Düşten Farksız 20.Bölüm
20.BÖLÜM
“Oğlum önünden alan mı var, yavaş yesene
ne bu acelen?”
“Açım,” diyerek babamın söylenmesine
kısacık bir yanıt vermekle yetinen Özgür’e baktım şaşkın şaşkın.
Tabağına doldurduğu kahvaltılıklar
yetmemiş, etraftaki diğer tabakların da dibini görmeye niyetlenmişti.
“İnan aç olduğunu söylemesen de anlardık.”
dedim kenarını küçük küçük ısırıp bitirmeye çalıştığım simidi ağzımdan
çekerken.
“Sen çok konuşma da simidini kemir, tarla
faresi.”
Tarla faresinin diğer farelerden farkı
neydi acaba? Düşünmek için bir an beklediğimde Özgür çay bardağını tuttuğu
eliyle babama beni işaret etti. “Kızına tarla faresinin ne olduğunu açıkla abi,
kilitlendi yine.”
Bana hem fare deyip hem de dalga geçiyor
olmasına sinirlenerek simidimi tabağıma bıraktım. Ellerimi birbirine sürtüp
susamlardan kurtulduğum sırada babam dikkatle bana bakıyordu. Müdahale etmeden
önce bize zaman tanıyıp son ana kadar kendini yormamaya çalışıyordu sanırım.
Her Despina-Özgür atışmasına dalmaya çalışırsa çok yorulurdu zaten.
Bir şey söyleyeceğimi düşünerek ikisi de
bekliyorlardı. Oysa kullanacağım silah daha farklı olacaktı.
Sandalyemi geriye itip ayaklandım.
Dudaklarımı bile aralamadan mutfağın çıkışına yöneldiğimde henüz hole çıkamadan
Özgür’ün kısık olmayan fısıltısını duydum. Bana değildi, babamaydı.
“Ne oldu şimdi?”
“Küstürdün,” derken babamın sesi oldukça
sakindi. Tamamen Özgür’ü delirtmek için böyle yaptığımı bildiğinden emindim.
Aksi halde ayaklanıp mutfaktan çıkmama izin vermeyeceğini biliyordum. En
azından evde birilerinin aklı yerindeydi.
“Nasıl küstürdüm?” dedi Özgür şaşkınca.
“Ben tanıştığımız günden beri böyleyim, fare dedim diye mi küsesi geldi?” Kendi
kendini sorgularken sallana sallana mutfaktan çıktım. Sabah onu uyandırmaya
çalıştığımda beni uğraştırmasının ve benimle dalga geçip durmasının intikamı
olarak gerçekten küstüğümü biraz daha düşünebilirdi.
Dişlerimi fırçalamak için banyoya
ilerledim. Çıktığımda mutfağa değil salona geçmek için hareketlenmiştim ki zil
sesi beni durdurdu.
“Ben bakayım mı?” diye seslendim mutfağa
doğru. “Bak bebeğim.” diyen babamı duyduğumda içimden kocaman ve dışımdan da
hafifçe sırıtarak kapıya yöneldim. Bebeğiydim, evet.
Kapıya ulaştığımda zilin güvenlikten
değil, direkt buradan çaldığını algılamıştım. Kapının yanındaki küçük ekran
aydınlanmış değildi çünkü. Kapının gereksiz yüksekte duran deliğine doğru kendimi
havalandırıp gözümü dışarı diktim. Gördüğüm görüntü sonrasında acaba yanlış mı
görüyorum diyerek bir kez daha dikkatle delikten bakmam gerekmişti.
“Kimmiş?” diyerek merakla arkamda beliren
Özgür’ü duyduğumda gözlerimi kıstım. Cevap vermeden önce göz ucuyla Özgür’ün
uykudan zorla uyandırılmış ve sonrasında bir masa dolusu yemek yemiş olduğu
bayağı belli görünen haline baktım. Kapıdakileri karşılamak için gayet uygundu.
Cevabı sesli olarak vermek yerine kapı
kolunu aşağı indirip kapıyı birden kendime doğru çektim.
Bedeninin yarısını bile örtemiyor olsam
da, ben önde Özgür de arkamda kalacak şekilde duruyorduk. Karşımızda duran
manzara da bizimkinden farklı sayılmazdı.
Kıvırcık saçları dağınık bir şekilde
başının tepesinde toplu halde önümde duran Mayıs’tı. Manzarayı bize benzer
kılan ise, hemen arkasında koca bir dağa benzer şekilde duran Pars’tı.
“Tünaydın,” diyen Mayıs ilk konuşan kişi
oldu. “Günaydın mı demeye çalışıyorsun?”
Benim tepkime gülümsedi. “Neredeyse öğlen
oldu ya, günaydın denmez diye düşündüm.” Aklım biraz karışmış olsa da
üstelemedim. Tünaydın ve günaydın ayrımından daha çok merak ettiğim konular
vardı. Listenin tepesinde duran ‘Eraslan kardeşler neden kapımızda’ sorusunu
sormamak için kendimi sıkıyordum hatta şu anda.
Özgür sessiz ve hareketsiz bir biçimde
durmaya devam ettiği için sanırım benim bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Söyleyeceğim cümleyi toparlamaya çalışırken oyalanma süremiz bayağı sürmüş
olacak ki babamın adım sesleri geldi. “Niye dizildiniz buraya?” diyerek bana ve
Özgür’e bakarken kapıdaki ikiliyi görmüştü.
Şaşırmadı. Şaşırmamış olmasına ben
şaşkındım ama.
“Hoş geldiniz,” dediğinde Mayıs gülümsedi.
“Hoş bulduk Timur abi.” dedikten sonra devam etti. “Ben Despina’yla görüşmek
için geldim. Biraz emrivaki oldu ama, telefonuna ulaşamayınca…”
Omuzlarım dışarıdan belli olmayacak kadar
yavaş bir biçimde aşağıya doğru indi. Gece eve geldikten sonra telefonuma hiç
dokunmamıştım ve buna sabah uyandıktan sonra da devam ettiğimin farkında bile
değildim. Şarjı bitmiş ve kapanmıştı muhtemelen.
“İyi yapmışsın,” dedi babam sakince.
Gülümsüyor değildi ama yüzündeki ifade yumuşaktı. “Arkandaki de dün geceden
ayağı alışınca peşine mi takıldı?”
Mayıs gülecek gibi oldu. Ben de yanağımın
içini ısırarak kendimi tutmakla meşguldüm. “Yok, beni bırakmak için geldi.
Şimdi gidecek.”
Seni bırakmak için geldiyse, yukarı kadar
neden çıktı sorusunu içimde saklamaya karar verip sessiz kaldım. Kontrolünü
sağlayamadığım bakışlarım bir anlığına Pars’ın yüzüne çevrildiğinde onda ne
görmeyi beklediğimi bilmiyordum; ancak ona baktığım anda bunu fark edip koyu
mavi irisleriyle yüzümde izler bırakmasını kesinlikle beklemiyordum.
“Şu şekilsiz herif evden çıkmadan, seni
burada bırakmam Mayıs.” derken Pars’ın gözleri benden çekilmişti. Mayıs
topuzundan kaçıp yüzüne düşen buklesini kulağına sıkıştırmaya çalışırken yardım
ister gibi bana baktı. Omuzumu kaldırıp indirdim. Ne yapabilirdim? Dün
yeterince kendimi feda etmiştim, bugün de Pars’ın eline yapışıp hadi gidelim
deyip Mayıs ve Özgür’e alan mı yaratacaktım?
“Benim evim lan burası, ne anlatıyorsun?”
Özgür’ün her zamanki gibi tatlı(!) bir şekilde tepki verirken Pars oldukça
umursamaz duruyordu.
“O zaman Despina dışarı çıksın, öyle
konuşun abicim.” derken hedefi Mayıs’tı ama Özgür üstüne alınmak için fırsat
kolluyordu.
“Ha sen kardeşini benim olduğum eve
bırakama ama ben Despina’yı senin de olacağın ortama bırakayım yani, olur
olur.” Tamamen dalga geçerek konuşmuştu bu kısımda. Devamında ise tam aksine
fazlasıyla ciddiydi. “Mayıs senin kardeşin, Despina benim eniştem mi anasını
satayım? Ne farkı var?”
Özgür’ün beni kardeşi olarak tanımladığı
anların son zamanlarda sıklaşmış olmasına küçük çocuklar gibi sevinme işini
biraz sonraya erteledim. Şu an galiba sırası değildi.
Babam film izlercesine elleri cebinde
duvara yaslanmış duruyorken Özgür ve Pars’a müdahale edecek gibi görünmüyordu.
“İyi,” dedi Pars omuz silkerek. “Yürü o
zaman Mayıs.”
Pars, Mayıs’ın omuzuna attığı koluyla onu
geri çevirecek gibi yönlendirmeye başlamışken Özgür’ün öne doğru atılan bedeni
sırtıma hafifçe çarptı. Farkında bile olmadan nefesimi tutmuştum. Özgür’ün şu
an vereceği tepki, dünkü rezilliklerimi boşa mı yoksa doğru bir amaç uğruna mı
yaşadığımı anlatacaktı.
“Gitmemi istediğin yer evim, yanımdan
almaya çalıştığın kişi kardeşim, kolundan tutup götürmeye çalıştığın kişi de,”
dedikten sonra bir an duraksadı. Boynumu hafifçe çevirerek Özgür’e bakıyor
olduğum için onun Mayıs’a dönen bakışlarını kaçırmamıştım. Sanki bir sonraki
sözcük ağzından çıkmadan önce bakması gereken tek bir yer varmış ve o da Mayıs’ın
yüzüymüş gibi tereddütsüzce çevirmişti bakışlarını. “…sevgilim.”
Eğer gözlerde beliren duygular elektrik
enerjisi olarak kullanılabilseydi, Mayıs’ın kahvelerindeki enerjinin evi uzun
bir süre aydınlatmaya yeteceğinden emindim. Özgür’ün sekiz harften ibaret
sözcüğü, Mayıs’ta bin sayfalık bir söylem duymuş gibi etkiler bırakmışa
benziyordu.
Pars’ın terslenmesini, saçma bir şeyler
söyleyip bu anı bozmasını ya da en yüksek ihtimal verdiğim şekilde Özgür’ün
üstüne atlamasını beklerken; dudağının kenarında beliren kıvrım gözlerimi
şaşkınca kırpıştırmama sebep oldu.
Acaba o kıvrım benim hayal ürünüm mü diye
düşünerek, anın gerçekliğini sorgulamak için babama doğru döndüm. Onun yüzünde
de aynı kıvrımı gördüğümde bir rüyada olmadığımı kabul etmiştim.
Mayıs ve Özgür’ün, biz yokmuşuz gibi
birbirlerine kilitlenmiş halde kalakalmış olmaları devam ediyorken kafamı halen
tutuyor olduğum kapıya doğru yasladım.
Birkaç haftadan ibaret tanışıklığım, bu
ilişkinin yeniden kurulmasında büyük payım olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Zaman zaman yalanlar söylemek zorunda kalmış, zaman zaman oyunculuk yapmış,
hatta en sonunda da -yani dün- Pars’ı alıkoyma işine bile girişmiştim. Tüm
bunlar onlar barışsın diyeydi, boşa gitmemiş olmasından memnundum.
“Pars,” dedim kısık olmayan fısıltımla.
Bakışları saniyesinde beni buldu. Dudağındaki o kıvrım ne kaybolmuş ne de
gülümseye evrilmişti. “Söyle min-… Despina?” Üç harften sonrası gelmeyen
kısımda ne söyleyeceği belliydi. Onu engelleyen sebebin üstünde durmadım.
“Gözlerini kapatır mısın on saniyeliğine?”
derken yine sessiz olmayan bir fısıltıyla konuşmuştum. Herkes beni duyuyordu
ama olsundu.
Babamın hafifçe yükselen gülüşünü duydum.
Yine amacımı en hızlı o çözmüştü. Bu bayağı hoşuma gitse de, hareketlerimin
nedenlerini hemen anlaması yakın gelecekte pek işime gelmeyecekti muhtemelen.
“Ne?” dedi Pars anlamsızca. Bakışlarımla
Özgür ve Mayıs’ı işaret ettim. Aptal değilse anlamalıydı. Gösterdiğim yere
baktıktan birkaç saniye sonra kaşları kopacakmış gibi çatık halde bana döndü.
“Yavaş.” dedi sadece.
Pekâlâ, aptal değildi ama günün sonunda
ayıydı. Barıştıklarını açıkça birbirlerine duyurdukları anda onlara küçük bir
sarılma ya da öpücüğü çok görmesi bundan olabilirdi.
Homurdanarak ‘yavaş’ deyişini taklit ettim
ağzımın içinde. Kollarımı göğsümde birleştirip kapıdan bedenimi ayırdım. “İyi!
Bekleyin burada böyle ağaç gibi.”
Arkamı dönüp sallanarak mutfağa yürüdüm.
Kahveli şekerlerim neredeydi benim?
~
“Yani kötü bir şey olmadı..?”
Mayıs’ı inandığı bir şeyin aksine ikna
etmekten zor bir şey varsa, o da inandığı şey doğruyken bir yalana ikna
olmasını sağlamaktı. Bunu geçtiğimiz dakikalar boyunca oldukça iyi kavramıştım.
“Olmadı,” dedim başımı iki yana sallarken.
Dün dağınık bıraktığım kıyafet yığınını düzeltmeye çalışırken bir yandan da
Mayıs’la konuşuyordum. Yatağıma çarpı işareti şeklini alarak uzanmış haldeydi.
Arada heyecanlı heyecanlı kıkırdıyor, kalan zamanlarında da bana hesap
soruyordu. Kıkırdadığı anlar sanırım Özgür’ün yarım saat kadar önceki halinden
kaynaklıydı. Hesap soruşu ise çenesini tutamayan, daha doğrusu tutmaya çaba
bile göstermeyen Pars’tan dolayıydı.
Buraya geldikleri sırada Mayıs’a benim iyi
olup olmadığımı sorması konusunda uyarıda bulunmak ne demekti? Telefonuma sabah
ulaşamadığında da Mayıs’ın buraya kadar gelişine sebep olan yine Pars’ın
müdahalesi olmuş hatta. Yanında ağlamak, canlı yayında ağlamaktan beter
olmuştu. Dün babam öğrenmişti onun yüzünden, bugün de biraz daha zorlarsa Mayıs
öğrenecekti galiba.
“İnandırıcılıkta dünya markasısın Despoşum
ya, abim de zaten ortada bir şey yokken böyle davranacak biridir hep. Kendi
kafasından uydurmuş herhalde değil mi?”
“Despoş ne be?” dedim yüzüm buruşmuşken.
Pijamalarımı katlayıp düzgünce kenara koymaya çalışıyordum bir yandan da.
“Adını kısalttım.”
“Bu kadar kısaltma, çok kısa olmuş.” dedim
gülerek. “Bir harf eksiltmişsin Mayıs.”
“Bir harf bir harftir, ismin çok uzun
hayatım ne yapalım?”
Bence
adımız artık Ahu olmalı, bak ne kadar zorlanıyor insanlar… diyerek
içimden beni gaza getiren sesi susturup azalan kıyafet yığınından uzaklaştım.
Yatağa doğru ilerleyip Mayıs’ın yanına
çıktım ve karın hizasına oturup kendimi geriye doğru bıraktım bir anda.
“Beğenmediysen söylemem, çok mu kötüydü?” diyerek sessizliğimi yanlış
yorumlayan Mayıs’a doğru çevirdim kafamı. Yan yana sırtüstü uzanıyorduk, başımı
omuzuma doğru eğdiğimde onu görebilir hale gelmiştim.
“Söyleyebilirsin, şaka yapıyorum sadece.”
“Ama niye böyle melül melül bakıyorsun
bana o zaman?”
“Nasıl bakıyorum?” dedim gözlerimi
kırpıştırarak. Kıkırdadı. “Yani böyle üzgün gibi…” İkilemeyi aklımda anlamıyla
birleştirip not ettim. Bir ara Özgür’e kullanıp Türkçemle hava atabilirdim.
“Üzgün değilim,” dedim yanağımı kaşıyarak.
Aslında bu tam anlamıyla bir yalan değildi. Bana ismimi kısaltarak seslenmesine
üzgün değildim tabii ki. Ancak genel anlamda üzgünlüğüm hiç dinmediğinden,
üzgün değilim demem kendi bedenimin yorumuyla bir yalandı.
“Despoşum olmana üzülmedin, inandım o
kısma. Ama üzgünsün, dün de öyleydin hatta değil mi? Abim kolay kolay birinin
iyiliğini sorgular hale gelmez. Onun yanındayken üzüntün fazlasıyla belli olmuş
olmalı ki Pars Eraslan bu hale gelebilsin.”
Yanında krize girmiş halde dakikalarca
ağlamış olmam üzüntüyü belli etmek sayılıyor muydu?
“Özgür mü kazanır Pars mı acaba?” dedim
birden konuyu anlamsız bir hızla değiştirerek. Bu hızım Mayıs’ın burukça
gülümsemesine sebep oldu. Yine de üstüme gelmedi. Değiştirdiğim konuya devam
etti.
“Ben yanıtlayamam bunu, biri abim biri
de…” dedikten sonra Özgür’ün kapıdaki halini taklit eder gibi duraksadı.
“…sevgilim.”
Sırıttım. “Anladık, sevgilisisiniz
birbirinizin.” Yarışıyormuşuz gibi o benden daha çok sırıttı. Dışarıdan iki
akıl hastası gibi görünüyorduk kesin, neyse ki dışarıdan bize bakacak kimse
yoktu evde.
Pars’ın Mayıs’ı burada bırakmam demesi,
Özgür’ün de beni bırakmaması ile çakışınca Mayıs ile konuşmamız imkânsızlaşmaya
başlamıştı. Bu sırada babam bütün konuşmalar boyunca tepkisizdi, en sonunda ben
yardım ister gibi ona baktığımda ise Özgür’ü bir koluyla Pars’ı diğer koluyla
iterek dışarı çıkartmıştı.
Mayıs’la aynı anda sorduğumuz ‘nereye’
sorusuna ise açıklayıcı bir yanıt vermişti: ‘Bu salakların sözle anlaşma
yeteneği yok, en iyi bildikleri şeyi yapıp anlaşsınlar. Sabah antrenmanı olur
bana da.’
Babamın Özgür ve Pars’ı bir metrelik küçük
oğlan çocukları gibi tutup götürmesini izlemek bayağı keyifliydi, yalan
söyleyemeyecektim. Durumun tek farkı, bir değil iki metre olmalarıydı zaten.
Yani… Belki biraz da avuçlarıyla insan ezebilecek gibi görünmeleri fark
yaratıyor olabilirdi.
“Birbirleriyle hiç maça çıktılar mı?” diye
sordum merak ettiğim için. Mayıs olumsuz bir ses çıkarttı. “Hayır, çıkmadılar.”
“İstemedikleri için mi?”
“Birlikte ve aynı kişinin elinde
yetiştikleri için, Despoşum.”
Gözlerim kısıldı. “Birlikte,” dedim
tekrarlayarak. “…ve aynı kişinin elinde.”
Dudağının kenarını ısırdı. “Ben sana şeyi
anlatmayı unutmuşum ya…” dedi unutmadığı ve bilerek anlatmayı atladığı çok
belliyken. “Neyi?”
“Abimle Özgür’ün on beş yaşlarından beri,
bu yılın başına kadar hiç ayrılmayacak derecede yakın arkadaş olduklarını...”
Gittikçe kısılan sesi ile birlikte yatakta
yok olacakmış gibi kendi bedenini küçültmeye çalıştı.
“Siz ayrılana kadar yani..?” dedim yılın
başı ile neyi kastettiğini anlamakta zorlanmadan. Yılbaşı gecesi ayrıldıklarını
artık ezberlemiştim. Başını salladı hafifçe. Sonra birden yan dönüp bana
yapıştı kollarıyla. “Gerçekten saklamak istediğimden yapmadım, sadece sürekli
Özgür ve benden bahsediyorduk hiç bu kısmı anlatmak aklıma gelmedi.”
Mayıs’ın samimiyetine güveniyordum. Benden
bir şeyler saklamak isteyen birine göre çok fazla paylaşımımız olmuştu. Tek bir
konuyu atladı diye tavır alamazdım. Sadece şaşkındım.
“Aynı kişinin elind-…” diye başladığımda
tek gözü kapalı halde böldü konuşmamı. “Baban; abimi de Özgür’ü de şu an
başkalarına yenilmez ve birbirlerini de yenemez hale getiren kişi baban,
Despina.”
Bir dakikaya yakın bir süre sustum.
Susuşum Mayıs’a küstüğümden ya da kızdığımdan değildi. Kendi kendime parçaları
birleştirmekle meşguldüm.
O bana kendiyle ilgili bir şeyler
anlatırken ben de boş durmamıştım. Mayıs, benim yıllar sonra Türkiye’ye gelip
babamı bulduğumu biliyordu. “Eğer sana anlatmasaydım da sen birçok şeyi tahmin
edebilirdin, onu tanıyorsunuz.” dedim mırıldanarak. “Bu kadar yıl bir aradayken
bir kızı olsa haberiniz olurdu, benim birden ortaya çıktığımı zaten anlardın.”
Başını salladı yavaşça. “Ama saçma sapan
teoriler üretip dururdum, senin anlattığın şekilde düşüneceğimi zannetmiyorum.”
Anladım der gibi gözlerimi kapatıp açtım.
Sonra… Hatta sonra bile sayılamayacak kadar kısa bir sürenin hemen ardından
zihnimde bir köşe aydınlandı.
“Pars,” dedim yüzüm kasılırken. “O da
bunun farkında. Timur Akdoğan’ın bir kızı olmadığını biliyordu. Özgür’le olan
saçma sevgili yalanını bırakıp gerçeği ilk söylediğimizde afallaması aslında
bundandı.”
Mayıs sessiz kaldı. Bu sessizliğinin bir onay
olduğunu biliyordum. Ne diyeceğimi bilemediğimden ben de ona eşlik ettim. Neden
olduğunu kavrayamasam da, Pars’ın bunu bildiği gerçeğini öğrenmeyi hiç
sevmemiştim.
“Sarılalım mı?” diyerek tatlı tatlı
konuşan Mayıs, dakikalar sonra sessizliği bu şekilde bölmüştü. Geçen dakikalar
boyunca benim pek iç açıcı düşüncelerle dolup taşmadığımı anlamış olmalıydı.
Sesli bir şekilde onay vermeye gerek
duymadım. Kollarımı açtım sadece. Birbirimize dolandığımızda, yatağa uzanmadan
önce tokadan kurtardığı saçları yüzüme dağılmıştı. Tenimi huylandıran kıvırcık
tutamları uzaklaştırmak için hiçbir hamle yapmadım.
“Bana sarılırken,” dedim çok fazla
duygusallaştığımı hissettiğimde bunu dağıtmaya çalışarak. Mayıs da benden
farksızdı gerçi, farkındaydım. “Özgür’e sarıldığını hayal etmiyorsundur
umarım.”
Kulağıma yakın bir yerde kıkır kıkır
güldü. “Aynı hissettiriyor, çok benzer vücutlarınız var.”
Ayıpladığımı belli eden bir ses çıkarttım.
“Ben sana abinle aynı beden mi giyiyorsun diye soruyor muyum?”
“Dün abimin ölçülerini incelemek için
bolca fırsatın olduysa, sor tabii ki Despoşum.”
Üzerinde belini açıkta bırakan bir tişört
olmasından faydalanarak oradaki etini sıkıştırdım parmaklarımla biraz. “Saçma
saçma konuşma istersen.”
Restoranın camından görünebilecek bir
konumda olsaydık, Mayıs’ın dün gece bizi gözetlediğini düşünmeye başlayacaktım.
Pars’ın kucağında küçük bir yolculuk yaptığımı ve bu sürenin bedenini yeterince
hissetmeme yettiğini bilmiyordu sonuçta, değil mi?
“Belimi koparttın kızım elinin ayarı yok
mu?” diye sızlandığında endişeyle geri çekilip yüzüne baktım. “Canını mı
acıttım? Özür dilerim, ben-…”
Düşünmeden yaptığım hareket sonucunda
canını yakmış olmak telaşlanmama sebep olmuştu. Fazla hassastım, aslında hassas
olmak zorunda bırakılmıştım.
“Şş, şaka yapıyorum. Acımadı, niye bu
kadar telaşlandın deli?”
Nedenini söylemedim. Herkesten olduğu gibi
ondan da sakladım. Kimi zaman bu cevabı kendimden bile saklamaya çalışırdım
zaten. Saklamayı başarsam da, bir daha hiç önüme çıkmayacak kadar doğru yere
koymayı henüz halledebilmiş değildim. Bir gün bunun gerçekleşeceğine dair de
bolca şüphem vardı.
Yaklaşık bir saat sonra, aynanın önünde
üzerimdeki elbisenin güzel durup durmadığını incelemekle meşguldüm.
Mayıs’ın hiç susmadan dün gece ben ve
Pars’ın birkaç saat boyunca ne yaptığına dair tahminlerinden bahsetmesi ve
barıştıkları için benim Özgür kozunu kullanıp onu püskürtememem sonucunda,
dışarı çıkmaya karar vermiştik. Daha doğrusu ben önermiştim ve Mayıs da
onaylamıştı.
Üst bacağımın yarısını kapatan, ince
kumaşlı elbiseden emin olduğumda arkamı döndüm. “Tamam gidebiliriz.”
“Bir elbise giymemiş olsaydın, önce
hastaneye götürecektim seni. Elbiseleri bu kadar çok sevmenin bir sebebi var
mı?”
Benim pudra pembesi, üstünde beyaz küçücük
çiçekler olan elbiseme karşılık onun üzerinde açık renk bir kot şort ve soluk
yeşil bir crop vardı. Tarzlarımızın pek aynı olduğunu söylemezdim.
“Yok aslında bir sebebi.” Gerçekten yoktu.
Sadece bildim bileli elbiselere aşıktım, normal bir insanın dolabında olmayacak
kadar çok elbisem vardı. Büyük bir çoğunluğunu yanımda getirmemiştim, ancak
geldiğim ilk günlerde Özgür eşliğinde çıktığım zorunlu(!) alışverişte bu açığı
biraz kapatmıştım.
“O zaman sen karar değiştirmeden ve
sevgili koruman da bizi beklemekten sıkılıp basıp gitmeden önce çıkalım.”
“Koruma deyip durmasan mı Mayıs?” derken
sesim beklenti doluydu.
Dışarı çıkarken yalnız olmamızı
istememiştim. Korel’e attığım küçük mesajla müsait olup olmadığını soruşum, çok
geçmeden gelen olumlu yanıtla birlikte içimi daha rahat ettirmişti. Özellikle dünkü
telefondan sonra yanımda gitmeme engel olabilecek birinin bulunmasını
istiyordum.
“Ne diyeyim? Koruma gibi bir şey işte.”
Başka bir şey söylemedim. Mayıs’ın yerinde
duramayacağını tahmin ederek ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı giymiştim. Evden
çıkıp aşağıya indiğimizde Korel’in artık tanıdık gelen arabasını kapıda
görmüştüm.
En son üç gün önce, Mayıs’ın Özgür’e
hediye almak için beni de sürüklediği gün görmüştüm onu. Bayağı olaylı geçen
bir gündü. O günden sonra hiç aramamıştım. Yalnız olarak dışarıda bulunacağım
bir an gerçekleşmemişti çünkü.
İkimiz de arka koltuğa binersek Korel’e
taksici gibi davranmış olacağımızdan, ön kapıya uzandım. ancak elime uzanan el
buna engel olmuştu. “Öne ben bineyim mi Despoşum?”
Anlam veremediğimi belli eder bir ifadeyle
Mayıs’a baktım. “Bin de neden?” Cevabının hazır olmadığını anlamama yetecek
kadar süre duraksadı. “Çok seviyorum ben ön koltukta oturmayı.”
Saçma bahanesine bir şey söylemedim. Kapı
kolunu bırakıp arka kapıyı araladım ve koltuğun ortasına doğru yerleştim.
“Merhaba,” diye mırıldanmıştım bu sırada.
Korel hafifçe bana doğru dönüp aynı
şekilde karşılık verirken, ön yolcu koltuğuna yerleşen Mayıs’a da sorgular gibi
bakıyordu. “Neden yer değiştirdiniz?” Yer değiştirmekten kastı, o gün benim
önde ve Mayıs’ın arkada oturmasıydı sanırım.
“Değiştirmese miydik?” diyerek konuyu
kilitleyen Mayıs’a ‘ne yapıyorsun’ der gibi bakışlar atsam da bana değil
Korel’e dönük olduğundan pek işe yarayamamıştı bakışlarım.
“Nasılsın?” diye sordum Korel’e. Ortamı
normalleştirmek yine bana kalmıştı.
“İyiyim, Despina. Sen?”
“Ben de iyiyim,” dedim nazikçe. Korel’e
kaba olmak biraz zordu zaten. Yüzünden incelik akan biriydi. Bu haline rağmen
Mayıs’ın neden çok gergin bir ortamdaymışız gibi davrandığını çözememiştim.
Uygun bir anda sormayı aklıma not ettim.
“Nereye gidiyoruz?” dediğinde omuz silktim
bilmiyorum der gibi. “O görev Mayıs’ın.”
İkisi de hafif arkaya doğru dönüklerdi.
Ben sözü Mayıs’a atınca, Korel Mayıs’a ve Mayıs da ona dönmüştü.
“Kuaföre gideceğiz, ben konum açarım
şimdi.”
Korel’le aynı anda “Hı?” gibi bir tepki
verdik. Adamı bize içeride eşlik edemeyeceği bir yer için mi buraya
çağırmıştım?
“Niye çok şaşırdınız?” dedi Mayıs saf saf.
Ancak biraz olsun onu tanımaya başladıysam saf görünüşü şu an için asla samimi
değildi. “Sen gidersin, biz sana işimiz bitince haber veririz eve dönerken.
Buna mı takıldınız?”
Korel başını biraz çevirerek bana baktı.
“Öyle mi yapıyoruz?” dediğinde derin bir nefes aldım. “Öyle yapmıyoruz,” dedim
sakince. “Kuaför planın başka zamana kalsın, Özgür’ü peşimizden sürükleriz
Mayıscım. Denizi görebileceğimiz bir yere gidelim olur mu Korel?”
Mayıs itiraz edecek gibi olsa da fırsat
vermedim. Biraz çattığım kaşlarımla elimden geldiğinde sinirli baktığımda
yerine sinmişti.
Korel arabayı sahilde yan yana dizili
kafelere yakın bir yerde durdurana dek arabada sessizdik. Ben Mayıs’ın derdini
çözmeye çalışırken, Korel yola odaklıydı. Mayıs da benimle göz göze gelmemek
için yerinden hiç kıpırdamıyordu.
Arabadan indiğimizde havanın sıcaklığı
tenimi yakmıştı.
Kafelerden hangisine oturacağımıza dair
seçimi normalde Mayıs’a bırakırdım ama arabada bu hakkını kaybetmişti. Gözüme
kestirdiğim, fazla dolu görünmeyen ve dış kısmı geniş olan kafeye ilerlemeye
başladım. Arkamdan ördek gibi geldiklerini bakmasam da görüyordum. Korel’in bir
nevi görevi buydu, Mayıs da yanımda durmak yerine ona eşlik etmeyi tercih
etmişti.
Kafeye ulaştığımızda köşede kalan bir
masanın sandalyesini çekip yerleştim. Mayıs karşımdaki sandalyeyi geriye
alırken Korel dudaklarını araladı. “Diğer uçtayım, bir sorun olursa başını
çevirip bakman yeterli. Keyfinize bakın.”
Yanımıza oturmasını teklif edebilirdim.
Ancak etmedim. Önce Mayıs’ı çözmem lazımdı. Sonra Korel’i geri çağırabilirdim.
“Tamam,” dedim gülümseyerek. “Teşekkür
ederiz.” O da kısa bir gülümsemenin ardından başka bir şey söylemeden dediği
kısma doğru ilerledi.
Gülüşümü bozmadan ama biraz tehditkâr hale
getirmeyi de unutmadan yavaşça Mayıs’a doğru döndüm. “Ne karıştırıyorsun sen?”
Masada duran tek sayfalık menüyü evirip
çevirerek sorumdan kaçıyor olduğunu sanan arkadaşıma yalan bulması için biraz
zaman verdim. Birinci dakikanın sonunda dayanamayıp patlayacakken başımızda bir
garson belirmişti.
Mayıs’ın siparişinin ardından ben de
hızlıca bir şey söylediğimde garson yanımızdan uzaklaştı. Böylece tekrar baş
başaydık. Ve umarım kahvelerimiz gelene kadar da bölünmeyecekti konuşmamız.
“Cevaplayacak mısın yoksa soruyu mu
unuttun? İstersen tekrarlayabilirim.”
Dertli dertli başını iki yana salladı.
“Unutmadım Despoşum.”
Modunun geldiği hale şaşkınca baktım.
“Canım benim,” dedim bastıra bastıra. “İyi misin sen? Ne oluyor ya?”
“Despina,” dedi gözlerini kırpıştırarak
bana bakarken. “Ben çok kitap okuyorum biliyor musun?” Konuyu değiştirmeye
çalışıyorsa kesinlikle başarılı değildi. “Böyle romantik romantik kitaplar…”
diye devam ettiğinde başımı salladım. “Ee?”
“İşte o kitaplarda da bazen korumaları
oluyor ana karakterlerin,” dedikten sonra kaşları çatıldı birden. “Sonra bam!”
diye birden yükseltti sesini. “Aşık oluyorlar birbirlerine.”
Beynim duyduklarımı tek tek sindirip yerli
yerine yerleştirmekte biraz sorun yaşarken Mayıs’a muhtemelen boş bakışlar
atıyordum. Bu da açıklamaya devam etmesine yol açmıştı.
“Korel de koruman senin, yakışıklı da adam
şimdi hakkını yiyemeyiz.”
“Ee?” dedim yine gözlerim kısılmışken.
“Ee deyip durma kızım bana, aşık olursunuz
siz biraz daha zaman geçerse birbirinize. Okudum diyorum ben bu kitabı ya!”
Mızmızlanmaya başlamasına hayret ederek sordum. “Ve sen buna utanmasan ağlamaya
başlayacaksın, çünkü..?”
Ellerini masaya yaslayıp bana doğru
değildi. “Çünkü ben seni çoktan shipledim Despoşum.”
Mayıs’ın bana okuduğu bir romanın
karakteriymişim gibi davranmasını bir kenara bırakmayı denedim. “Kiminle?”
dedim bıkkınlıkla.
Hevesle parmaklarını birbirine doladı.
“Abimle tabii ki kızım kiminle olacak!”
Dudaklarım aralandı. Ancak bu kadarını
başarmış olsam da devamında bir şeyler söyleyecek hale gelememiştim. Mayıs
resmen beni şok etmişti çünkü.
“Mayıs,” dedim biraz zaman geçince daha
toparlanmış hissederek. “Canım biz bir kitabın karakterleri değiliz,
farkındasın değil mi bunun?”
Omuz silkti. “Ama… Ama ben çok istiyorum
böyle olmasını.”
“Senin değil de, bizim istememiz gerekiyor
olmasın gerçekleşmesi için.” dedim alayla. Özgür’le barışmış olmanın verdiği
rahatlık galiba Mayıs’ı sarhoş etmişti.
Ofladıktan sonra küskün bir çocuk gibi
kollarını göğsünde kavuşturdu. Hayallerini yıkmıştım sanırım.
Korumam diye birine aşık olmayacağımı ya
da o istiyor diye abisiyle birden bire bir ilişkiye başlamayacağımı
kabullenmesi için onu kendi halinde bıraktım.
“Şimdi gidip Korel’i çağıracağım,
arabadaki garip hallerini tekrarlamayacaksın ve düzgünce oturacağız. Anlaştık
mı?”
Hüzünlü hüzünlü kahvelerini yüzümde
gezdirdi. “Tamam,” dese de hiç memnun olmadığı her halinden belliydi.
“Özgür’ü çağıralım o zaman, ne biçim
barışma bu? Benimle vakit geçireceğine abimle dövüşüyor. Nasıl bir kutlama
şekli yani?”
Sitemle anlatışına güldüm. Başımı
salladım. “Çağır, o geldiğinde yalnız bırakırım sizi. Kutlarsınız.” Dedikten
sonra göz kırpıp Korel’in oturduğu masaya doğru ilerledim. Mayıs aşık aşık
sırıtmıştı sadece. Hayal ettiği sahneleri düşünmemeye çalıştım. Ayıptı biraz.
Korel’in yanına varıp, ettiği itiraza
rağmen onu da alıp masaya geri döndüğümde birkaç dakika çoktan geçmişti. Biz
geldiğimiz sırada garson az önce istediğimiz içecekleri masaya bırakıyordu.
Yerime otururken, yanıma yerleşen Korel’i dürttüm. “Sen ne içeceksin?”
“Hiçbir şey,” dediğinde kaşlarımı çattım.
Korkutucu görünmediğimden emindim ama Korel bunu açık açık belli edip beni
üzmeyecek kadar nazikti. Garsona içeceğini söylediğinde memnuniyetle başımı
salladım. “Bak içebiliyormuşsun.”
Mayıs’ın tenis maçı izler gibi bir bana
bir Korel’e bakmasına içimden göz deviriyordum. Kitap okumayı bıraksa mıydı
bugünden itibaren?
“İçebiliyormuşum, evet.” diyerek onaylayan
Korel yarım ağız gülüyordu.
Korel’in de içeceği geldikten sonra, konu
açma görevini ben üstlenmeye karar verdim. Yoksa her an Mayıs, Korel’e
‘Despina’ya aşık olacak mısın’ diye sorabilir ya da Korel onun ağır bakışlarına
dayanamayıp bizi bırakıp kaçabilirdi.
Ne kadar süre sohbet ettiğimizi tam olarak
bilmiyordum ama çabam sonuçsuz kalmamıştı. Mayıs, Korel’in asla sınır aşmayan
tavrıyla birlikte biraz da olsa normale dönmüştü. Ne çok samimi ne de çok soğuk
biri değildi Korel. Üstünde eğreti durmayan incelik de ister istemez konuştukça
sizi dinginleştiriyordu.
“Süresi belli olmayan bir ara mı yani bu?”
diye sordum fazla meraklı görünmemeye çalışarak. Mesleğini seviyor olduğunu,
polislikten bahsederken büründüğü halden anlamak mümkündü. Bu sevgiye rağmen şu
an mesleğini yapmıyor olmasının farklı bir açıklaması olduğunu düşünüyordum.
“Bitmek üzere olan bir ara,” dedi rahat
bir ifadeyle. “Kısa bir süre sonra döneceğim gibi görünüyor.”
Gülümsedim. “Çok sevindim.”
“Benden kurtulduğun için mi?” diyerek
şakaya vurduğunda benim gülüşüm panikle dururken bu kez Mayıs ve Korel
gülmüşlerdi.
“Yok,” dedim elimi sallayarak. “Yani işine
dönüyorsun diye…”
“Şaka yapıyorum, uygun olduğum sürece yine
ben eşlik ederim sana. Amcanın buna karşı çıkacağını sanmıyorum.”
“Uygun olmazsan?” dedim merakla.
“Bir yedek buluruz, tabii onayından
geçmesi gereken bir dolu insan var ama bulunur herhalde biri.”
“Polislerin mi onayından geçecek?”
“Amcan dışındaki polislerin konuyla
ilgilenmesine gerek yok gibi. Ben daha çok deden, baban gibi onay verecek
kişileri kastetmiştim.”
“Sana onay verdiler sonuçta, başka birine
de onay vermeleri zor olmaz ki.” dedim kahvemden içerken.
Korel bana kaşlarını havalandırarak baktı.
“Bu cümleni bir de onlarla tek tek görüşmek zorunda kalan bir koruma adayı
olursan dile getir Despina. Polis akademisinde bu kadar gerildiğimi
hatırlamıyorum, özellikle dedenin olduğu kısım…”
Benim olmadığım bir konuşmanın
gerçekleştiğini böylece öğrenmiştim. Aslında çok da şaşırmamıştım.
“Korkmuş gibisin biraz dedemden… Bence çok
tatlı biri.” dedim hevesle.
“Aynen pamuk şeker gibi bir emekli albay.
İnsanın içi yumuşuyor karşılıklı konuşurken.” Alayla konuşmasına güldüm. Mayıs
da bana eşlik ediyordu.
Mayıs’ın sırtı kafenin girişine dönüktü.
Ben ve Korel ise oraya doğru bakabilecek bir konumdaydık. Bir an için
bakışlarımı kaldırıp girişe doğru baktığımda gördüğüm tanıdık yüz gülümsememe
yol açtı. Mayıs çağırınca uçarak gelmişti sanırım.
“Geliyor seninki,” dedim Mayıs’a başımla
orayı işaret ederken. Hemen dönüp bakmıştı. Mayıs arkasını dönerken, Özgür’ün
bizi görüp bize doğru geldiği sırada yalnız olmadığını henüz fark edebilmiştim.
Mayıs’ın kısık mırıltısını zor da olsa
duyduğumda hayal görmediğimi anlamıştım. “Aa,” dedi ağzının içinde. “Seninki de
geliyor Despoşum.”
Masada duran kahvemden kocaman bir yudum
alırken bakışlarım peş peşe bize doğru adımlıyor olan Özgür ve Pars’taydı.
Kahvenin dibini bulduğumda bardağı yavaşça masaya bıraktım.
İlk ve son karşılaşmalarında çok sevgi(!)
dolu görünen Korel ve Pars’ın yeniden aynı ortamda bulunması çok iyi olmuştu
gerçekten. Ben de bugün ne eksik diyordum.
Göz ucuyla Korel’e baktığımda onun
dikkatle Pars’a baktığını görmüştüm. Üç gün önceki karşılaşmalarını unutmuş
olma ihtimalleri belki az önce de düşüktü ama şimdi sıfıra düşmüştü.
Hiçbirini tanımıyor gibi yapıp kalkıp gitsem, en fazla ne olurdu?
Yorumlar
Yorum Gönder