Gözyaşı Kadehleri 15.Bölüm

 15.BÖLÜM



“Gelebilir miyim artık anne?”

Cevahir odanın kapısına tek bir kez vurmuş, ardından kapıyı açıp içeri girmişti. Girdiği anda ben de Nilgün Hanım da ona doğru döndüğümüzden şu an ikimizin bakışları onun üzerindeydi.

Yüzümün ne halde olduğunu az çok tahmin edip kendimi normal bir ifadeye bürünmek için zorlarken aklım bulanıktı.

Nilgün Hanım’ın zihnime balyozla vurulmuş gibi etki eden sözlerinden sonra birkaç dakika hareket dahi etmeden öylece durmuştum. Kendime geldiğimde ilk yaptığım odanın diğer ucundaki komodinde duran ilaç kutularının arasında kaybolmak olmuştu. Birçoğu cam şişede olan ilaçların kontrolünü ayaküstü yapabilmem mümkün olmadığından doğru dürüst bir sonuca varamamıştım.

“Ne konuşuyordunuz? Ben girince dondunuz ikiniz de.”

Cevahir kapıyı kapatıp yatağa doğru adımlarken Nilgün Hanım’ın panikle titrediğini fark eder etmez dudaklarımı araladım. “Senin hakkında konuşuyorduk, içeri dalınca susmamız gerekti.”

“Anne?” dedi Cevahir ona doğru dönerek. “Yakıştıramadım sana.”

Nilgün Hanım’ın bir şeyler söyleyebilmek için çok stresli olduğunu anladığımda yine ben konuştum. “Bana yakıştırdın yani.”

Belki onun garip bakışları ya da titremeleri hâlihazırda ortada olan rahatsızlığıyla açıklanabilirdi ama üstüne ben de garip davranırsam Cevahir’i bir sorun olmadığına ikna etmek çok güç olacaktı.

Yatağın boşta kalan kısmına oturmak yerine gelip benim dibimdeki küçük alana yerleşince kendimi Nilgün Hanım’a doğru kayarken bulmuştum. Yerimde ilerlememe engel olmak için sırtıma avucunu bastırdığında kasıldım. Ancak işe yaramıştı, kıpırdamamıştım.

“Sana her şey yakışıyor karıcım,” derken sesindeki ince alayı sadece ben hissediyordum. Annesi yanımızda olmasaydı ve ben dakikalar önce hayatımın şokunu yaşamış olmasaydım dirseğim boşluğunu deşebilirdi.

“Fazla romantik bir oğlunuz var Nilgün Hanım,” dedim bakışlarımı bizi izleyen kadına doğru çevirip. Bakışları hafif donuktu. Benimle ilk konuşmaya başladığındaki bilinçli hali yavaş yavaş kayboluyordu.

Ondaki bu değişimi fark eden tek kişi ben değildim. Bacağı bacağıma yaslı duracak kadar yakınımda olan Cevahir’in de dikkati annesinin üzerindeydi. “Anne,” diye seslendi usulca. “Uzanmak ister misin biraz?”

Nilgün Hanım başını salladı direkt. Ama araya girmem gerekiyordu. Aklımda uçuşan ihtimaller arasında nereye yakın duracağımı kestirmek çok zordu. Yapabileceğim tek bir şey vardı şu an için.

“Cevahir,” dedim ben kalkmadan annesini uzanır hale getiremeyeceği için rahatça ona dönüp. Kahvenin parlak bir tonuna sahip irisleri beni buldu. Devam etmemi ister gibi baktı. “Annen sen aşağıdayken bir şeyler söyledi bana.”

“Ne söyledi?”

“Seni çok özlüyormuş,” dedim bakışlarımı gözlerinden hiç ayırmadan. “Buraya pek uğrayamıyorsun ya hani.”

“Elimden geldiğince sık uğruyorum, uğramamın tek sebebi de kendisi zaten.”

“Biliyorum,” dedim istemsizce. Der demez pişman olarak düzeltme gereği duymuştum. “Yani az çok anladım, annen dışında bu eve gelmeni sağlayacak kimse yok.”

“Öyle,” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Söyleyeceğimi onaylaması, bana yardımcı olması gerekiyordu. Nilgün Hanım’ın söylediği şeyi direkt olarak ona söylemem mümkün değildi. Annesinin sözüne güvenip güvenmeyeceğini bilmiyordum, kadına söz vermiştim. Cevahir’in fevri davranıp durumu kestirip atmasına seyirci olamazdım.

“Annen bizimle gelse,” dedim bir nefeste. “Bir süre bizimle kalsın. Seninle özlem gidermiş olur hem.”

Duraksadı. “Kendisi mi istedi bunu?”

Başımı iki yana salladım. “Hayır, ben çözüm ürettim. Seninleyken daha iyi hissetmez mi?”

“Ben tek yaşıyorken çok kez denedik, evime gelmesini ve benimle kalmasını istedim. Ona iyi gelmedi. Krizleri yoğunlaştı, farklılaştı.”

Nilgün Hanım’ın çoktan kendi içine kapandığını ve bizi duymuyor olduğunu anladığım için ona bakma gereği duymadım.

Krizleri farklılaştı…

Cevahir annesini yanına aldığında ona değişmiş olan ilaçları vermeyip, risk almamak için bundan kaçınmış olabilirler miydi? Ani ilaç değişiklikleri krizlerini tetikliyor olabilirdi.

Aklımda bin bir türlü seçenek dönüyorken bütün bunların cevabına ulaşmanın en etkili yolu gibi görünen yolda kalmakta ısrarcıydım.

“Denemekten zarar gelmez, krizleri yönetirken ben de yanında olacağım.”

Direkt olarak bana olmasa da mesleğime güvenmesi gerekiyordu. Bu tek sığınağımdı.

Nilgün Hanım bana ağır bir yük bırakmış, ardından kendisini dış dünyaya kapatıp dalgınlaşmıştı. Şimdi hem Cevahir’e bir şey çaktırmamak hem de bir yandan durumu çözümlemek zorundaydım.

“Annemi bu kadar benimsemeni beklemiyordum,” dedi birden.

Bu, bana büyük bir farkındalık kazandırmıştı. Nilgün Hanım’a yardım etmek için bu denli çırpınmam niyeydi? Oğluna anlatıp işten sıyrılabilir, gerisini Avcıoğlu ailesinin kendi arasında çözmesi için burakıp arkama yaslanarak izleyebilirdim.

İlk aklıma gelen bunu yapmak değil, kendimi ortaya atıp durumu kurtarmaya çalışmak olmuştu.

“Ben de,” diyebildim Cevahir’e. “Ben de beklemiyordum.”

 

~

 

“Dur artık, dönme yerinde. Uyuyacağın varsa da uyutmuyorsun kendini.”

Cümlesini kurduğu anda yüzüm ona dönük olacak şekilde kolumun üstünde uzanır haldeydim. Dur emrini istemsizce dinleyip yerimde kaldığımda, benim başucumda olan masa lambası açık olduğundan yüzünü net olarak görebiliyordum.

“Uyku tutmadı,” dedim öylesine.

Uykum vardı. Var olan uykuma kavuşamayışımın nedeni ise düşüncelerimdi.

“Fark edebildim onu, Seray. Neredeyse bir saattir dönüyorsun yatakta.”

Söylediğinin gerçekliğinden emin olabilmek için yerimde dönüp komodinin üstünde duran telefonuma uzandım. Ben yatağa yatalı gerçekten bir saati geçiyordu.

Eve geldiğimizde Cevahir kendini duşa atarken ben bu süreyi salonda, duvarı izleyerek geçirmiştim. Nilgün Hanım’la birlikte geleceğimizi planladığım eve yalnız başımıza dönünce tüm hesaplamalarım boşa çıkmıştı.

Sürekli kendimi o eve atamaz, Nilgün Hanım’ı görmek için tutturup dikkat çekemezdim. Onu yanımıza almak en işe yarar yoldu ancak bu yola ağır taşlar koyulmuştu.

Başta Cavit Bey, ona eşlik ederek Zerrin Hanım ve Fahri Bey de Nilgün Hanım’ın bizimle gelmemesi için ellerinden geleni yapmışlardı.

Biri eşinin kendi evinde rahat olacağını söylemiş, diğeri ilaçlarının ve bakımının burada bir düzen içinde işlediğini anlatmıştı. Son olarak Fahri Bey de bizim yeni evli oluşumuz nedeniyle duruma müdahil olmuş ve olumsuz konuşmuştu.

Cevahir’in onlara direnmek yerine benim ikna etmiş olduğum fikirden sıyrılarak annesini evde bırakmayı kabul etmesi sanırım önceden gerçekleşen başarısız denemelerinden kaynaklıydı. Ona da pek bir şey diyememiştim.

Cevahir duşunu aldıktan sonra direkt yatağa geçmişken benim uyku hazırlıklarım dakikalarımı almış, odada bir oraya bir buraya gezinip durmuştum. En sonunda yatağa uzandığımda ise saat gece yarısını çoktan geçmişti.

Şimdi o anın üzerinden bir saatten fazla zaman geçmişken uyuyabilecek gibi hissetmiyordum. Aklım Nilgün Hanım’daydı.

“Ne uyutmuyor seni?”

Telefonuma baktıktan sonra yeniden kolumun üstünde dönmek yerine sırtüstü uzanarak tavanı süzdüm biraz. “Bilmiyorum,” dedim sessizce. “Sen uyu, tamam. Dönmeyeceğim artık.”

“Buna inanmak isterdim ama güven vermiyorsun doktor.”

Ofladım uzun uzun. “Ne yapayım güven vermek için? Salona in o zaman Cevahir.”

“Dünden razısın tabii beni şutlamaya.”

Kaşlarım çatık halde ona döndüm. “Seni ben kabul ettim buraya, pişman edersen geri atacağım.”

“Bu saatten sonra zor o iş, hakkını kaybettin.”

Sinirlerimi bozarak beni uyutmaya mı çalışıyordu? Eğer öyleydiyse pek akıllıca bir yönteme başvurmuyordu.

Burada kalmamın ne bana ne de ona yaramadığına karar vererek yerimde ani bir şekilde doğruldum. “Nereye?” dedi hemen.

“Uzak diyarlara, sensiz memleketlere Cevo.”

Gözleri kısıldı. “Kısaltma adımı.”

Omuz silktim. “Yok, kısaltacağım.”

Sabır dileğine benzer bir şeyler homurdandı ağzının içinden. Onu takmadan bacaklarımı yataktan sarkıttım. Üstümdeki beyaz geceliğin eteklerini düzelterek kalktığımda odadaki cılız sarı ışık eşliğinde önümü görebiliyordum.

“Biraz temiz hava alırsam uykum geri gelir, yat uyu ben yokken işte.”

Peşimden kalkmak gibi bir işe girişmesin diye istemeye istemeye nereye gideceğimi açıkladığımda uzandığı yerdeyken bakışları üzerimdeydi.

“Bahçeye çıkacaksan üstüne bir şey al.”

“Sıcak hava,” dedim başımı iki yana sallarken.

“Hava cehennem olsa da üstüne bir şey al, Seray.”

Sinirle söylenmeye başlayacağım sırada beni durdurarak kendi konuştu. Kapıya doğru attığım adımları yarıda kestim.

“Bahçede birden fazla güvenlik geziyor, bu halde inme diyorum. Laftan anlayacak mısın?”

Şeytan üstümdekini de çıkartıp yalnızca küçük bir külotla aşağı inmemi ve onu deli gömleği giyecek hale getirmemi fısıldasa da gecenin yeterince hareketli olduğuna kanaat getirerek sabahlığıma doğru adımladım.

Makyaj masasının pufuna bıraktığım ince saten kumaşı üstüme geçirirken sessizdim. O da bana uyarak başka bir şey söylemeden yerinde uzanmayı sürdürmüştü.

Odadan çıktıktan sonra kendimi evin ön tarafına değil de arka kısımda kalan daha ağaçlı bahçeye atmıştım. Buradaki sallanan ikili koltuk daha önce de dikkatimi çekmişti. Üstünde yayılmak bugüne kısmet olacaktı.

Sabahlığımı başka nedenlerle giymiş olsam da aslında havanın serin olduğunu dışarı çıktığımda fark ettim. Sandalyeye geçip otururken küçük bir gıcırtıyla birlikte sallanmaya başlayan mekanizma beni ileri geri hareketlendirmekteydi.

Başımı geriye doğru atarak gökyüzüne diktiğim gözlerimi geceyle buluşturdum.

Hayatının uzun yıllarını hatta belki tamamını monotonlukla, az insan ve az olayla geçirmiş biri olarak son haftalarda ipin ucunu kaçırmış haldeydim artık. Başımı çevirdiğim yerde ya hayatıma dahil olmaya çalışan bir insan ya da hayatımın merkezine oturmaya niyetli bir olay buluyordum.

İşten eve dönüp kendimi bir köşeye atar atmaz uyukladığım, saatlerce telefonum bile titremeden kitap okuduğum günleri çoktan özlemeye başlamıştım. O günlere ne zaman dönebileceğimi değil, dönüp dönemeyeceğim ikilemini düşünmeye başlamıştım artık. Hayatımda bir eşikten atlamış ve geri dönülemez yollara sapmış gibiydim.

Salıncağı dakikalarca salladım, gözlerimi gökten hiç ayırmadım. Zihnim bana demet demet düşünce hazırlarken tek yaptığım bir çocuk gibi sallanmak ve bir çocuğa pek benzemeyecek şekilde yoğun düşüncelerle boğuşmaktı.

 

~

 

Cevahir gözlerini alarm sesiyle araladığında, gözlerinin sabahın aydınlığına değil gecenin karanlığına açılmış olmasından dolayı hafifçe afallamıştı.

Eli refleksle komodine uzanıp telefonunu kavradı. Gecenin üçüne neden alarm kurduğunu bulması birkaç saniyesini almıştı.

Sağına dönüp yatağın boş kısmına bakmaya gerek duymadı. Yüzünün gömülü olduğu yastık boştu, boş olmasa kokunun yanında kokunun kaynağından gelen sıcaklığı da hissedeceğini biliyordu. Geçen günlerde bunu ayırt edebilecek kadar ezber yapmıştı.

Yatakta doğrulduktan sonra ilk yaptığı bir elini saçlarının arasından geçirerek kendine gelmek için biraz zaman kazanmaya çalışmak oldu. Ayağa kalkacak kadar kendinde olduğundan emin hale gelince odadan çıkmak için hareketlenmişti.

Yataktan uzaklaşmadan önce bakışları yatağın diğer tarafındaki komodine takıldı. Kadının aşağıya inerken telefonunu almadığını şu an fark ediyordu. Bu kadar zaman telefonsuz bir şekilde kalabildiğine göre muhtemelen uyuyakalmıştı. Cevahir’e alarm kurduran da bu ihtimaldi. Sabaha kadar bahçede ya da belki salonda uyuklayacak olan kadına engel olmak, onu rahatça yatağa geri getirmek istemişti.

İsteğin kaynağını, mantık çerçevesinde değerlendirildiğinde pek elle tutulur sonuç vermediği gerçeğini bir kenara koymuş ve alarmı kurmuştu.

Odanın kapısını açtıktan sonra ilk durağı salon oldu. Salonda kadına dair bir iz yoktu. Adımlarını bu kez ön bahçeye yöneltmişti. Orada da sonuçsuz kalınca son olarak arka tarafa adımladı.

Evin arka bahçesinde duran sayılı mobilyalardan olan salıncakta iki büklüm uzanan ince bedeni gördüğünde aradığını bulmuştu artık.

“Gerçekten temiz havaya ihtiyacın varmış,” diye mırıldandı kendi kendine. Kadının uyuma şekline bakılırsa bu anlık daldığı bir uyku değildi. Bir süredir derin bir uykuda gibi görünüyordu.

Cevahir salıncağa doğru adım attıkça daha da netleşen görüntüde olmaması gereken dalgınlıklar yaşamamak için kendisini salıncağın kumaşına bakmaya zorlamıştı. Kadının dibine girene dek işe yarayan bu yöntem, anca kokusu ve varlığı ‘ben buradayım’ diye bağırana kadar etkisini sürdürebildi.

Yarı uzanır yarı oturur bir halde salıncakta duran bedene nasıl yaklaşırsa yaklaşsın uykusunu riske atacağını biliyordu. Bu nedenle çok düşünmeden direkt olarak kollarını aynı anda kadının beline ve dizlerinin altına geçirmişti.

Seray, Cevahir’in kollarında havalanmış olmasına rağmen fazlasıyla tepkisiz kalınca Cevahir garipseyerek kadının yüzüne doğru baktı içeri adımlamadan önce. İlk ve bu ana dek son kez kadını kucakladığında onun sarhoşluktan burnunun ucunu göremediğini hatırlıyordu. O zaman kucaklanmayı umursamamasını garip bulmamıştı ancak şu an ilginçti bu.

Cevahir kucağındaki bedenle birlikte eve adımlarken, Seray yanağının yaslı olduğu yerde uykusunun etkisiyle düzenli nefesler alıyordu. Yanağı adamın omuzuna denk geldiğinden, aldığı nefesler de onun boynuna çok yakındı. Cevahir fark edemeyecek olsa da kadının uykusunu bölmeye gerek duymamasının sebebi buydu.

Seray’ın kendisinden genelde geç uyuması ve erken kalkması nedeniyle boş kalan yastıklarına gömülerek kokusunu arar hale gelen Cevahir, bu konuda yalnız sayılamazdı. Aynı odayı paylaşıyor olan ikilinin diğer cephesinde de durum farksızdı. Seray da onun kokusunu yabancılamıyor, aksine kokuyu evde olmakla bağdaştırarak güvenli buluyordu.

“Buz gibisin,” diye söylendi Cevahir eve girdikleri sırada. Sabahlığın kumaşının örtemediği dizlerinin altından tenine dokunuyor, kendi koluna tezat soğuğu hissediyordu.

“Sus,” gibi bir emri dudaklarından zar zor döken Seray’ın bilinci açılmış değildi ancak kulağına ses dolduğu anda yüzü buruşmuştu. Cevahir merdivenleri çıkmaya başlamışken göz ucuyla kadının yüzüne baktı. “Başka emriniz var mı?”

Seray’ın yüzü gevşemek yerine daha da buruştu. Limon ısırmış gibi görünen kadına istemsizce gülmüştü Cevahir.

Odaya girer girmez kucağındaki bedeni yatağın ona ait tarafına nazikçe bıraktı. Seray yatağa bırakıldığı anda yatakla bütünleşmiş, kolunun üzerinde dönerek küçülmüştü. Cevahir, üstündeki sabahlığa bir an baktıysa da harekete geçmedi.

Ne kadını uyandırmaya niyetliydi ne de günlerdir kadının yatağa girerken üstüne geçirdiği imalat hatalı geceliklerini görmeye.

Geceliklerin kumaşından çok kadının teniyle bakışmak zorunda kalarak uyuduğu uykular Cevahir’e bir noktada zehir oluyordu.

Evlilik hayalleri kuran bir adam değildi, hayatının hiçbir evresinde bu gerçekleşmemişti. Ancak gün olur da evlenirse, karısının kendisine yasak olacağını da asla hesaplamamıştı tabii.

“Üstünü mü örteceksin?” diye sordu kendi kendine. Seray’ın elleriyle bacaklarına doğru uzandığını görmüştü. Ona yardım ederek ince pikeyi kadının üzerine doğru kaldırdı. Seray örtünün altında kaybolup boğazına kadar kendisini kapatmıştı. Buz kesen bedeninin anca ısınacağını düşünüyordu Cevahir de zaten.

Sabah alarmlarının duyulmasına birkaç saat kalmışken daha fazla uyanık kalmamak üzere Cevahir de yatağın diğer tarafına dolanmak için hareketlendi. İkinci adımında onu durduran bir ses duyuldu. Aslında birden fazla sesti.

Komodinde duran Seray’a ait telefon, peş peşe gelen bildirimlerle odayı sese boğarken Cevahir’in gözleri direkt oraya çevrilmişti. Ekranın bildirimle aydınlanması, Cevahir’in oraya baktığı anda bildirimlerin içeriğini görmesine sebep oldu.

Üç bildirim sesi duyulmuştu. İlk iki bildirimi üst üste geldiklerinden göremiyor, ancak son bildirimi açıkça okuyabiliyordu.

‘Yarın odama uğra’ yazılı mesajı okuduğu sırada bildirimlerin sesiyle irkilerek uyanan Seray’ın farkına varamamıştı. Mesajın geldiği ismi okuması mümkündü ancak gelen diğer iki mesajı göremiyordu.

“Ne oluyor?” diye mırıldandı Seray gözleri yarı açılmışken. Telefon sesine duyarlı uykular uyurdu genellikle. Acil durumlarla sık karşılaşmaktandı bu.

Cevahir bakışlarını çoktan kararmış olan ekrandan ayırıp kadının yüzüne doğru çevirdi. “Bir şey olmuyor,” dedi düz bir sesle. “Arif mesaj atmış.”

Seray afallamış halde uzandığı yerden yukarıya doğru, başında dikilen adama baktı. “Arif kim?” dedi şaşkınca.

Cevahir, ekranda gördüğü ismin yanında soyadı da bulunduğundan kolayca Arif’in kim olduğunu anlamıştı. Fakat hastanenin psikiyatristinin gecenin üçünde karısını neden ertesi sabah odasına davet ettiğini anlayabilmiş değildi.

“Ben ne bileyim kim?” dedi hızla. Çatılmaya yüz tutan kaşlarıyla birlikte adımladı, yatağın kendisine ait tarafına geçtikten sonra oyalanmadan uzandı. Bu sırada Seray kendisine biraz da olsun gelmiş, en son salıncakta oturuyorken kendisini odada bulmasını sindiremeden mesaj konusuna dalıp elini komodine uzatmıştı.

Cevahir’in gerginliğini göz ardı edip yorumsuz bırakmasına sebep olacak şekilde direkt mesajları açması, yanında uzanan adamın sabrını sınarken Seray bundan bihaber halde ekrana kilitlenmişti.

 

~

 

“Günaydın Seray Hanım, kahvenizi getiriyorum hemen.”

Mira’nın koridorda karşılaştığımız anda şakıyarak konuşmasına ufak bir tebessüm ettim. “Günaydın, acele etmene gerek yok. Cevahir henüz hazırlanamadı, onu beklerim.”

“Nasıl isterseniz,” dedikten sonra mutfağa doğru giderek gözden kaybolduğunda ben de kendimi salonda buldum.

Hazır görünse de sofraya yerleşmek yerine koltuklardan birine geçip oturduğumda kumaş pantolonumun dizindeki tozları silkelemekle meşguldüm. Yakası göğüs oluğuma dek açık bej bir gömlekle giydiğim koyu renk pantolon giymeden önce dikkatimi çekmese de bayağı tozlanmış haldeydi.

Oflayarak dizimdeki tozları dökmeye çalışsam da tam olarak halledemediğim için daha fazla direnmeden ayaklandım. Bütün gün bunu takıntı haline getirmek yerine çıkıp değiştirecektim.

Yavaşça merdivenlere yöneldim. Yarısını bitirdiğim merdivenlerin kalanını daha hızlı şekilde tırmandığımda odanın önüne gelebilmiştim. Çıkarken yarı aralık bıraktığım kapı olduğu gibi duruyordu.

Kapıyı itip içeri gireceğim anda içeriden dışarıya taşan ses beni anlık olarak durdurmuştu.

“O siktiğimin odasında dün ne konuşulduğunu, ne döndüğünü bulacaksın Teo. Ne yaparsan yap, bul. Sonuçlanana kadar tek işin bu.”

Kaşlarım istemsizce çatıldı. Öfke kusan sesin kaynağı Cevahir’di ancak kustuğu bu öfkenin kaynağı neydi, bilmiyordum.

Başka bir şey duyacak mıyım diye biraz daha olduğum yerde kaldım. Cevahir konuşmaya devam etmedi. Sessizliğin sürmesiyle birlikte kapıyı açıp içeri girdiğimde onu odanın penceresinin önünde ayakta buldum.

Kapının açılmasıyla bana doğru döndü. Yüzümden onu dinlediğimi belli edecek bir şeyler kopmamasına dikkat ederek kapıyı kapattım.

“İnmiyor musun? Kahvaltı hazır.”

Gözlerimin en içine, baktığı yerden sanki gözlerimin ötesini görüyormuş gibi birkaç saniye odaklandı. “Geliyorum,” dedi az önce öfkeyle Teoman’a yükselen sesini o öfkeden çoktan arındırmışken. “Çağırmak için çıkmana gerek yoktu.”

Omuz silktim. Giyinme odasına doğru yürürken konuştum. “Pantolonumu değiştireceğim, sana özel gelmedim Avcıoğlu.”

“Şaşardım zaten,” dediğini zar zor duydum. Giyinme odasının kapısından geçmiştim ancak olduğum eşikte ona döndüm. “Efendim?” dedim gözlerimi kısarak.

“Bana özel gelmediğin belli, gelsen şaşardım zaten diyorum Seray Avcıoğlu.”

Başımı omuzuma doğru eğdim. Ne dediğini kendi de bilmiyordu bence. “Uykusuzsun sanırım,” dedim sakince.

“Dün sen uyuyamamıştın, bu gece de ben uyumamışımdır belki.”

“Belki,” dedim uzatmadan. “Bahçeye inseydin, orada uyunuyor.”

Ellerini, üzerindeki lacivert takımın pantolon ceplerine soktu. Kollarının kasılmasına, henüz ceketini giymediği için gömleğin kumaşının gerilerek tenine yapışmasına neden olan hareketiyle bakışlarım bir an oraya kaymıştı. Toparlamakta gecikmeden yeniden yüzüne baktım.

“Odaya çıkartırdım ben seni sonra,” Onun önceki gece uyuyakaldığım salıncaktan beni alıp odaya getirişine atıf yaptığımda tepkisizdi. Hatta normalde olduğundan da daha tepkisizdi. Üstelemedim. Arkamı dönüp dolaplara yönelmek üzere hareket ettim.

Pantolonumu çıkartmış; yeni bir pantolon yerine siyah diz üstü, dar bir etek giymiştim. Odaya geri döndüğümde Cevahir’i çoktan kahvaltıya inmiş halde göreceğimi sanıyorken beni makyaj masasındaki pufta oturarak karşılamıştı.

Ben oturduğumda en azından bir kısmı görünür kalan pufu altında yok etmesine güldüm dayanamayıp. Cüssesi bu mobilya için üç kat büyüktü.

“Senin o masaya ve çevresine özel bir ilgin var, bir gün bana makyajda eşlik etmek ister misin?”

Ters ters suratıma baktı. Ardından bakışları pantolonumun yerini alan eteğe doğru indi. Bakışları yüzüme geri tırmandığında tersliğinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. “Çok konuşma da yürü doktor, hastan falan yok mu senin? Geç kalıyoruz.”

“Makyaj istemiyorsan cilt bakımı da olur, sorun değil ki.”

“Seray.”

Adımdan fazlasına gerek duymadığı ikazı dikkate almaktan kaçınmadım. Ağzımdaki havayı şişirerek kapıya doğru yürüdüm. “Şakadan da anlamıyorsun, karın şakacı diye şükredeceğine…”

“Karım mı şakacı?” dediği sırada arkamda belirmişti, hissediyordum. Odadan çıktığımız anda cevapladım. “Tabii,” dedim özgüvenle. “Sevdiğim insanlara bolca şaka yaparım ben.” dedikten sonra duraksadım. “Sana hiç yapmamış mıyım? Ne büyük ayıp.”

Arkamdan sertçe nefeslendiğini işittim. Dönmedim ama adım atmayı bıraktım. “Üzüldün mü?” diye sorarken bir anda dönmüştüm arkama.

Ne denli yakınımda olduğunu arkamı dönene kadar algılayamadığımı geç fark etmiştim. Ayağımdaki topuklular sayesinde çenesine doğru yükselmiştim ama yine de bir adım önünde dururken onun bahçe cini gibi görünüyordum.

Burnum çenesine değmiyordu ama değmesine az kalmıştı. Aramızdaki mesafe bununla sınırlıyken gözlerimi gözlerine diktim. Meydan okur gibi kaşlarım havalandığında yüzünde mimik oynamıyordu.

“Benim şaka payımı da hastanede gezindiğin odalarda mı unutuyorsun yoksa doktor?”

“Ne?” dedim hiçbir şey anlayamadığım cümlelerine tepki olarak.

“Fuların,” dedi boş bakışlarla. “Dün sen erken eve döndüğün için seni bulamayan arkadaşın getirdi, odasında unutmuşsun. Teslim aldım merak etme.”

Algılarımı durumu anlayabilmeye açık hale getirmeyi denerken beklediğim süre, onun tekrar konuşmaya başlamasına yol açtı. “Belki fuların gibi, şakaların da bir yerlerde unutulup kalıyordur. Bana ondan denk gelmemiştir.”

“Cevahir-…” diyerek şaşkın bir halde konuşmak için hamle yaptığımda başını salladı. “Bir şey söylemene gerek yok, geç kalıyoruz. Kahvaltıyı hastanede yaparsın ya da istersen burada yap kendi arabanla gel. Ben çıkıyorum.”

Merdivenleri inişini, en tepeden son ana kadar izlerken ağzım açık ve aklım donuktu.

Fularım, arkadaşım, hastanede girdiğim odalar… Saydıkları zihnimde birleşirken taşların yerini bulması çok da uzun sürmedi.

Gözlerimi sımsıkı kapatıp başımı geriye doğru attım.

Cevahir’in peşinden ilerleyip ona kendimi tek nefeste savunabilirdim.

Savunmana gerek mi var diyerek çıkıntılık yapan iç sesimi duymazdan gelebilirdim, zor olan kısım bu değildi. Ancak bahsettiği odaya girişimi, daha önce diyaloğumun bile olmadığını bildiği bir doktorun odasında neden fularımı unuttuğumu anlatabilmem zordu.

“Of Cevo of,” diye soludum arkasından. Adını kısalttığımı duyup geri dönerek bana homurdanmasını beklesem de beni karşılayan soğuk bir sessizlikti.

Herkes kendi çalıp kendi oynarken tüm curcuna benim ezilmeme sebep oluyordu. Üstelik oynayanların tamamı benim bu ezilişime kördü.

Cevahir söylediği gibi hastaneye beni beklemeden geçmiş, ben evde kahvaltımı yaptıktan sonra kendi arabamla Vita’ya varmıştım.

Öğlene dek hastalarımla meşgul olup pek başımı kaldıramadığım için daha az düşünme fırsatı bulduğum konular, son hastam odamdan çıkar çıkmaz üstüme çullanmıştı.

Levent ve Alper sorunu yetmemiş, üstüne Nilgün Hanım’ın bomba gibi patlayan iki kelimesiyle dünyam dönmüştü. Düzeltmeye çalışırken yaptığım ilk hamlem de elime yüzüme bulaşmıştı.

Birazdan kendimi serum kablolarıyla boğacak, sorunların -en azından benim açımdan- sonunu getirecektim.

Çantamı alıp önlüğümü odada bıraktıktan sonra koridora çıktım. Ceylin henüz yerinden kalkmamıştı.

“Ceylin çıkıyorum yemeğe, bir şey var mı?”

“Yok hocam, afiyet olsun. Yalnız Teoman Bey’den not gelmedi. Siz Cevahir Bey’le konuşmuşsunuzdur herhalde.”

Burnumdan uzunca bir nefes verdim.

Öğlenleri ben her şekilde Cevahir’den geç çıktığımdan, o çoktan yemek yiyeceğimiz yeri seçmiş ve bana Teo-Ceylin hattıyla iletmiş oluyordu. Geçtiğimiz iki haftada öğlenleri ayrı olduğumuz gün sayısı yalnızca birdi. Nöbete kaldığım Cuma, tam bir hafta önceydi bu da. Şimdi durup dururken bu rutinin kesilmesi ve bu kesintinin sabahki ‘fular’ meselesine denk gelmesi pek tesadüfe benzemiyordu.

“Aynen,” dedim Ceylin’e fazla bir şey çaktırmadan. “Sana da afiyet olsun şimdiden.”

Teşekkürünü duyduktan sonra asansörlere doğru yürümeye başladım. Aynı anda da çantamdan telefonumu çıkartmış ve rehberimden arayacağım ismi bulmuştum.

“Efendim yenge?”

“Neredesiniz Teo?”

“Sana da merhaba yenge, iyiyim sağlığım yerinde çok şükür.”

İç çektim. “İyi, güzel. Neredesiniz?”

“İroniden de anlamıyorsun ha sen, halimi hatırımı sormadın di-…”

“Teo,” dedim bastıra bastıra. “Gerçekten sabrım yok, bir kere daha sordurtma.”

“Yengem,” derken sesi biraz kısıktı. “Bir saat daha sor, ben seni dinleyeyim ama cevabım yok.”

“Cevabın yok, öyle mi?” dedim histerik bir şekilde gülerek. Kata gelen asansöre binmiştim bu sırada. “Sen şu an onun nerede olduğunu bilmiyorsun yani, nerede yemek yiyeceğinden haberin yok.”

“Evet,” derken bir on saniye kadar beklemeseydi eğer inandırıcılık oranını yüzde birden ikiye çıkartabilirdi.

“Tamam,” dedim uzatmadan. “Afiyet olsun size.”

Telefonu kapatmakta bir saniye bile gecikmedim. Ben ne için çabalıyordum, o ne yapıyordu?

Tek yiyeceğim o Cuma gününde bile Teo’yu peşimden yollamışken şu an onu da susturmuş, muhtemelen yanında esir etmişti.

Yalnız kalmanın bana ceza olduğunu mu düşüyordu?

Ben yalnızlığa doğmuş, yalnızlıkla yoğrulup büyümüştüm. İnsan bu denli ruhuna işleyen bir şeyi nasıl ceza olarak algılayabilirdi?

Asansör giriş katta durdu. İndikten sonra adımlarımı önüme ilk çıkan restorana yönelttim. Vita’nın bu konuda seçeneklerinin bol oluşunu umursamadım, mideme birkaç parça besin inmesi ve akşamı beklerken tansiyonumun dengede kalmasıydı tek amacım.

İlerleyeceğim restorana giremeden önce adımın seslenildiğini duydum. “Seray hocam!” diyerek koşturan kişi Alper’di.

Onu en son Pazartesi günü, karşımda bana duymayı asla beklemediğim şeyler söylerken görmüştüm. O günden beri hiçbir yerde denk gelmemiştik.

“Evet,” dedim sakince başımı ona çevirirken. “Ne oldu?”

“Burada mı yiyeceksiniz?” derken kendi çıktığı restorandan bahsediyordu. Beni nereden görüp nasıl çıktığını anlamamıştım ama yanımdaydı şu an. Bahsettiği yere baktım. Oraya değil hemen yanına adımlayacaktım aslında.

“Neden sordun?”

“Bugün aşçıları değişmiş, yemekler leş gibi. Sakın gelmeyin diye uyaracaktım hocam.”

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan dikkatle yüzüne baktım.

“Dalga mı geçiyorsun benimle?” diye sordum sadece.

Başını hızla iki yana salladı. Restoranın içindeki kalabalığı işaret ettim. “Bu insanlar tat alma duyularını kayıp mı etmiş?”

Kimsede en ufak bir rahatsızlık belirtisi yoktu, doğru düzgün boş masa bile görünmüyordu içeride.

Yutkundu. Yutkunuşuyla birlikte anlık olarak ifadesi saklandığı örtünün altından sıyrıldı. Telaşlıydı.

“Uyarını dikkate alasım yok,” dedim inatla. “Madem o kadar kötü, merak ettim bi’ bakacağım. Duruma göre Cevahir’e iletiriz.”

Adını anmamın Alper için yeterli geri çekilme gerekçesi yaratacağını tahmin ediyordum. İlk karşılaştığımız an sayılabilecek gecede onu kocama şikâyet etmemem için peşimde kuyruk olmuştu çünkü.

Beklediğim gibi olmadı. Alper, Cevahir’i andığım halde tavrını bozmadı. Bu beni geri çekmek yerine daha da ileri itti.

Restorana doğru yürüdüm, içeri girdiğim sırada Alper de tam yanımdaydı.

“O zaman şuraya oturun,” diyerek beni kapının en dibindeki masaya yönelttiğinde boş boş baktım yüzüne. “İstersen çıkıp koridora oturayım, sen bana bir iki tabak getir Alper.”

“Olur,” dedi hevesle. “Vallahi olur hocam.”

“Ya sabır,” diye söylenerek ilerledim restoranda. Daha düzgün ve boş bir masa bulmak için etrafa bakınıyorken bakışlarım bir an sıyrılıp geçmiş olduğu köşeye yeniden dönmek zorunda kaldı.

O köşede bir bakışta algılayamayacağım kadar ağır bir manzara vardı.

“Bunu görmeyeyim diye mi çırpınıyorsun?” dedim Alper’e gözlerimi çevirmeden. Bakışlarım aynı noktadaydı.

“Hocam…” dediğinde boğazımı temizler gibi öksürdüm hafifçe. “Sorun yok.”

“Hiç mi?” diye sorarken bana inanmadığı belliydi.

“Hiç,” dedim omzumu silkerken. Neden sorun olacaktı?

Muhsin Paker restoranın diğer ucunda oturuyor, karşısında ailesi ona eşlik ediyor diye mi sorun olacaktı?

Baba olarak içimden bile anamadığım ancak buna rağmen damarlarımda kanı akıyor olan adam bana yapmaya tenezzül bile etmedi babalığı gözümün önünde yapıyor diye mi sorun olacaktı?

Sorun olmazdı. Hem de hiç olmazdı.

“Alışkınım böyle anlara,” dedim Alper’e. Sırrı duyduğu kişi Levent’ti. Levent durumu en kötü yerinden ve en açık şekilde anlattığından Alper de her şeye gereksiz derecede ayrıntılı hakimdi. “Uzun sürmez, sen de alışırsın. Ailesi sık sık uğruyor buraya.”

“Daha önce dikkat etmemiştim,” dedi çekingen bir fısıltıyla. “Algıda seçicilik oldu sanırım geçen haftadan sonra.”

Gülümsemeye denedim. Çabaladım ama dudaklarım bu çabama ne ölçüde karşılık verdi anlayamadım.

“Olabilir, boş ver. Madem yemekler leş gibi, yan tarafta yiyeyim ben. Risk almaya değmez.”

“Değmez değmez,” dedi hemen beni onaylayıp. Buradan çıkacak olmama benden çok o sevinmiş gibiydi. Arkamı dönüp restorandan çıkmadan önce kısa bir an yüzüne baktım. En ufak bir samimiyetsizlik, yalandan yerleştirilmiş bir his yoktu. İçtendi.

Oradan çıkarken beni takip etti. Yandaki restorana girmek için yürürken adımları benimkilerle eşti.

“Hocam,” dedi yine birden. Susmaya dayanamıyordu. Bu huyunun başıma iş açmamasını diledim içten içe. Umuyordum ki en azından sırlara susabiliyordu.

“Söyle Alper,” dedim adımlarımı durdurup. İki kapının arasında kalmıştık.

“Kendi ailenizi kurmaya başlamışsınız, zorunda olduğunuz değil isteyerek seçtiğiniz bir aile. Bu, büyük bir nimet. Umarım bu kez her şey sizin için tam tersine işler.”

Neyi kastettiğini anlamam on saniyeden kısaydı.

İsteyerek seçtiğim bir aile derken, koca bir zorunluluk altında yaptığım evliliğimi işaret ediyordu.

Gülümsedim. Bu kez dudaklarımın kıvrılabildiğini hissettim.

“Umarım,” dedim koca bir yalanı kucaklayarak. Doğduğumda bana ait olan ailenin yıkıntısı, yirmi dokuzumda içine itildiğim aile kavramından çok farklı değildi. Ancak bu gerçeği kendime saklamak zorundaydım. Seyircileri oyunun gerçekliğine, kendimi de bu oyunu oynayacak kadar güçlü olduğuma inandırmanın tek yolu buydu.

Alper bana eşlik etmek için niyetlense de gelen çağrıyla acile gitmesi gerekmiş, öğlen yemeğini başta yemeyi planladığım yerde yerleştiğim masada karşımda boş bir sandalyeyle yemiştim.

Söylediğim salatanın yarısını zar zor çiğneyip mideme yollamayı başardığımda bu kadarın beni akşama kadar idare edeceğine karar vererek yerimden kalktım.

Odama çıkmadan önce uğramam gereken hastalarım olduğu için servise geçmiş, dönüşte Volkan’ın acildeki ‘doktorun cinsiyeti’ krizlerinden birine denk gelerek orada da oyalanmıştım.

Odama varabildiğimde artık fazlasıyla zaman geçmişti. Öğleden sonraki birkaç hastam ben acilde olduğumdan Volkan’a aktarıldığından şu an bakmam gereken yalnızca bir hastam kalmıştı.

“Sema Hanım geldi mi Ceylin?”

Odaya girerken Ceylin’e sorduğum soru havada kalınca bakışlarımı düzgünce masasına çevirdim. “Ceylin?”

“Ay,” deyip irkilerek bana döndü. “Pardon hocam, görmedim sizi.”

Başımı salladım önemi yok dercesine. “Sema Hanım geldi mi diye sormuştum.”

“İptal etti randevusunu, mesaj atmıştım size. Acilde olduğunuzu söylemişti Volkan hoca, aramadım o yüzden.”

“Kimse kalmadı o zaman,” dedim onay bekleyerek. “Kalmadı hocam, iyi dinlenmeler size.”

Sabah kendi arabamla gelmeyi seçtiğim için şu an kimseye haber verme gereği duymadan çıkıp gidebilecektim. Günün tek yolunda giden kısmı olarak değerlendirmek mümkündü bunu.

Odama geçip kısaca toparlandıktan sonra otoparka inmek için hareketlendim. Asansöre bindiğimde aniden telefonum çalmaya başlamış, kapılar kapanırken elim çantama gitmişti.

Telefonumu çıkartana dek kapılar kapanmış ve asansör yukarı hareket etmeye başlamıştı. Sinirle söylenip giriş kata dokunsam da önce yukarı çıkmak zorundaydım artık.

Telefonuma düşen aramanın saçma sapan bir reklam olması da sinirlerime daha fazla dokunmuş, güne puanım bir kademe daha düşmüştü.

Asansörle çekildiğim katın bitmek bilmemesi ile oflayıp puflarken kapıların açıldığı katın onuncu kat oluşu, o katta bir dolu insan çalışıyorken asansörü çağıran kişinin iki hatadır soyadını taşıyor olduğum adam oluşu gibi denk gelişler hayatın benimle dalga geçiyor olduğuna işaretti.

Açılan kapılar karşıma en son evden çıkmadan önce yüzüme ‘ben çıkıyorum, sen de ne halin varsa gör’ diyen kocamı çıkarttığında göğsüm yorgun bir nefesle şişti.

Hiçbir şey söylemeden boş asansörde geriye doğru kayıp köşeye sindim. Sessizliğime uyarak asansöre bindiğinde kapıya dönük ve yakın konumda durdu. Benim bastığım giriş katının ona da yaradığını hiç uzanmaya tenezzül etmediği tuşlardan anlayabilmiştim.

Asansörün on katı on saniyede inmesini dileyerek ilk birkaç saniyemi harcasam da bu dileğim toz olup uçmuştu. Gayet yavaştı asansör.

Yarıya kadar indiğimizde kendimi ‘bir bu kadar daha dayan’ diyerek telkin ediyordum.

Arkasında durduğum için gergin omuzlarından, ceketinin sardığı geniş sırtından başka görebildiğim bir şey yoktu. Yüzünde iç açıcı bir ifade bulunmadığından, hatta yüzünde herhangi bir ifade bulunmadığından da emindim gerçi. Baksam da bir işime yaramazdı.

Düşündüğüm şeylerin saçmalığı bir an beni güldürdüğünde bunun sessiz bir gülümseme değil de kıkırdamaya kaçan bir gülüş olması beklemediğim bir durumdu. Kontrolümü de sinirlerimin sağlığını da kaybetmiştim, kesindi.

Gülüşüm önümdeki bedeni ırgalamaz sanıyorken, sesim kulağına ulaştığında ani bir hamleyle asansörün tuşlarına uzanışı ve orada basmasını beklemediğim tek tuşa dokunuşuyla birlikte içinde bulunduğumuz kabin hafifçe sarsıldı.

Asansörü üçüncü katı bitirmek üzere olduğumuz anda durdurmuştu.

Kaşlarım anlamazlıkla çatılı halde önce katların yazdığı panele, ardından yeniden onun sırtına baktım. “Manyak mısın sen?”

Birkaç saniye öylece durdu. Sabrımı sınıyordu belli ki.

Sırtının ortasına parmağımla sertçe dokundum. “Kime diyorum Cevahir? Kafayı mı yedin, bas şu tuşa ya da çekil.”

Sırtı o paneli kaplayacak şekilde yan döndü, artık elimi uzatsam hiçbir kat tuşuna dokunamazdım. Bedeni fazlasıyla yer kaplıyordu.

“Yedim,” dedi düz bir şekilde. “Kafayı yedim, manyağım da.”

Beklediğim tepki neydi bilmiyorum ancak gelen tepki şaşkınca duraksamama neden oldu.

“Neden durdurdun asansörü? Yeterince yorucu bir gündü, uzatma şu saçmalığı.”

“Karımla konuşmak istediklerim var,” dedi kollarını göğsünde birleştirirken. Sırtı kabine yaslı, kolları göğsünde karşımdaydı. Afallamış bir halde karşımdaki Cevahir’i süzüyordum.

“Asansörün içi mi bunun yeri?”

Omuzları küçük bir hareketle kıpırdadı. “Ani gelişti.”

“Öğlen çocuk gibi benden kaçmak yerine gelip konuşsaydın, Cevahir. Oyunlarına ve gelgitlerine enerjim yok. Çık şuradan.”

“Çıkmayacağım,” derken o kadar durgundu ki sinirlenmek yerine şaşkınlığımı katlayıp duruyordum. “Çıkmamı sağla istersen.”

Gözlerimi kapattım. İçimden saymaya başlarken ilk hedefim ondu, yetmediğinde yirmiyi buldum ancak yirmi bine de varsam sakinleşmeyecektim. Kabullenmiştim.

Yirmiye kadar sayışımın sonunda öne doğru atılırken aklımdan geçen neydi, hatırlamıyorum. Bedenimi kabinde ona doğru savururken bir an tuşlara basma fırsatım olacak mı sanmıştım? Aptaldım.

“Nefret ediyorum,” dedim kesik bir nefesle. “Hepinizden nefret ediyorum. Tüm kalbimle nefret ediyorum.”

Sıraladığım birbirinin benzeri cümlelerin her biri bir öncekinden çok daha yüksek sesleydi. Son hece dudaklarımdan döküldükten sonra göğsümdeki ağırlığı hafifletmeyeceğini bile bile, karşımdaki adamın karşısında savunmasız kalacağımı göre göre bıraktım kendimi.

Her şey üstüme öyle bir gelmişti ki, kendime dahi göstermekten kaçındığım gözyaşlarımın yanaklarımı saniyeler içinde sırılsıklam etmeye başladığı anda onun karşısındaydım.

Benim de bir canım vardı. Bir tek bana değerliydi belki ama vardı işte.

Çok yanıyordu, çok kanıyordu ama yitip gitmiyordu. Benimleydi. Olan biten her şey de tam oraya, canıma tak etmişti.

Gücüm tükenmişti.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm