Gözyaşı Kadehleri 30.Bölüm

30.BÖLÜM



Merhabaa

Her bölüm birbirine eş olmuyor, çünkü bölümleri yazarkenki halim birbirinden farklı olabiliyor. Bu bölüm de biraz kurgunun gidişatından biraz da benden kaynaklı olarak dağınık bir bölüm gibi hissettirebilir. Başlamadan önce belirtmek istedim.

Durağan bölümleri yavaş yavaş bitiriyoruz, önümüzde daha hareketli zamanlar var :)

İyi okumalar!

 

~~~

 

 

Son zamanlarda etrafımda olup bitenler öyle hızlı ve çarpıcıydı ki durduğum yerde dünyam dönüyor gibi hissettiğim anlar yaşıyordum.

Her şeye yetişmek ve uyum sağlamak mümkün değildi. Otuz yıla yakındır nefes alıp veriyordum ancak hayatımda bu denli hızlı yaşadığım haftalara daha önce hiç sahip olmamıştım.

Nilgün teyzenin dalgın bakışlarıyla dudaklarından döktüklerinden hemen sonra aklım yaşanmakta olan birden fazla hareketlilikten hangisine odaklanacağını şaşırmıştı. Ona mı destek olmalıydım, hemen yanımda duyduklarıyla birlikte kaskatı kesilen oğlunu mu sakinleştirmeliydim yoksa dört deli Avcıoğlu’nun önündeki tek engel kalktığı için gardımı alıp bir yere mi saklanmalıydım?

Dört deli; yaş sıralamasına göre Fahri, Ecevit, Cevahir ve Levent Avcıoğlu’nu kapsıyordu. Delilik oranına göre sıralama yapılması gerekirse liste bayağı bir değişime uğrardı.

Cavit-Zerrin ilişkisine karşı sadece üstü kapalı hareket ediyor olan dörtlünün önündeki engel Nilgün teyzeydi. Bu iğrençlikten en ağır zararı zaten o almışken bir de psikolojisini iyice bozacak durumlardan kaçınmışlardı. Saldırıya -bunun bir mecaz olduğuna kendimi zor inandırmıştım- geçmek için beklemelerinin nedeni sadece buydu.

Şimdi taşlar yerinden oynamıştı.

Nilgün teyze öğrenmesinden korkulan gerçeği zaten biliyordu.

Oluşan sessizliği bölen, Cevahir’in birden yerinden kalkışı olduğunda tedirgince ona baktım. Dışarı fırlayacaksa telefonuma yapışmam ve Teoman’ı alarma geçirmem gerekecekti. Nilgün teyzeyi yalnız bırakıp peşine takılamazdım.

Cevahir beni buna mecbur bırakmadı. Attığı adımların sonunda, annesinin oturduğu koltuğun önündeydi. Dizlerinin üstüne çökmekte bir an bile tereddüt etmeden oraya çöktü. Yüzünü Nilgün teyzenin kucağına gömdüğünde omuzlarım düştü hızla.

Onu bir tek annesi yakınlardayken böyle anlık da olsa savunmasızmış gibi görebiliyordum. Görmeyi hiç sevmediğimi kendime itiraf ederek zihnimde bir karmaşa başlattığımda parmaklarımı birbirine geçirip tırnaklarımla tenimi çizdim.

“Özür dilerim,” diye mırıldandığını duydum. Sesi, yüzü kapalı olduğu için boğuk ve kısıktı. “Yıllarca hiçbir şey anlayamadım, anne özür dilerim.”

Kendini suçluyordu.

Babasına güvenip böyle bir ihtimali hiç aklına getirmedi diye kendini suçluyordu. Suçlamamalıydı.

“Annem,” diyerek iç çeker gibi konuşan Nilgün teyzeye bakamadım. Bakışlarım Cevahir’in bana dönük duran sırtında takılı kalmıştı.

Nilgün teyze ellerini oğlunun omuzlarına doğru doladığında görebildim onu. Üstüne doğru kapanmıştı. “Asıl ben özür dilerim,” dedi yorgunca. “Unuttum, kendimi kaybettim ben. Annen varken annesiz bıraktım seni.”

Derim büzüşmüş, bedenim istemsizce titreyip bir an kaskatı kalmıştı.

Son cümlesi duvarlara çarpıp bana geri gelmiş gibi yankılanmaya devam ederken yutkundum.

Annesi varken annesiz kalan sadece Cevahir değildi.

 

 

~

 

 

“Dur demeyecek misin?”

Kulaklarıma dolan soruyla birlikte kendimi yavaşlatmadan başımı hafifçe sağa çevirdim. “Dur dememle duracak mısın?”

“Denemeden bilemezsin,” derken sesi dalga geçiyor gibi değildi. Sanki gerçekten benim ‘dur’ dememin ona ne yapacağını kendisi de kestiremiyor, deneyip görmek istiyordu.

“Denemeyeceğim,” dedim düşmemek için bakışlarımı önüme geri çevirip.

Konuşmadığımızda kulağımda sadece iki ayrı ses vardı. Güçlü adımlarına topuk seslerim karışıyordu. Bunu seviyordum. Seslerin birbirini bastıramayışını, birlikte yükselerek kuvvetlenişini garip bir hazla karşılıyordum.

Yanında ilk ya da son yürüyüşüm değildi. Onun hiddetiyle savrulmadan, arkasında ya da önünde değil de yanında yürüyebilecek olan kişi olmaya alışmıştım.

Beni av sandığı oyununda rolümün hiçbir zaman bu olmadığını ona zaten itiraf etmiştim. En başından beri, birbirini avlamayı başaramamış öfkeli iki avcıdan ibarettik. Önümüze çıkan ilk avın başı ise fena yanacaktı.

Bulunduğumuz birkaç basamaklık merdivenin sonu geldiğinde kapıya yakın olan bendim ancak kapı zaten son adımı attığımız anda aralanmıştı.

“Hoş geldiniz,” diyen tanıdık bir sesti. Vildan Hanım’ı gördüğümde üzerimdeki gerginliğe rağmen gülümsemeye çalıştım. “Hoş bulduk,” dedim Cevahir’in yanıtsız kalacağından emin olduğum için hiç beklemeden.

Cevahir benim konuşmak için verdiğim arayı yürümeye devam ederek değerlendirdiğinden ilk bir iki adımımı hızlandırmam ve ona yetişmem gerekmişti.

İlk geldiğim günden beri bana devasalığı ve yaydığı soğuk esintilerle farklı hissettiren evdeydik. Buraya ev demek de bazen basite kaçıyormuşum gibi hissettiriyordu gerçi.

Ana salonun kapısından geçtiğimiz sırada yan yanaydık tekrar, ona yetişmiştim.

Koltuklara dağılarak oturmuş olan küçük kalabalığın bakışları direkt olarak buraya dönmüştü.

Hep aynı koltukta görmeye alıştığım Fahri Avcıoğlu’na, etrafındaki yerlere yerleşmiş olan Ecevit ve Levent Avcıoğlu eşlik ediyordu. Burayı dengeleyebilecek olan tek büyülü insan Beril’di. Ancak görünürde yoktu, çağırılmadığını bildiğim için garipsememiştim.

“Sesinden belliydi zaten,” diyerek ağzının içinde geveleyen Levent’e baktım. “Ne belliydi?” dedim onunla telefonda konuşan kişi ben olduğum için üstüme alınıp.

“Kocanın devrelerinin yandığı ve birazdan bizimkileri de yakacağı…”

Kısaca nefeslendim. Levent’in zaman ve mekân fark etmeksizin terk etmediği yersiz mizahı sahnedeydi. Onda oyalanmadan bakışlarımı diğer iki kişiye çevirdim.

Ecevit Bey’i bir süredir hiç görmüyordum. Ortaya gerçekler döküldüğünde inzivaya çekildiğini ve gözden kaybolduğunu söylemişlerdi ancak bu kayboluş onu sakinleştirmek yerine daha da delirtmiş gibiydi.

“Oturun artık,” dedi Fahri Bey. “Ben bu saatten sonra hiçbir habere devrilmem, kotamı doldurdum. Söyleyin ne olduysa.”

Yakınımdaki koltuklardan birine yavaşça yerleştiğimde Cevahir başka bir yere gitmemiş, tam yanıma oturmuştu. Bu kez öne atılmadım, onun konuşmasını bekledim.

Hiç uzatmadı. “Annem biliyormuş,” dedi sadece.

Evde binbir zorlukla buraya geldiğimize ikna edebildiğimiz, Zerrin’e ya da Cavit’e gitmiyor olduğumuza asla inanmayıp ağlayarak Cevahir’i bırakmayan Nilgün teyze gözümde canlandığında iç çeker gibi oldum.

Teoman yanındaydı ve ağladıkça kendini yorup yarı uyur hale gelmişti ama yine de küçük bir çocuğu ardımda bırakmış gibi diken üstündeydim.

Cevahir’i yollayıp evde kalmayı düşünsem de bundan hızlı vazgeçmiştim. Attığı adımları görmezsem duyduklarımla yetinmem gerekecek ve muhtemelen birçok şeyi bilmemem kaçınılmaz olacaktı.

Levent’i arayarak evde olup olmadıklarını soran da ben olmuştum. Cevahir’i sağa sola saldırmadan önce dedesi ve amcasıyla konuşmaya ikna eden de…

“Neyi?” diye soran Ecevit Bey’di ancak sorarken çoktan cevabı da bulmuştu. Hepsi cevabı biliyordu, belliydi hallerinden.

Cevahir bu soruyu yanıtlamadı. Onun yerine ‘nasıl’ kısmına odaklandı. “İlaçların etkisine güvenerek onunla konuşup durmuş yıllarca. Bab-… Cavit’in bundan haberi var mı bilmiyorum.”

Levent’in yüzünde aniden beliren ve hızla kaybolan kırık bakışı görmüştüm. Annesinin daha ne kadar korkunç birine dönüşebileceğini, her geçen gün yeni bir iğrençliğin ortaya çıkmasıyla nasıl savaşacağını düşünüyor olmalıydı.

Fahri Bey’in yüzünde ise az önce söylediği gibi ‘en kötüsünü zaten öğrendim’ temalı bir ifade yer bulmuştu. Üçüncü kişiden, Ecevit Avcıoğlu’ndan kaçtım. Bakışlarımı ona değdirmeden önüme döndüm. Kendi kucağıma bakarken içim daralmıştı.

“Annemi öne sürüp beni durdurabileceğin kısım geride kaldı, dede. Ben bir köşede bekleyip hisseyle, parayla oyalanmam artık.”

Cevahir’in sesi çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi çıksa da öfkesini hisseden tek kişi olmadığımdan emindim. Salonun genişliğine rağmen öfkesi öyle baskındı ki kendimi duvarlara kadar itilip sıkışmış hissediyordum.

“Ne yapacaksın?” diye sordu Fahri Bey. “Öfkeyle kalkıp zararla oturma diye söylüyorum her ne söylüyorsam. Onları mı gözetiyorum sanıyorsun sen?”

“Onları gözetmiyorsun ama sıçtığımın soyadını da aile forsunu da öyle bir gözetiyorsun ki!”

Cevahir’in patlayacağını sandığım anda gelen yükseliş Ecevit Bey’dendi. Babasına doğru dönerek göğsü hızla inip kalkarken konuşmuştu.

“Bu çatının altında gelinin, hatta bunca yılın ardından belki artık kızın sayılan kadın zehirlendi baba. Göz göre göre delirtmişler, yan odanda olanı görmemişsin ama bizim ceza yolumuz bu mu? Cebine beş kuruş eksik para girmesi mi?”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Koltukta biraz geriye kayarak sırtımı arkamdaki yastığa yasladım.

“Cevahir işe karışan doktoru konuşturmuşken, onun da itirafıyla her şey apaçık ortadayken biz ne halt etmeye şikâyetçi bile olmadık? Ben boşandım, kıymetli soyadını aldık Zerrin’den. Tamam mıyız artık?”

Fahri Bey’e yüklenmek doğru mu değil mi tartışması yapamazdım ama yeni yeni kendine geliyorken kalbini yormak akıl kârı değildi. Müdahale etme sırasına atlamadan, Cevahir’in ya da Levent’in konuşmasını bekledim birkaç saniye.

Cevahir’in amcasından pek farklı düşünmüyor olduğunu, ağzını açıp karışmayacağını göz ucuyla ona baktığımda anlamıştım. Az önce Ecevit Bey yerine onun konuşacağını sanmıştım zaten, şaşırtmamıştı.

Son çareye, Levent’e doğru baktığımda ise onu dudakları örtülü halde boş bakışlar atarken görmüştüm.

Aynı düşünüyorlardı.

Fahri Bey’in aile olmak ile ilgili hassasiyeti hepsine aslında fazlaca dokunuyor, onları rahatsız ediyordu. Belli ki bu ilk kez böyle açıkça konuşuluyordu. Fahri Bey’in sarsılmış ifadesinden ve uzun süren sessizlikten çıkarımım buydu.

Bedenimi biraz önce geriye kaydırmıştım ama asıl yapmak istediğim başkaydı. Gerginliğin iyice hissedilebilir hale gelmesiyle kendime engel olamamış, koltukta sola doğru kayarak Cevahir’e yaklaşmıştım.

Avucumu bileğine yakın bir yere dokundurup bekledim. Ona yanaştığım anda başını bana çevirmiş, yüzüme bakmıştı.

Sessizliği dağıtan Fahri Bey’in ayaklanması oldu. Hiçbir şey söylemedi. Ne kendisini savundu ne de oğluna alınmış göründü. Düz bir ifadeyle kapıya yöneldiğinde onun bu halinin kabullenişinden mi yoksa bambaşka bir şeyden mi olduğunu asla bilmiyordum.

Arkasından gözlerimi birkaç kez kırpıp baktıktan sonra oturmaya devam eden üçlüye geri çevirdim bakışlarımı.

Levent, “Biz ne yaşıyoruz lan?” diyerek hayretle konuştuğunda neredeyse güler gibiydi. Sinirlerinin yıprandığı çok belliydi. “Adım atmak yerine birbirimize giriyoruz, bunu aylarca Cevahir’le bana yaptırdılar. Şimdi de siz mi devraldınız baba?”

Cevahir ve Levent’i birbirine düşürmek onların planıydı ancak Ecevit Bey’in patlamasını planladıklarını zannetmiyordum.

“Bununla yüzleşmeye ihtiyacı vardı,” dedi Ecevit Bey sakin kalıp. “Ben babamdan özrümü diler, normale çeviririm. Bu kısımla ilgilenmeyin.”

Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Ardından yine Ecevit Bey konuştu. “Avukat araştırmaya başlayın. Nilgün ile ilgili olan bitenler bizim peşinde koşturacağımız şeyler değil, deliliyle şahidiyle nasıl bir yol izleneceğini öğrenin acilen.”

“Holdingle bağlantılı avukatlar var,” dedi Levent ama olumsuz devam edeceği belliydi. “Hangisinin kime yakın olduğunu bilmiyoruz, basına mı sızdırılır karşı tarafa mı çalışırlar anlayamayız.”

“Bağımsız çalışan birini bulun o zaman,” dedi Ecevit Bey. Kolay bir şeymiş gibi söylüyordu ama bu ikilinin elinin altında işinin ehli avukatlar varken başkalarıyla çalışmış olacağını sanmıyordum.

“Gökten mi indirelim amca?” dedi Cevahir ters çıkan sesiyle. “Konuyu anlattığımız anda bunu ya Cavit’e ya da magazine yetiştirmeyecek kimi bulalım?”

“Cevahir…” dedim yükselen sesini bastırıp. Uzun süredir hiç konuşmadığım için varlığımı unutmuş olabilirlerdi, Ecevit ve Levent Avcıoğlu bana ani dönmüşlerdi çünkü.

“Efendim,” dedi sesi normale dönerken. Bakışları üstümdeydi yeniden.

“Ben sizin soyadınızı dahi duymamış olan, magazinin m’sinden habersiz bir avukat tanıyorum sanırım.”

“Cümlendeki hatayı düzeltirsen seni dikkate alacağım.”

Duraksadım. Ardından onun takık olduğu konuyu kolayca ayıkladım. Gözlerim devrilirken dudaklarım aralandı. “Soyadımız,” dedim bastırarak. “Soyadımızı duymamış olan…”

Levent’in az önceden tutup biriktirdiği kahkaha dışarı fırladı. Ecevit Bey hayretle yeğenine bakıyordu.

“Konumuz bu mu oğlum?” dedi Ecevit Bey.

“Bizim konumuz sık sık bu oluyor, Ecevit Bey.” dedim ona dönüp yakınarak. Kaşları oynadı. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade belirdi. “Amca diyebilirsin.”

Levent’in gülüşü iyice yükseldi. Avuçlarımı yüzüme kapattım. Genetikti işte. Kime yakınıyordum ki?

Yüzüm kapalıyken Ecevit amca konuştu tekrar. “Bahsettiği avukatı araştırın, ortada bir sorun yoksa da elimizdeki en düşük risk bu deyip işe koyulacağız. İki günden fazla sürmesin.”

Bir hareketlilik hissettiğimde yüzümü açtım. Ecevit amca ayaklanmıştı. “Babamın yanına çıkıyorum, beni haberdar edin her adımınızdan.”

Salonda yalnızca üç kişi kaldığımızda omuzlarımı düşürdüm. Levent bana bakıyordu. “Tanıştır bakalım bizi de bu avukatla, uzayda mı yaşıyor yoksa teknolojiye alerjisi mi var? Nasıl hiçbir şey duymuyor, bilmiyor?”

Sırıttım. Egolarını zedelemeye bayılıyordum.

“Herkesin sizi tanımaması çok mu yıkıcı Levent?”

“Çok,” dedi alayla. “Tanışırız ama güzelce.”

Başımı omuzuma doğru eğdim. Çoktan tanıştınız deme işini Cevahir’le yalnız kaldığım bir an için erteledim.

Levent’in bu gerçekle benim sözlerimle değil, kendi gözleriyle yüzleşmesi daha iyi olurmuş gibi hissetmiştim.

 

 

~

 

 

“Kucağından kaçmıyorum diye toplantıyı iptal etmiş olmana inanamıyorum,” dedim yanağım omuzuna yaslıyken.

Gerçekten inanamıyordum.

Evden erkenden çıkmıştık. Bunun açıklamasını ‘toplantı var, bu hafta sadece bugün hastanedeyim’ olarak yapmıştı. Kalan günleri Levent ile geçireceğimizi anlamıştım böylece. Dün de öyle olmuştu, Pazartesi sabahına Cevahir ile başlamayı Levent’e tercih ederdim ama toplantısızlığı da seviyordum açıkçası.

“İptal etmedim,” dediğinde yüzü yüzüme fazlasıyla yakındı. Burnunu şakağıma doğru sürttü. O, sandalyesinde oturuyorken ben yan bir şekilde dizlerinin üstündeydim. Beni toplantıya geçmeden odasına çağırıp bir şey söyleyecekmiş gibi yapmış, sonra da böyle esir almıştı.

Karnıma yakın bir yerde duran elini tutup çevirdim. Bileğini yüzüme doğru kaldırdığımda saatini görebiliyordum artık. “Söylediğin saat geçti bile,” dedim rahatça.

“O, sana söylediğim saatti. Asıl toplantı saatine biraz daha var.”

Şaşkınca doğrulmaya çalıştım. “Yalan mı söyledin?”

“Öyle görünüyor,” dedi hiç ifadesini bozmadan. Kucağından kalkmama kolu müsaade etmiyordu ama omuzundan başımı çekebilmiştim. Yüzüne hafif yukarıdan bakabilme fırsatımı kullanarak ters ters bakındım. “Sebep..?”

“Sakinleşmeye ihtiyacım vardı.”

“Sakinsin zaten,” dedim yüzünü başımla işaret edip. “Mayışmışsın hatta.”

“Kokun yapıyor,” derken buna biraz da hayret ediyor gibiydi. Boynumun kenarına doğru yüzünü uzatıp kokumu içine hapseder gibi tenimi usulca soluduğunda ürperdim.

Geceleri hiç ayrılmadığı kokumun yeterli gelmeyişini ve buna sabah da devam etme arzusunu sorgulamadım. Sürekli yakınımda olması, ağzımı açmama gerek olmadan benim de onun varlığını hissedebilmeme yardımcı oluyordu.

Bir süredir -başlangıcını bir türlü anlayamadığım karmaşıklıkta bir süredir- en az onun kadar yakında durma bağımlısı olmuş haldeydim. Cevahir beni, bunu dillendirmeme gerek bırakmadan sarıp sarmaladığı için sesli olarak itiraf etmemiştim ancak kendimden saklayamıyordum.

Kokumdan bahsediyordu, kendi kokusunun bana aynısını yaptığından habersizdi. Bir şekilde bana hep temas etmek istiyordu, aynı istekle sarmalandığımı bilmiyordu. Beni göresi ve varlığımı hep duyumsayası vardı, benim de durumum hiç farklı değildi.

Başım bir an için bana ağır geldiğinde alnımı alnına doğru yaklaştırıp ona dayandım. Geçtiğimiz iki gün fazlasıyla yorucuydu. Bir şeylere koşturduğum yoktu ancak zihnim yorulmuştu.

Cevahir’in öfkesi, Nilgün teyzenin durgunluğu ve kendi bitmek bilmeyen karmaşalarımla birlikte yıpranmıştım.

Gardımı tamamen indirmiş görünüp alnımı onunkine yasladığım anda kolu belimi daha sıkı sarmıştı.

“Teo, anneni kaç gibi getirir? Benim öğleden sonram yoğun, uğrayamayabilirim.”

Nilgün teyzenin Arif ile olan görüşmeleri artık burada devam edecekti. Bunu kendisi istemişti. Normale dönüş, rutinlerinin evin dışına çıkması… Bunları çok istiyordu. Basit bir başlangıç olsa da doktoruyla evde değil hastanede görüşmesi bile bir adımdı.

“Akşam eve birlikte dönemeyeceğimiz için çok geç gelmesine gerek yok diye düşündüm,” dediğinde duraksadım. “Neden dönemeyecekmişiz? Ben normal saatte çık-…” Devam edecekken birden aklıma düşen şeyle birlikte sustum.

“Günleri karıştırdım,” dedim sessizce. “Kendi ayarladığım şeyi unutmuşum.”

Güler gibi oldu. Dudaklarına yakın konumda duran çenemi öptü. “Ayarlamayı unutmadıysan sorun yok.”

“Unutmadım,” dedim bir an heyecanlanıp geri çekilirken. Belimi tuttuğu için sadece yüzümü yüzünden ayırabilmiştim. “O da hiç sorgulamadan onayladı zaten. Akşam konuşuruz, soracaklarını sorarsın.”

“Levent de gelecek, restoran seç gün içerisinde. Dört kişilik bir ayarlama yaptırayım.”

Omuz silktim. “Sanki söylediğim yeri onaylayacaksın da…”

“Ne zaman onaylamadım?” dediğinde tek kaşım havalandı. “Gittiğin restoranlar belli başlı yerler, hepsinin mutfağından eminsin ve masan da hazır.”

“Evet,” dedi yalanlamadan. “Ama canın başka bir yer istiyorsa, orayı da kendime uygun hale getiririm.”

Uyum sağlarım demek yerine kendime uygun hale getiririm diyordu. İnanılmaz bir adamdı.

“Sen ayarla işte. Bana adını söylersin, saati ve yeri iletirim.”

“Madem ısrar ediyorsun,” derken takındığı tavır bunun bir taklit olduğunu bağırıyordu. Beni taklit ediyordu. Kendimi tutamayarak güldüm.

Yine elini kaldırıp saatine baktım. Ceylin beni aramaya başlamadan ben yol alsam iyi olacaktı. “Hastam var, beni azat et de gideyim artık.”

“Acil bir hasta mı?” diye sorduğunda gözlerimi kıstım. “Acil değilse bekletelim mi? Bu tavrını hastane yönetimine ileteceğim.”

“Selam da söyle,” dese de beni yavaşça bırakır gibi oldu. Kucağından kalkmak için hareketlenmeden önce dudaklarını dudağıma bastıracak gibi yaklaşmıştı. Elimi aceleyle ağzına kapattım. “Rujumu bozma.”

“Sürmeseydin,” deyişi elim ağzında olduğu için boğuktu. “Yanağımdan öp,” dedim orta yolu arayarak.

İletişimimizde sanırım küçük bir kopukluk vardı. Zira beni titretecek bir şekilde boynumu öpmesini istediğimi hatırlamıyordum.

Gözlerimin kapanır gibi olmasına güç bela engel olup boynumdan ayrılan dudaklarından hemen sonra kucağından kaçtım.

Kapıya doğru gitmeden önce üstümdeki elbisenin etek kısmını ve yakasını düzeltmekle meşgul olmuştum.

“Toplantı bir saat sonra,” dedi ben kapıya varmadan. Sırtım kapıya yaslı kalacak şekilde ona döndüm. “Ben gelmeyeyim, hastanede karını kayırdığına dair dedikodular çıksın ve herkes seni konuşsun. Gelmeyeyim n’olur.”

Omuz silkti ‘sen bilirsin’ der gibi.

Duraksadım. Üstelememesi ilginçti.

“Cevahir?” dedim şaşkınca. “Gelmeyeyim mi?”

“Yeni ve kalıcı başhekimle tanışmak istemiyorsan, gelme yavrum.”

Aslıhan Hanım’ın, Muhsin’in ani düşüşü sonrası idare ettiği koltuğa yerleşecek kişi belirlenmiş miydi?

“Kim?” dedim gözlerimi kırpıştırarak. Tekrar Cevahir’e doğru gidecek gibi adımladım.

“Hastaneden değil,” dedi ben adımlarımı tamamlayamadan. Omuzlarımı düşürdüm. O zaman adını söylese de bir işime yaramazdı. “Beni kandırmıyorsun değil mi? Toplantıya geleyim diye yapıyorsan…”

“Risk almak istersen al,” dedi rahatça. “Kendisiyle son tanışan doktor sen olursun.”

Ofladım. Merak ediyordum ve tabii ki ilk izlenimimi herkesle birlikte yaşamak istiyordum.

“Sinir oluyorum sana,” diye soluyarak kapıya geri döndüm. Sertçe açacakken bunun dışarıdaki herhangi biri tarafından görülebileceğini son anda hatırlayarak sakinleşmiştim.

“Ben de sana!” diye birden koridora sesi dolduğunda önümden geçmekte olan bir çalışanla göz göze gelmiştik. Cevahir’in cümlesini ‘ben de sana sinir oluyorum’ şeklinde anlamadığı kesindi. Yüzünde sevimli ama kaçamak bir sırıtış belirmiş ve koştur koştur uzaklaşmıştı.

Kollarımı göğsümde kavuşturup asansöre doğru yürürken dudaklarımdaki kıvrılmanın farkında değildim. Asansörün aynasında kendimde yüzleştiğimde ise gülüşüm kaybolmak yerine iyice büyümüştü.

Başarmıştı.

Aklımı kaybediyordum.

 

 

~

 

 

“Hocam kendiniz başhekim olsanız bu kadar sevinmezdiniz sanırım,” diyen Alper’e doğru döndüm.

“Hiç sevinmezdim öyle olsa,” dedim beklemeden. Gayet ciddiydim. Alper de cevabımın ciddiyetini kabullenmiş olacak ki uzatmadı. “Kendisi de sizi tanıyor mu peki?”

Dudaklarımı ‘bilmiyorum’ der gibi büktüm. “Bir ihtimal hatırlıyordur belki ama sanmıyorum. Unutmayan değil de unutulmayan biriydi genel olarak. Bizim fakülteden çıkıp kendisini unutan kimse olduğunu düşünmüyorum.”

Böylesi abartıp, hiç çekinmeden övebileceğim çok çok az kişi vardı. Cevahir’in cımbızla seçmiş gibi Vita’ya başhekim olarak çağırdığı kişi de bunlardan biriydi.

Toplantıda yerimde çocuk gibi heveslenerek onu izlemiş, etraftan da hep kendisine olumlu bakışlar atıldığına şahit olmuştum.

Bu denli keyiflenmemde, hem masanın diğer ucunda gizlemeye çalıştığı öfkeli ifadesiyle oturan Muhsin Paker hem de bahsi geçen başhekimin elimle seçmişim gibi biri çıkması etkiliydi.

Atalay Kansu.

Artık ellilerinin ortasında olduğunu az çok tahmin etmeme rağmen yüzü kendisini son gördüğüm haliyle aynıydı. Yaş almasına fakat hiç yaşlanmamasına ne sebep olmuştu bilmiyordum. Fakültede kendisine açık ağızla bakan, tek bir tepkiyle peşine kapılacak olan kalabalığa rağmen işini yapması ve bunu yapmakta inanılmaz iyi olması kendisini efsaneleştirmişti.

“Hocam,” diye birden tekrar konuşan Alper’e dönerken biraz irkilmiştim. Atalay hocayla ilgili bir şeyler düşündüğüm sırada anlık dalmıştım ama tabii ki Alper’in çenesi durmamıştı.

“Hım?” dedim yandan ona bakarken. Operasyondan çıktıktan sonra peşimde gezinmeye başlamıştı, son anda yalvar yakar içeriye girmeye beni ikna ettiği için teşekkür etmeye çalışıyor diye düşünmüştüm. Bugün bulunması gereken yer benim yanım değildi çünkü.

“Bu sefer erkenden çıkmama izin vermeyecek misiniz?” diyerek yüzüme yavru köpeğimsi bakışlar attı. “Sizle dolaşıp yorulduğumda beni gönderiyorsunuz ya erkenden bazen.”

“Bazen..?” dedim sorar gibi. “Kaç kez yaşandı bu?”

“Bir,” dedi içine içine konuşup. “Suistimal etmeye çalıştığına göre, bu sayı bir daha hiç değişmeyecek Alper.”

Ciddi tuttuğum ifademe karşılık biraz beni süzdüyse de üstelemedi. Başını salladı. “Ben acile döneyim o zaman.”

“Güle güle,” dedim elimi kaldırıp yavaşça sallarken.

Omuzlarını düşürüp arkasını döndü. Benim yürüdüğüm yönün aksine ağır ağır ilerlemeye başladı. Arkasından bakarken ellerim önlüğümün ceplerindeydi.

Peşimde koşturmasını benim yanımda bir şeyler öğreniyor olmasına ya da en azından rahat hissetmesine yormuştum ancak belli ki küçük bir kaçış yoluydu.

Arkamı dönüp yürümeye devam edeceğim sırada bir anda koşturarak yanıma geri geldiğinde yerimde durdum. “Hocam,” dedi gözlerime renkli camları andıran gözlerini dikip. “Küstünüz mü bana?”

“Yo,” dedim ellerim cebimdeyken omuz silkip. Yalandı.

“Küsmüşsünüz gibi ama,” dedi pes etmeden. Sessiz kaldım.

“Özür dilerim,” dedi hiç çekinmeden. “Yanlış anlaşılmak istemedim, böyle sizi erken çıkmak için kullanmışım gibi göründü.”

“Görünmedi,” dedim. “Öyle yaptın, Alper.”

Benim yanımdayken beklentisi hep erken çıkabilmek miydi mesela? Şimdi bunu düşünecektim. Gerçi ben bu izni ona vereli çok zaman olmamıştı, öncesinde de peşimde bolca dolanıyordu. Çelişiyordu bunlar.

“Nasıl barışabiliriz?” diye sorarken sesi kısıktı. “Fazladan nöbet tutayım bedava; 24, 48, 72…”

“Bunun bana yararı nedir?”

“Hastane sizin ya hocam,” dedi kafası karışmış bir halde.

“Alper çekil tepemden hadi,” dedim geçiştirir gibi. Ağlak ağlak yüzüme baktı. “Hocam vallahi boş yere böyle bir şey yapmadım. Annemin doğum günü, ben bir salak olduğum için hediyesini son dakikaya bıraktım ve çıkışta da kutlamaya geç kalma pahasına hediye aramak istemiyorum. Aklıma böyle bir şey geldi.”

Duraksadım. Yalan söylemediğini biliyordum. Yalan söyleyecek olsa baştan bu yalanı söyler ve erken çıkmaya çalışırdı.

“Ne alacaksın?” diye sormamı beklemiyordu. Bir an şaştı kaldı. İnanmamamı ya da hiç dinlemeden gitmemi bekliyordu sanırım.

“Bilmiyorum ki,” dedi gözlerini kırpıştırıp. Kafasına hafifçe vurdum elimle. “Kaybol gözümün önünden, doğru düzgün bir hediye bul.”

“Şimdi mi?” derken gözleri parlamıştı. “Şimdi,” dedim başımı sallayarak. “Bundan sonra benden tolerans bekleme, 7/24 kölemsin. Bu sondu.”

“Dayanamıyorum!” diye birden yükseldiğinde şaşkınca yüzüne baktım. Neye dayanamıyordu?

Cevabı bulmam çok uzun sürmedi.

Birden kendimi Alper tarafından sarmalanmış halde buldum. Organlarımı ağzımdan dökeceğim kadar sıkı sarılıp beni birkaç saniye tuttu. “Böyle döve döve seven bir abla modelisiniz, keşke ablam olsaydınız.”

İnsanların bir şeyi olabileceğimi yeni yeni öğreniyordum. Bunu dile getirmedim. Yine de samimi bir şekilde konuşması ve normalde Cevahir’i öne sürüp temastan kaçınıyorken kendini tutamaması beni gülümsetti.

Bu ikinci beklenmedik sarılmamdı. Geçen hafta da Mira aynısını yapıp beni boğmuştu(!).

Alper benden bir tepki gelmeyeceğini anladığında koşturarak gözden gerçekten kayboldu. Arkasından bakmakla boşa zaman harcamadım. Odama dönmek için diğer koridora saptığımda ben henüz içeri girmeden telefonum çalmaya başlamıştı.

Ekranda Cevahir’in ismini gördüğümde açıp telefonu kulağıma yasladım. “Efendim?”

“Ameliyatın bitmiş,” derken benden daha emindi bu bitişten. Kim yumurtlamıştı yine acaba?

“Bitti, evet. Odama geçiyorum.”

“Annem geldi, yanımda. Haber ver demiştin toplantıdayken.”

“Tamam,” dedim son heceyi uzatıp. Telefonu yüzüne kapattığım için odasına girdiğimde bana atacağı bakışları göze alarak telefonumu cebime geri koydum. “Ceylin hastam var mı?” diyerek odamın hemen yanındaki masaya dayandım.

“Şu an görünmüyor, Seray hocam. İşiniz varsa halledin, ben ararım sizi.”

Teşekkür ettikten sonra yanından ayrıldım. Yukarıya çıkıp Cevahir’in odasının önüne gelmem kısa sürmüştü. Kapıya bir kez vurup içeriden gelecek sesi bekledim.

“Gir,” diyen sert sesi yükseldiğinde kapıyı açıp kendimi içeri attım. Nilgün teyzeden başka kimse yoktu. Bu nedenle Cevahir’e döndüm. “Dövseydin kapıdakini bi’ de. O nasıl bir ‘gir’ demek?”

“Senin geldiğini nereden bileyim, telefonu suratıma kapatınca hastaneyi terk ettin olarak yorumlamıştım ben.”

“Yanlış yorumlamışsın,” diyerek üstüne gideceğim sırada tenis maçı gibi bizi kafasını çevire çevire izleyen Nilgün teyzeyle göz göze geldim. “… hayatım.” diyerek biraz sıcaklık ekledim aslında bitmiş olan cümleme.

“Benden çekinme,” dedi Nilgün teyze araya girip. “Bağırabilirsin.” Oğlunu ortaya atışına ve asla umursamamasına gülecek gibi oldum.

Cevahir’in bir şeyler homurdandığını duysam da kulak vermeden Nilgün teyzenin karşısındaki koltuğa yerleştim. Cevahir kendi sandalyesindeydi, masanın önündeki koltuklarda da biz vardık.

“Yorucu bir gün müydü, annem? Gözlerinin altı şişmiş biraz.”

Nilgün teyzenin Cevahir’e sorduğu soruyu cevaplaması ve gözlerinin altına bakmak için Cevahir’e doğru başımı çevirdiğimde onu bana bakar halde bulunca gözlerimi kırpıştırdım.

“Şişmemiş ya,” dedim gözlerine dikkatle bakıp. Sabahki gibiydi.

“Bana söylemiyor,” diye mırıldandı sakince. Sırtımın tam ortasında yayılıp her yerime dolan ürpertici hisle birkaç saniye öylece kaldım.

Başımı Nilgün teyzeye çevirdiğimde onu da beni izlerken yakalamıştım.

İkisinin bakışlarının hedefinde de ben vardım. Sorunun da hedefi ben miydim?

Başımı robot gibi iki yana salladım. “Yorulmadım,” dedim fısıltıdan daha yüksek çıkması için çabaladığım sesimle. “Çok mu şişmiş?”

Cevahir, beni neyin sarstığını çok iyi biliyordu. Nilgün teyze ise sanıyorum ki durumu fazla yanlış yorumlamıştı.

“Ağzımdan kaçtı öyle,” dedi açıklar gibi aceleyle. “Çok abarttım. Kusuruma bakma benim.”

“Bakmadım,” dedim hemen. “Bakmam. Sorun yok.”

Sorun var. Zihnim bu konuda öyle boş ve kalbim öyle aç ki, bana böyle seslenmende birden fazla sorun var Nilgün teyze.

“Arif’in biraz daha işi var sanırım,” dedi Cevahir birden araya girerek. Beni de annesini de bu garip andan çekmeye çalışmıştı. “Bir şeyler içelim, ne içeceksiniz?”

“Kahve,” diye mırıldandığımda sesim tarttığımdan fazlaydı çünkü aynı cevap Nilgün teyzeden de gelmişti.

“Başka bir şey içtiğiniz yok zaten,” diyerek masasındaki telefona uzanan Cevahir’e dönmeden kaçamak bakışlarla karşımdaki kadını süzdüm.

Saçları yer yer beyaza bulansa da, asıl rengi apaçık bir sarı olduğundan omuzlarından aşağı dökülen tutamlar çok hoştu. Yüzü inceydi. Onu ilk gördüğüm zamanlardan bu yana biraz kilo almıştı aslında ama eski hali normalin dışında zayıf olduğundan kilo almış hali onu sağlıklı göstermeye başlamıştı.

Güzel bir kadındı. Kalbinin yüzüne yansımasındandı belki ama benim gözümde bir nevi melekti. Onun hayatını cehenneme çeviren herkese de iki kat fazla kızgındım bu yüzden.

“Karın seni bırakıp beni alacak gibi bakıyor, Cevahir.”

Nilgün teyzenin tepkisiyle birlikte dudaklarımdan kontrolsüz bir kahkaha fırladı. Cevahir’in de başını eğip gizlice güldüğünü görmüştüm.

Kısa bir sürenin ardından kahvelerimiz geldi. Kahvemi yudumlamadan önce Cevahir’in masasında stoklu duran çikolata kâsesine uzanıp birkaç tanesini elimde tuttum. Paketini açmaya giriştiğim çikolata parçasına odaklanmışken beni izlediklerinden habersizdim. Fark ettiğimde Nilgün teyzeye elimdeki bir çikolatayı uzatıp verdim. O çikolatasını alıp ağzına atarken ben de aynısını yaptım.

Ağzım dolu halde Cevahir’in ne yaptığına bakınca dikkatle dudaklarımı izlediğini görmüştüm. Dudağımın kenarına çikolata bulaştığını belli ettiğinde içten içe sırıttım. Başparmağımla dudaklarımın etrafında kısa bir tur atıp çikolata kalıntısını hissederek bulmaya çalıştım.

Düzgünce silmek, kenardan peçete alıp ağzımı rahatça temizlemek gibi seçenekleri göz ardı ederek Nilgün teyzenin önüne dönük olmasından faydalandım ve parmağımı emer gibi ağzıma ittim.

Cevahir’in gerilen çenesini, belli belirsiz titreyen gözbebeklerini görmek yeterliydi. Keyifle arkama yaslanıp elimi uslu uslu geri indirmiştim.

Odanın kapısı çalınca Cevahir’in yine sert bir yanıt vereceğini düşünmüştüm. Ancak beni yanılttı ve düz bir şekilde sakince ‘gir’ diye seslendi.

Nilgün teyzeye oğlunu işaret ettiğimde gülmüştü. “Söz de dinliyor.” O, henüz cümlesini tamamlayamadan odanın kapısının açıldığını duydum. Kapıya bakabilmek için biraz başımı çevirmem gerekiyordu.

İçeri giren Atalay hocaydı.

“Müsait değilsiniz sanırım,” diyerek Cevahir’e yönelik konuştuğunda henüz bize hiç bakmış değildi.

“Müsaitim,” dedi Cevahir ayaklanırken. “Yan taraftaki odada konuşalım, buyurun.”

Bizi odadan çıkartmak yerine kendisi çıkıyordu. Rahatımı bozmadım. Atalay hocanın üstünde tuttuğum bakışlarımı geri çektim. Önüme döndüğümde beni az önce bıraktığım gibi bir ifadeyle duran Nilgün teyze karşılayacak sanmam bir yanılgıdan ibaretti.

Cevahir yanımdan geçerken onun rüzgarını hissetmiş ancak başımı çevirememiştim. Nilgün teyzenin donuklaşan bakışları tek bir yere odaklıydı.

Dudakları kıpırdadı. Bir şey söyleyecek sandım ancak sesini duymadım. İyi olup olmadığını anlamak için endişeyle ayaklanacağım sırada kulağıma kapıdan ses doldu.

“Kusura bakmayın lütfen, acil bir konu olmasa sizi bölmezdim.” diyen Atalay hocaydı. Sesini hem nazik hem de sınırı korur şekilde ayarladığından karşısında söylediğinin aksini düşünmek mümkün değildi.

Konuştuğu sırada bakışları sonunda bize doğru dönmüş, önde kaldığım için önce bana bakmıştı. Toplantıda gördüğü yüzlerden biriydim ve üstümde beyaz önlük vardı. Bana uzunca bakması gerekmemişti.

Bakışları benim yanına doğru ilerlediğim bedene, Nilgün teyzeye döndüğünde ise tıpkı onun gibi bakışları durgunlaşmış ve dudakları aralanmıştı. Küçük bir fark vardı gerçi. Nilgün teyze sesini çıkaramamıştı ancak Atalay hocanın dudaklarından dökülen tek hece fazlasıyla netti.

Nil?” demişti öylece.

İçinde bulunduğumu anın garipliği büyümeye başladığında altdudağımı ağzımın içine doğru yuvarladım. Birbirlerini tanıyorlardı.

Cevahir’i aradım bakışlarımla. Kapıya doğru giderken yarı yolda duraklamıştı. Çatık kaşlarıyla sıra sıra ikisine bakmış, hemen ardından hiddetle konuşacağını belli eder şekilde yüzü değişmişti.

Onun patlamasının şu an için en fırtınalı senaryoya evrileceğini bildiğimden göz göze gelmeye çalıştım kendisiyle. Annesine doğru döndüreceği bakışlarının hedefi olduğumda başımı ağır ağır iki yana salladım hemen. “Sakin ol,” derken sadece dudaklarımı kıpırdatmıştım. Beni anlayacağını biliyordum fakat uygulamaya ne denli dökeceği şüpheliydi.

Nilgün teyzeden hıçkırır gibi bir ses geldiğinde telaşla ona doğru döndüm tekrar. Başını öne doğru eğip sırtı sarsılır biçimde kıpırdamıştı.

Bir şeyler onu tetiklediğinde genellikle tamamen hareketsizleşiyordu. Bir anda ortamla bağı kesiliyor ve susuyordu ancak şu an tam tersi bir tepkiyle karşımdaydı.

Yere doğru çöküp yüzünü görmeye çalıştım. Kucağında duran eline dokundum. “Nilgün teyze,” dedim sessizce. “Duyuyorsun beni değil mi?”

Başını iki yana sallamaya başladı. Bu, benim soruma cevabı değildi. Belli ki beni duymamıştı ve zihnindeki bir şeye itiraz ediyor, onunla savaşıyordu.

Çöktüğüm yerde arkam odadaki iki adama dönüktü. Onları görmüyordum. Adım sesleri duyduğumda hangisinin buraya yaklaştığını anlamamıştım. “Yaklaşma!” diyerek yükselen Cevahir’in sesiyle birlikte adım seslerinin kime ait olduğu belli olmuştu.

Cevahir’in bağırır gibi olması Nilgün teyzeyi elbette iyiye itmemişti. Odaksız bakışlarla başını kaldırdığında ne yapacağını kestiremediğim için tetikteydim.

“Anne…” diyerek Cevahir yanımızda benim gibi dizlerinin üstünde eğildiğinde Nilgün teyze iç çeker gibi oldu. Ona bir şey söyleyeceğini düşündüm ya da en azından sarılıp oğluna sığınacağını… Öyle olmadı.

Gözlerinden bir anda tonla yaş boşalmaya başladı. Sessiz ama dolu dolu ağlıyordu. Birden bastıran sağanak yağmur gibi, yanakları sırılsıklam olmuştu yaşlarıyla.

Cevahir’in az önce yaklaşmaması için uyardığı Atalay hocanın bu uyarıyı umursamadan adımladığını seslerden anlamıştım. Onu durdurmak için hızla doğruldum.

Nilgün teyzenin hassasiyetini de Cevahir’in bir anda gözü etrafı görmeyecek kadar önünü karartan öfkesini de bildiğini düşünmüyordum.

“Hocam,” dedim doğrulur doğrulmaz. “Ben eşlik edeyim, çıkalım biz.”

Bakışları bana döner gibi oldu ama saniyesinde tekrar Nilgün teyzeye bakmaya devam etti.

“Tamam,” diyebildi bana bakmasa da. Üsteleyebilecek bir sebebi yoktu elinde.

Geriye dönmesini bekledim. Bakışlarını olduğu yerden ayırmak çok zormuş gibi biraz uğraştı. Gözyaşlarıyla boğuşuyor olan Nilgün teyzeye bakındı.

“Ağlamasın, çıkıyorum.” dedi düz bir sesle. Bu, tam tersi bir etki yarattı ve Nilgün teyzeyi bu kez sesli ağlar halde gördüm.

Ağzım şaşkınca ve ne yapacağını bilemez halde açık kalmışken Cevahir delirmiş gibi sinirle buraya atıldı. Ayaklanıp bu tarafa geleceğini anladığımda araya girmek için adımlamıştım ki onu durdurmama gerek olmadı. Nilgün teyze ağlarken hep kapalı tuttuğu algılarını bu kez dibine kadar kullanmış ve oğlunu elinden sıkıca yakalamıştı.

“Dur,” diye soludu. “Cevahir, dur.”

“Ne durması?” diye söylendi Cevahir. “Anne! Yüzünün haline bak, ne durması? Kim bu? Niye için sökülmüş gibi ağlıyorsun?”

Nilgün teyze bana bakındı, beni buldu bakışlarıyla. “Dışarı çıkarabilir misin?” diye sorduğunda başımı salladım hemen. Zaten bunu yapmak üzereydim. “Hocam-…” diyecek oldum. Ancak Nilgün teyze beni engelledi. “Cevahir’i dışarı çıkarabilir misin?” dedi yanlış anlaşılmayı düzelterek.

Odadaki tüm eşyaları dışarı çıkarmamı istese iş yükümün daha az olacağından emindim.

Cevahir bir eliyle yüzünü ovuşturdu. Eli saçlarına çıktığında bunun bir sonraki adımını bildiğimden öne atıldım. Bir elimi koluna, diğerini göğsüne bıraktım. Kulağına doğru yaklaşabildiğim kadar yaklaştım.

“Şimdi değilse de birazdan anlatacaktır ne olduğunu. Annenin bilincini yitirmeden bizimle oluşuna odaklan, lütfen. Tanışıyorlar belli ki, konuşsunlar biraz.”

“Seray,” dedi şaşkınlıkla harmanlanan bir sesle. “Bu herif Nil diyor, annem nefesi kesilirmiş gibi ağlıyor. Yalnız mı bırakayım?”

“Annen öyle istiyor,” dedim göğsünde duran elimi belli belirsiz oynatıp. “Kapıda duralım, ters bir şey duyarsak tutmayacağım seni. Söz veriyorum.”

Bakışlarımdaki ısrarı hiç kesmeden ona sunarken gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Bu ana kadar ki konuşmalarımız kısıktı. Dudaklarını yeniden araladığındaysa sesi beni aşıp, onlara varmıştı. “Sadece beş dakika.”

Sonra kendimi kapıda, Cevahir’le yan yana buldum.

Verdiği beş dakika, beş dakikadan çok daha uzun bir süreyle yer değiştirdi. İçeriden ne bir ses yükseldi ne de kapıda bir hareketlilik oldu.

Bir elimi eline sarmış, diğerini de onu durdurmak için tek yolum belleyerek göğsüne bastırmaktan hiç vazgeçmemiştim.

Yüzü saçlarıma doğru yaslıydı. Kendisini sakinleştirmek için kokumu kullanmasına izin vererek, hatta ona daha yaklaşıp bunu kolaylaştırarak bekledim.

Aklımda içerideki ikiliyle ilgili birden fazla ihtimal yer edinmişti ama bir tanesini diğerlerinden çok daha baskındı.

“Nil’miş…” diye homurdandı saçlarımın üzerinde. “Kısaltıyor bir de adını. Annem nefret eder bundan.”

Dudaklarım yorgunca kıvrıldı. “Sen de nefret ediyorsun ama ben de senin adını kısalt-…” diyecek olduğumda göğsü bir anda şişti. Yerinde hareketlendiğinde panikledim. “Öyle demek istemedim,” diye atıldım. “Onların arasındaki farklıdır tabii.”

Aynen, müthiş benzetmeydi Seray. Aranızdaki çekim yüzünden sinir ettiğin kocanın adını kısalt, sonra da bu ikiliyi kendinize benzet.

“Biraz daha kokla saçımı,” dedim çaresizce. “İyi geliyor mu? Parfümümü mü tazelesem? Odamda var.”

Kendimi saldırmak üzere atağa geçmiş bir aslanın dibinde eli kolu boş şekilde duruyor gibi hissediyordum.

“Seray…” dedi yakınır gibi.

“Hım?” diyerek uzattım heceyi. “Konuşma, sinirim azalıyor saçmaladığında.”

“Saçmaladığımda mı?” dedim hayretle. “Sensin be o.”

Sinirleri yıpranmış gibi güldü şakağımdaki dudakları bana sürtünecek şekilde.

Titrek bir nefes bıraktım dışarıya. Gerim gerim gerilmiştim. Bu aralar Cevahir’deki gerilimi paratoner gibi üstüme çekip duruyordum. İsteyerek yaptığım için kimseye sızlanmam da mümkün değildi. Bile isteye, onun sinirini dengelemekte kendimi görevli kılmıştım.

Aklımın yarısı Nilgün teyze ve Atalay hocada iken kalan yarısı da hem sıcaklık hem de boyut olarak ayıyı andıran bedeniyle beni sarıyor olan kocamdaydı.

İkinci kısma daha fazla ağırlık verdim. İlk kısmı Nilgün teyzeden öğrenecektik zaten.

 

 

~

 

 

Nilgün teyzeden bir şey öğrendiğimiz falan yoktu.

Kendisi beni şok edecek şekilde ketumdu bu konuda. Resmen beni oğlunu oyalamak için öne ittirmiş ve sonra da ikisinin arasında kalmama neden olmuştu.

Arif ile olan görüşmesi bitmiş, benim çıkış saatim gelmişti. Bu akşamın diğer yemek için doğru akşam olmadığı kesinleştiğinden hiç sözü bile edilmemiş ve arabaya hep birlikte binmiştik.

Ön yolcu koltuğundaydım, arkada da Nilgün teyze vardı. Arabayı kullanmakta olan Cevahir belli aralıklarla sabır çekiyor, söyleniyor ve beni öndeki arabaya gelişine vuracakmışız gibi tedirgin ediyordu.

Arka koltuğun ortasında oturmakta olan annesi ise bir başka âlemdeydi. Camdan dışarıyı izliyordu. Dudaklarında asılı duran ufak tebessüm olmasa kendisini kötü bir ruh haline kilitlediğini sanabilirdim ama belli ki öyle değildi.

Araba evin bahçesine girip kapıya yakın bir yerde durana dek dokuz doğurmuştum. Kapımı açmak için uzanacağım sırada Cevahir hızlı davranıp kendisi indi. Ardından kendi tarafına yakın olan arka kapıyı da açtı.

“Buyurun, Nil Hanım.” dedi bastıra bastıra.

Nilgün teyzenin ne yapacağını görmek için yan yan onlara bakınmıştım arabadan inmeden.

“Teşekkür ederim,” dedi her şey normalmiş gibi. Açılan kapıdan yavaşça çıktı ve arabadan indi.

“Sağ salim atlatalım bu akşamı, n’olur.” dedim başımı yukarı kaldırıp arabanın tavanıyla bakışırken.

Dilek dileme seansım biraz sürmüş olacak ki Cevahir’in dolanıp benim tarafıma geldiğini kapım açılana kadar anlayamamıştım.

Kapımı zaten sık sık açıyordu. Bu, bir nevi alışkanlıktı. Ancak annesine yaptığı gibi bana da iğneleme yapacak mı diye biraz duraksamıştım.

Annen zaten bize durumu anlatır diyerek ikna ettiğim ve kapıya çıkardığım için bir miktar pişmandım. Nilgün teyzenin ağzını bıçak açmıyordu bu konuda.

“Ben de buyurayım,” dedim kendi kendime. Eline tutunup arabadan indiğimde burnundan verdiği nefesi duymuştum. “Güldürdüm,” diyerek onu yakaladığımı belli ettiğimde avuç içimi okşadı.

“Senin dışında bir şeye güldüğüm yok zaten,” dedi açıkça.

“Komik bir karın var,” dedim abartılı bir göz süzüşle. “Herkese nasip olmaz.”

Ne düşündü bilmiyorum ama yine deli deli baktı yüzüme. Oflayarak yanından kaçtım. Bir dakika normalse beş dakika deliriyordu.

“Nilgün teyze!” dedim eve girmeden ona yetişirken. “Bekler misin beni? Tuzak kurdun bana, hani kötü kaynana değildin?”

O akşamın böyle sürüp gideceğini, Nilgün teyze kaçağı oynarken bizim de başka bir şeylerle uğraşamayacağımızı düşünmüştüm.

Cevahir, annesi odasına kapandığında bir süre arkasından bakıp bana ‘yemeği evde yiyelim, buraya çağıralım’ dediğinde ise düşüncelerimin doğru olmadığı belli olmuştu.

Avukat görüşmesi meselesi, gündem karışmış olsa da ertelenmeyecekti. Yeterince geç kalındığı göz önüne alınırsa, mantıklıydı.

Hem evde olmak dışarıda olmaktan daha rahat ve risksizdi.

“Çağırıyorum o zaman, sen Levent’i arayacak mısın?”

Başını sallayıp beni onayladı. Ardından ikimiz de iki ayrı telefon görüşmesi gerçekleştirdik.

“Yemek yok yalnız,” dedim omuz silkerek. “Annen de yukarıda ama sonuçta her an inebilir. Konuşulanları duyarsa kötü olur mu?”

“Sadece avukat değil, arkadaşın geliyor eve. Yemeği de arka bahçedeki masada yeriz. Annem benden kaçmaya çalışırken kolay kolay inmez zaten aşağı.”

Derin bir nefes aldım. Arabadaki düşüncelerim aynıydı. Sağ salim bu akşamı atlatmak istiyordum.

Üstümü değiştirmek ve kısa bir duş almak için odaya çıktığımda Cevahir’in de peşime takılması biraz tehlikeliydi.

Gelecek olanlar ve evin çok uzak olmayan bir köşesinde oturuyor olan annesi olmasaydı onu tepemden çekebilmem güçtü.

Çıldırması için soyunmama, duşa girmeme ya da herhangi bir hareket yapmama gerek yoktu. Ben parmağımı kıpırdatsam o on hareket sonrasını hayalinde kuruyor ve hayalleri gerçek olsun diye üstüme atılıyordu.

Beni her an altında ezilmekten kurtaran(!) gündemdeki yoğun krizdi. O sonlandığında ya da en azından bir nebze çözüldüğünde kaçacak delik arasam da bulamayacaktım.

Vah vah, tüh tüh şeklinde beni alaya alan seslere kulak tıkadım. Cevahir bir azgınsa, neremden yükseldiğini bilmediğim bu sesin sahibi iki yüz azgındı.

Yaklaşık bir saatin sonunda duşumu almış, saçlarımı kurutup dağınık bir topuzla ensemde biriktirmiş haldeydim. Üstümde askılı, dizlerime doğru dökülen ama bedenimi kavrayan bordo bir elbise vardı. Askıda günlük dursa bile üstüme giydiğimde onu hareketlendirebildiğimi düşünüyordum.

Merdivenleri inip sağa sola bakındım. Cevahir’i salonda bulacağımı düşünmüştüm ama mutfaktaydı.

“Ne yapıyorsun burada?” diyerek arkasından yaklaştım. Tezgâhın önündeydi.

Bana yaptığı gibi belini sıkıca tutmaya çalıştım iki yandan. Onun elleri beni sarmaya yetiyordu ama benim ellerim kasla kaplı gövdesine pek etki etmiyordu.

“Dayasaydın bir de kendini bana,” diye konuşunca kıkırdadım. “Bende ondan yok ki.”

Sırtı sarsılacak kuvvette güldü. “Bende ikimize yetecek kadar var neyse ki,” dediğinde gözümün önüne gelen görüntüleri tekmeleyerek dağıttım. Birkaç gündür bu benim için bir rutine dönüşmüştü zaten.

Uğraştığı şeye baktığımda bir iki tabak görmüştüm. “Annen mi atıştırdı?” diye sordum.

Başını olumlu anlamda salladı.

“Biz ne yiyeceğiz?” diyerek soruyu değiştirdim.

“Levent bir şeyler getirecek. Bir işe yarasın diye düşündüm.”

Yüzümü buruşturdum yalandan. “Halledebileceğinden emin miyiz?”

“Değiliz,” dedi acı bir gerçeği dile getirir gibi.

Gülerek sırtına yapışmaya bir son verdim. Ben çekilince direkt yarım tur dönüp bedenini bana çevirmişti.

“Güvenliğe isim verdin mi? İçeri kadar gelebilsin, kapıda bırakmayalım kızı.”

“Verdim, alacaklar. Levent zaten elini kolunu sallayarak geliyor.”

Geriye eve varmalarını beklemek kalmıştı o zaman.

Salona geçip beklemeye başladığımızda saatten takip ettiğim dakikaların toplamı yirmiyi bulduğunda zil yerine Cevahir’in telefonu çalmaya başladı. Nilgün teyzenin uyuma ihtimaline karşı aldığı bir önlem olduğunu biliyordum. Güvenlik arıyordu.

Küçük detaylar, hesaplar insanıydı.

İlk gelenin Levent olmama ihtimaline karşı ben de Cevahir ile birlikte ayaklanarak kapıya ilerlemiştim. Ancak kapı açıldığında bunun boşa gittiğini anlamıştım. Gelen Levent’ti.

“Beni karşılamak için mi toplandınız böyle?” diyerek yalandan çocuk gibi heyecanlı bir role büründüğünde Cevahir onu duymamış gibi elindeki karton poşetlere uzandı.

“Aynen,” dedim ben de bu sırada. “Kırmızı halı bulamadık ama.”

“Düşünmen yeter tatlım,” derken göz kırpıp gevşekleştiğinde hangi ara aldığını bile göremediğim hızda bir darbeyle bedeni büküldü.

Acıyla inleyip doğrulurken bakışları Cevahir’e dönmüştü. “Gelen misafirleri genelde döver misin?”

“Sadece ağzına ve gözüne hakim olamayanları.”

Onların dalaşması kolay kolay bitmeyecekti, bunu artık çözmeye başlamıştım. Bu nedenle Cevahir’de kalan poşetleri bu kez ben kavradım.

İlerleyen dakikalarda Cevahir’in söylediği gibi arka bahçedeki masayı yemek yenecek bir hale getirmiş, bu süre boyunca da Levent’e hem iş yaptırıp hem de çenesini kırmayı düşleyeceğim kadar çok konuşmasına maruz kalmıştım. Cevahir de bir ara annesinin yanına çıkıp onu kontrol etmiş ve geri geldiğinde onun uyuyakaldığını söylemişti.

Her şey tamamen hazırken geriye sadece ikinci misafirin de gelmesi kalmıştı.

Hem Cevahir’in hem de Levent’in aslında fazlaca stresli olduklarını anbean hissediyordum. Birazdan konuşulacak konular ikisi için de yoğundu, bu halde olmaları da normaldi. Direkt olarak yansıtsalar onları garipsemezdim ama bunu tercih etmemişlerdi.

“Tekrar içeriye girmeyelim o zaman,” dedim üçümüz masanın etrafında denk geldiğimizde. “Gelir zaten şimdi.”

“Tek gözlü, beş bacaklı biri mi gelecek? Neden adını bile söylemediniz bana? Ben de araştırsaydım.”

“Hallettim ben,” dedi Cevahir. “Senin araştırma şeklin biraz sakat. İşe alımlarda görüyoruz.”

Levent sandalyelerden birini geriye çekip yerleşti. Ardından kollarını rahat bir biçimde göğsünde kavuşturdu. “Benim işe alımlarım sıkıntılı olsa sen bugün evli olmazdın lan, biraz minnet et bana.”

Cevahir’in bana baktığını hissettim. Birkaç saniye bile sürmeyen, kısacık bir bakıştı. Sonrasında yine Levent’e dönmüştü. “Doğru, eyvallah o zaman,” dedi sakince.

Levent daha çok kendisini masaya çarptırılıp sekerken bulmayı bekliyor olacak ki sakin bir kabullenişin ardından duraksamıştı.

Cevahir’in telefonu çaldı. Az önceki an parçalanıp kaybolurken, güvenlikle kısaca konuştuktan sonra bana başıyla ileriyi işaret etti. “Gelmiş.”

“Ben gidip karşılayayım,” dedikten sonra hızlı sayılabilecek adımlarla evin etrafından dolanıp ön bahçeye vardım.

Ön kapıya doğru yürümekte olan, elinde orta boylarda bir hediye kutusu taşıyan bedeni gördüğümde omuzlarım gevşedi. Geliş sebebi can sıkıcı olsa da bunu bir ev ziyareti olarak düşünmüş ve hediye getirmişti belli ki.

“Hoş geldin,” diye mırıldandım yanına yaklaştığımda.

Kararmaya başlayan havaya rağmen, bahçe ışıklarının etkisiyle parlak görünen gözleri üstüme çevrildi. Gözleri bala bulanmış gibiydi, onu tanıdığımdan beri ilgimi çekiyordu renkleri.

“Hoş buldum,” diyerek karşılık verdiğinde kucağında kutu tutuyor olsa da ona sarılmak istemiştim ama mümkün değildi.

“Planı biraz değiştirmiş olduk, sorun oldu mu senin için?”

Dışarıda yenecek ve daha erken başlayacak bir yemek gibi konuşmuştum en başında. Öyle olmamıştı.

“Neden sorun olsun? Yardımcı olabileceğim bir konu var ve yardımcı oluyorum işte, sen de benim rahmimi incelemiştin.”

Kıyaslama yaptığı durum beni güldürürken elimle ilerleyeceğimiz yönü gösterdim. “Böyle geçeceğiz.”

“Bunu vereyim mi sana?” dediğinde elindeki kutuyu aldım. “Teşekkür ederim,” dedim gözlerimi kırpıştırırken. “Neden zahmet ettin?”

“Ev hediyesi,” dedi başını omuzuna doğru eğip. Kutudan kurtulduğu için elleri boşta kalınca üstünü başını düzeltmeye girişmişti.

Altında yan kısmı dizinin biraz üstüne kadar yırtmaçlı salaş bir etek vardı. Üstüne giydiği ve sadece belinin küçük bir kısmını açık bırakan tişört sadeydi ama onun kıyafetlerle değil bedeniyle göz alıyor olduğunu çözmüştüm.

Düzenli olarak spor yapıyor olduğuna kalıbımı basabilirdim. Kolu, bacağı, hafifçe görünen karnı… Tamamen sıkı görünüyordu.

Az yiyebiliyorum diye ince kalan bedenime ve genetik olarak dolgun olup beni kurtaran birkaç parçama teşekkür edesim gelmişti. Yürüyüş bile yapmayan bir insan oluşumla yüzleşmiştim az önce.

Masa görünür hale geldiğinde kutu kucağımda ağırlaşmış gibi yaparak acıklı bakışlarla Cevahir’i buldum hemen. “Alabilir misin bunu?”

İki adımda yanımda bitip kutuyu kucakladı. Bendeyken büyük duran kutu Cevahir’in kucağında takı kutusuna dönmüştü. Beni kucakladığında da böyle hissediyordum.

“Hoş geldiniz Beste Hanım,” diyerek kutuyu boş kalacak sandalyelerden birine bıraktıktan sonra Beste’ye doğru dönmüş ve elini uzatmıştı.

Beste elini sıkarken konuştu. “Sorun olmayacaksa Beste demeniz yeterli.”

“Evimde resmi konuşmuyor olmayı tercih ederim ben de,” diyerek Cevahir de onu onayladığında onlar aralarındaki beyi hanımı kaldırmıştı. Benim derdim ise biraz farklıydı.

Gelecek olan avukatla ilgili zerre bilgisi olmayan kişiye, Levent’e doğru baktım hevesle. Oturduğu sandalyeden kalkmamış ancak bakışları tamamen bulunduğumuz yere odaklanmıştı.

Gelen avukat yedi bacaklı ya da üç gözlü falan değildi ama öyle olsa Levent’in daha az delici bakacağını düşünmeden edememiştim.

“Yemeğe geçebiliriz bence,” dedim kendi sandalyemi çekiştirirken. Cevahir’e yanıma değil karşıma oturması için başımla sinyal vermeye çalışmıştım ama ya anlamamıştı ya da anlasa da umursamamıştı.

Yanımdaki sandalyeyi çekmeye giriştiğinde, Beste’ye Levent’in yanına ve benim karşıma denk gelen sandalye kalmıştı.

Herkes yerleştiğinde Cevahir’in bacağını dürttüm elimle. Başı bana çevrildi. Kulağına doğru yaklaştım. “Niye dibime oturuyorsun? Beste böyle gelseydi.”

“Levent ısıran cinsten değil,” dedi benim gibi fısıldayarak. “Arkadaşın yanına oturdu diye onu yemez. Ben sana en yakın konum neresiyse, oradayım.”

Karşımızda iki kişi daha varken çocuk gibi kulaktan kulağa konuşmayı uzatmak ayıptı. Cevahir’e en az bir saat daha söylenebilirdim ama engelim vardı bu seferlik.

“Siz gözlemcisiniz sanırım.” Beste’nin konuşmasıyla birlikte kime hitap ettiğini anlamak için başımı ona çevirdim. Yanına doğru, sağına bakıyordu. Levent’e yani…

“Anlayamadım,” dedi Levent bakışlarına karşılık verirken.

“Hoş buldum, iyi akşamlar.” dedi Beste bu kez biraz iğneler gibi. “Birkaç gün önce tanıştığınız birine nezaketen tepki verebilirsiniz. Gözünüzü ayırmadan bakmak biraz ilginç kaçıyor.”

“Gelecek olan avukatın sen olduğundan haberim yoktu.”

Beste mesafeli konuşsa da Levent direkt ‘sen’ diye dalmıştı. Az önce Cevahir’e bu bileti sunan Beste’den güç almıştı muhtemelen.

“Ve..?” dedi Beste devamını beklercesine.

“Şaşkınım,” diyerek başını salladı Levent. “Yaşını başını almış bir avukat bekliyordum.”

Boğazımı temizler gibi hafifçe öksürdüm. Gelir gelmez böyle bir tepki vermese daha iyi olurdu sanki.

“Umduğunuzu bulamadığınız için üzgünüm Levent Bey.”

“Adımı unutmamışsın,” derken Levent hafiften keyiflenmiş gibiydi.

“Biz ne izliyoruz lan?” diyerek homurdanan Cevahir’i duyduğumda yanaklarımı şişirerek gülüşümü bastırdım.

Beste, Cevahir’in tepkisiyle kendine gelmiş gibi çaktırmadan silkindi. Bize doğru döndü. Yüzünde az önceki iğneleyici ifadeden eser kalmamıştı. Daha ciddi ve düzdü şimdi.

Masada o andan sonra konu bir daha hiç beni yanaklarımı gülmemek için sıkacak kadar eğlendiremedi. Beste’ye anlatılanlar ve Beste’nin bize anlattıkları ile dolu geçen saatlerin sonunda üstüme tır devrilmiş gibiydim.

Nilgün teyze ile ilgili konuştukça kalbim iyice ağrımış, bir ara gözlerim neredeyse taşacak kadar çok dolmuştu. Cevahir’in konu ne olursa olsun bana açık olan algısı sayesinde konuşmanın kalanında omuzuna doğru yatmış ve onunla oyalanıp kendimi kasmıştım. Beni yakınına çeken oydu, bir santim bile kıpırdamayan ise bendim.

“…adım adım ilerlemek zorundayız ama bu adımlar arasında çok uzun süreler olmayacak, olmamak zorunda daha doğrusu. Bugün şikâyet ettik, yarın her şey son buldu meselesi değil bu. Elimiz kuvvetli olmalı, gözden kaçan bir şey olursa aleyhimize olur.”

Beste sırayla hepimize bakarak konuşmuştu en sonunda. Yanağımı hafifçe Cevahir’den ayırıp doğruldum. Sırtıma dolanmış duran kolunu benden çekmedi.

“Biz adım atmaya çalışırken gelip düşürmeye çalışmayacaklar mı yani?”

Beste başını salladı ağır ağır. “Ben de onu söylemek üzereydim. Bir insanın zehirlenmesinden, yıllarca sistemli olarak aklıyla oynanmasından bahsediyoruz. Bunu yapanın ya da yapanların sınırı yok demek oluyor, nereden atak yapacaklarını bilmiyoruz.”

“Şikâyetten sonra kaybedecek bir şeyi kalmamış gibi hissedip daha da saldırganlaşır belki,” dedim kendi kendime konuşur gibi. Zerrin’den bahsediyordum.

“Saldırsın,” dedi Cevahir. “Saldırsın ki daha fazla hata yapsın.”

Bunu söylerken kendisine gelecek bir saldırıdan bahsettiğinden emindim. Hiçbir çekincesi olmadan konuşmuştu.

Beste dudağının kenarını ısırdı. Yeniden eski haline döndürdüğünde ilk yaptığı Levent’e doğru bakmak oldu. “Cevahir’e değil, sana yönelecekler bana kalırsa.”

Levent’in duraksadığını gözümle görebildim. “Niye böyle düşünüyorsun?”

“His,” dedi Beste sadece. “Öyle hissettim.”

Bunun altında histen fazlası vardı. Muhtemelen anlattıklarımızın arasından kendince Cevahir-Levent karşılaştırması yapmış ve daha zayıf duran halkanın o olduğunu düşünmüştü.

Bana birkaç hafta önce sorulsa belki ben de aynı şeyi söyleyebilirdim ama Levent olan biteni öğrendikten sonra yaşadığı kırgınlığı saklı bir öfkeye çevirmekte hiç gecikmemişti. Gözümde ikisi de gelecek olan saldırılara karşı kapalı ve yeterince dikkatliydi.

Karşı tarafta olan ben olsaydım, saldırı hakkımı ne Cevahir’de ne de Levent’te harcardım.

 

 

~

 

 

Elimde kalan kremi boynuma doğru yayarken aynadan kendimle bakışıyordum. Dudaklarım hafifçe bükülmüş, gözlerim yorgunluktan kısık bakar hale gelmişti.

Olduğum yerde fazlasıyla oyalanmama rağmen içeriden adımın seslenilmemiş olması iki ihtimalin önünü açıyordu. Cevahir ya uyuyakalmıştı ya da dakikalardır banyo aynasının önünde olduğumu fark edemeyecek kadar dalmıştı.

Saçımdaki tokayı çıkartıp tutamların omuzlarıma doğru dökülmesine izin verirken askısı düşüyor gibi olan geceliğimi de düzelttim. Aynayla bakışmaya son verip arkamı döndüğümde odaya adımlamıştım.

Tavan ışıkları kapalıydı. Cevahir kendi tarafındaki duvar aydınlatmasını açmıştı. Sırtı başlığa yaslı ve gözleri açık şekilde oturuyordu. İhtimallerden ikincisinin doğru olduğunu böylece anlamıştım.

Odaya adımlamamın bakışlarını bana çevirmesine neden olacağını sanmıştım ama kıpırdamadı. Yatağın bana ait kısmına doğru yaklaşıp bir dizimi yatağa yasladım. Yatağı sarstığımda da bakışları beni bulmadı.

Niye bakmıyordu?

Kaşlarım yavaşça çatılırken, aklımdakinin biraz düşünsem yapmayacağım kadar saçma oluşunu boş verdim ve iki dizimin üstünde yatakta durur hale gelir gelmez yerimde zıplar gibi sallandım.

Başını çevirir çevirmez gözleri gözlerimi bulunca kastığım omuzlarım gevşedi. “Sonunda,” diye homurdandım.

“Uyuyor muyuz?”

“Benim planım bu yönde,” dedim başımı omuzuma doğru eğerken.

Geçiştirir gibi başını salladı. “İyi geceler.”

Kapatmak için lambasına uzanıyor olduğunu anladığımda öne doğru atılıp elini yakaladım. Diğer eliyle uzanabilirdi ama dikkatini çektiğim için duraklamıştı.

“Senin uykun yok mu?”

“Uyuyabilecek gibi değilim,” dedi oyalanmadan, açıkça.

“Biraz yoğun bir gün oldu,” dedim kabullenmiş şekilde. Önce yeni başhekim ve annesi arasındaki çözülemeyen tanışıklık, sonra da Beste’ye anlatırken her şeyi baştan hatırlamak onu tüketmişti; normaldi. Ben bu haldeysem, o en az iki katımdı.

“Bok gibi bir gündü diyebilirsin.”

Başımı salladım. “Bok gibi bir gündü.”

Burnundan kısa bir nefes verip güler gibi oldu. Dediğini tam olarak yapmış olmama gülüyordu.

“Bitki çayı yapayım mı? Sinirlerini biraz gevşetir, uyursun.”

“O otları balya halinde yutsam da uyuyamam, Seray. Yat sen hadi.”

O böyle dikilirken ben rahatça uyuyamazdım ki. En azından bu gece yapamazdım. Normal şartlarda ona pek bakmadan gözlerimi yumup uykuya dalabiliyordum. Kötü hissettiğini biliyorken onu görmezden gelemeyeceğimi az önce fark etmiştim.

“Ben uyutsam..?” dedim sorar gibi. “Öyle de mi uyuyamazsın?”

Aklım yaklaşık bir ay öncesine, Cevahir’in babasıyla ilgili gerçeği öğrendikten sonra yaşananlara gitmişti. Onu tıpkı şu anki gibi sakinleştirmeye çabalamış ve kendisinden ‘uyut o zaman beni’ tepkisi almıştım.

İtiraz etmedi fakat olumlu da konuşamadı. “Bilmem,” dedi sadece.

Dizlerimin üstünde durmayı keserek yastığıma doğru devrildim. Sırtüstü uzanıp kollarımı bir şeyi bekler gibi açık bıraktım. Bir şey, oydu; beklediğim oydu.

Başlığa yaslı sırtını oradan ayırdı, yatakta normalden daha aşağı kaydığında başını boynuma ya da göğsüme yaslamayacağını anlamıştım.

Benim hatırladığım anı, onu uyuttuğum ilk ve tek anıyı kendisi de hatırlamıştı. Emindim.

Üst bacağıma doğru salınan geceliği kendisine düşman sayarak çekiştirdi, kumaşı karnımın üst sınırına kadar açmasına herhangi bir tepki vermedim. Ne yapacağını biliyordum.

Karnım açıkta kaldığında yanağı tam ortaya denk gelecek şekilde tenime yaslı kaldı. Yatak büyük olmasa bacakları yere sarkabilirdi, kendisini iyice aşağıya itmişti. Yan dönerek kendini rahat bir pozisyona soktuğunda ona hiç karışmadım. Kıpırdadı, yanağı karnıma sürtündü, bacaklarını toparlamaya çalıştı.

Hareket etmeyi kestiğinde her nedense bunun rahata erdiğinden değil, beni daha fazla darlatmama çabasından kaynaklandığını hissettim. Sanki bu gece her ne olursa olsun rahat hissedemeyeceği bana uzaklardan fısıldanmış gibiydi.

Sol elimi kaldırıp saçlarına usulca bıraktığımda zihnimde birbirine karışmakta olan seslerin biri hariç hepsi sustu. Susmayan o ses, benimle kısa bir süredir beraber olan sesti. Adını tekrarlayıp duran, varlığını unutmayayım diye çırpınan sesti.

Saçlarına değen parmaklarım, onu uyandırmaya çalıştığım anlarda olduğu ya da arsızlaşıp beni tüketmeye başladığında freniymiş gibi davrandığımda yaptığım şekilde hoyrat değildi. Saçlarını çekiştirmiyordum, kaba davranmıyordum.

Saçlarını kırılabilecek bir şeymiş gibi dikkatle okşamaya başladım. Bunu annesinden öğrenmiştim. Kucağına öyle her an yatıyor değildi ama ne zaman orada olsa Nilgün teyze saçlarını böyle seviyordu.

Doğru şeyi yaptığımı, karnıma çarpıyor olan nefesleri düzenli ve sakin bir hal aldığında kabul ettim. Dakikalar birbirini kovalarken parmaklarım hiç yorulmuş gibi değildi, içimi tırnaklayan endişe ise yorgunluktan kırılacaklarmış gibi hissetsem bile saçlarını okşamayı kesmeyeceğimi anladığımdandı.

Ben yaralarımı hep biliyordum. Aklım ermeye başladığından beri bu haldeydim. Hep artmış ve hiç azalmamıştı. Cevahir’i ise tüm yıkımı bu yaşında, aynı anda bulmuştu. Bu yüzden sırayla birbirimizi yıkılmış görüp, güç verecek tarafa geçiyorduk.

“Seray,” dediğinde aradan bayağı bir zaman geçmişti. Uyuyakaldığını sanacağım kadar uzun bir zaman…

“Uyuyamadın mı? Uyudun sanmıştım.” diye mırıldandığımda sesim biraz çaresiz çıkmıştı. Uyuyabilmesi için elimdeki son ve en büyük çözüm buydu çünkü.

“Uyuduğumu mu sandın?” diye tekrarladı sessizce. Neden beni yinelediğini anlayamadığım için gözlerimi kısarak bekledim. “Saçlarımı bırakmadın, beni üstünden çekmedin.”

Sessiz kaldım.

Öyle mi yapmıştım? Evet, tam olarak öyle yapmıştım.

Uyuduğunu düşünsem de aklımın ucundan ne saçını bırakmak ne de yatağa düşmesine neden olmak geçmişti.

Sessizlik büyüdü. Sesinin de sessizliğinin de yeri geldiğinde beni yutacakmış gibi kuvvetlendiği anlar oluyordu ama bu onlardan biri değildi.

“Nasıl yapıyorsun anlayamıyorum ama bazen senden anne sıcağı sızıyor,” dediğinde bedenime soluk bir ürperti yayıldı. “Bazen sözcüklerinde, bazen parmaklarının ucunda… Biliyor muydun?”

Saçlarındaki parmaklarım, dokunmaya başladığım andan beri ilk kez duraklar gibi oldu. “Bilmiyorum,” dedim öylece. “Anne sıcağını ayırt edebilecek son kişiyle konuşuyorsun.”

Uzun ve derin bir nefes aldı. Aldığı nefes tenimden çekilip ona karışıyordu.

“Neden?” dedi dudaklarından fırlayan soruyu tutamamış gibi. “Muhsin’in neyin pençesinde kıvrandığını öyle ya da böyle aklım alabiliyor ama annen… Neden?”

Muhsin Paker’in, babamın, kendince gerekçeleri vardı. Cevahir’in ne demeye çalıştığını anlamıştım. Ailesi vardı. Beni, annemi ya da ailesi dışında herhangi bir şeyi neden seçsindi?

“Bilmem,” dedim çok normal bir soru sorulmuş gibi. “Hiç sormadım.”

Hiç sormamıştım. Kendimce bir şeyler aramış, dönem dönem sebepler bulduğumu sanarak oyalanmıştım.

“Nasıl sormadın?” derken Cevahir gerçekten şaşkındı. Şaşkınlığının etkisiyle karnımdan kalkacak gibi olduğunda saçındaki elimle ona engel oldum. Bana bakmıyorken kendi kendime konuşuyormuş gibi hissettiğim için bir parça daha rahat konuşuyordum, bunu bozarsa ‘uyumak istiyorum’ diyerek kaçmayacağımın bir garantisi yoktu.

“Ondan ne kadar uzaksam, ruh hali o kadar iyi olurdu. Ben de hep kaçtım.”

Liseye başlayana kadar kendimi aynı dört duvar arasındayken hayalet gibi kaybetmeyi öğrenmiştim, sonra da çıktığım o kapıdan geri hiç girmemiştim zaten.

Ben liseye başladıktan çok kısa bir süre sonra evlenmişti. Bu, olur da dönmeyi düşünürsem diye aldığı bir önlem gibi gelmişti o zamanlarda. Önlemini boşa çıkarmamıştım.

Yeni eşi, karşı karşıya geldiğimiz birkaç seferde istersem yanlarında kalabileceğimi altını çize çize söylemişti. Annemden tek bir kez buna katıldığını belirten bir cümle duysam, kırıklarımı toplayıp eteğine sığınacağım kesindi.

Beni hiç tanımıyor gibi görünen sevgili babam haklıydı aslında. Zavallı bir çocuktum. Gözlerinin içine bakmaya cesaretim yoktu ama mecazen hep bu haldeydim, gözlerinin içine içine bakıp beni hayatlarına sığdırmalarını beklemiştim.

“Neyse,” dedim iç çeker gibi. “Konu ne zaman bana geldi? Uyu hadi.”

“Konu sana gelmedi, konu hep sensin. Sen ya da ben yok, düne kadar vardıysa da artık yok.”

Dünden kastı gerçek anlamda dün değildi, aştığımız duvarlardı.

Aştıklarımız kadar aşamadıklarımız, bana kalırsa hiçbir zaman aşamayacaklarımız da vardı ama ses çıkartmadım.

Cevahir uyuyamayacak olan taraf gibi olsa da içimden saydığım sayılar sayesinde hesapladığım yarım saatin sonunda olduğu yerde uyuyakaldı.

Bense kapanmayan lambadan sızan ışığın tavana düşürdüğü gölgelerimizi izlerken oda güneşle aydınlanana dek uyanıktım.

Gece sabaha dönene kadar parmaklarım saçlarından, aklım da ruhumdaki boşluklardan hiç ayrılmamıştı.

 

 

~

 

 

“Günaydın,” diyerek tıkırtıların yaklaştıkça yükseldiği mutfağa girdim. Nilgün teyze buna gerek olmadığını söylesem de üç sabahtır, yani geldiği günden itibaren kahvaltıları hazırlama konusunda itiraz kabul etmiyordu.

Uyanıyor, giyiniyor ve aşağıda onu hazırladığı kahvaltıyla birlikte buluyordum. Yardım etmeye çalıştığımda beni mutfak eşyalarından en yakınında olan ile kovaladığı için artık bu konuda ısrarı da bırakmıştım.

“Günaydın, Seraycım.”

Salondaki masanın çoktan hazır olduğundan emindim. Uyanacağımız ve aşağıya ineceğimiz saati bildiği için her şeyi ona göre ayarlıyordu. Şu anda da ocağın başında mantar sotelemekle meşguldü. Bunun omlete dönüşeceğini tahmin ediyordum.

“Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğumda başıyla tezgâhın solunu işaret etti. “Yumurtaları çırpabilirsin.”

Kâsenin içindeki çatalla yumurtaları birbirine karıştırmaya başladığımda kısa bir süre sessiz kaldım. Ancak bu süre gerçekten kısaydı çünkü dilimin ucunda birikenleri kusmamak çok zordu.

“Dün yaşanmamış gibi mi davranıyoruz gerçekten?”

Atalay hoca… Nilgün teyzenin onu gördükten sonraki hali. Bakışları…

“Ne olmuş dün?” dedi bir iki saniye duraksadıktan sonra hızla toparlanıp. Mantarları tavayı sallayarak hareketlendirirken bakışları da tavadaydı.

“Beni yem olarak kullandın,” dedim alınmış gibi. “Cevahir’i güç bela odadan çıkarttım, sen sonra anlatırsın diye ikna ettim.”

“Ee,” dedi sakin sakin.

“Nilgün teyze!” dedim dayanamayıp tamamen ona dönerken. “Cevahir’in kızgın boğa hallerini falan boş ver tamam. Ben onu sakinleştiriyorum bir şekilde, buna güvendin ve kullandın. Ama Atalay hoca… Siz…”

Çırptığım yumurtaları elimden alırken yüzüme hiç bakmamıştı. Gözlerimi kıstım. Madem öyleydi…

“Üniversitede hocamdı bu arada kendisi,” dedim havadan sudan bahseder gibi. “Tanıyordum yani.”

Mantarlardan cızırtılı sesler yükselirken Nilgün teyze yumurtaları dökmek yerine öylece bekledi. Doğru taşı oynadığımdan emin olurken kendimi içten içe tebrik ettim.

Bana bir şeyler sormayı istiyor ancak bunu yapamıyordu. Çünkü o sorarsa, ben de sorardım; cevap vermezse, cevap vermezdim.

Merdivenlerden sesler gelmeye başlayınca iç çektim. “Kocam uyanmış,” dedim sohbetin kesilmesine üzülmüş gibi. “Bakayım da merdivenlerden düşmesin uyku sersemi.”

Salına salına mutfaktan çıkacak oldum. Nilgün teyze dayanamayıp beni durdursun diye o kadar yavaş hareket etmiştim ki ben çıkana kadar Cevahir buraya gelmişti zaten.

“Günaydın,” diyerek mutfağı henüz uyku sonrası halinden sıyrılmamış sesiyle doldurdu. Yolunun üstünde önce ben vardım. Bu nedenle ilk öpülen ben olmuştum. Saçlarımın üstünde dudaklarının baskısı daha kaybolmadan annesine doğru adımlayıp onu da alnından öptü.

“Günaydın annem,” diyerek heyecanla konuşan Nilgün teyzeye baktım. Cevahir’in kendisine dünden kalma tavırla uyanacağını düşünmüş olacak ki günaydın öpücüğüyle birlikte yeniden doğmuş gibi olmuştu.

“Günaydın,” dedim ben de. “Hafızan sıfırlandı herhalde geceden sabaha.” Kendi kendime söylenmiştim daha çok.

Cevahir omuz silkti. “Her şey taze,” dedi gömleğinin manşetlerini düzeltirken. “Yoğun bir gün, güç alayım diye öptüm sizi.”

“Niye yoğun?”

“Direkt holdinge geçmem gerekirken planım değişti, şimdi Vita’ya uğrayacağım. Öğleden sonra da diğer işleri sıkıştırmak üzere holdinge geçeceğim.”

Anlamsızca baktım. “Niye? Hani bu hafta sadece Salı hastanede olacaktın?”

“Acil bir işim çıktı.”

Nilgün teyze biz konuşurken omletin üstünü kısa süreliğine kapatmış ve son anda buraya dönmüştü. “Kötü bir şey yok değil mi?”

Cevahir omuz silkti. “Yok, kötü değil. Angarya biraz.”

Gözlerimi devirip Cevahir’e saldırmak üzereydim. Ne işiydi de uzatıyordu bu kadar?

“Ay neymiş Cevahir?” dedim patlayıp.

“Başhekimi kovacağım. Yenisi için de elimdeki list-…”

“Ne?” diyerek aynı anda Nilgün teyze ile bağırır gibi olduğumuzda bizi sırayla süzdü.

Bakışları bende biraz durdu. Eliyle beni gösterdi. “Sen bu herifin öğrencisisin, doktorluğuna güveniyorsun ve belli ki o zor kazanılan saygını bu adam kazanmış. Boşu boşuna kovulsun istemiyorsun.”

Başımı salladım. “Tam olarak bu, bravo.”

Rica ederim der gibi başını eğdi. Ardından ağır çekimde annesine döndü. “Peki, sen..?” dedi kaşları hafif havalanırken. “Senin sebeplerin neler anne? Dinlemek için çok hevesliyim.”

Nilgün teyze kaşları çatık halde Cevahir’e bakmaya başladı. Konuşmadı.

Cevahir zaten bunu bekliyormuş gibi konuşmaya devam etti. “Ama sen anlatmak için hevesli değilsen, karımın sebepleriyle yetinmeyecek ve gerçekten hastaneyle ilişiğini keseceğim. Seçim senin. Keyfine bak.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Konu tehdit, şantaj ve benzeri herhangi bir şeyse bu adama ilahi bir güç geliyordu.

Cevahir mutfaktan normal hızda adımlarla çıkıp gözden kaybolunca mutfakta geriye onun donmuş halde bıraktığı Nilgün teyze ve ben kalmıştık.

“Beni kandırıyor değil mi?” diye mırıldandı Nilgün teyze. Bana dönmüştü aniden.

Dudaklarımı büktüm. Açıkçası bundan pek emin değildim.

“Yapmayacağı bir şeyi söylemez,” dedim uzatmadan. “Bu bir istisnaysa da bilmiyorum ama bence değil.”

Nilgün teyze bir anda peşinden atlı kovalıyormuş gibi mutfaktan çıktı. Arkasından ağzım açık bakmak yerine ben de fırladım.

Sıradan bir sabaha uyanmak en son ne zaman nasip olmuştu bana, hatırlamıyordum.

“Cevahir!” diyerek salona dalan Nilgün teyzeden birkaç saniye sonra ben de içerideydim.

Cevahir koltukta oturuyor, kolları göğsünde bağlı ve bedeni yayılmış şekilde keyfine bakıyordu.

“Dinliyorum,” dedi annesine ve bana arkasında beliren bana bakıp.

“Söyleyeceğim,” dedi Nilgün teyze. “Ama söyledikten sonra ne olursa olsun onu kovamazsın, Vita’dan uzaklaştıramazsın. Söz vereceksin.”

Nilgün teyzenin derdi, Atalay hocanın Vita’dan değil kendisinden uzaklaşmamasıymış gibi gelmişti bana ama sessiz kaldım.

“Söz vermiyorum,” dedi Cevahir. “Ama sınırlarımı senin için zorlarım olabildiğince, bunun sözünü veriyorum.”

“Doğru düzgün söz ver,” dedi Nilgün teyze burnundan solurken.

Dün karşısında duruyor diye yanakları ıpıslak olacak kadar çok ağladığı adamın bugünün gündemine oturmasına biraz daha farklı tepki veriyordu şu an. Acaba kendi aralarında konuşmuş olmalarından mıydı yoksa kendi içinde bir şeyler mi düşünmüştü, bilemiyordum.

“Hayır-…” diyerek konuşmaya başlayan Cevahir sinirlerimi bozunca araya girdim. “Ya ne sözmüş, ben veriyorum sözü. Eğer anlatırsan ben izin vermeyeceğim kovmasına Nilgün teyze. Dinliyor bu beni, gerçekten.”

Bu derken?” şeklinde yüzü buruşuk bana bakan Cevahir’e başımı omuzuma eğip karşılık verdim. “Lafın gelişi canım,” dedim geçiştirir gibi.

Nilgün teyze bir şeyden emin olmak ister gibi önce bana, sonra da oğluna bakındı. Başarılı olmuş olacak ki bir an sonra dudaklarından dökülenler biraz soğuk su etkisi yaratmıştı.

“Sevgilimdi,” dedi Nilgün teyze. “Eski… Çok eski. Babandan önce, yemin ederim önce. Evlendiğim anda bitti. Görmedim bir daha onu.”

Nilgün teyzenin çaresizce aynı şeyi tekrarlamasının nedeni belliydi. Cevahir zaten babasının annesini korkunç bir şekilde aldatmasıyla yüzleşmişti. Bir de karşı taraftan aynı darbe geldiyse tüm dengesi şaşacaktı.

Benim takıldığım kısım ise biraz farklıydı.

Evlendiğim anda bitti demişti. İlişkisi biter bitmez Cavit ile mi evlenmişti yani? Yoksa evlendiği için mi ilişkisini bitirmek zorunda kalmıştı.

Aklım karışmış halde biraz gerisinde beklediğim Nilgün teyzenin konuşmaya devam edip etmeyeceğini analiz etmeye çalıştım. O sırada Cevahir birden koltuktan fırladı.

“Eski sevgilindi yani,” dedi kendisine tekrarlar gibi. “Görünce gözyaşlarına boğulman, onun kilitlenmesi bundandı.”

Nilgün teyze başını salladı. Cevahir’in ne yapacağını görmek için ona döndüm.

“Eski sevgilisinin de, eski nişanlısının da!” diyerek gürlediğinde burnumu kırıştırdım.

Nilgün teyze ise sudan çıkmış balık gibiydi. “Nişanlı değildik,” dedi masum masum. Elimi omuzuna koydum. “Bu sana değildi,” dedim teselli verir gibi.

Cevahir bana dün gece ‘konu hep sensin’ derken abartmıyordu.

Konu gerçekten bir şekilde ben oluyordum, ne zaman ve neden bu hale geldiğini bilmiyordum ama onun zihninde konuların ucu hep bana değiyordu. Üstelik bu bir noktada son bulacakmış gibi değil, giderek kuvvetlenecekmiş gibi hissediyordum.

Hislerimde yanılmayı isteyip istemediğime henüz karar vermemiştim. Bir süre daha düşünmem gerekecekti.

 

 

~~~

Yorumlar

  1. Allah'ım her şey daha da merak uyandırıcı oluyor giderek

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm