunun omlete dönüşeceğini tahmin ediyordum.
“Yapabileceğim
bir şey var mı?” diye sorduğumda başıyla tezgâhın solunu işaret etti. “Yumurtaları
çırpabilirsin.”
Kâsenin
içindeki çatalla yumurtaları birbirine karıştırmaya başladığımda kısa bir süre
sessiz kaldım. Ancak bu süre gerçekten kısaydı çünkü dilimin ucunda birikenleri
kusmamak çok zordu.
“Dün
yaşanmamış gibi mi davranıyoruz gerçekten?”
Atalay
hoca… Nilgün teyzenin onu gördükten sonraki hali. Bakışları…
“Ne
olmuş dün?” dedi bir iki saniye duraksadıktan sonra hızla toparlanıp. Mantarları
tavayı sallayarak hareketlendirirken bakışları da tavadaydı.
“Beni
yem olarak kullandın,” dedim alınmış gibi. “Cevahir’i güç bela odadan
çıkarttım, sen sonra anlatırsın diye ikna ettim.”
“Ee,”
dedi sakin sakin.
“Nilgün
teyze!” dedim dayanamayıp tamamen ona dönerken. “Cevahir’in kızgın boğa
hallerini falan boş ver tamam. Ben onu sakinleştiriyorum bir şekilde, buna
güvendin ve kullandın. Ama Atalay hoca… Siz…”
Çırptığım
yumurtaları elimden alırken yüzüme hiç bakmamıştı. Gözlerimi kıstım. Madem
öyleydi…
“Üniversitede
hocamdı bu arada kendisi,” dedim havadan sudan bahseder gibi. “Tanıyordum yani.”
Mantarlardan
cızırtılı sesler yükselirken Nilgün teyze yumurtaları dökmek yerine öylece
bekledi. Doğru taşı oynadığımdan emin olurken kendimi içten içe tebrik ettim.
Bana
bir şeyler sormayı istiyor ancak bunu yapamıyordu. Çünkü o sorarsa, ben de
sorardım; cevap vermezse, cevap vermezdim.
Merdivenlerden
sesler gelmeye başlayınca iç çektim. “Kocam uyanmış,” dedim sohbetin
kesilmesine üzülmüş gibi. “Bakayım da merdivenlerden düşmesin uyku sersemi.”
Salına
salına mutfaktan çıkacak oldum. Nilgün teyze dayanamayıp beni durdursun diye o
kadar yavaş hareket etmiştim ki ben çıkana kadar Cevahir buraya gelmişti zaten.
“Günaydın,”
diyerek mutfağı henüz uyku sonrası halinden sıyrılmamış sesiyle doldurdu. Yolunun
üstünde önce ben vardım. Bu nedenle ilk öpülen ben olmuştum. Saçlarımın üstünde
dudaklarının baskısı daha kaybolmadan annesine doğru adımlayıp onu da alnından
öptü.
“Günaydın
annem,” diyerek heyecanla konuşan Nilgün teyzeye baktım. Cevahir’in kendisine
dünden kalma tavırla uyanacağını düşünmüş olacak ki günaydın öpücüğüyle
birlikte yeniden doğmuş gibi olmuştu.
“Günaydın,”
dedim ben de. “Hafızan sıfırlandı herhalde geceden sabaha.” Kendi kendime
söylenmiştim daha çok.
Cevahir
omuz silkti. “Her şey taze,” dedi gömleğinin manşetlerini düzeltirken. “Yoğun
bir gün, güç alayım diye öptüm sizi.”
“Niye
yoğun?”
“Direkt
holdinge geçmem gerekirken planım değişti, şimdi Vita’ya uğrayacağım. Öğleden sonra
da diğer işleri sıkıştırmak üzere holdinge geçeceğim.”
Anlamsızca
baktım. “Niye? Hani bu hafta sadece Salı hastanede olacaktın?”
“Acil
bir işim çıktı.”
Nilgün
teyze biz konuşurken omletin üstünü kısa süreliğine kapatmış ve son anda buraya
dönmüştü. “Kötü bir şey yok değil mi?”
Cevahir
omuz silkti. “Yok, kötü değil. Angarya biraz.”
Gözlerimi
devirip Cevahir’e saldırmak üzereydim. Ne işiydi de uzatıyordu bu kadar?
“Ay
neymiş Cevahir?” dedim patlayıp.
“Başhekimi
kovacağım. Yenisi için de elimdeki list-…”
“Ne?”
diyerek aynı anda Nilgün teyze ile bağırır gibi olduğumuzda bizi sırayla süzdü.
Bakışları
bende biraz durdu. Eliyle beni gösterdi. “Sen bu herifin öğrencisisin, doktorluğuna
güveniyorsun ve belli ki o zor kazanılan saygını bu adam kazanmış. Boşu boşuna
kovulsun istemiyorsun.”
Başımı
salladım. “Tam olarak bu, bravo.”
Rica
ederim der gibi başını eğdi. Ardından ağır çekimde annesine döndü. “Peki,
sen..?” dedi kaşları hafif havalanırken. “Senin sebeplerin neler anne? Dinlemek
için çok hevesliyim.”
Nilgün
teyze kaşları çatık halde Cevahir’e bakmaya başladı. Konuşmadı.
Cevahir
zaten bunu bekliyormuş gibi konuşmaya devam etti. “Ama sen anlatmak için hevesli
değilsen, karımın sebepleriyle yetinmeyecek ve gerçekten hastaneyle ilişiğini
keseceğim. Seçim senin. Keyfine bak.”
Gözlerimi
kırpıştırdım. Konu tehdit, şantaj ve benzeri herhangi bir şeyse bu adama ilahi
bir güç geliyordu.
Cevahir
mutfaktan normal hızda adımlarla çıkıp gözden kaybolunca mutfakta geriye onun
donmuş halde bıraktığı Nilgün teyze ve ben kalmıştık.
“Beni
kandırıyor değil mi?” diye mırıldandı Nilgün teyze. Bana dönmüştü aniden.
Dudaklarımı
büktüm. Açıkçası bundan pek emin değildim.
“Yapmayacağı
bir şeyi söylemez,” dedim uzatmadan. “Bu bir istisnaysa da bilmiyorum ama bence
değil.”
Nilgün
teyze bir anda peşinden atlı kovalıyormuş gibi mutfaktan çıktı. Arkasından ağzım
açık bakmak yerine ben de fırladım.
Sıradan
bir sabaha uyanmak en son ne zaman nasip olmuştu bana, hatırlamıyordum.
“Cevahir!”
diyerek salona dalan Nilgün teyzeden birkaç saniye sonra ben de içerideydim.
Cevahir
koltukta oturuyor, kolları göğsünde bağlı ve bedeni yayılmış şekilde keyfine
bakıyordu.
“Dinliyorum,”
dedi annesine ve bana arkasında beliren bana bakıp.
“Söyleyeceğim,”
dedi Nilgün teyze. “Ama söyledikten sonra ne olursa olsun onu kovamazsın, Vita’dan
uzaklaştıramazsın. Söz vereceksin.”
Nilgün
teyzenin derdi, Atalay hocanın Vita’dan değil kendisinden uzaklaşmamasıymış
gibi gelmişti bana ama sessiz kaldım.
“Söz
vermiyorum,” dedi Cevahir. “Ama sınırlarımı senin için zorlarım olabildiğince,
bunun sözünü veriyorum.”
“Doğru
düzgün söz ver,” dedi Nilgün teyze burnundan solurken.
Dün
karşısında duruyor diye yanakları ıpıslak olacak kadar çok ağladığı adamın
bugünün gündemine oturmasına biraz daha farklı tepki veriyordu şu an. Acaba kendi
aralarında konuşmuş olmalarından mıydı yoksa kendi içinde bir şeyler mi
düşünmüştü, bilemiyordum.
“Hayır-…”
diyerek konuşmaya başlayan Cevahir sinirlerimi bozunca araya girdim. “Ya ne
sözmüş, ben veriyorum sözü. Eğer anlatırsan ben izin vermeyeceğim kovmasına Nilgün
teyze. Dinliyor bu beni, gerçekten.”
“Bu derken?” şeklinde yüzü buruşuk bana
bakan Cevahir’e başımı omuzuma eğip karşılık verdim. “Lafın gelişi canım,”
dedim geçiştirir gibi.
Nilgün
teyze bir şeyden emin olmak ister gibi önce bana, sonra da oğluna bakındı. Başarılı
olmuş olacak ki bir an sonra dudaklarından dökülenler biraz soğuk su etkisi
yaratmıştı.
“Sevgilimdi,”
dedi Nilgün teyze. “Eski… Çok eski. Babandan önce, yemin ederim önce.
Evlendiğim anda bitti. Görmedim bir daha onu.”
Nilgün
teyzenin çaresizce aynı şeyi tekrarlamasının nedeni belliydi. Cevahir zaten
babasının annesini korkunç bir
şekilde aldatmasıyla yüzleşmişti. Bir de karşı taraftan aynı darbe geldiyse tüm
dengesi şaşacaktı.
Benim
takıldığım kısım ise biraz farklıydı.
Evlendiğim anda bitti demişti. İlişkisi biter bitmez
Cavit ile mi evlenmişti yani? Yoksa evlendiği için mi ilişkisini bitirmek
zorunda kalmıştı.
Aklım
karışmış halde biraz gerisinde beklediğim Nilgün teyzenin konuşmaya devam edip
etmeyeceğini analiz etmeye çalıştım. O sırada Cevahir birden koltuktan fırladı.
“Eski
sevgilindi yani,” dedi kendisine tekrarlar gibi. “Görünce gözyaşlarına
boğulman, onun kilitlenmesi bundandı.”
Nilgün
teyze başını salladı. Cevahir’in ne yapacağını görmek için ona döndüm.
“Eski
sevgilisinin de, eski nişanlısının
da!” diyerek gürlediğinde burnumu kırıştırdım.
Nilgün
teyze ise sudan çıkmış balık gibiydi. “Nişanlı değildik,” dedi masum masum. Elimi
omuzuna koydum. “Bu sana değildi,” dedim teselli verir gibi.
Cevahir
bana dün gece ‘konu hep sensin’ derken abartmıyordu.
Konu
gerçekten bir şekilde ben oluyordum, ne zaman ve neden bu hale geldiğini bilmiyordum ama onun zihninde konuların ucu
hep bana değiyordu. Üstelik bu bir noktada son bulacakmış gibi değil, giderek kuvvetlenecekmiş
gibi hissediyordum.
Hislerimde
yanılmayı isteyip istemediğime henüz karar vermemiştim. Bir süre daha düşünmem
gerekecekti.
~~~
Allah'ım her şey daha da merak uyandırıcı oluyor giderek
YanıtlaSil